28 Nisan 2017 Cuma

"Yazını karartmalarına izin vermeyeceğim!"

Kara Yazı 1. Bölüm Yorumu

Karadayı'nın finalinden bu yana Sema Ergenekon-Eylem Canpolat ikilisi yeni bir şeyler yazsın diye bekliyorum. Önce kendi şirketlerini kurdukları haberi geliyor, seviniyorum, daha 'özgür' hikâyeler yazabileceklerini umarak. Sonraki haber Emre Kınay'la anlaştıkları… Değmeyin keyfime şimdi! Derken Zeynep Çamcı diyorlar, Ushan Çakır diyorlar, diyorlar da diyorlar, kalbim pır pır bekliyorum. Sonra bir de Haluk Bilginer diyorlar; Emre Kınay'la Haluk Bilginer aynı dizide diyorlar! Diyalogsuz tanıtımlarda, birkaç saniyelik bakışlarıyla bile hikâyeler anlatan adamlar bunlar, nasıl heyecanlanmayayım? Nasıl sabredebildiğimi ben bile bilmiyorum bugüne kadar…

Kara hikâyeler anlatmayı seven kalemler bunlar, ben de acıya, hüzne, gözyaşına pek yabancı biri sayılmam… Ama daha güzeli, kara yazıya, kötülüğe boyun eğmeyen, hak için, adalet için canı pahasına mücadele eden karakterler yazmayı seven kalemler bunlar ve ben en çok da bunu izlemeyi sevdiğim için peşindeyim Ergenekon-Canpolat ikilisinin. Yaren'den "Yazını karartmalarına izin vermeyeceğim" cümlesini duyduğumda alıyorum son darbeyi; bu hikâyede mücadeleye soyunan bir kadın. Artık bu hikâye nereye kadar gidecekse gitsin, ben ekran karşısında kalmaya dünden hazırım!

Halil'in 'namus' takıntısına ne söylesem az, ne kadar kızsam hafif kalır. Konuşulacak, tartışılacak çok konu var bununla ilgili, ama karakterleri biraz daha tanımayı bekliyorum bunun için. Fakat Emre Kınay'dan konuşalım hemen şimdi. Halil'in her bakışında, her cümlesinde, attığı her adımda o takıntının hem kendi üzerinde hem de ailesinin üzerinde yarattığı baskıyı hissetmedik mi? Halil bütün gece karakolun önünde Adli Tıp raporunu beklerken benim içim üşüdü, umarım yalnız değilimdir. Kızına değil raporda ne yazdığını öğrenmeye koşan bir baba… Üşüdüm, titredim… Oysa geceleyin kapıya polisler geldiğinde "Kızıma bir şey mi oldu?" diye endişelenmişti…

Halil, bize anlatacak çok şeyi, gösterecek çok yarası olan bir karakter; insanın canını sıkıyor olsa da izlettiriyor kendini, hem hikâyesiyle hem de Emre Kınay'ın şahane performansıyla. Kızlarının saçlarını ancak onlar uyurken okşayabilen, okusunlar da 'kurtulsunlar' diye düşünebilen fakat kendi travmaları nedeniyle anlaşılmaz derecede baskıcı ve paranoyak bir hale gelmiş bir baba. Kazıdıkça neler çıkacak altından, gerçekten merak ediyorum.

Konumuzla tamamen alakasız ama, Halil karakterinin dişlerini sarartmayı düşünen her kimse işi rast gitsin inşallah. Sarartma işlemi nasıl yapıldı bilmem, gözüme batmadı da değil, ama bunun düşünülmüş olmasına bayıldım!

Haluk Bilginer'i izlemek her zaman bir keyif. Televizyon için seçtiği rollerin hep birbirine benzediğini ve çoğunun televizyon için fazla teatral olduğunu düşünsem de, Kara Yazı'da onun yerine başkasının oynadığını düşünmek bile istemiyorum. Oğuz Karahan hakkında pek fikrim yok, en fazla iki dakika sonra ölecek bir karaktere korku politikası üzerine tirat atmasını gerektirenin ne olduğunu da, neden hiçkimseyi sevmeyen bir adam olduğunu da anlayamadım. Bu haliyle karakter çok bildik biri zaten. Ama Haluk Bilginer'e yakışacak ve onu da zorlayacak bir karakter çıkacağına da hiç şüphem yok. Zaman, sadece birazcık zaman…

Zeynep Çamcı'yı izlemeyi hep sevdim, canlandırdığı karakterlere de hep inandım şimdiye dek. Yaren'e de hemen ısınıverdim. Kendi travmalarından acılar doğurup etrafına saçan bir babanın yanında (ya da 'gölgesinde' mi demeli?) Yaren'in nasıl ezildiğini, nasıl yok olduğunu da, nasıl büyüyüp kardeşlerine kanat gerdiğini de çabucak gösterdi bize. Emre Kınay'ın karşısında ezilmemesi de yeterdi ama Zeynep Çamcı bununla da kalmadı, dimdik ve tereddütsüz oynadı Yaren'i. Şimdilik sadece bir teşekkür bırakıyorum buraya, eminim bunu da uzun uzun konuşacağız ilerleyen haftalarda.

Ushan Çakır konusunda ikircikli bir konumdayım henüz. Televizyonda çok az işte takip ettim onu, tiyatrodaysa yalnızca bir kez izledim. İzlediğim yerlerde beğenmediğim hiçbir şey yok, ama oyunculuğunun sınırlarını bilmediğim için soru işaretlerimin silinmesi için daha fazla izlemem gerek. Fakat Mehmet Karahan hakkındaki düşüncelerim olumlu. Sevgisiz bir baba ve soğuk bir annenin arasında böyle insan kalmayı, çevresinde olan biteni sorgulamayı nasıl öğrendiğini merak ediyorum.

Kadroda adını görmemişken, tanıtımlarda yüzünü iki saniyeliğine gördüğümde sevindiğim bir isimdi Tansu Taşanlar. Kadir de izlemeyi çok sevdiğim tiplerden; uzaktan, usul usul ama gürül gürül sevenlerden. Yaren'e bakışlarına takılı kaldım her seferinde, tek söz etmesi gerekmedi. Umarım ilk bölümde izlediğimizden daha hareketli, inişi çıkışı bol bir karakter olur Kadir, Tansu Taşanlar'dan da konuşuruz uzun uzun…

Gülper Özdemir'i daha iki ay önce Bana Sevmeyi Anlat'ta izliyor ve sinsi Simge'ye sinir oluyordum. Derya Uluçınar'ı sevdim diyemem, ama Gülper Özdemir'i beğendim, Derya'ya inandım. Uluçınar ailesinin birbirine fiziksel olarak benzeyen insanlardan oluşmasını da ayrıca beğendim, söylemeden geçmemiş olayım.

Burak Çelik'i daha önce izledim denemez, ama Best Model seçildikten sonra oyunculuğu seçen pek çokları gibi başrollerden değil yan rollerden yürüyor olmasını takdir ediyordum hep. Erdem karakteriyle ilgili bir sıkıntım yok şimdilik. Hatta hikâyedeki yerini fazlasıyla umut verici buldum. Belli ki her şeyi başlatan 'cinayet' olayında kurucu bir rolü var Erdem'in. Bunun altından çıkacak hikâyeyi de Burak Çelik'in bize göstereceklerini de merakla bekliyorum…

İlk bölüm için az hikâye ve fazlasıyla durağan bir akış izledik bence. Daha hareketli, belki daha çok flash backli sahneler görebilir; mesela Karahan ailesini biraz daha tanıyabilirdik. Böylece Aslı Orcan ve Nilgün Yurtsever hakkında da bir şeyler söyleyebilirdim. Ama zamanımız var, konuşuruz bunları da. Zira ben bu diziyi beğenmek üzere oturdum ekran karşısına bu kez, bekleyebilirim.

Hiç kuşkusuz iki şeyi çok sevdim: ilki, cinayet anını görmemiz, katilin kim olduğundan emin olmamız. Elbette o geceyle ilgili bilmediğimiz ve görmediğimiz bir sürü şey ortaya çıkacaktır ama Derya'nın masum ve Mehmet'in katil olduğunu net bir biçimde görmemiz önemliydi benim için. İkincisi ise en azından ilk bakışta, sıcağı sıcağına elde edilebilecek deliller ortadan kaldırılmışken katilin vicdan azabı duyması ve suçu kabullenmeye hazır olması. Yani yalnızca Yaren'in değil, Mehmet'in de adaletin peşinde olması.

Yaren'in haksızlık ve hukuksuzlukla mücadelesini, bu mücadele sırasında kendisini, kadınlığını, aşkı keşfedişini ve kendisine dayatılan namus kriterlerini sorgulayıp alt üst etmesini izleyeceğiz. Bunu da sevdim, bu eksen etrafında dönebilecek diğer hikâyeleri de. Fakat 'tesadüfün iğne deliği' dediğimiz türden karşılaşmaları sevmedim, sevemiyorum. Mahallenin taksicisi Kadir'in kan kardeşinin polis olması, o kan kardeşin bilgi aldığı polis memurunun boşboğazın teki olması, davayla ilgili bir şeyler dönüyor olabileceğini öğrenen Kadir'in aracına Oğuz'a şantaj yapan görgü tanığının binmesi, onun da boşboğazın teki olması ve yiyeceği haltı taksiye biner binmez çatır çatır anlatması, Kadir kendisini sıkıştırınca taksiden inmesi ve iner inmez ters yönde boş bir taksi bulup binmesi, o boş taksiyi kullanan sürücünün de bir başka taksiden kaçarcasına inen kişiyi sorgusuz sualsiz alıp götürmesi… Daha fazla yazmama gerek yok, ne demek istediğimi anlattım sanırım. Hikâyenin bir şekilde ivme kazanmak zorunda olduğunun farkındayım ama bunlara göz yummak istemiyorum; çünkü bu kalemlerin, bundan çok daha iyisini yazabileceğini biliyorum. Bekliyorum.

"Karahanlar" adını duyduğunda araştırmaya girişen Yaren'in arama motorlarında Mehmet'in fotoğraflarına rastlamamış olmasına anlam veremedim. Hapishanede birbirlerine teğet geçtiklerinde de Mehmet'in yüzünü tanıyacağı için karşılaşmadıklarını düşünmüştüm. Ama şirkette karşılaştıkları zaman Yaren'in Mehmet'i tanımamış olması tuhaf.

Mehmet ve Yaren arasında olacakları tahmin etmek zor değil. Fakat daha önce onlarca örneğini gördüğümüz bir patron-asistan aşkı izlemek istediğimden pek emin değilim; özellikle de patron erkek, asistan da kadınken. Yani bunun daha 'farklı' bir ilişki olabileceğine dair hiç fikrim yokken. Kimya eğitimi almış olan Yaren'in asistan pozisyonunda fazla kalmayacağını ve en azından Aphra Cosmetics'in ürün geliştirme departmanına geçiş yapacağını tahmin ediyorum. Fakat patron-çalışan ilişkisi korunacağı için tek memnuniyetim Yaren'in kendini gösterebileceği bir iş yapıyor olması olur. Umarım Mehmet-Yaren yakınlığını sağlayacak bir başka çözüm bulunur.

İzlerken anladım ki pek çok diziyi takip ediyor olsam da drama aç kalmışım. Özellikle Yaren'in sahnelerinde hissettim bunu. Derya'yı hapishanede ziyaret ettiği sahnede içimin sızladığını ve bu sızıyı özlediğimi fark ettim. Bölümün en sevdiğim sahnesi diyebilirim fısıltıyla konuştukları o sahne için. Oyunculardan da beklentim, role özgü bir ses ve tonlama kullanmalarıdır her zaman; Zeynep Çamcı ve Gülper Özdemir benim gözümde bu eşiği de geçmiş oldular.

Halil'in namus takıntısından ve zihnindeki namus tanımının tuhaflığından daha sonra söz edeceğimi söylemiştim. Ama konunun Derya ayağında aklıma yatmayanlar var. Bana göre, yetişkin bir kadının kendi bedeniyle ne yaptığı, kiminle ne yaşadığı yalnızca kendisini ilgilendirir. Dolayısıyla Derya'yı herhangi bir biçimde sorgulamak ya da yargılamak değil niyetim; ondan bir 'savunma' bekliyor da değilim. Benim merak ettiğim, ablasına "sen hiç benim gibi sevmedin" diyebilecek kadar "çok" sevdiğini iddia eden Derya'nın sevdiği adamın neden ortalarda hiç görünmediği...

Son olarak rejinin beni zihnen ve fiziken yorduğundan söz etmek istiyorum. Kamera hareketlerinin fazlalığı, yakın planların çokluğu (Haluk Bilginer'in bacaklarını hiç görmedik mesela) gözlerimi yordu gerçekten, bazı kısımları ekrandan gözümü kaçırarak izledim. Ama en çok gözüme takılan ve beni fazlasıyla rahatsız eden şey, Adli Tıp raporunun sonucunu öğrenen Halil'in karakoldan çıkışı esnasındaki kamera hareketiydi. Halil'in kendi küçük dünyası başına yıkılmış olabilir, ama Halil'e hak vermeyen bir seyirci ve bireysel özgürlükleri gözeten bir kadın olarak bunun altının kalınca çizilmesinden rahatsız oldum. O sahnede Halil'le empati kurmamız gerektiğine inanmadım, buna gerek de görmüyorum; rejinin bizi buna zorlamasından da rahatsız oldum. Kaldı ki karşımızda, senaryonun veya yönetmenin beklediği duyguyu yalnızca birkaç mimikle bile verebilecek bir oyuncu var, geriye kalan tüm çaba, en iyi niyetli yorumumla 'gereksiz' geldi bana.

Dizinin ismi açıklandığından beri zihnimde "Keklik gibi" türküsü çalıyor, zaman zaman yüksek sesle eşlik ettiğim: "Bu kara yazıyı kendim yazmadım/ Alnıma yazıldı bu kara yazı/ Kader böyle imiş, ağlarım bazı…" Uzun zaman eşlik etmeyi dilediğim bu hikâyeden beklentim, kadere ağlamak yerine mücadele eden, kara yazanlara inat aydınlığı isteyen, haksızlığa başkaldıran, aydınlığı savunan bir hikâye, sevgiyi öğrenen ve öğreten karakterler izlemektir. Yolumuz açık olsun…

(Bu yazı ilk olarak 28 Mart 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Aşk ve Mavi: Romantik komedinin 'total' hali

Aslında bu yazıyı yazmaya 3 ay kadar önce başlamıştım, ama işlerimin yoğunluğu yüzünden bir türlü tamamlayıp da sizlerle paylaşamadım. Bu arada Ali ve Mavi'den sıkılıp bir başka hikâyeye kapılmış olabilirim, yazı da tamamlanmadan kalır bir köşede diye bile düşündüğüm oldu, fakat Aşk ve Mavi, Cuma akşamlarının çoğunluğunu dışarıda geçirsem bile beni ardından koşturmayı başardı. Ben de 17 haftadır eşlik ettiğim bu sıra dışı anlatı hakkında bir şeyler söylemek üzere oturdum yeniden klavyemin başına…

Hikâyesiyle değil ama, hikâyesini anlatma biçimiyle Aşk ve Mavi, total seyirciye hitap eden işler arasında da, dram türünde hikâyeler sunan işler arasında da farklı hatta oldukça ilginç bir yerde duruyor. Kağıt üzerindeki hikâyeye bakınca hiç düşünmeden dram diyebileceğimiz dizi, uygulamada adeta bir romantik komedi halini almış; öyle sevimli, neşeli ve eğlendirici bir hali var, umulmadık bir anda kahkahayı patlatmanıza yol açan.

Üstelik ülkemizdeki romantik komedilerin çoğunda olduğu gibi romantizm başrollere, komedi unsuru yan rollere bölüştürülmemiş, en genç karakterleri bile ergen buhranlarına düşürülmemiş, hiçbir karaktere sonunun nereye varacağı bilinmez sahte çatışmalar yüklenmemiş. Adım adım ilerleyen, klişe sosuna bolca bulanmış fakat kendince yeni ve hızlı sonuçlar alarak ilerleyen bir anlatı kurulmuş. Birkaç adım sonra neler olacağını tahmin edebilsek de, herkesin birbirine uzun uzun baktığı sahnelerin bile sıkıcı olmadığı, dinamik bir akışa sahip Aşk ve Mavi.

Aşk ve Mavi: Romantik komedinin 'total' hali

Ali, Mavi'nin abisinin katili olarak hapis yatarken Mavi, gerçek kimliğini gizleyerek Ali'nin mektup arkadaşı olur. Cezası bittiğinde de Ali ile evlenip onu düğün gecesi öldürmeyi planlamaktadır - abisi de düğün gününde öldürülmüştür çünkü. Ali, hukuk yoluyla cezalandırılmış olmasına rağmen Mavi'nin öfkesi soğumamıştır, çünkü Mavi'nin ailesi, Ali'nin ailesinin teklif ettiği "kan parası"nı kabul etmiş ve hayatlarına devam etmiştir, hiçbir şey olmamış gibi.

İlk bölümü izlerken, "Mavi'nin sırrı iki sezon saklanır, bu arada da bir konak ve bir gecekondu arasında görmeye alıştığımız ne varsa yaşanır" diye düşünmüştüm, ama daha ilk bölümün finaliyle zihnimde soru işaretleri uyandırmayı başardıkları için Aşk ve Mavi'ye bir şans vermeye karar vermiştim.

İlk bölümde ipucu vermemişlerdi ama, hikâyenin serimlenişi ve Ali'nin mütevekkil hali "Ben katil değilim, burada başka bir hikâye var." diye bağırıyordu adeta. Nitekim ikinci bölümden itibaren katilin Ali değil, abisi Cemal olduğunu ve Ali'nin herhangi bir zorunluluk nedeniyle değil, merhameti nedeniyle suçu üstlendiğini gördük adım adım.

Mavi'nin bu sırrı öğrenmesini elbette çok istiyorum, ama bunun geciktiriliyor olmasından da bir o kadar memnunum. Mavi'nin Ali'yi sevmeye başladığını görüyoruz, bu sevginin daha da büyüyeceğini öngörmek için de müneccim olmaya gerek yok. Ama benim esas görmek istediğim, Mavi'nin her şeye rağmen, öfkesine rağmen, kendine rağmen Ali'yi sevmeyi, Ali'yle olmayı seçmesi ve Ali'nin katil olmadığını bundan sonra öğrenmesi. Ali'nin ilk öpücük denemesinde Mavi'nin ateşe değmiş gibi geri çekilmesinde görmüştüm bu ihtimali. İkinci denemede karşılık vermeye ramak kala kaçması ve ertesi sabaha şarkılar söyleyerek uyanması haklı çıkacağımın işaretleri gibi…

Ali'nin Mavi'ye gerçeği söylemeyi çok istediğini de biliyoruz. Ama abisini kaybetme korkusunu yaşadıktan sonra bundan vazgeçmesini de anlayabiliyorum; Ali yufka yürekliliğinden çekiyor, ne çekiyorsa. Ama ben, Ali'nin benimkine benzer bir arzuyu büyüttüğünü de düşünüyorum bir yandan. Mavi gerçeği öğrensin, ama Ali'yi sevdikten, onu sevdiğini reddedemez hale geldikten sonra öğrensin. Yani Ali'yi Ali olduğu için sevsin, katil olmadığı için değil. Hatta onu tanıdıkça, onun merhametine tanıklık ettikçe, onun katil olamayacağına ikna etsin kendini ve bir de böyle gitsin Ali'nin üzerine. Belki o zaman o da öğrenir duymayı hak ettiği gerçeği…

Burada, altı kalınca çizilmiyor olsa da melodramatik bir iyi-kötü ayrımının varolduğunu söylemek gerekir. Yani iyi ve kötü arasında keskin bir ayrım var ve kimin iyi kimin kötü tarafta olduğu konusunda uzun tartışmalara gerek yok. Yalnızca cinayet işlemediği için değil, haklının yanında, güçlünün karşısında durduğu için, taciz edilen işçisini koruyup onu taciz eden çalışanını işten attığı için, şimdiye kadar sosyal haklarından mahrum bırakılan işçilerin haklarını teslim ettiği için ve buna benzer pek çok sebepten ötürü biliyoruz ki Ali, bu hikâyenin iyi adamı. Mavi'yi kazanmaya başladığı yer de tam burası.

17. bölümde Mavi'nin eski sevgilisi Ömer'in dahil oluşuyla güzel bir ivme kazandı Ali ve Mavi'nin hikâyesi. Baran Akbulut'un oyunculuğundaki samimiyeti ve hassasiyeti daha ilk bölümde gördüm, bu hikâyede oynayacağı rolü merakla beklemeye başladım bile!

Ömer'in kötüleşmeyecek bir karakter olduğunu tahmin ediyor ve bu konuda yanılmamayı umuyorum. Ömer'in Kapadokya'ya Mavi için döndüğü aşikâr. Ve gelir gelmez hem tüm hikâyeyi öğrendi, hem de Mavi'nin aklından geçenleri bir çırpıda çözdü. Yetmedi, Mavi'nin henüz kendi kendine bile itiraf edemediği duygularını anladı ve bunu öyle içten, öyle dokunaklı bir biçimde ifade etti ki, benim içim titredi ekran karşısında. Ömer ve Mavi'nin okulun önünde konuştukları sahne, 17 haftadır izlediğim en güzel sahnelerden biriydi. Mavi'ye karşı hisleri karşılıksız kalacağı için Ömer biraz üzülecek ama, umarım Mavi'yi ve bu hikâyenin takipçilerini üzmez.

Hikâyenin kendine özgü o tempolu akışının yanı sıra, oyuncularının başarılı yorumlarıyla da seyir keyfini arttırıyor Aşk ve Mavi. Sebebini bilemiyorum ama önceki işlerinden farklı bir Emrah görüyorum ben burada. Sanırım yaşına, kişiliğine en uygun rolü burada buldu ve bu nedenle de iyi taşıyor Ali'yi. Ali'nin merhametli, sevecen, muzır halleri Emrah'a çok yakışıyor ve onun durağan halinin yanında Mavi'nin deli dolu, fevri, genç halleri daha da parlıyor. Mavi ile ilgili gözüme takılan tek şey, her bölüm hiç ihmal edilmeyen o maşalı saçlar. Mavi, nasıl göründüğüyle çok da ilgilenmeyen bir karakter izlenimi veriyor, bize gösterildiğinden daha sade bir görünüşü olmalıydı diye düşünüyorum ben de. Üstelik Burcu Kıratlı da çok güzel bir kadın ve onun güzelliğinin bu tür süslere hiç ihtiyacı yok. En azından o maşalar ara sıra bozulsa mesela…

Kapadokya'yı tepeden gören Göreçki Konağı'nın her günü ayrı olay, her karakteri ayrı bir hikâye. Ali'nin annesi ve babasını canlandıran Işıl Yücesoy ve Kenan Bal'ı daha önce çok kez izledim ama onları izlerken hiç bu kadar eğlenmemiştim. Refika Hanım'ın "sevgili dünürü" Hasibe (Ayşegül Ünsal) ile sonu gelmez mücadelesi ve Fazıl Bey'in oğullarını zapt etmeye, oğulları, gelinleri ve karısı arasında bir denge bulmaya çalışırken delirmesi tam seyirlik!

Hiç beklemediği bir anda, hiç ummadığı bir şekilde kendini konakta bulan Hasibe'ye hayat veren Ayşegül Ünsal, kadroda beni en çok şaşırtan oyuncu oldu. Olduğundan en az bir kuşak daha yaşlı bir karakteri hiç sırıtmadan üzerine giyinmiş olması inanılmaz. Kendisinden yaşça büyük olan Emrah'a kaynanalık yapması ve bunun da göze batmaması kolay iş değil. Bunu sağlayabilmek için sırtına hanım ağa tavırlarını almış da değil. Dizinin en komik ve en hareketli karakterlerinden biri olmasına rağmen konumunu sarsmayan bir duruş sergiliyor, şaşkınlıkla izliyorum! Gözüme batansa Hasibe'nin manikürlü elleri, fondöteni ve göz kalemi oluyor sadece.

Mavi ve ailesinin konağa yerleşmesinin ardından statü endişesi duymaya başlayan Birgül'ün (Birgül Ulusoy) Refika ve Hasibe arasında sürekli değişen rolleri ve kendi 'yerini' korumak için sürdürdüğü mücadelesi, konakta yaşayan herkese yeni konumlar ve yeni oyun alanları sağlayabilecek potansiyele sahip. Mahmut'un ölümünün arkasını kurcaladığı gibi başka meseleleri de kurcalarsa hikayedeki düğümlerin çözümünde beklenmedik roller oynayabilir.

Ali'nin abisi Cemal'i (Cüneyt Mete), yengesi Safiye'yi (Alayça Öztürk) ve kardeşi İsmet'i (Uğur Uzunel) ilk kez izliyorum ama hem sahne enerjilerine hem de role girişlerine bayıldım. Orta Anadolu'nun o kulağa biraz kaba gelen, hafif kırık şivesini çok güzel edinmiş ve kendi tarzlarınca yorumlamışlar, hiç sırıtmıyor. Cemal bu hikâyenin en kötü karakteri, ama bu kötülüğün yorumlanma biçimi, bunun saf kötülük olarak sunulmaması, Cemal'in insan yanının, babalığının, âşık olabildiğinin, acı çekebildiğinin gösterilmesi, Cemal karakterini diğer dizilerin kötülerinden uzakta bir yerde konumlandırıyor. Hikâyenin sonunda Cemal'in yargılanmasını ve cezalandırılmasını bekliyorum elbette, ama bu süreçte Cemal'in de konaktaki eğlencenin bir parçası oluşuna itiraz edesim gelmiyor!

Mavi'nin kardeşi Pembe (Selin Dumlugöl) ile İsmet arasında oyunla ve inatla başlayan yakınlaşmanın gerçek bir aşka dönüşmesini, bu süreçte ikisinin de başına olmadık işler açmasını izlemek beni hep eğlendirdi ve bu eğlence daha sürecek gibi görünüyor. Pembe karakterinde en sevdiğim şey, Selin Dumlugöl'ün sıfıra yakın makyajla ve doğal saçlarıyla oynuyor olması. Böylece 17-18 yaşların havasını taşıyor Pembe ve bu haliyle konaktaki hemen herkesten farklılaşıyor.

Hikâyede Göreçki ailesinden intikam almaya hevesli biri daha var: Osman Karakoç'un canlandırdığı İlyas karakteri. Daha ilk bölümlerde, Mavi ile ittifak içinde olmasını ve saman altından su yürütmesini beklediğim İlyas, her nedense haftalar boyunca kifayetsiz kaldı. Hasibe'nin cin fikirliliği olmasa, Cemal'ın kızı Sevda ile (Gülderen Güler) evlenmeyi ve böylece aileye girmeyi akıl edemezdi, ama şükür ki entrika kimsenin tek elinde değil! Artık İlyas'ın inisiyatif almasını ve Osman Karakoç'un performansı hakkında da konuşabilmeyi diliyorum ben.

(Bu yazı ilk olarak 9 Mart 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

'İki Bekar' bir araya gelmeli miydi?

'İki Bekar' bir araya gelmeli miydi?

Amerikalı yazar Sam Bobrick'in İki Bekar'ı, Duru Tiyatro prodüksiyonu, Ayşegül Hardern dramaturjisi ve Emre Kınay rejisiyle Aralık 2016'dan bu yana sahneleniyor. Çeviri Ekin Tunçay Turan'a, müzikler Serdar Aslan'a ait. İki bekara hayat veren Emre Kınay ve Evrim Alasya'ya sahnede Serdar Aslan, Zafer Aslan, Tarkan Tekyıldız ve Muhammed Çınar'dan oluşan DuruCazz Orkestrası müzikleri ve zaman zaman da replikleriyle eşlik ediyor. Oyun İzmir'de, Bostanlı Suat Taşer Açık Hava Tiyatrosu'nda kapalı gişe oynadı.

***

Bazen iki insanın bir araya gelmesi için birilerinin konuya el atması, iki yalnızı bir araya getirmesi, birbirlerine yönelmelerini sağlaması gerekir. Bazen de insanları hayat bir araya getirir; birlikte bir uyumu yakalamalarına, geleceğe doğru birlikte yol almalarına neden olur. Jack ve Shanette, ortak arkadaşları vasıtasıyla tanışıyorlar ama, oyunun akışı içinde dünyanın onları bir araya getirmek için dönmekte olduğuna ikna oluyoruz hiç zorlanmadan.

İki Bekar, tertemiz, sapasağlam bir komedi. Yazar, romantik komedi diye sınıflandırmış oyununu, üzerine laf söylemek belki de bana düşmez; ama ben olsaydım yalnızca komedi derdim. Alışık olduğumuz romantik komedi unsurlarına yüz vermeden, romantizmin karşısında komediye boyun eğdirmeden bir hikâye kurmayı öyle iyi başarmış ki yazar, yalnızca komedi deseydik de değerinden hiçbir şey kaybetmezdi oyun. Finale yaklaştıkça romantizme yenilip komediyi alaşağı edeceğiz diye öylesine korktum ki, komedi galip geldiği için, bu olurken aşkı da yitirmediğimiz için nasıl mutlu olduğumu anlatmakla bitiremem.

Belli ki özellikle kadın karakterin oyun gücüne güvenilerek yazılmış, kadının taşıdığı bir metin bu ve Evrim Alasya da gözlerindeki o muzır ve hırçın parıltıyı bir an olsun kaybetmeden can veriyor Shanette'e. Yazar Sam Bobrick Jack karakterini yazarken ne düşünüyordu bilemiyoruz tabii, Shanette kadar çekici olmaması için çaba göstermiş bile olabilir. Kadın karakterin canlılığını, enerjisini karşılayabilsin yeter, diye düşünmüştür belki de. Ama tek bir sözcük bile söylemeden, bir tek mimik ile 1000 kişilik salona bir ağızdan kahkaha attıran birinden söz ediyorum burada, laf olsun diye değil, Emre Kınay var karşımızda!

Şimdiye kadar hangi karakterine inanmamış, hangisini beğenmemişiz ki? Hangi sıradan karakteri o sıradan haliyle bıraktı ki o? Oynadığı hangi karakteri parlatmadı, kendinin kılmadı, hangisine hayran bırakmadı ki bizi? Yeditepe İstanbul'un yaralı Yusuf'una da, Yılan Hikayesi'nin 'yılan' Erkan'ına da, Güneşi Beklerken'in sevgi dolu Cihan'ına da bizi meftun etmedi mi? Bütün bu karakterler kalbimize kazılı ama, Sondan Sonra'yı izledikten günler sonra bile üzerimizden atamadığımız tedirginliği de hiç unutmadım. Kötü niyetli Mark'ı da kusursuz oynamış, onu da zihnimize kazımış ve her rolde bizi kendine inandırabileceğini göstermişti, Güneşin Kızları'nın merhametsiz, dengesiz Haluk'u olmadan çok önce.

Demem o ki, ben bu oyuna Emre Kınay var diye gittim ve beklediğimi de buldum. Ama zannetmeyin ki sahnede sergilenen güzellikler Kınay'la sınırlıdır. Evrim Alasya, Shanette'i öyle bir sahiplenmiş, öyle muntazam giyinmiş ki üzerine, partnerinin Emre Kınay olduğunu bile unutturabiliyor bütün gözleri üzerine toplarken. Alasya'yı daha önce televizyonda da tiyatro sahnesinde de izledim ama bu, İki Bekar'ı izlerken şaşkınlık yaşamadığım anlamına gelmiyor. Kendi adıma, tiyatro seyircisi olmanın en güzel yanlarından birinin bu şaşkınlık olduğunu söyleyebilirim. Televizyon ekranında görüp sevdiğimiz insanların içindeki cevheri canlı canlı keşfetmenin hazzı büyük.

Bazı oyuncular sahnedeki ışıkları toplar üzerine, sahnenin büyüsünü giyinir; bazılarıysa büyüsünü kendisi yaratır, sahnenin bir köşesinde, hiçbir şey yapmadan öylece dursa bile gözleri üzerine çeker, karşı koyamazsınız. Şüphesiz ki Emre Kınay ikinci gruptandır, sahneyi tek başına doldurabilir, sizi bambaşka hayatlara hiç zorlanmadan götürebilir. İki Bekar sayesinde gördüm ki Evrim Alasya da ikinci gruptanmış, sahnenin büyüsüne hiç ihtiyaç duymadan kendi ışığıyla parlayanlardan…

Sahne aralarının hikâyeye katkıda bulunan ve seyircinin heyecanını canlı tutan şarkılarla doldurulması da oyuna müzikal bir tat katarak oyuncuların ışığını biraz daha parlatıyor; zira hem çok iyi şarkı söylediklerini, müziğe uyum sağladıklarını görebiliyor, hem de bunu oynamakta oldukları rolden çıkmadan yapabildikleri için bir kez daha hayran oluyoruz onlara.

Özetle, metin şahane, oyuncular ve oyunculuklar şahane, orkestra ve şarkılar şahane; seyirci zevkten dört köşe! Ben o ortak arkadaşın yerinde olsam bu iki bekarı bir araya getirmezdim büyük ihtimalle; ama onlar iyi ki bir araya gelmişler de yüzümüzü güldürüyor, umutlarımızı tazeliyorlar…



(Bu yazı ilk olarak 31 Ocak 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)