23 Haziran 2017 Cuma

Lysistrata: Savaşma, seviş!

Sivas Devlet Tiyatrosu repertuvarına alınan Antik Yunan Tiyatrosunun en önemli komedyalarından Aristophanes'in Lysistrata'sı, yurtiçi turne programı kapsamında Mayıs ayının ikinci haftasında İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi'ndeydi.

Lysistrata, savaşın anlamsızlığını, gereksizliğini ve yok ediciliğini oldukça sade ve coşkulu bir anlatımla gözler önüne seren bir metin. Yurttaş sayılmayan, bu nedenle kamusal alanda hak ve irade iddiasında bulunamayan -yani özgür olmayan- kadınların, kendilerine çizilen sınırları ve biçilen rolleri barış için kullanmaya karar vermeleri ile başlıyor hikâye.

Atina ile Sparta arasındaki savaşın artık sona ermesi gerektiğine inanan kadınlar bir araya geliyor, savaş devam ettiği sürece eşleriyle aynı yatağa girmemek üzere sözleşiyor ve kendilerini tapınağa hapsediyorlar. Sınırların ve rollerin dışına çıktıkları için değil, sadece ve sadece o sınırlar içinde kendilerine atfedilen rolleri ifa etmedikleri için görünür ve duyulur oluyorlar, böylece kitlesel bir eylem başlatabiliyorlar. Eylemlerinde direndikleri ölçüde de başarılı oluyorlar.

Kadınların bu pasif direnişi, feminist literatürde "kadının görünmeyen emeği"* denilen durumu bütün netliğiyle ortaya koyuyor: ev içi işlerle "görevlendirilen" kadınlar, o işleri yaptıkları sürece yaptıkları işler göze görünmez. Ev temiz, yemek hazır, çocuklarla ilgilenilmiş. Ama sorarsanız, "kadın çalışmıyor". Ne zaman ki bu "iş"ler yapılmaz, ev dağınıktır, yiyecek yemek yoktur, çocuklar bakımsızdır, o zaman anlaşılır kadının "değer"i. Lysistrata önderliğindeki kadınların evden çıkmaları ve savaş sonlanmadıkça geri dönmemekte kararlı olmaları, bu nedenle büyük bir krize yol açıyor erkekler açısından.

Lysistrata'nın bu yorumunda bu tema korunuyor, oyunun mesajı net bir biçimde iletiliyor. Fakat bazı teorik problemler göze çarpmıyor değil. Öncelikle zamansal bir sıkıntı var: Antik Yunan dünyasında olmadığımıza dair hiçbir kuşku yok akıllarda, fakat replikler fazla modern. Sahnedeki kadınlar ısrarla erkeklerle eşit olmak istediklerini söylüyorlar; oysa Aristophanes'in böyle bir derdi yoktu. İma ettiği düşünülebilir ama bunu hiçbir zaman sözcüklere dökmemişti. Eşitsizlik o çağın sorunu değildi; Lysistrata'nın örgütlediği kadınların tek derdi savaştan kurtulmak ve barışı sağlamaktı. Bunun da bir özgürlük arzusu olduğu iddia edilebilir ancak, o da yine ima düzeyinde.

Bir diğer sıkıntı, koronun rolüyle ilgili. Antik Yunan tiyatrosunun konuyu tartışan, fikir beyan eden, sorular soran ve pozisyon alan korosunun yerine burada yalnızca anlatıcı işlevi sürdüren bir koro var. Öte yandan, koro için Sibel Erdenk tarafından yazılan şarkılar, kadınların eylemdeki coşkusunu seyirciye doğrudan ileten ve sahneleri birbirine sımsıkı bağlayan geçişler olarak oldukça işlevsel.

Kostüm tasarımında Hollywood'dan fazlasıyla etkilenildiğini düşünüyorum. Fakat bu kostümlerin hem antik çağın abartılı kostümlerine hem de oyunun sahne tasarımına uymadığını söylemek haksızlık olur. Oyuncuların makyajları da antik tiyatronun maske geleneğini hatırlatıyor; her ne kadar tüm oyunculara aynı türden bir makyaj yapılmış olsa da…

Fakat komedya her zaman sınırları değişken, abartıya ve yeni yorumlara açık bir tür olmuştur. Söz konusu bir tragedya olsa büyük hatalar olarak işaret edebileceğim(iz) bu birkaç noktaya burada her zaman göz yumulabilir. Ben de aklıma takılanları not etmiş olma gayesindeyim yalnızca.

Sonuçta, sahnedekinin müthiş bir temsil olduğunu söylemek zorundayım. Zaten Barış Erdenk rejisini sahnede her izleyişimde bambaşka bir yerde buluyorum kendimi. Sanki her oyun olduğundan bambaşka, yepyeni ve ufuk açıcı bir kimlik daha kazanıyor. Sanki sahnedekileri değil de bir rüyayı izliyorum…

Erdenk'in Lysistrata'sının en güzel yanı, sahnede yalnızca 5 kadının olması ve bu beş kadının sürekli değişen farklı rollere saniye bile ıskalamadan geçebilmesi. Bazen kadın bazen erkek, bazen yetişkin bazen çocuk, bazen karakter bazen koro: Sahnedeki beş kadın bunların her birine ustalıkla can veriyor ve bunu, takip etmesi bile oldukça güç bir koreografi ile yapıyorlar. Oyun bittiğinde ben soluk soluğa kalmıştım koltuğumda, oyuncularsa bir an olsun teklememişlerdi oyun boyunca.

Bize bu benzersiz yorumu sunan yönetmen Barış Erdenk ve koreograf Sibel Erdenk'e, oyuncular Filiz Demiralp, Begüm Atak, Filiz Uysal, Göksu Girişken ve Neyra Karaböcü'ye, müzikleri yapan Serdar Kurutçu'ya, bu müzikli oyuna enstrümanlarıyla canlı canlı ses veren Şafak Öztürk, Emre Emlak, İsmail Öztürk ve Burak Seçgin'e, oyunda emeği geçen ve bu oyunun İzmir'e gelişinde payı olan herkese teşekkürler. Yolunuz her daim açık olsun, dilerim yeniden karşılaşırız.

*Tanım ve ilgili tartışmalar için Gülnur Acar-Savran ve Nesrin Tura'nın Kadının Görünmeyen Emeği isimli derlemesine (Yordam Kitap, 2012) bakılabilir.

(Bu yazı ilk olarak 1 Haziran 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Ayrılık: Sevgi anlaşmak değildir…*

Ayrılık: Sevgi anlaşmak değildir…*

Bazı tiyatrolar prova notlarını da paylaşır seyircisiyle. Onları takip ettiğinde, sahnede izlediği şeyin birkaç saatlik performanstan çok daha fazla zaman ve emek istediğine, sahnede görünenin buzdağının zirvesi olduğuna tanık olur seyirci. Sevinç Erbulak'ı sosyal medyada takip etmek de buna benzer bir etki bırakıyor benim üzerimde. Çünkü Erbulak, aklına gelen bir fikri, heyecanını, neşesini, umudunu, dileğini hiç çekinmeden ve çoğunlukla da sıcağı sıcağına paylaşıyor takipçileriyle. Bir seyirci olarak onu senelerdir biliyor ve izliyorum ama bu paylaşımları nedeniyle, onu birebir tanıyor gibi de hissediyorum çoğu zaman. Uykusuz bir gece yarısı onun henüz paylaştığı birkaç cümlesine rastlamak örneğin, sabah buluşup uzun uzun konuşacağım bir arkadaşımın, sabaha kadar sabredemeyip anlatacaklarını gece mesajlarıyla iletmesine benziyor. Öyle bir tanıdıklık, yakınlık hissi…

Ne var ki, yakın zamana kadar onu tiyatro sahnesinde görmek nasip olmamıştı; Behiç Ak'ın yazdığı, Semih Çelenk'in yönettiği, Sevinç Erbulak'ın Fırat Tanış'la oynayıp eğlendiği Ayrılık, aylar sonra nihayet yönetmeninin şehrine gelene dek…

Ayrılık, boşanmış bir çiftin aradan bir yıl geçtikten sonra karşılaşıp ilişkilerini ve ayrılıklarını değerlendirdiği tek perdelik bir komedi. İlişkilere dair harcıâlem yargılara nazikçe sırtını dönüp modern ve medeni bir diyalog sunuyor bize, her şeyden önce. Sonra da ilişki kurmanın ve birlikte yaşamanın zorluklarını sıra dışı ve oldukça eğlenceli tespitlerle seriyor önümüze. Beklenmedik anlarda güldüren fakat arka plandaki hüznü de hiç yitirmeyen bir anlatı söz konusu.

Sevinç Erbulak da Fırat Tanış da bizi güldürmelerine alışık olduğumuz oyuncular, burada şaşılacak bir şey yok. Şaşkınlık, seyirciyle birlikte onların da eğlendiğini ve bunu rolden çıkmadan, komedinin seviyesini düşürmeden yapmaları. Bana zaman zaman olur, izlemekte olduğum şey -amiyane tabirle- o kadar cıvık, o kadar laçkadır ki, izlediğim şeye gülmeye bile utanırım, o kadar düşmüştür seviye. Oysa Ayrılık'ta, yerli yerinde gülen, yeri geldiğindeyse en komik replikleri bile rolün gerektirdiği ciddiyeti zerrece bozmadan söyleyen bir oyunculuk; dengeli ve düzeyli bir reji görüyoruz.

Oyun izlemek kadar oyun okumayı da seviyorum ve okuma saatlerimin önemli bir bölümünü de oyunlara ayırıyorum. Yine de bir komedi metnini okurken gülmek, sıkça yaptığım bir eylem değil. Tek başınayken gülmekle bir toplulukla beraber gülmek arasında ciddi bir fark var, orası doğru. Ama metnin komik olması ile oynanan oyunun komik olması arasında da ciddi bir fark var. Ayrılık, yalnızca metniyle de güldürebiliyor.

Biraz da bu sebeple, oyuna eklenen bazı replikleri, örneğin "fevkaladenin fevkinin de ötesinde mutluyum" gibi bir cümleyi gereksiz buldum. 20 yıl önce yazılmış, konusu ve konuyu işleyişi itibariyle eskimemiş olan bir metni güncelleme çabası içinde olunmasına anlam veremedim. Cep telefonlarının hayatımıza yeni yeni dâhil olduğu zamanlardan bir oyun Ayrılık ve bu detay korunmaktayken "fevkaladenin fevki" gibi sözler, bir zaman kargaşasına da yol açıyor.

Oyunlar sahnelenirken metinde yer almayan eklemeler yapılmasına pek sıcak bakmasam da buna kategorik olarak karşı değilim. Yeter ki tutarlılığa halel gelmesin. Pantolonunu çıkaramadığı sahnede, birbirinden ayrılamayan ayaklarıyla halay mizanseni yaratan erkeğin bu hareketi beni hiç rahatsız etmedi mesela. Ya da mutfak dekorunda bütün beyaz eşyaların iç içe olmasının tuhaflığına laf atılması bana gereksiz ya da uyumsuz gelmedi.

Dekor demişken, aklıma takılan sorulardan birini buraya yazayım. Oyunun büyük bir bölümünde ütü masası açık halde salonun ortasında durmaktaydı, acaba neden? Oyunun başında bunu gördüğümde, ütü masasının evde o şekilde konumlandırıldığını ve hep öyle durduğunu düşünmüştüm. Fakat karakterimiz oyunun içinde ütüyü kullanıp işi bitince ütü masasını kaldırdığında bu tezim çürümüş oldu. Buradan çıkardığım sonuç, oyunda ütü kullanılacağı için ütü masasının sahnede hazır edilmiş olduğu. Oysa ütü gerektiğinde de kurulabilirdi o masa, bu hareketlilik için yer de vakit de vardı oyunda.

Yine de, benim gibi takıntılı bir insanın, okuyup gittiği oyunda söyleneceğini bildiği repliklere bile doya doya kahkaha attığı bir oyun bu. Biraz nefes almak için, gülmek ve rahatlamak için, bu iki güzel insanı sahnede görüp hep birlikte eğlenmek ve sonunda elleriniz yoruluncaya dek alkışlamak için bu oyunu izleyin!

Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir…* Sevgi nedensizdir ve çoğu zaman da anlaşmazlıklardan beslenir. Onlar anlaşamadıkları için bu kadar eğleniyoruz ya zaten! Çünkü bu anlaşmazlıklar, yepyeni olasılıklar, yepyeni yollar demek ve bu yolları yürümekten hiç çekinmeyecek bir çiftin hikâyesi bu. Varsın anlaşamasınlar, birbirlerini sevdiklerini, önemsediklerini her hallerinden okuyabiliyoruz ya!

Aşk, tutku, coşku, heyecan… bunlar bitebilen şeyler belki, ama sevginin, gerçek sevginin, emek verilmiş ve kazanılmış sevginin tükenmeyeceğine inananlardanım ben. Böylesine olgunlaşmış bir sevginin tanımlara, etiketlere ihtiyacı yoktur. O bir su gibi korur tazeliğini, su gibi akıp gider kendi açtığı oyuklardan. Birlikte sevilen bir şarkının notalarına, aynı ekmeği bölüşerek kurulan sofralara, aylar sonra paylaşılan iki kadeh şaraba karışır, sonsuzluğa akan 'küçük bir an' olur… Ve bazen küçük bir an için ömür bile verilir!*

*Özdemir Erdoğan, Sevdim Seni Bir Kere

(Bu yazı ilk olarak 23 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv.de yayınlanmıştır.)

Kemal'den kurtulduk, Cansu Fırıncı'yı özleyeceğiz…

Kırgın Çiçekler'de Kemal karakterinin ölümü üzerine...

Gecenin kör vaktinde bir şehirlerarası otobüsteyim. Bunca yıldır uykuya alışamamış gözlerim, önümdeki küçük ekranda izleyecek bir şeyler bulma telaşında. Atv'yi açtığımda Kırgın Çiçekler'in son bölümüne ve adını TV tarihimizin kötü adamları listesinin üst sıralarına yazdıracak derecede derin bir kötülüğe sahip Kemal karakterine denk geliyor ve bu bölümle diziye veda ettiğini bildiğim bu karakterin sonunu izlemek istiyorum.

Ekran yolculuğunun başlarında takipçisiydim ancak ben bu diziyi nereden baksanız 60 bölümdür izlemiyorum. Yine de gerek annemden, gerek TV haberlerini takip etme alışkanlığımdan dolayı hikâyenin nasıl aktığından haberdarım. Reklamsız hali 160 dakikadan fazla süren bölümü izlerken kaç şehir değiştirdim bilmiyorum ama Kırgın Çiçekler'in yol arkadaşlığı, yorgunluğumu ve son anda bulduğum bilet sonucu edindiğim koltuktaki rahatsızlığımı unutturacak kadar iyiydi.

Ben de, hem yol arkadaşlığı için Kırgın Çiçekler'e, hem de hikâyesini tamamlayan Kemal karakteri için, onu seveceğimiz ya da ona hak vereceğimiz ufacık bir boşluk bırakmaksızın şekillendiren senaristlere ve kağıt üzerindeki kötülüğü ekrana eksiksiz yansıtan Cansu Fırıncı'ya teşekkür etmek zorunda hissettim kendimi.

Kemal'de kötülük adına ne ararsanız var: kadına şiddet, taciz, tecavüz, adam kaçırma, gasp, cinayet ve hepsinden kötüsü de bütün bunları taammüden yapması, tüm yaptıklarında kendini haklı görmesi, tek bir an bile pişmanlık yaşamaması, hiç kimseye merhamet göstermemesi. Kemal'in tiksinti verici derecede çirkin bir karakter olduğu daha ilk bölümde, ilk sahnelerde gösterildi; ama bununla yetinmeyip Kemal'in kötülüğünü katman katman işledi, adım adım gösterdi bize Kırgın Çiçekler hikâyesi. Dolayısıyla, aslında izlemesi pek de keyifli bir karakter değil. Fakat Kemal'e can veren Cansu Fırıncı, 84 bölüm boyunca Kemal'i öyle keyifle oynadı ki, denk geldiğim sahnelerde kanalı değiştirmeye gitmedi elim bunca zaman.

Son bölüm adeta bir jübile idi Kemal için, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayana kadar kötülüğün sınırlarını zorladı ve haftalardır (hatta yıllardır) hazırlamakta olduğu kendi sonuna, kendisine çok yakışır bir biçimde ulaştı - her ne kadar fantastik bir son da olsa. Cansu Fırıncı da bu jübilenin hakkını sonuna kadar verdi, bol miktarda doğaçlama ile süslediğine inandığım zirveye ulaşan bir performansa imza attı ve vurucu bir finalle veda etti seyirciye. Yapımcıların şimdiden kapısını aşındırmaya başladığını umuyorum Fırıncı'nın.

Kemal karakteri üzerinden, şiddete suskunlukla karşılık vermenin şiddeti büyütmekten başka bir işe yaramayacağı da, şiddete karşı ses çıkarmanın omuzlara yüklediği sorumluluk da bütün detaylarıyla gösterildi. Kendi adıma, dizinin en büyük başarısının bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gönül isterdi ki Kemal ölmeseydi de yargılansaydı; yaptıklarının cezasını seneler boyunca çekseydi. Ama fantastik bir son da olsa izlediğimiz, bu sonun herhangi bir karakterin elinden çıkmamasının değeri çok büyük. Güney'in o kabloyu uzaklaştırmasının, Eylül'ün "ambulansı arayın" demesinin, Neriman Hanım onları 'oynamaya' davet ettiğinde kızların verdiği tepkinin değeri çok büyük.

Artık, yalnızca Eylül ve çevresi için değil, seyirci için de zaman, rahat bir nefes alma zamanıdır. Nefes alma zamanı geldi ama, yalnızca son bölümde yükseltilen gerginlik düzeyi bile seyirciyi bir süre daha tedirgin etmeye yetecektir. Zaten türlü türlü derde bulanmış hayatlarında nefes almaya hiç yer olmuş mu ki bu kırgın çiçeklerin?

(Bu yazı ilk olarak 18 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Kara Yazımızı Silemedik

Kara Yazı 6. Bölüm yorumu

Geçen haftaki yazımda, bölüm süresinin kısalığı hakkında fikir yürütürken ne kadar da iyimsermişim. Ne diziye emek verenleri düşünmüş buna karar veren, ne de seyirciyi. Neyi düşünmüşler, onu da anlamadım gerçi. Reklam verenleri desem, dizinin o reklamı satacak seyircisi yok; Bodrum Masalı'nı desem, masalı bu kadar önemsiyor olsalar onun süresiyle bu denli oynanmazdı… Kanalın itibarını iyice düşürmekten başka ne işe yaradı bu son dakika hamleleri, gerçekten anlamıyorum.

Diziye gelince, izlediğimiz bölüm finalden önceki bölüm olabilirdi belki, ama bir final bölümü olarak kabul etmiyorum bunu. Soruların yanıt bulmadığı final bölümü olur mu? Yayından kaldırılması kararlaştırılmış bir dizi için dört başı mamur bir final hayal etmiş değilim, lakin hikâyenin kendi sorduğu soruları yanıtlamasını ummak da benim en doğal hakkım.

Kötü bir bölüm mü izledik? Hayır, kesinlikle çok güzeldi. Yaren ve Oğuz'un ilk karşılaşması, Mehmet'in Yaren'e güvercin adımlarıyla yaklaşmaya çalışması, Derya ve Oğuz görüşmesi, Halil'in pişmanlığı, Yaren'in Derya ile hesaplaşması, Kadir'in Yaren'e haklı sitemleri, Melisa'nın uzaktan izlediği Yaren-Mehmet sahnesi, Esma'nın Mehmet hakkındaki düşünceleri ve en sonunda Mehmet ve Yaren'in karşılıklı itirafları… Hepsi şahaneydi! Ama sonunda ne gördük? Görmesek de tahmin edebileceklerimizi. Ya elimizde yeterli veriler olmadığı için tahmin edemediklerimiz?

Halil'in nezarethanedeki sahnesi yine çok güzel ve dopdoluydu. Ellerini açmış dua eden Halil, ailesinin başına gelen her şeyin kendi hatası sonucu olduğunu anlamış ve bağışlanma diliyordu. "Karanlıkta durursak bizi görmezler sandım, ama ben kızlarımı hiç görmemişim, hiç duymamışım." cümlesi, herhalde şimdiye kadar Halil'in ağzından duyduğumuz en güzel cümleydi. Ve bu pişmanlık hali Halil'e çok yakışmıştı.

Kendisine bir son yazılmış olmasa da -hikâyesi yok ki son yazılsın- Kadir'i görmekten ve haklı sitemlerine tanık olmaktan mutlu oldum. Benim haftalardır sorduğum soruları Yaren'e sordu Kadir ve maalesef hak ettiği türden bir yanıt alamadı. Zaten Kadir kim ki…

Karahan Ailesi'nin diğer fertlerini görmemiş olmaktan hiç şikayetçi değilim, bir tek Elif'in hikâyesiyle ilgilenebilirdim ama onu da yeterince tanıyacak vakti bulamadığımız için sonu da ilgimi çekmiyor. Ufuk ve İclal içinse kötü hislerimi zaten yazmıştım daha önce.

Bugüne kadar oldukça yavaş ilerlemiş bir hikayenin final diye birdenbire hız almasını beklemiyordum elbette. Bir mahkeme sahnesi beklemiyordum mesela. Zaten ilk bölümden beri biliyoruz Mehmet'in suçu kabullendiğini ve adaletin peşinde olduğunu. Bu konu yalnızca Yaren için sürprizdi, bizim için değil. Mehmet ve Yaren'in itirafları da birbirlerine doğru attıkları adımlar da yerli yerindeydi, sözüm buna değil. Ama benim görmek istediğim, Erdem'in ardına düştüğü sorunun yanıtıydı. Cinayet silahının kim tarafından ve nasıl değiştirildiği sorusu yanıtsız kaldı, dolayısıyla hikâye de eksik.

Son sahnenin ardından, Yaren'e hayal kırıklığı yüklü gözlerle bakakalan Kadir gibi kaldım ben de ekran karşısında, kara yazımızı silememiş olmanın umutsuzluğuyla…

Kara Yazı'ya emeği geçen herkesin yolu açık olsun, yeniden karşılaşabilmek dileğiyle...

(Bu yazı ilk olarak 7 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Sessizliğin Beş Çeşidi: Yaşamak istiyorsan SUSMA!

Sessizliğin Beş Çeşidi: Yaşamak istiyorsan SUSMA!

İzmir'in az sayıdaki profesyonel sanat topluluklarından biri olan ve 2011 yılından bu yana seyircisiyle buluşan Tiyatro SALT, bu yıl çağdaş İngiliz yazarlarından Shelagh Stephenson'un Sessizliğin Beş Çeşidi isimli oyununu kattı repertuvarına. Alev Koçer'in Türkçeye çevirip uyarladığı oyun, Bahadır Yüksekşan'ın rejisiyle Mart ayından bu yana sahnelenmekte.

Toplumsal yaşamda yaygın olduğu bilinen fakat hakkında konuşmaktan imtina edilen konuları sahneye taşımayı tercih eden ve bunu in-yer-face oyunlarla yapan bir ekip SALT. In-yer-face (in your face), yüzevurumcu tiyatro olarak Türkçeleştirebileceğimiz, hayali ufuk çizgisine değil de seyircinin yüzüne yüzüne oynanan, böylece seyirciyi yalnız seyirci olmaktan çıkarıp katılımcı hale getiren, oyunun bir parçası yapan bir tiyatro akımı. Seçtikleri konuların onları sahneye koyma biçimine fevkalade uygun olduğunu sanıyorum fark ettiniz…

Sessizliğin Beş Çeşidi, aile içi şiddete, şiddetin fiziksel, psikolojik, cinsel, çevresel bin bir çeşidine maruz kalan ve yaşamaya -ya da nefes almaya, diyelim- devam edebilmek için günden güne daha da sessizleşen kadınların hikâyesi. Oyun, sessizliklerini bozdukları yerde başlıyor.

Kadınlar sessiz kaldıkça acıları devam etmiş ve maruz kaldıkları şiddetin dozu da çeşidi de sürekli olarak artmış. Kadınların sessizliğine yakın çevrelerinin ve içinde yaşadıkları toplumun sessizliği de eklenince şiddetin yarattığı acı da katlanmış. Kadınlar, sessizlikle örtülmüş bir şiddet sarmalında sıkışıp kalmışlar, ta ki bir cinnet anına kadar.

Seyircinin yüzüne yüzüne oynama özgürlüğünün sağladığı avantajlardan biri, buradan da hikâyenize katkıda bulunabilmektir. SALT bu özgürlüğü, seyircinin gözlerinin içine bakmamayı da oyuna katarak kullanmış. Şiddete uğrayan kadınlar hep seyircinin arkasındaki boşluğa, o hayali ufuk çizgisine bakarken şiddeti uygulayan erkeğin seyircinin gözlerinin içine içine bakmaktan bir an olsun vazgeçmemesi, hatta en kışkırtıcı repliklerini hep bu şekilde söylemesi oyunun en gerçekçi, en acıtıcı yönüydü. İnsanı yerinden kalkmaya, cevap vermeye, sessizliğin değil isyanın bir parçası olmak için harekete geçmeye kışkırtan bir oyun…

Seyirciyi oturduğu koltukta rahat ettirmeyen, tedirginlik hissini sürekli canlı tutarak devam eden oyunun bütün vuruculuğunu metinden aldığını düşünebilirsiniz, ama hayır, öyle değil. Gerek in-yer-face oyun biçimi, gerekse SALT'ın sizi, siz istemeseniz de oyunun içine alan sahne kurgusu ve mizansen biçimi, hikâyenin yalnızca seyircisi değil birer kahramanı yapıyor sizi. O çirkin sessizliğin bir parçası oluyorsunuz, sessizliğin altıncı çeşidi…

Şiddetin şiddeti nasıl doğurduğunu, şiddetin nasıl içselleştirilip normalleştirildiğini şiddeti mazur göstermeden anlatan oldukça sade ve vurucu bir metin bu. Üstelik kendi sorduğu soruların yanıtını da kendisi veriyor, şiddet sarmalını gizlemek için tek bir sessizliğin yetmediğini, sessizliğin en az beş çeşidinin gerekli olduğunu; şiddetten kurtulma yolunda ise sessizliği bozan tek bir kişinin on kaplan gücünde olduğunu çok net bir biçimde gösteriyor.

Şiddet çeşit çeşit, sessizlik de öyle. Çözüm içinse tek bir şey yeterli: Kadınlara çoğunlukla tam tersi söylenir ama - Yaşamak istiyorsan SUSMA!

(Bu yazı ilk olarak 5 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)