22 Ekim 2009 Perşembe

İzmir de beni, benim onu sevdiğim kadar çok seviyor!

Bu şehri sevmek için her gün yeni bir sebep buluyorum.

Pazartesi günü, belediye otobüsünde evire çevire okuduğu gazeteyi bitirdikten sonra çevresinde oturan insanlarla paylaşmayı teklif eden adamdı bu şehre bir kez daha gülümsememe sebep.

Salı günü, dersin ortasına nereden edindiğini anlayamadığımız bir cüretle dalıp çalıştığı kebapçının broşürlerini önümüze koyan ve yaptığı olağan bir şeymiş gibi pervasızca “Hadi kolay gelsin” diyerek dışarı çıkan genç; ben agresif bir tepki vermesini beklerken yaşananı şaşkınlıkla izleyen ve adamın ardından “Çok güzel” diyen hocam ve göz göze geldiğimiz anda karşılıklı kahkaha attığım sınıf arkadaşımdı İzmir’i önceki günden daha güzel kılan…

(Bir parantez açıp yaşadığımız bu tuhaf olayı biraz düşünmek istiyorum: Bizler doktora dersinde Kant felsefesinin derinliklerine kulaç atabilmeyi yeni yeni keşfetmişken, ara sıra başımızı suyun dışına çıkarıp nefes almaya ve her iki dışarı çıkışın arasını mümkün olduğunca uzun tutmaya çalışırken, maddenin bir karşılığının bulunmasının biz insanlar tarafından algılanabilir bir nitelik taşıyamadığı numenal dünyayı dilimiz yettiğince tartışırken önümüze konan tümüyle maddeci bir broşür! –Numenal dünyada insanın/süjenin açlığını gidermesinin kavramsal bir karşılığı yoktur; henüz Marksist tartışmalara girmediğimiz için bu durum türsel bir etkinlik de değildir, olsa olsa insanın doğayı kendi çıkarları için kullanmasıdır ki bu da ismini üçüncü kez zikretmekte olduğum numenal dünya ile ilişkili değildir.–
Hazır parantezi kapatmamışken bir soruyu yanıtlayayım: bunca çelişkili ve anlamsız –ve hatta ironik– bir olay neden içimde çiçekler açmasına sebep olmuştu? Çünkü bu şehrin “tuhaf” bir büyüsü var, nefretin yerine aşkı koyuyor durup dururken. Dört yıldır boyozdan nefret eden ben, şimdi boyoz olmadan başlayamıyorum güne…)


Çarşamba günkü sebebim ise iskeleye giderken kullandığım ilk yaya geçidinin karşı tarafındaki gevrekçi idi –ki ben kendisine “Boyozcu Amca” demeyi tercih ediyorum. Sabahın kör bir vakti bu kadar stresli bir işi yapan, türlü türlü insanla muhatap olan, muhtemeldir ki senelerini bu işe veren, belli ki yaptığı işten keyif alan ve özenle çalışan bir amca bu. Neden bilmem, bütün bunlar daha önceki günlerde dikkatimi çekmemişti. Tek bildiğim, Çarşamba günü yediğim boyozun tadı çok daha güzeldi…

Kendisine karşı duyulan nefretten de kendisine yönelik bir sevgi çıkartabiliyor bu şehir. Sevdiriyor, nefret ettiriyor ve daha büyük bir sevgi çıkarıyor bu çatışmadan. Trafiğe sinirleniyorum birkaç gündür, her yer uzak birbirine, sürekli taşıt değiştirmek gerekiyor, vakit alıyor, yoruyor… Ama bu şehir, kızdırdığı insanın gönlünü nasıl alacağını da çok iyi biliyor. Bayraklı’daki o çirkin binaları görmeyeyim diye sabah güneşini dolduruyor gözlerimin içine, Karşıyaka-Bostanlı yolunu uzattıkça uzatıyor ben denizi keyifle seyredeyim diye, Mavişehir güzergâhındaki taşıtlarda sevimli bir çocuğu çıkarıyor karşıma ve Balçova yönündeki duraklardaki anılarımı kazıyor derinlere: buluşmalar, sahil yürüyüşleri ve duraklamalar…

Hiç alışık değilim ama hislerimiz karşılıklı: İzmir de beni, benim onu sevdiğim kadar çok seviyor!