16 Ağustos 2008 Cumartesi

Hoşça Kal İzmir, Kalbime İyi Bak...

“Gitmesi kolay, zor olan sevmek” diyordu eskilerden aklımda kalan arabesk bir şarkı... O zamanlar ne kadar da manidar gelmişti, bağıra çağıra söylemek istiyordum bu sözü, herkes duysun, utansın kendinden istiyordum…

Şimdi son derece anlamsız geliyor bu cümle; şarkıların, kişinin ruh haline, karakterine, yaşamakta olduklarına göre anlamlandığını öğreneli epey oluyor zaten… Bugün çıkardığım anlam, bu sözü etkisiz kılıyor bundan sonrası için… Hem sevip hem gidemez mi insan? Gitmeyerek mi anlatılır sevda? Sevmenin zorluğu “gitmemek”te mi?

Kalbini Ege’de bırakıp gitmek istemediği bir yere gitmek zorunda olan biri olarak söyleyebilirim ki şu durumumda gitmek, sevmekten çok daha zor… Kalbimiz bununla atar zaten, aşk kaçınılmazdır. Zamanın bizleri sürüklediği mekana gitmemeyi de seçemiyoruz…

Ankara hiç bu kadar karanlık görünmemişti… Ne zormuş İzmir’i bırakıp da gitmek… Bu şehrin beni böyle bağlayacağını, ardından böyle ağlayacağımı hiç sanmazdım… Bir şeyler daha öğrendim İzmir’den…

Karşıyaka’dan körfeze yansıyan ışıklara son şarkılarımı gönderiyorum şimdi, aklım kalmakta, ben gitmekteyim…

Bilmem ki var mıdır buralarda, gözlerini yollara kilitleyip beni bekleyecek, özlemleri kısa ya da anlık iletilere döküp bana yalnızlığımı unutturacak biri?

Bekle, diyor kartlar…
Gidiyorum, beklemeye…

Hoşça kal İzmir, seni SADECE ONA emanet ettiğim gibi, onu da sana emanet ediyorum, KALBİME iyi bak!!!

10 Ağustos 2008 Pazar

Her Şey İnsanlar İçin

Anlaması zor değil, başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz her ne varsa çıkıyor karşımıza… “Asla”ları sorgulayacak kadar derine inmeye gerek yok, şu an yanı başınızda meydana gelen ufacık bir olayda bile beklemediğiniz bir yön olabilir; gazete almak için büfeye giderken yavru kedileri görünce onlara süt verme ateşi düşmeseydi içinize, markete gitmeyecek ve şu an keyifle mideye indirdiğiniz çikolatayı almaya karar vermeyecektiniz, diyetiniz de bozulmayacaktı…

Bilemiyoruz neler gelecek başımıza… İyi ya da kötü, ne yaşarsak plansız, programsız, habersiz, alarmsız yaşanıyor… Neye inanacağını, ne yapacağını, ne yapması gerektiğini, ne diyeceğini, ne olacağını, bütün bunların neden olduğunu bilemiyor insan… Sadece sorular var akıllarda, cevaplar uzaklarda… Duymak istediklerini duymayacağını bilen herkes soru işaretlerini tercih ediyor… Oysa kendinden emin olan, kendini bilen, cevaplardan korkmayan insan yüzleşiyor sorularla… Cevabın menfiliğinden emin olan kişi ise belirsizliği tercih ediyor ya da olgunlaşmasını bekliyor şartların… Her koşulda var aslında cevaplar, görmeyi tercih etmekte ya da etmemekte sorun ya da kurtuluş…

Her şey insanlar için… Her şeyi bizler yaşıyoruz, hiçbiri uzak değil… Hayatın zorluğu da güzelliği de burada zaten, başımıza gelecekleri aklımıza getirmiyor. Bir bakıyoruz, yanı başımızda beklenmedik bir aşk, bir bakıyoruz en sağlam görünen ilişki çatırdıyor… Güvenmemek gerekiyor kendinden başka hiçbir şeye… Güçsüzlükleri birleştirerek güçlü olunmayacağını anlamak gerekiyor…

Ve kabullenmek:

Su akar, yolunu bulur…

1 Temmuz 2008 Salı

Aşktan Korkulur...


Hayat istediğiniz aşkı bir türlü vermiyorsa, sevdiğiniz bile bile kaçıyorsa sizden, sizi tanımaya gayret göstermediyse, tek bir kez olsun izin vermediyse onu tanımanıza; ama siz yine de engel olamıyorsanız hislerinize, ondan kopmak istedikçe yeniden doğuyorsa aşk içinize, onu karşılıksız büyüttüğünüzü bile bile devam ediyorsanız sevmeye…

Aşktan korkulur, evet…

Hepsi değil belki, ama aşk acıdır, acıtır… Canınızın yanmasını bile seversiniz, öylesine büyükse içinizdeki yangın…

Umurunda olmasanız da sevdiğinizin, bitmesin istersiniz içinde onun da olduğu dakikalar… Dünya dursun, zaman altüst olsun istersiniz o yakınlardayken… Bir kez daha görebilmek için gülen gözlerini, komedinin kendisi olmayı bile göze alırsınız…

Evet, aşktan korkulur!

Tek başınayken aşkı yaşamak, onsuz nefes almak hep zordur. Kanatlarınız yoktur ama uçmak istersiniz zamanın uzak bir köşesine…

Aşktan korkulur; çünkü çağırınca gelmez, gelince gitmez bir bunalımdır aşk ve kendi kararlarınızı vermek, iplerinizi onun elinden kurtarmak istersiniz. Yaşamamayı göze alıp kurtulmak istersiniz hislerinizden…

Evet… Korkulur aşktan!!!

6 Haziran 2008 Cuma

Yaşamaktayım İnatla...


Nasıl geçtiğini anlayamadığım o üç yıl bitti işte… Eteklerimizi topladık bir dönemden daha ve döndük evlerimize… Boşluk tuhaf oluyor onca yoğunluğun üstüne, özellikle de o yoğunluğa âşıksanız… “Aşk” sözcüğünü bilinçli olarak kullanıyorum, çünkü sıradan bir sevgiden öte, acısı bile zevk veren bir şey bu yoğunluk…

Tatil; sihirli bir kelime, herkesin özlemle beklediği, istediği ama sahip olduğunda tümüyle mutlu olamadığı tuhaf durum… Boşluktan mıdır, beynin ve bedenin gerçekten yorulmuş olmasından mıdır, tembelleşiyor bünyeler; yatay konumdan alıkoyamıyoruz vücutlarımızı…

Gözlerimi her kapadığımda İzmir’de bulmasam kendimi, özlemeye başlardım çoktan… Ama şimdilik bu aile saadeti yetiyor bu şımartılmış kızı tatmin etmeye… Kaprislerime katlanan, her istediğimi “olduran” birilerinin olması etrafta, gerçekten şu dünyada bulunmaz nimet…

Yepyeni şarkılara gömmek gözyaşlarını, yazmak sonsuzluklara dair cümleler, şimdi belki daha kolay, belki daha çok vakit var ama eskisi gibi yoğun yaşamıyorken yeni cümleler kurmak, yeni hikayelere ağlamak bir o kadar da zor…

Evimdeyim, yeni insanlar, yeni hikayeler tanımakta, yeni başlayan yaşamlara, hikayelere bizzat tanık olmaktayım… Televizyonumun karşısında saatlerce oturup eski günleri anımsamaktayım… Sınırsız internetimin kollarında kendimi başka diyarlara bağlamaktayım… Sözcüklerimi sansürsüz sıralayıp “sıkıcı akademisyen cümleleri” kurmaktayım… Şarkılarımı odamın penceresinden ya da balkondan, büyüdüğümü gün be gün izleyen yıldızlara ve mehtabın odama bakan yüzüne söylemekteyim… 33 yaşın özleminde, gençliğimden yakınmaktayım… Devlet bürokrasisinin her bir adımında ritüellerden daha fazla sıkılmaktayım… Kahveye düşman, kırmızı şaraba dost gecelerde yeni cümleler kurmaktayım ilgisizliklere, hayal kırıklıklarını kurulmayacak hayallere hapsetmekteyim…

Bütün bunların bir özeti yok, yaşamaktayım inatla; inanılmaz bir arzuyla…

18 Mayıs 2008 Pazar

"Sevgileri Yarınlara Bırakmamalı"

Sona yaklaştıkça zorlaşır adım atmak, bir hüzün çöker omuzlara, birkaç damla birikir, kirpiklere hapsedilir…

Üçüncü sınıf bitmekteyken ve ben son sınıf olma fikrini şiddetle reddederken ister istemez düşünüyorum geçmişi… (Final sınavları tek dert olsa keşke, iki hafta sonunda güneş açıverse aniden, gazeller geri dönse dallarına, sevgiyi çeksek içimize, solurken…) Küçük ya da büyük korkular, hayaller, pişmanlıklar kalmış geride… Sonlar yaklaşınca pişmanlıklar gelir akla ya da sona az kala tamamlanmaya çalışılır eksikler… Söylenemeyen sözler dile gelir, esirgenen adımlar atılır, son bir hamle yapılır hayata; zaman geçtiğinde yaptıkların yerine yapamadıklarından pişmanlık duymamak için…

“Okul” kavramını hep sevdim, hep kendimi ait hissettim bir okula… Şimdi, son iki hafta kala üçüncü sınıfın sonuna, yine kopmak istemiyorum cennetimden. Gözümü daha az kırpsam daha yavaş döner mi dünya?

Şimdi boşluğu doldurma zamanı, söyleyemediklerimi söylemeli, yapamadıklarımı yapmalı, göremediklerimi görmeli, sevemediklerimi sevmeliyim… “Sevgileri yarınlara bırakmak” için çok fazla zaman yok önümüzde; yarın çok geç olabilir…

Konuşmak için geç kalmamalı artık, boşaltmalı insan, ne büyütüyorsa içinde…

Sona az kala bir şeyler yapmalı, bir şeyler yapmalı bu dünya için… Belki bir sevgi, belki bir ümit, belki bir dostluk kazanmalı, aldığımız nefese biraz iyilik katmalı… Artık durmamalı, beklememeli; harekete geçmeli… “Sevgileri yarınlara bırakmamalı”…

4 Mayıs 2008 Pazar

Merak ve Korku. Peki Neden?

Merak, Şaşkınlık, Korku: Son üç günümün özeti...
Ufacık bir merakla başladı her şey... Gerçekliğini ölçmek için bazı şeylerin, sahte sebepler yarattım kendime... Gerçeğin gerçekliğine ait hiçbir şey öğrenemediğim gibi, kendi gerçekliğime dair bazı olasılıkları da kendi ellerimle yok etmiş oldum...Sonuçta merakım, hiçbir şey öğretmedi... 
Şaşkınlık, tek bir cümleyle geldi... E-posta kutuma düşen bir küçük ileti ve açılmak bilmeyen birkaç çevrimiçi sayfa... Merakla başlayan saçmalıklarımın fark edildiğine dair bir endişe ve duyan herkesin beyninde oluşan o tek soru!!! Endişem öyle çoktu ki, mutluluğu yaşayamadım bir süre... Mutlu olmamın doğruluğunu bile sorgulayamadım... Şaşkınlık, her şeyi gölgeledi bir an.
Ve korku... Ben kaçtıkça her bulduğu boşluktan bana göz kırpan heyecanlar. Kapılarımı kapattıkça pencereye koşan, kulaklarımı tıkadıkça yazılı mesaj olarak önüme çıkan tuhaf ve çokça saçma heyecanlar...
Aşk olmayan, aşk olmaması gereken, düşünülmemesi, hissedilmemesi gereken hisler. Yine bir tek benim canımı yakacak olan yaşanmamışlıklar ve geleceğe dair umutsuzluğumdan kaynaklanan tedirginlikler... 
Aşka karşı duramayacağını bilen ama aşkı ölesiye isteyen, eğlenmeyi bile beceremeyen, kendini her fırsatta melankolinin kucağında bulan, korkularına şiirler dizen ben... Yıllardır kurduğum hayallerim, gerçekliği sorgusuz haklı korkular ve şiirler...
Şiir yazmaktan bu kadar korktuğum başka bir zaman dilimi olmamıştı ama bazen kalbim öyle hızlı çarpıyor ki durduramıyorum kağıtta gezinmekten hiç gocunmayan o kalemi... Ve devam ediyorum sorular sormaya: Neden bu sorular? Neden şiir? Kime bu şiir? Neden bu şiir? Neden ona bu şiir? Neden? Neden?

6 Nisan 2008 Pazar

Karıştık Hayatın Tuhaflığına...

Bıraktım duygularımı; azat ettim düşüncelerimden ne varsa aşka dair… Zor olsa da bazı şeyleri aklımdan çıkarmak, eğleniyorum bu sıralar tesadüflerle… ‘Kaderin cilvesi’ dedikleri böyle bir şey olsa gerek, yapmaktan vazgeçtiğim şeyler kendiliğinden olmaya başladı, üstelik asla tahmin etmeyeceğim bir zamanlama ile…

İnsan tuhaf bir yaratık, yaşadığı dünya ile müsemma: Dün istediği şey bugün olduğunda mutlu olmuyor…

Şehir de tuhaf zaten, “Havasına ve kızına güvenme” derlerdi… Kızlarda sorun yok ama havaya güvenilmiyor gerçekten… Yağmur beklerken güneşle kucaklıyor, rüzgârı kucaklamak isterken kıpırdamıyor yapraklar… Sağanaklara saklanırken acılar, dışarı adım atmadan ıslanırken geceler; perdeden sızan gün ışığı oluyor uyandıran uykudan…

İzmir’de takvimler de tuhaf, mevsimler bile şaşırmış ne yapacağını… Şubatta baharı, nisanda hazanı yaşıyoruz… Yaz şarkılarında ağlayıp gazellerden çıkarıyoruz ahımızı bahar ayında, kış gelmeden karlı dilekler tutup mehtapta yakıyoruz neşeli türküleri…

Kafamız karışık, şehrin havası karışık, ülkemin gündemi karışık… Mutlu olmaya karar vermişim, hislerim karışık…

3 Nisan 2008 Perşembe

Küçük Bir Merhaba...

"Merhaba"

Bomboş "Merhaba"lardan hoşlanmadım uzunca bir süre...

"Merhaba" diyen kişi, ardından bir şey söylemeyecekse "Merhaba" demesin isterdim. Şimdi şimdi alışıyorum buna ve ağız dolusu bir "Merhaba" ile karşılıyorum tanıdığım, göz teması kurduğum herkesi, özellikle vurgulayarak mütemadiyen ihmal edilen "H" harfini...

Anlaşıldığı üzere bu bir "Merhaba" yazısı ve içinde bundan başka bir şey de yok...

İlerleyen günlerde, burada daha "dolu" yazılar bulacaksınız ve umuyorum takip edecek, bekleyeceksiniz yenilerini... Ben de duymak isterim hakkımdaki düşüncelerinizi, cümlelerimle ilgili yorumlarınızı...

Velhasıl, MERHABA!