19 Aralık 2013 Perşembe

Sevdaluk 1


11 Aralık 2013

  “Değil mi ki yüreğine musallat...” 

Sevdaluk, ilk bölümüyle beni tatmin etti diyemem. Ama kötü de diyemem. Bir kere bu kadar kalabalık bir kadro varken ilk bölümde bütün detaylara vakıf olmayı beklemek zaten insafsızlık olur, o yüzden gerçek hikayenin sırrına ermek için birkaç bölüm daha izlemek gerek.

Karadeniz şivesini çok iyi bilmiyorum, yanlışsam düzeltin, ama dizideki şive benim kulağımı tırmaladı, sahici gelmedi. Bu da zamanla oturacaktır, zira öyle kolay kolay toparlanacak ve üzeri bir kalemde çizilecek bir kadro değil karşımızda duran.

Ali İhsan (Erdal Özyağcılar) ile Adalet’in (Demet Akbağ) aşkına, onların bir araya gelmelerini çok isteyecek kadar ikna olmadım henüz, dolayısıyla bana bu diziyi izletecek şey bu aşk değil. (Ama Adalet’in kendi kendine konuşurken kurduğu cümlelere, özellikle de “değil mi ki yüreğine musallat” sözüne, ba-yıl-dım!) Ben daha çok Orhan’ın (İbrahim Kendirci) neden evi terk edip gittiğini ve tabii ki niye döndüğünü, Muhtar’ın (Cengiz Bozkurt) Adalet sevdasının nerelere varacağını ve elbette Şenyuva Köyü’nün HES’le nasıl mücadele edeceğini, “insanın koyduğu yasayla tabiatın kafasını yarmak” isteyenlere nasıl karşı durulacağını görmek istiyorum...

Özetle, sağlam kadrolu, neşeli ve çok şükür ki entrikasız, üstelik toplumsal duyarlılığa da sahip olan yepyeni bir dizimiz oldu. Çok uzatmadan, aldığım birkaç notu paylaşayım:

- Bölümün hemen başında, mis gibi yemekleri bulmuş götürmekte olan ayı durduk yere niçin kaçtı ormana? Hadi onun mantıklı bir açıklamaya ihtiyacı yok, ayıdır kaçar. İyi de Adalet niye kovalıyor onu, hayvan çıktı gitti işte kendi ortamına. Kadın adama gıcık oluyor (!) diye hayvana şiddet senaryosu yazmak niye?

- İleride belki bunun da bir açıklaması olacaktır ama bu köyün muhtarı neden İstanbullu gibi konuşuyor? Ayıyı “tolere edemeyen”, “insanda konsantrasyon bırakmıyorsunuz” diyebilen muhtar yazılmasının sebebi ne?  

- Zuhal Gencer’e, sırf biz karakterlerin yakınlık derecelerini öğrenelim diye yazılmış olan “benim ablamla senin abinin kavgaları” türü cümleler umarım artık kurulmaz.

- Son olarak, köyde iddiaya tutuşan o teyzeler size de Muppet Show’un yaşlı amcalarını hatırlatmadı mı?



15 Aralık 2013 Pazar

Güneşi Beklerken 24




(15 Aralık 2013)


“Beklenen itiraf” ile sonlanan geçen bölümün ardından hepimizin aklında sorular kaldı. Bunlardan biri, “Kerem o kağıtları hep cebinde mi dolaştırıyormuş” sorusuydu. Evet, Kerem o akşam Melis’le ipleri koparacağını biliyordu, ama Barış ve Zeynep’in o gece ayrılacağını hesaplayamazdı, ki ayrılığın bilgisi o gece ona ulaşmış mıydı, burası da muamma. Dolayısıyla ben, Kerem’in o kağıtları cebinde bulundurmasının açıklamasını bekliyorum hâlâ...

Kerem kendine ceza yazdırdı, Melis ne bulduysa yiyip anoreksiyasını azdırdı, Barış gidip Kerem’e mızmızlandı, Zeynep annesinin koynuna sığındı. Böylece yaşananların en çok Zeynep’i büyüttüğünü görmüş olduk. Kerem ve Melis kendine zarar vererek olanları düşünmemeyi seçti; Barış, dizinin başından beri en ince, en derin, en anlayışlı olan o Barış bu kez yüzeyde kaldı, olan biteni göremedi ve bir kadının eski sevgilisinin olmasını isteyeceği en son adam olma yolunda engel tanımayacağının sinyalini verdi. Zeynep’se annesine döktü içini, onun tecrübelerinden kendine bir çözüm bulmaya çalıştı, bulamadı tabii. Neticede çareyi yorganın altına sığınıp her şeyden kaçmakta buldu, eh, yaş henüz 17. 

Melis’in onca şeyi yemeden önce kaydettiğini tahmin ettiğim videosunu izledikten sonra benim de boğazıma bir şeyler düğümlendi. Bu da aslında Barış’ın aklından geçirdiklerinin başka türlüsü: ‘Suçlu ben olayım, her şeye razıyım ama yeter ki ayrılmayalım’ kafası... Kısa vadede Melis’in başarılı olma şansı var ama o bile olmasa ben çok sevinirim.

“Ben bir zamanlar anneydim” diyen Sevim’e bu farkındalık ne zaman ve nereden geldi, hiç anlamadım. Kendisi de pek anlamamış olacak ki nutuğunu attıktan sonra o rutin ve ruhsuz hayatına geri döndü son sürat.

Sabahleyin Melis’in aynayla konuşup dik durmaya, güçlü olmaya karar vermesi çok hoştu, Kerem’in gömleğini pantolonunun içine sokup kravat takmaya çabalaması ve sonra durumun tuhaflığına uyanıp vazgeçmesi de ona keza. Zaten Melis’e Aksel’in tehdidinden bahsetmesi dışında hatasızdı Kerem o sabah ve o hata da Kerem’le Zeynep arasına Barış ve Melis’ten başka engeller çıkaracaktır.

Sabahları Yağmur’un evine kadar gidip özür dileyecek kadar makul olmaya başlayan Kerem, akşamları cozutuyor Zeynep’i romantik bir ortama çağırıp “söylediğim her şeyi unut” diyecek, yetmezmiş gibi o romantik ortamda Zeynep’le Barış’ı baş başa bırakacak kadar... Neyse ki Zeynep, ne istediğini henüz bilmese de ne istemediğini iyi biliyor da benim karın ağrılarım daha da şiddetlenmiyor.

Ben, bu dizinin en başından beri derinden bir bağ kurdum hikâyeyle. Belki biraz Zeynep’te, biraz Demet’te, biraz da Jale’de kendimi gördüğümden, belki nefret ettiğim lise yıllarımı bile özleyecek kadar içime işlediğinden, belki Emre Kınay’ı bu kadar sevebileceğim bir rolde izlemeyi çok çok özlediğimden, belki de ergenlik yıllarımı tebessümle hatırlamama yol açması yetmezmiş gibi o yıllarda duyduğum gibi yoğun bir heyecanı Kerem’le birlikte duyduğumdan...

Televizyon izlerken rastladığı her cümleyi kendi hikayesinde sınayıp kafası karışan, annesinden Kerem-şanti isteyen, kurabiyelere kendi adını yazan Zeynep’e döktüğüm gözyaşları belki de sadece benim geçmişimden, ama karın ağrılarım sahici, onlar bugünden...

8 Aralık 2013 Pazar

Fatih-Harbiye 14



 (7 Aralık 2013)
“İnsanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan zordur.”

Dizinin hikayesi aynı yerde dönüp duruyor başladığından beri. Pelin’in hırsı ve kaprisleri, Neriman’ın karar veremeyişi, Macit’in ısrarı, Şinasi’nin hırçınlığı, Fatih tarafının hezeyanları, Harbiye tarafının samimiyetsizliği... Romanın içinden sadece zengin-fakir çatışmasını alıp süslemeye çalışınca olacağı da buydu zaten.

Yaşadıkları baştan beri dokunuyor içimizde bir yerlere, ama hep “ama”lar var Aslı’nın etrafında. O iğrenç bekaret kontrolü ile başlayan, kaynananın psikolojik, kocanın fiziksel şiddeti ile devam eden acılar silsilesi ve her aşamada bunlara eşlik eden ve inandırıcılıktan git gide uzaklaşan gözyaşları annesinin... (Anne karakterine uzun uzun saydırabilirim zaten ama özellikle Nezahat’e olan tavırlarında ayyuka çıkıyor bu sahteliği ve katlanılmaz bir hal alıyor.)

Bu bölümde uzuuun uzun uyudu Aslı, geçen bölüm ardından uzuuun uzun ağladığı yorganının altında. Aslı uyuyor diye ağladı da ağladı samimiyetsiz annesi. Sonra Gülter ve şürekası koştu geldi, beraber dövündüler dakikalarca... Altı tane kadının arasında tek bir tanesi, bir tek Şahika güçlüydü “Yeter be!” diyebilecek kadar, şükürler olsun dedi de. “İnsan dediğin kendine batmayan çiviyi acıdan saymaz,” dedi Aslı’ya, bu dünya dertler içinde yüzüyor, aç gözünü dedi, silkeledi onu.

Duygu Onur’dan vazgeçip Özlem de yurtdışına gidince Macit-Neriman-Şinasi, Neriman-Macit-Pelin ve Macit-Pelin-Onur üçgenleri yetmemiş olacak ki bir de Rüya Hanım çıktı başımıza, Rüya-Şinasi-Neriman üçgenini oluşturmak üzere ve girer girmez, olabilecek en çiğ cümlelerle ‘yazmaya’ da başladı Şinasi’ye. Hikayenin hiçbir yere gitmeye niyeti yok yani.

Çiğ cümleler demişken, geçen bölümün sonunda Neriman’ın resimlediği figürün üzerine kalp çizen Macit’in ergence tavırlarına değinmeden geçmeyeyim. Ben sanırım en son ortaokuldayken görmüştüm aşkından oraya buraya kalp çizenleri. Mademki bunu yazdınız, istedim ki Neriman bunu da söyleyiversin Macit’e, “çocuk musun sen” diyebilsin, ama nerdeee? Yetmezmiş gibi derdini anlatmaya çalışırken “Çünkü artık ‘biz’ diye bir cümle var”dedirttiniz Macit’e. Hayır ne gerek var bu basitliklere, onu da anlamıyorum. Siz ki aynı bölümde Faiz Bey’e “İnsanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan zordur,” dedirtmiş senaristlersiniz, o kırmızı kalp ne?

Her bölüme birkaç kez yazılan karşılaşma sahnelerine de bir son verilmeli artık. Neriman evden çıkar, her çıktığında mutlaka Şinasi ile karşılaşır, her iki karşılaşmanın birinde Macit çıkar ortaya, bunları bir bölümde Cihan görüyorsa diğerinde Nezahat görür, dedikodu alır yürür; sanırsın mahalle tek bir sokaktan, sahil şeridi tek bir banktan ibaret, İstanbul ufacık! Bir de her bölüm bu karakterlerin çeşitli kombinasyonlarda karşılaşmaları ile sona eriyor, dizideki en şaşırtıcı durum buymuş gibi.

Velhasıl dizide, on dört bölümdür –yani yaklaşık üç buçuk aydır- bir arpa boyu ilerleme yok, aynı çatışma ve karşılaşmaların tuhaf türevleri var sadece...

5 Aralık 2013 Perşembe

Kişisel Saçmalamalar Vol.1

Bilgisayardan izlemekte olduğum dizide biri, kimsenin görmemesi gereken bir videoyu izlemektedir tek başına bir odada. "Çat!" diye odanın kapısı açılır, ben telaşla durdururum diziyi, kapıdaki kişi gizemli videoyu görmesin diye...

Henüz



Hayal ettiklerimin gerçekleşmemesi ihtimaline gülümseyecek kadar sevmiyorum henüz. Suskunluğum, hırçınlığım, bir parlayıp bir sönüşüm bu yüzden...

1 Aralık 2013 Pazar

Bugünün Saraylısı 1



 (9 Kasım 2013)

Refik Halid Karay kalemini sevdiğim, okumaktan keyif aldığım bir yazar değildir. Bugünün Saraylısı da, dizisinin çekileceğini öğrenene kadar dikkatimi çekmemişti hiç. Ama diziyi izlemeden önce romanı bilmek istediğim için başladım okumaya. (Zaten bu ülkede edebi yapıtların televizyona uyarlanmasının tek bir faydası varsa, o da ilgili roman ya da öyküyü en azından birkaç kişiye daha okutmasıdır, gerisi çoğunlukla emek israfı.) Okumaya başladım, romana kötü demeye dilim varmaz, ama bir şaheser olmadığı da açık. Ve dizinin kadrosunda Nazan Kesal ve Selçuk Yöntem isimlerini görmeseydim okuyup bitirmeye bu kadar istekli olur muydum? Pek sanmıyorum. Yine de okuyup bitirdim, romanı değil de Ata Efendi’nin hikâyesini, Refik Halid’in dilini ve tarzını değil ama özellikle romanın finalini çok sevdim.

Okurken bir yandan da ismi açıklanan oyuncularla roman karakterlerini eşleştirmeye çalıştım ve Selçuk Yöntem’i Ata Efendi (dizi günümüzde geçtiği için Ata Bey) olarak tahayyül etmekte hiç zorlanmadım. Eşi Üftade Hanım ise pek mühim bir karakter olarak tarif edilmediği için Nazan Kesal’a, onun parlatabileceği, içerikli ve derin bir karakter yazılmış olacağını düşündüm.

Dizi jeneriği, “Refik Halid Karay’ın aynı adlı eserinden esinlenilmiştir” ibaresiyle sonlandı ve anladık ki romanın ismi ve bazı karakterleri yer alacaklar dizide, fakat yeni hikâyeler izleyeceğiz. Bu ifadeyle Bugünün Saraylısı, kendine “uyarlama” diyerek hatıralarımıza kasteden diğer dizilerden ayırt etti kendini ve romanda o yoktu, bu yoktu eleştirilerinden de büyük ölçüde kurtardı kendini. Gerçi ilk bölüm itibariyle henüz romandaki esas duyguyu yakalayabildiklerini ve o saflığı gösterebileceklerini söylemek zor, ama en azından başka bir şey izleyeceğim duygusuyla oturuyorum ben de ekran karşısına.

Pilot bölüm, Ata Bey’in piyano solosu ile başladı. Parmaklarının tuşların üzerindeki sakin ve acılı gezintisi, Üftade’nin sessiz gözyaşları, Feride ve Çetin’in bekleyişleri... hem görsel hem de duygusal açıdan oldukça iyi bir giriş sahnesiydi. Ardından, Katiboğlu ailesinin yıllardır yaşadığı, hatta Ata Bey’in doğup büyüdüğü aile yadigârı yalıdan finansal sebeplerle taşınıyor ve bu nedenle müteessir olduklarını gördük.

Ultra zengin ve yakışıklı esas oğlan kontenjanından Serhat Teoman’ı, Ata Bey’in finansal sorunlarına çözüm olacak küstah bir iş teklifi yapan işadamı Savaş Ataman rolünde gördük, ilerleyen dakikalarda anne Ataman da bu küstahlığı sürdürecekti. Bu mevzu daha birkaç bölüm böyle gider gibi görünüyor.

Ata Bey’in yalısı, yalının eski kâhyası Yaşar Kaya tarafından satın alınmış. Yani geçmişten gelen bir zengin-fakir çatışması ile günümüzde zenginlerin kafalarında yarattıkları asalet-sonradan görmelik ikiliğinde yaşadıklarını, “bugünün saraylıları”nı izleyeceğiz. Bir de Yaşar Bey’in Ata’dan intikam alma, onun canını yakma merakı var gibiydi ama henüz ilk bölümün sonunda gerçeği açık eden Yaşar Bey, olay örgüsünün yine de Ata Bey etrafında şekilleneceğini göstermiş oldu. Bence de, hem romanın tek esas kişisi Ata Bey olduğundan, hem de oyuncu olarak Selçuk Yöntem gibi büyük bir isim tercih edilmişken hikâyenin odağının değiştirilmemesi çok doğru bir tercih. Bu arada, sevgisiz, ruhsuz, hatta kötü Yaşar Bey rolünde Metin Coşkun’a bayıldım. Mimikleri ve o iğrenç sarı saçlarıyla karakteri tek bir bölümde, tüm yönleriyle göstermeyi başarmış.

Ayşen rolündeki Cansu Tosun’un o ürkek, acemi, elini kolunu nereye koyacağını bilmez halleri şahane, Serhat Teoman ve Ali Ersan olması gerektiği gibiler, şimdilik yakın arkadaşlar, oyunculukları da aynı yakınlıkta seyrediyor ama Savaş kötüye Fatih iyiye doğru yol aldıkça ve bu yolda her ikisi de Ayşen’e fena halde tutuldukça göreceğiz gerçek oyunculukları, konuşmak için erken şimdi. Dilşad Çelebi, romandaki Ayşen sarışın olduğundan, benim Ayşen karakteri için düşündüğüm oyuncuydu, burada yine zengin ve havalı Neslihan olarak pek de yeni bir şey vaat etmiyor, ama sırıtmıyor da şimdilik, izleyip göreceğiz gerisini... Feride ve Süreyya karakterleri biraz üsturuplu yazılmış olsalardı, ergen değil kadın olsalardı, Ayşen ve Neslihan’la ilişkileri de daha inandırıcı olabilirdi.

Ben yazdıklarımı toparlayıp paylaşana kadar dizi dördüncü bölüme ulaştı bile. İkinci ve üçüncü bölümleri de izleyince diziyi bir süre daha takip etmeye karar verdim, Selçuk Yöntem ve Nazen Kesal’ı bir arada bulmuşken öyle kolay bırakamıyorum. Ama Nazan Kesal’a yazılan rolden memnun olduğum anlamına gelmesin bu; sadece gösteriş için yaşayan ve sahip olduklarını korumak için türlü entrikalar çevirmekten geri durmayacak gibi görünen bu Üftade’yi ben hiç sevmedim. Rica ediyorum, lütfen Nazan Kesal’dan yeni bir Hatice Aslan yaratmayın!