19 Temmuz 2017 Çarşamba

Bağımlının Güncesi


Televizyonsuz 48 saati doldurmak üzereyim. Daha uzun süre televizyon izlemediğim zamanlar oldu elbette, mevzu o değil. Bulunduğum ortamda adı televizyon olan bir alet varken, elektrik akımında bir sorun yokken, zemin futbola müsaitken ve izlemek isterken izleyememekten söz ediyorum. Zor, çok zor. Midem alev alev yanarken kahve içemediğim, kavanozun kapağını açıp açıp kokuyu içime çektiğim zamanları anımsıyorum istemsizce. Televizyona olan bağlılığımı ancak kahve ile aynı kefeye koyup açıklayabiliyorum, siz anlayın durumu.

Pazartesi gecesi uzaktan kumandanın sağ üst köşesinde bulunan kırmızı tuşa basmamla başladı her şey. Yatağıma geçmeden önce yapmam gereken işleri tamamlarken ritmik biplemeler duydum önce. Sesin televizyondan geldiğini anlamam biraz vakit aldı, ama sonunda karşı karşıya geldim acının ilk evresiyle. Televizyonu tamamen kapatıp fişi çekerek kapattım konuyu o gecelik.

Salı sabahına, akşamki acıyı hiç yaşamamış gibi bir başlangıç yapmak istedim, olmadı. Bip bip'ler mesken tutmuştu aleti. Evde ses yapma görevini radyoya devredip geçtim. Sabahın kör vaktinde acı eşiğim normalden daha düşük oluyor, malum ya, gece insanıyım.

Akşam eve döndüğümde umutlarım henüz tükenmemişti, sahi ya, ben ne zaman bu kadar iyimser oldum? Şirince'nin yan etkisi olmalı bu haller. Oysa bip sesleri yerinde saymaktaydı ve aklıma gelen tek şey "bir içini açıp bakmam lazım" fikriydi. Bu da Vizontele'nin yan etkisi, yıllardır geçmek bilmedi.

Ve tabii ki açtım içini aletin, bir baktım ne var ne yok diye. Şaşırmaya hacet yok, bir numarası yoktu aletin. İçini açtım, bir baktım ve kapattım. Bu kadar! Yapabileceklerim, yapmak istediklerimin yanında öyle küçük ki, lafını etmeye değmez. Ama o ufacık yerde belirleniyor işte gelecek günler. Yine de bir fikir: ben bu aletin içini açtım, bir hava almasını sağladım, belki şimdi kaldığımız yerden devam ederiz ilişkimize. Üstüme bir iyimserlik çöktü ki sormayın gitsin.

Televizyonu eski haline getirip oturdum bir köşeye ve kaldım o köşede bir süre, öylece. Sanki yapacak başka hiç işim yok, okuyacak yüzlerce kitabım, yazacak onlarca satırım, oynayacak bir miniğim yokmuş gibi durup kaldım oturduğum yerde. Yemek yemeyi bile yarım saat sonra akıl edebildim. Nasıl da hayatımın odağı olmuş televizyon. İzlemesem bile açık olmasına, sesini kapatıp takip etmediğim görüntülere ara sıra göz atmaya nasıl da alışmışım.

Alışkanlığımın bağımlılık derecesinde olduğunu bilmiyor değildim, ama elim ayağım tutmuyormuş gibi kalakalacağımı da tahmin etmiyordum açıkçası. Büyük bir kayıp yaşamışım gibi bir boşluk peyda oldu şimdi zihnimde. Televizyonla ilgili haberlere tıklamamaya, bu akşam televizyonda ne var sorusunun yanıtını hafızama yerleştirmemeye çalışıyorum, mümkünmüş gibi.

Acıdan zevk alan, acının en sığ kıyılarında bile kulaç atmaya teşne tarafım elbette yine girdi devreye. Televizyonsuzluğun çeşitli veçhelerini kurcalıyor, daha ne kadar dayanabilirim, bunlardan kendime ne çıkarabilirim diye tetikte bekliyorum bir yandan. Elbette uzuuuuuun yıllar dayanabilirim, neler var dünyada, bunsuz yaşayamayacak değilim. Ama hayatımdan önemli bir parçanın eksildiğini söylemezsem de bunca seneye haksızlık etmiş olurum.

Şimdi karanlık ekrana bakıp bakıp surat asıyorum. İçimden geçen, aleti en ufak parçalarına ayırana dek sökmek ve her bir parçayı farklı biçimde çıkarmak hayatımdan. Ama üşeniyorum. Onun yerine bilgisayardan bir dizi açıp izlerim, nedir yani…