27 Ocak 2014 Pazartesi

Beni Böyle Sev Yürek Finali

Sizi Böyle Sevemem

Uzun zamandır yazmak istiyordum Beni Böyle Sev hakkında. Sade, kırılgan bir hikâye olarak başlayıp büyüklü küçüklü bir entrikalar yumağına dönüşen dizinin can yakıcılığı hakkında. Gözlerinden sevda fışkıran Ömer’i yaşatan Alper Saldıran hakkında. Yazarken kelimelerimin yetersiz kalacağı Güven Kıraç hakkında. Güzelliği ve sevimliliğiyle beni büyüleyen Burcu Altın hakkında. Umarsızca içinden bir Hulusi Kentmen çıkarmasını beklediğim Altan Gördüm hakkında. Bizlere, bir hikâye olmasa da oturup dakikalarca izlenecek görüntüler sunan reji hakkında. Dizinin gün geçtikçe muhafazakârlaşan, bu haliyle ilk bölümlerdeki samimiyetine gölge düşüren akış hakkında. Daha neler neler...

Ama en çok onun hakkında yazacaktım. Canlandırdığı Nezih Yeşildere karakterinin orijinalliği ve gerçekliği bir yana, gözleri, yüzü, konuşması ışıl ışıl parlayan, en durgun, bitkin halimde bana enerji aşılayan o adam hakkında. Benim Başrolde Aşk ile keşfettiğim, oynadığı reklamları bile pür dikkat izlediğim genç yetenek hakkında. Henüz tanıtımları dönerken beni diziyi izlemeye, TRT’nin 2013 yazında bize yaşattığı hüsrana rağmen diziyi yine de takip etmeye ikna eden Mert Turak hakkında.

Ben biraz geriden takip ediyordum diziyi. 41. bölümü bugün izledim. Diziden çıkarılacak en son adam olması gereken Nezih’in ölebileceğine ihtimal vermediğim için bütün o duygusal sahneleri atlayıp geçtim üstelik. Turak bir yerlerden uzatacak başını, “Ben sizi bırakıp gidecek adam mıyım be!” diyecek diye bekledim. Ama çığlıklar yükseldi morgdan, yaşlar döküldü, cenaze kaldırıldı, borçlar ödendi, acı kalplere kazındı...

Sonra Twitter’ı açtım, Mert Turak’ın yazdıklarına baktım. Dönüş yokmuş, öğrendim.

Bu, seyirciye yapılan büyük bir haksızlıktır. Hatasız kul olmaz. Ama hataları yok saymak da olmaz. Başkalarını bilmem, ama ben sizi böyle sevemem artık. Beni Böyle Sev, benim yüreğimde final yapmıştır, elveda!

15 Ocak 2014 Çarşamba

Merhamet 23



2 Ekim 2013

Dizinin uyarlandığı Hande Altaylı kitabı Kahperengi’yi bir çırpıda okumuştum. İkinci kez okuyacak kadar çok sevdiğim sözlenemez ama hikâyenin kendi halindeliğini sevmiş, Fırat’a asla ısınamamış, Narin’le Deniz arasındaki dostluğa ise hayran olmuştum. Merhamet dizisi başladığında izledim birkaç bölüm. Romanda olmayan karakterlerin eklenmesine değil, Narin’in etrafında olmadık entrikaların döndürülmesine kızmıştım en çok. O yüzden sürekli takipçisi olamadım dizinin, ama denk geldikçe (ki televizyonunu pek kapatmayan biri olarak denk gelmekte hiç zorlanmadım) izledim yine de.

Yeni sezonda  -yeni dizilerin tekrarlarının sıkça gösterilmesi nedeniyle sanırım- denk gelememiştim pek. İlk olarak 22. bölümün sonu ile 23. bölümün başını görebildim. İyi ki de görmüşüm, sanırım 23 bölüm boyunca rastladığım en güzel sahneydi.

Fırat’ın evinde Narin’le Fırat’ın yakınlaşmaları… Narin yaşanan her şeye rağmen mutlu, umutlu. Gözlerini kapamış ve kendini Fırat’a bırakmış. Fırat bir yandan Narin’in elbisesini çıkarırken bir yandan da savaş boyalarını sürünüyor. Aşk sözcükleri duymayı bekleyen Narin suçlamalar, aşağılamalar duyuyor. Önce savunma cümleleri kuruyor, çocukça. Anlatmaya çalışıyor kendini, Fırat onu gerçekten anlamak istermiş gibi. Sonra bağırıp çağırmaya başlıyor, konuşarak çözülecek gibi değil çünkü. Fırat’ı kovuyor odadan ve ağlıyor. Giyinip odadan çıktığında başı dik. Yine de anlatmak istiyor kendini, çünkü seviyor her şeye rağmen. Anlatmanın bir faydası olmayacağını anlıyor bir kez daha, döküyor zehrini ve çıkıyor.

Orada anlıyorum ki romanda geçen Narin’le Fırat’ın o ilk sevişme teşebbüsü şimdiye kadar anlatılmamış ve dizide öyle güzel bir yere bağlanmış ki, romanın akışında yapılan değişikliklerin hepsini bir anda bağışladım ben.

Ardından Narin’in düşüncelerini duymaya başladık: “Gözlerine bakacaktım ve karar verecektim. Bana aşkla bakacaktı. Dünyada ondan başka hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı. Onun bu pisliklere babası yüzünden bulaştığına, masum olduğuna inandıracaktım kendimi kollarında yatarken. Kendime ihanet edecektim, mesleğime, adalet duyguma… Fırat’sız kalmamak için adalete ihanet ettim, Fırat’sız kaldım. Susuz, nefessiz, onsuz bir hayata mahkûmum artık. Demek ki adalet gerçekten var.”
Burada anladım Narin’i. Romanda anlamamıştım ama burada anladım. Hâlâ hak vermiyorum ama anlıyorum, acısına ortak olabiliyorum bu yüzden. Bunları hissettirmeye devam ederse ben de düzenli seyircisi olabilirim artık.

Cinayet 1-2


7-14 Ocak 2014


İkinci bölüm jeneriği akarken ekranda, ben gözlerimi kocaman kocaman açmış dikkatle bakıyordum senaristin ismine: Mehmet Ercan Erdem. İlk bölümde başka dört isim vardı hâlbuki. Durdum, bir daha baktım ve bir ışık yandı: Ercan Mehmet Erdem işte, Behzat Ç.’nin senaristi. Doksan küsür bölümün en az yarısını kalbime kazımış bir adam yani, bunun ardından bir cümle daha kurmaya çekineceğim biri. Ama...

Ama izlerken nasıl sıkılıyorum, bilemezsiniz. Adı Cinayet, türü polisiye olan bir dizi nasıl böyle durağan olabiliyor, hiç anlamıyorum. Nurgül Yeşilçay’ın karakterine hiç inanmadım zaten, bayık bayık konuşması da tüy dikti üzerine. Engin Altan Düzyatan hiç böyle koşuşturmalı bir rolün adamı değil gibi. Kötü demek istemiyorum, değil çünkü, ama sanki üstü tozlanmış oyunculuğunun, zamanla açılır umarım. Çünkü dizide birkaç dakikacık da olsa gülümseyeceksek, belli ki Yılmaz karakteri sayesinde olacak. (İster istemez Behzat Ç. ile kıyaslıyorum sürekli, Yılmaz’da bir parça Harun var gibi, Harun’un daha yakışıklı ve özgüven sahibi olanı sanki. Özellikle arabada köfte ekmek yeme sahnesi bende bu fikrin doruğa ulaştığı yer oldu.) Ayrıca, Zehra’nın başarılı, cevval bir başkomiser, Yılmaz’ın da sürekli işi bozan tezcanlı, fevri bir ‘yeni başkomiser’ olduğuna hiç inanmadım. Ben daha çok, Zehra evlenip gitse de Yılmaz bir rahat rahat çalışsa, diye düşündüm. (Zehra’nın nişanlısı Mehmet Ali karakterini canlandıran Volkan Ünal’a buradan sevgilerimi göndereyim, naçizane. Kendisi ekranda daha fazla görmek istediğim yüzlerden, ama o kadar düz, o kadar özelliksiz bir oyunu var ki, yakışıklı bir adam olmasının ekmeğini bile yiyemiyor.)

İlk bölümün ardından sosyal medyada övgüler düzülüyordu Ahmet Mümtaz Taylan, Goncagül Sunar ve Uğur Polat için. İyi de, olması gereken bu zaten, buna şaşırılır mı? Bu üçünden hangisi kalkamamış bir rolün altından? Hangisini izledik ‘oynayamazken’?  İyi ki varlar ve diziyi bir nebze izlenilir kılıyorlar...

Şükran Ovalı da A.Ş.K.’taki rolüne burada devam ediyor gibi, ne bir eksik ne bir fazla.

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde geçiyor olayların bir kısmı. Ne idüğü belirsiz bir hocanın dersini gördük kısmen. Efendim, ben 9 yıldır Uluslararası İlişkiler Bölümü bünyesindeyim, bir kez olsun bir hocanın bir politikacı için “bizi yönetenler” dediğini duymadım. Zira demokrasi, halkın yönetimi demektir. Bu hoca bununla da yetinmedi üstelik, belediye başkanı adaylarının katılacağı ve öğrencilerin de sorular soracağı bir televizyon programı aracılığıyla “demokrasinin işleyişine şahit olacağımızı” da ekledi. Hadi ordan!

Ders sırasında yüksek titr sahibi olduğunu düşündüğüm bir başka hoca girdi sınıfa, Gonca’yı sordu. Bir öğrenciyi dışarı çağırıp konuştu falan. Sanki orası lise, hanımefendi de müdüresi. Oldu olacak nöbetçi öğrenci gönderseymiş Gonca’yı çağırmaya...

Dizi bir uyarlama, Forbrydelsen uyarlaması. Onu da, ondan uyarlanan Killing’i de izlemediğim için bununla ilgili olarak söyleyecek bir şeyim yok. Cinayet’in hikâyesi o kadar ilgimi çekmedi ki gidip aslını izleyeyim diye de düşünmedim. Dizide merak ettiğim tek şey, Tansu Biçer’in oynadığı karakterin altından nasıl bir hikâye çıkacağı. Birkaç bölüme kadar oraya ulaşmazsa anlatım, muhtemelen ben bu yoldan çekilirim...

2 Ocak 2014 Perşembe

Bu Filmde Bir EKSİKLİK Var



- Bu yazı filmin içeriği hakkında bilgi (spoiler) içerir. -

Romanların filmleri, en kötü romanı bile daha çok sevelim diye çekiliyor olmalı...

“Bu İşte Bir Yalnızlık Var”’ı çıktığı zaman okumuştum, sene 2003, yaş 16: Arkadaşa âşık olmak nedir biliyorum da olmayacak birine âşık olmak nedir, onu henüz bilmiyorum. Belki de bu yüzden hiç yer etmemiş bende, tek bir satırını bile çizmemişim, bir daha elime almamışım kitabı. Filmi çekilmeseydi muhtemelen bir daha okuma isteği yine düşmezdi içime; ama bir filmi izlemeden önce hakkında tek satır bile okumaktan kaçan ben, ‘kitabın filmi’ denilince cilt cilt romanı bir an önce okumak üzere derin ateşlere düşen biriyim.

Şahane bir roman değil, ama derli toplu, ne dediğini bilen, tutarlı ve en önemlisi sakin bir hikâyesi var, Memet’in hikâyesi... Memet, romanın baş karakteri evet, ama kendi hayatında bile başrol olamayan bir adam; tedirgin, özgüvensiz, çekingen, idealleri olan ama onların arkasından da koşmayan yorgun ve durgun biri.

Filmde ise Memet öyle bir merkeze alınmış ki, sanırsınız perde arkasında bir yerlerde, bütün hikâyelere bir dokunmuşluğu var. Oysa ona dokunmaktan beter etmiş insanlar, vurmuş, kırmış, ruhunda hasar bırakmışlar... Kötü insanlarla karşılaşmamış belki ama yanlış tercihler, zamanla değişenler yıpratmış onu.

Hikâyenin odak noktası Memet’in Ayşe’ye aşkı değil, bu aşktan çekinmesi, kendi kendisiyle hesaplaşması, kendini durdurmasıydı; sevmekten acı duyması bir yana, kendini durdurmak zorunda olmaktan acı duymasıydı. Bu yüzden bu filmde bir eksiklik var. Memet’in aşkı, acısı var da, gelgitleri, tedirginliği, kaçışı yok. Seks yoksunluğu, aşka susamışlığı değil,  iyi arkadaş, iyi insan, iyi baba olma çabaları gösterilmeliydi. Vurup kıran bir adam değil, düşünen, tartan ama kararsızlığına çözüm bulamadığı için etkisiz kalan biri o, bu yüzden filmdeki o Kenan karakterine, Orhan’ın Zeynep’le ilişkisine, bunu öğrenip de güya Ayşe üzülmesin diye saklayan bir Memet’e hiç gerek yoktu. Memet, Ayşe’yi sevdiği için, o mutlu olsun diye ona yardım etmek isteyen biri değil, hissettiklerinin yanlış olduğunu düşündüğü için yapılması gerekeni yapmaya çalışan biri. En çok bunun atlanmış olması yaktı benim canımı.

Bu filmde bir eksiklik var: Sukûnet! 

Romanın bir yerinde, hayalinde, “Hayatımın sonuna kadar seni sevecekmişim gibi geliyor” diyor Ayşe’ye. İşte bu yüzden hem sevmekten vazgeçemiyor, hem de bir adım bile atmaktan aciz kalıyor; güçsüzlüğü, tam da içindeki kudretten kaynaklanıyor. Öyle derin bir yerden seviyor ki, bunun da geçmişte kalmasından, bir yerde tükenmesinden çekiniyor, susuyor. Onunla beraberken bitecek bir şey yerine ondan uzakta ama hiç bitmeyecek bir şeye sahip olmayı tercih ediyor.

İşte ben bu yüzden ağlıyorum Ayşe Memet’e sarılırken Memet elini kolunu nereye koyacağını şaşırdığında, çünkü insanın ellerinin fazla gelmesinin ne demek olduğunu iyi biliyorum. Ayşe o anahtarları sehpaya bıraktığında tutamıyorum yaşlarımı, çünkü o anahtarlar tam avcumun ortasına bırakılmıştı bir gün ve ben gülümsemek zorundaydım o zaman. Ayşe Orhan’ı affettiğinde ben ağlıyorum Memet’e yine, ama üzüntüm Ayşe’yi kaybetmesine değil, “bir gün bitecek” lafının gerçekliğine, Orhan gibi bir adamı affedecek karakterde bir kadını sevmesine...

Filmin en iyi tarafının Veli rolündeki Ümit Erdim olduğunu söyleyeyim. İkinci en iyi şey müzikler, “Bu İşte Bir Yalnızlık Var” adıyla yapılmış her iki şarkı da şahane olmuş, eminim senelerce dinleyeceğim bu müzikleri, üçüncüsü ise Altan rolündeki Emin Gürsoy. Engin Altan Düzyatan beklentimin üzerinde, 42 yaşında bir adam olamamış ama onun haricinde eksiksiz oynamış. Özgü Namal ise ne yazık ki hiç olmamış ve bence bunun sebebi Namal değil, Ayşe karakterinin iyi yazılamamış olması. Gaye Gürsel (Nazlı) ne kadar battıysa gözüme (ve kulağıma) Devrim Akın (Cemil) o kadar parlıyordu. Atiye’nin de parlamasını bekliyordum, çünkü bence karaktere uygun bir tercihti ama acemiliktendir umarım, çok kasılmıştı, hiç samimi değildi.

Ayrıca asla anlayamadığım birkaç nokta: Kitaptaki Memet Olcay niçin Memet Soylu oldu filmde? Nihat Abi karakteri ve onun hikayesi neden bir kenara atılmıştı? Kitapta Ayşe’nin babası askerdi, filmde niçin Nazlı’nın babası asker oldu? Memet’in gençliğindeki grubun adı “Sessiz Gemiler”di, filmde neden “Mavi Hayaller” oldu? Ayşe’nin restoranı “Hanımeli” idi, neden “Neşeli Günler” oldu? En önemlisi, bu değişiklikler filme ne kattı? Cevap veriyorum, hiç!

Özetle, senaristi hiç beğenmedim, madem hikâyeyi değiştireceksiniz, neden buna ‘adaptasyon’ diyorsunuz? ‘Esinlenme’ deyin, siz de rahat edin, biz de edelim. Yönetmeni de beğenmedim. Gereksiz yakın çekimler, abartılı müzikler bir yana, Özgü Namal gibi bir oyuncuyu kifayetsiz bırakmışsınız ya, aşkolsun!

Son olarak, ismiyle müsemma, bütün derdi yalnızlık olan bir film, niçin mutlu sonla bitti? Mutlu sona kaç kişi ikna oldu?

Gala öncesi röportajda, filme iki tane son çektiklerini söylemişti Özgü Namal, öyle sanıyorum ki hikâyeye daha uygun ve kitaba sadık (yani en azından beni ikna edecek) olanı, bizim görmediğimiz diğeriydi...