19 Eylül 2016 Pazartesi

'O kız' okusun, siz okumasanız da olur...

23261079
Enver Aysever'in "Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı" romanı üzerine düşünceler...

Uzun zamandır bir kitabı okurken böyle çile çekmemiştim… Başladığım kitapları yarım bırakamamak, bir şekilde yarım bıraktıklarıma da geri dönüp baştan okumak gibi bir rahatsızlığım var, bu nedenle yeniden okumaya değmeyeceğini düşündüğüm kitapları ne olursa olsun bitirmeye çalışıyorum, bu kitap da onlardan biri.

Bence en büyük sorun romanın akmaması… Cümleler, olaylar, saptamalar, beklentiler art arda geliyor, evet, ama kitap ilerlemiyor. Sanki hep aynı anda -o ilk bakış ve ilk kıvılcımda- duruyor zaman, ötesine geçilemiyor. Bir romanın akması zorunluluğundan söz etmiyorum, yazar isterse roman boyunca o bir tek anı anlatmak da isteyebilir; ama o durumda bile cümlelerin bizi bir yerlerden bir yerlere götürmesi, yol boyunca da bizi çeşitli yollarla tatmin etmesi gerekir; ama maalesef!

Kitabın başlarında anlatıcı ve romancı vardı hikâyeyi gören farklı gözler olarak; anlatıcı yok olurken satırlar arasında, romancı hatırlatıyordu varlığını sık sık. Bu da epik bir tat katıyordu anlatıya - daha doğrusu, anlatıdaki yegane lezzet bu oluyordu. Sonraları unutturdu kendini romancı, anlatıcı yalnız kaldı ve anlatılan hikâyede bir özgünlük bulunmadığından, ardına düşülecek bir soru işareti de kalmadı.

Başlarda romancı tarafından ufak ufak iğnelenen anlatım biçimleri, ilerleyen sayfalarda anlatıcının başat üslubu haline geliyor. Sanki kitap okumuyor da popüler şarkıların video kliplerini izliyorum sessizce; üst üste binen ve hep birlikte hiçbir şey anlatamayan anların tarifleri yalnızca…

Anlatıcı, bunun İstanbullu bir aşk olduğunu söylüyor sık sık; hatta o kadar sık söylüyor ki, kendisini de inandırmaya çalıştığını düşündürüyor okuyucuya. Zira hikâyede, yaşanan aşkta, 'İstanbullu' bir şey yok. Türkiye'nin hangi şehri için yazılsa aynı şekliyle duracak bir hikâye bu. Etnik farklılıklar ve politik detaylar yetmiyor İstanbulluluğa ikna olmamıza.

'O kız' olmadığımdan emin olarak ama yine de isminin büyüsüne kapılarak almıştım elime kitabı, sonuçta da herkesin hemfikir olduğu noktaya geldim: Keşke 'o kız okusun diye' yazılmakla kalmayıp yalnızca 'o kız'ın okuyabileceği bir yere bırakılsaydı da benim vaktimden çalmasaydı bu kitap…

Bazen kurban katiliyle suçu bölüşürmüş*

Geçen yıl bu zamanlar derdim zorum, gecem gündüzüm Kiralık Aşk olmuştu, onu konuşup onu yazıyordum her fırsatta, her yerde. Kiralık Aşk, epeyce zamandan sonra yazmakla barıştırmıştı beni; onda bir şeyler vardı bana uzun uzun cümleler kurduran.^^

Yıl boyu da onu düşünüp yazmayı sürdürdüm zaten. Sezon finalinden sonra ise uzun bir sessizlik oldu Kiralık Aşk'ın dolanıp durduğu zihnimde. Fikirler birbirine küsmüştü sanki, onlarcası bir araya gelip de cümlelere dönüşemediler… Sorularım, itirazlarım ve beklentilerim dile gelemedikçe özlem büyüdü içimde. Yeni sezon tanıtımlarını görünce ve bana bu başlığı bahşeden şarkı ansızın yeniden çıkınca karşıma, bir şeyler uyanmaya, cümleler kurulmaya başladı zihnimde. Yeni sezondan önce, aklımda kalanları ve beklentilerimi yazmak istedim, özlemimizi dindirir belki biraz…

***

Öncelikle sezon finali hakkında söyleyeceklerim var. Türlü manevralarla saklanan kiralık aşk oyununun ortaya çıkışı ikinci sezona kalsaydı benim için büyük hayal kırıklığı olacaktı, bu nedenle kaldığımız noktadan çok memnunum ama… 'ama'larım var bol miktarda.

Defne'nin itiraf ettiği sahnenin tasarlanışındaki özgünlüğe ve çekimlerdeki güzelliğe şapka çıkarsam da bu şekilde bir itirafın Defne'nin karakterine uygun olup olmadığından emin olamıyorum bir türlü. Bizim 52 bölüm boyunca izlediğimiz, derdine ortak, macerasına yoldaş olmaya çalıştığımız Defne böyle nokta atışı konuşan, 52 bölümlük hikâyeyi 12 cümleye sığdıracak netlikte bir kadın değil, hem de böyle kupkuru cümlelerle...

52 bölümdür/haftadır düşünüyor olması gereken şeyi -bu sırrı Ömer'e nasıl açacağını- böyle düşüncesizce ortaya dökmesi tam Defne'lik bir hareket, kabul ediyorum. Ama böyle yanlış bir şeyi o kadar yanlış zamanda ve yanlış cümlelerle söylüyor ki, kapı aralığından lafın yarısını duyup harekete geçen dizi kahramanlarına benziyor Ömer'in karşı karşıya kaldığı durum. Ömer için, Defne ve gıyabında konuştuğu herkesin masumiyet karinesi ortadan kalkıyor bir anda. Bu nedenle o an vereceği tepki için Ömer'i suçlayamayız… (Başka şeyler için suçlayabiliriz, suçlayacağız da!)

Düğüne annesini çağırmak istemediğini söylediği zaman Ömer onu anlamış ve ısrar etmemişti. Defne de bunun üzerine, "Senin de benden beklediğin buydu, değil mi? 'Sen bilirsin' deyip müdahale etmemem…" diye sormuştu. O zaman Defne anladı sanmıştım düşüncesizlik ettiğini, hayatındaki en önemli kişi de olsa başkası adına karar veremeyeceğini… Oysa Defne, hiçbir şey bilmeyen Ömer'i nikâh masasına kadar getirmekle kalmadı, bir de kaynar sular misali hikâyesini döküverdi Ömer'in başından aşağı.
"Her şey bir oyunla başladı… Senin evlenmen gerekiyormuş… Neriman Hanım bunun için beni buldu… Bir teklifte bulundu, 200 bin liralık bir teklif… Abimin borcu vardı… Sinan Bey'den saklamasını istediler… Söyleyecek oldu… Sude öğrenince… Koray Bey de biliyordu… Necmi Bey oyun bitsin dedi… Ben sana âşık oldum… İşte bu yüzdendi kaçmalarım, çırpınmalarım, yalanlarım…"
Söylediklerine bakınca, o kısacık cümlelerin birinde bile sorumluluk almadığını ve bu meşakkatli yol boyunca kendisine eşlik eden herkesi bir çırpıda harcadığını görüyor ve kahroluyorum hâlâ. Ne bir pişmanlık ya da üzüntü ifadesi ne suçun kabullenişi… “Özetin özetinin özetini yapacak olursak durum bu, bak bu da nikâh memuru!” Hiçbir şeyden ders almayan Defne, şimdi başına gelecek her şeyi hak etmiyor mu?


Vay anam vay neler dönmüş Serhat yaa...

Burada durup, Defne'nin bu sırrı İso'ya anlattığı 11. bölümü hatırlamadan edemiyorum. Nasıl da baştan sona, tüm detaylarıyla, günahıyla sevabıyla her şeyi kabullenerek ve Ömer'i sevdiğini de ekleyerek ne güzel anlatmıştı dostuna… İso da ne güzel dinlemişti onu sessizce ve anlayışla… Tamam, Ömer'in bunları, İso gibi elini çenesine koyup film izler gibi takip etmesini bekleyemeyiz elbette, ama Defne ne anlatırsa anlatsın, onu yüzündeki o büyülü mutluluk ifadesiyle dinleyebilen bir Ömer var karşımızda. Ve ondan anlayış ve merhamet bekleyebilmemiz için böyle bir itiraf gerekliydi, Defne'nin o kupkuru lafları değil…

Oysa Ömer'in o melun yürüyüşten önceki sözleri tıpkı bir evlilik yemini gibi umut ve aşk doluydu:
"Defne… Bundan sonra hayatımız böyle olacak, bütün bu kalabalık dağıldıktan sonra biz kalacağız, ikimiz. Hayatımız boyunca birlikte olacağız. Aynı günü, aynı geceyi, aynı ömrü paylaşacağız birlikte, mutlulukla ve güvenle. Yıllar geçecek, eskimeden, eksilmeden yaş alacağız yine birlikte. Ve ben hâlâ şanslı hissediyor olacağım kendimi, yanımda sen olduğun için, senle bir olabildiğim için. İyi ki varsın sevgilim…"
Karşılığında, Ömer bunları söylemeden önce etrafa gülücükler saçarak nikâh anını bekleyen Defne'nin bomboş bakışları… Ve "Ömer benim sana bir şey söylemem lazım" deyişi, panikle… Defne bu lafın ardından hiç konuşmasaydı bile ben olsam koca bir soru işareti oluşurdu zihnimde ve hiç tereddütsüz "evet" diyemezdim nikâh memurunun sorusuna. Böyle bir aşk itirafı ve sonsuzluk yemininin karşılığı olarak dillerden sevgi sözcüklerinden başka ne dökülse çirkin olur çünkü…

Ve bana 15 Mart'ı hatırlatmıştı Ömer'in cümleleri. Annesinin ölüm yıldönümünü tek başına ve karanlıkta geçiren Ömer'in ışığı, umudu, geleceği olan sözler söylemişti Defne. Bir evlilik yemini edilecekse, en güzellerinden birini etmişti Defne:
"Bundan sonra 15 Mart'ta pazı dolması yapacağım. Sonra ışıkları açıp akşam birlikte yiyeceğiz. Sonra sen bana annenle ilgili anılarını anlatacaksın, ben de 'bunu anlatmıştın' falan demeyeceğim hiç… Acı tatlı ne varsa sabaha kadar konuşacağız. Sonra sarılıp uyuyacağız, yine birlikte. Sabah uyandığında yine yanında ben olacağım. Çünkü artık yalnız değilsin, ben varım. Bundan sonra yanında hep ben olacağım, gülerken, ağlarken ellerini hep ben tutacağım, hiç bırakmayacağım."
Ama sarıp sarmalamak, yaralarını iyileştiremese de yanında olup elini tutmak istediği adamı kocaman bir ateşin içine atıp tek başına çıkmasını bekledi…

Defne'yi istemeye gittikleri evde dedesini gördüğünde aldığı hale büründü Ömer'in suratı: öfke, hayal kırıklığı ve kandırılmışlık okunuyordu her ikisinde de… Ve hiçbir şeyden ders almayan Defne, bir önceki hatasından da ders almamış ve yanlış zamanda, yanlış yerde kurduğu birkaç cümle ile hepimizi birden üzmeyi başarmıştı.

Şimdi durup bakınca, bir tarafta ne olursa olsun güvenmeyi ve birlikte bir yola çıkmayı seçen Ömer, bir tarafta Ömer gibi bir adamın bekârlığa veda partisinde 'istenmeyen' şeyler yaşayabileceğini 'düşünebilen' bir Defne. Bütün ayrılıklarına sebep güvensizlikken o imzayı atmayı kabul eden, imzadan hemen önce de neyin üzerinde durduğunu bilmediğimiz o güvenin altını tüm gücüyle oyan bir Defne. Defne'nin hikâyesine yoldaşlık etmeyi kabul etmişken Ömer'in tarafını tutuyor olmak istemiyorum ama Defne'yi anlayacak ya da ona hak verecek bir şey de bulamıyorum.

"Ömer bunu hak etmemişti" de diyemiyorum zaten. Kendisine böyle bir oyun oynanmasını elbette hak etmedi. Ama müdahale edebileceği yerlerde etkisiz kaldı: Defne'nin bir şeylerden çekindiğini bile bile onu engelleyen şeyin peşine düşmedi, onu konuşturmadı. Zaten baştan beri hiçbir zaman konuşan, oturup lafın lafı açtığı amaçsız sohbetlerle sabahlayan, böylece birbirlerini enikonu tanıyan bir çift olmadılar. Buna rağmen akışına bırakmak yerine sürekli 'evlenelim' diyen de Ömer oldu. 20. bölümdeki evlilik teklifini izledikten sonra, yalnızca 5 aydır tanıdığı biriyle evlenecek karakterde biri olmadığını düşünmüştüm Ömer'in. Çünkü mükemmeliyetçiliği onu fazla sağlamcı ve bu yüzden de çoğu zaman hareketsiz hale getiriyor: Hata yapmamak için hiçbir şey yapmamak gibi bir şey… 'Evin kapısını kapattığında içeride de gerçek olabilen bir şey' ararken başladığı hikâyede, aradığını bulduğunda evin kapılarını bir an önce kapatıp kafasını rahat ettirmeye çalışan düz bir adama dönüştü Ömer.

Yani Defne Neriman'la, Ömer de Defne ile bölüştü suçu…

***

Kiralık Aşk yolculuğuna misafir olmaya karar verdiğimde bilmek, öğrenmek ve elbette görmek istediğim çok şey vardı. Ve 52 bölüm sonunda cevaplanmayan pek çok soru, anlatılmayan pek çok hikâye kaldı bende…

Ömer, Defne ile Sinan arasında bir şeyler yaşandığını düşünüyorken, "şirket çatısı altında duygusal ilişki yaşanmasını çok doğru bulmuyorum" demişti Defne'ye. Bunun Defne'yi Sinan'la görmek istemediğinden kaynaklandığını hiç düşünmemiştim ben, gerçekten şirkette 'özel' şeyler yaşanmaması gerektiğini düşünüyor sanmıştım. Evdeki sorunları evde bırakmak gibi yani… Ama Ömer Defne ile sevgili olunca bu sözlerini derhal unuttu. Defne de bunun hesabını hiç sormadı.

Benzer şekilde, Ömer de Defne'ye, Gurur ve Önyargı'yı kendisine neden Yasemin'in verdiğini sormuş ve yanıt alamamıştı. Soruyu yanıtsız bırakmakla kalmamış, bir de istifa etmişti Defne. Defne'nin o kitabı alabilmek için kitapçının raflarını temizlemesinden bu kadar etkilenen Ömer'in bu sorunun yanıtını almak için daha sonra hiç uğraşmamasını da hiç anlayamamıştım ben.

Neriman'ı sakinleştiren, Koray'ın hezeyanlarını dizginleyen Mine'yi tanımak istiyordum; Neriman'la yolları nasıl kesişmiş, bu gelgitli ilişkiyi nasıl kurmuşlar ve korumayı nasıl başarmışlar, bu kadar tantana ortasında sakin kalmayı becerebilmek için nasıl yollardan geçmiş, Neriman'ın yanında olmadığında neler yapar, nasıl yaşar görmek isterdim.

Defne'nin Passionis'e gelişiyle değişip gelişenin yalnızca Ömer, Sinan ve Yasemin olmasını değil; Passionis'in baştan aşağı yepyeni bir yer olmasını görmek istiyordum ben. Derya'yı tanımak, hikâyesini dinlemek, bir tip olmaktan öteye geçmesini izlemek istiyordum. Oysa Derya yalnızca oradan oraya laf taşımak için kullanıldı 52 bölüm boyunca.

Şirkette çokça işe yaradığı halde 'görünmez' olan Vedat'ı merak ediyordum. Henüz onu tanıyamadan Vedat gitti, yerine Zübeyir geldi, onun da hikâyesine vakıf olamadık. Koray'ın kaprislerini karşılamaktan ve şirketteki dedikodu akışına hız vermesinden başka bir katkısını da göremedik.

Ayrıca Defne'nin şirket çalışanlarıyla ilişkisi de çokça sorunlu. Nazlıcan, Derya, Vedat, Zübeyir, Ozan… Hemen hepsiyle yalnızca işi düştüğünde diyalog kurdu ve onlar -dedikodu malzemesi edinmek amacıyla bile olsa- kendisiyle konuşmaya geldiklerinde verdiği karşılık hep "sana ne", "uzattın ama", "çekil" gibi tek taraflı cümlelerle oldu. Oysa bu Defne, hiç tanımadığı Gallo ile bir günde kankaya bağlayabilecek kadar sıcak, minnoş bir insandı. Buradan bakınca Passionis'te Defne'nin gıybetinin yapılıyor olması o kadar da tuhaf gelmiyor; onların gördüğü, tanıdığı Defne işi düşmedikçe konuşmayan, patronlar dışında kimseyle arkadaşlık kurmayan biri…

Şirketin sık sık varoluş problemleri yaşamasından ve hep bir mucize ile kurtulmasından söz etmek dahi istemiyorum. Tabii Chérie'den de...

Defne'nin atacağı her büyük adımda yoluna çıkıp "200 bin lira" kozunu oynayan Neriman, Eymen'e verdiği paranın peşine niye hiç düşmedi? Sude'ye güya ilk görüşte âşık olan Eymen, neden bir anda yok oldu? Neden düşmedi sevgisinin ardına?

Fikret neden Deniz Tranba'dan aldığı çeki neden direkt Defne'ye verdi? Defne, o çekin üzerinde Tranba imzasının olduğunu bile bile neden bozdurmak yerine götürüp hemen Neriman'a verdi?

En büyük beklentim ve dolayısıyla en büyük hayal kırıklığım da Deniz Tranba oldu ilk sezondan. Devrim Yalçın'ın adını duyunca bile heyecanlanan biri olarak, henüz yalnızca sesini duyduğumuz 15. bölüm fragmanından sonra bir Deniz Tranba yazısı yazmaya başlamıştım bile, ama Deniz karakteri o kadar geri planda kaldı ki 30 küsur bölüm boyunca, ben o yazıyı tamamlayamadım zira Deniz'in hikâyesine dair ufacık bir fikrim bile yok. 'Ömer'in kışını getirme' iddiasıyla ortaya çıkan biri bu kadar kifayetsiz kalmamalıydı. (İkinci sezondan en büyük dileğim budur: Deniz'i tanıyalım ve ben o yazıyı tamamlayabileyim.)

Son olarak, yeni sezonla ilgili beklentilerimden ve tahminlerimden bahsetmek istiyorum biraz; ne de olsa kehanetlerde bulunarak çıkmıştım bu yola…

Yayınlanan tanıtımlarda Defne'nin karnında bebek, Ömer'in elinde yüzük avına çıkanlar oldu çok sayıda… Açıkçası ben, bizim yokluğumuzda kavuşan bir #DefÖm görmek istemiyorum. Bütün bu sorunların nasıl çözüleceğini görmek için komşu oldum bu hikâyeye, benim göremediğim bir yerde, nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde sorunları ortadan kaldırmış olduklarını görürsem hayal kırıklığı yaşarım. Zaten Ömer ve Defne o kadar az şey konuşup paylaşıyorlar ki, bir de dev bir kaya misali yolumuza çıkan bu sırrı nasıl aştıklarını görmeyeceksem neyi izleyeceğim?

Defne ve Ömer'i ayrı ayrı görmek istemeyenleri anlamıyor değilim, ama böyle bir sezon finalinden sonra öncelikle ayrılık görmek isterim. Zaten sorunlarını konuşarak çözmek yerine sorunların üzerinden atlayıp geride bıraktıklarını zannederek ilişkiye devam ettikleri için sürekli çatırdıyor bir şeyler, bir de oyun ortaya çıkınca her şeyin yerle bir olmasına şaşırmamak gerek. Ve sezon finalinde kalbimize sapladıkları o bıçağı birkaç tur döndürsünler içimizde, ne de olsa sonuçta kazanan aşk olacak, bu yolda beraberce acı çekmeye değer.

Defne ve Ömer'in evlenmediği, iptal olan düğün sonrası Ömer'in Roma'ya gittiği yorumunu yapmak çok kolay. Bir süre sonra Ömer herkesi Defne'ye benzetmeye başlayacaktır. Derken bisikletiyle geçerken uzun, kızıl saçlarını savuran bir kadına rastlanır, peşine düşülür, kadının yüzü görülür, Defne olmadığı anlaşılır… Ve artık dönme zamanının geldiği de…

Bu esnada Sinan ve Defne birlikte çalışmaya başlamış olmalı yeniden, Seda da şirketin yeni Konsept Danışmanı olsa gerek… Fragmanda gördüğümüz küçük kız çocuğunun Seda'nın kızı olduğunu düşünüyorum. Hatta Seda, Sinan'ın eski sevgililerinden biri olabilir ve küçük kız da Sinan'ın çocuğu olabilir -biraz klişeden kimseye zarar gelmez. Sinan karakterine babalık yakışacaktır.

Ömer'in "başlıyoruz kardeşim" sözünü Sinan'a söylediğini sanmıyorum -muhtemelen Pamir'e söylüyor- ama açıkçası bir başkasına "kardeşim" demesini kabul edebileceğimi de sanmıyorum. Buna ikna olabilmemiz için Pamir'in de geçmişten gelen biri olması gerekir. Zaten şimdiye dek diziye yeni katılan herkes geçmişten geliyordu: Feryal, İz, Gallo, Selim, Deniz…

Peki, Ömer neye başlıyor? Öncelikle bıraktıklarını yeniden elde etmeye çalışacak olmalı. Yeni bir şirket kurup pazardan pay alma mücadelesinde hem Sinan'la hem de Deniz'le karşılaşacaktır. Umarım bu yolculukta Ömer de kirlenir biraz. Aklıma gelen bir diğer ihtimal de Pamir'in, Passionis'te Ömer'in yerine gelen 'senior' tasarımcı olması. Malum, Defne daha 'junior'. Ömer geri döndüğünde Pamir'i kendi şirketine transfer ederek hem Defne'den uzaklaştırabilir, hem de rakibinin elini zayıflatabilir…

Pamir, Ömer ya da Sinan'la değil, Deniz'le de çalışıyor olabilir ama Deniz'in koltuğunu paylaşacak biri olduğunu sanmıyorum. Zaten sarsılmaz da bir bütçesi var, o yine tek tabanca takılıyordur. Ah bir de şu giyotinin hikâyesini öğrenebilirsek… ^^

Fragmanda Defne'nin söylediği ninninin yeğeni İso için olduğunu düşünüyorum. Defne'nin hamile olması ya da Ömer'den habersiz bir çocuk dünyaya getirmesi, izlemek istediğim en son şeyler bile değiller… Çocuk gibi bir zorunlukla değil, aşkla ve güvenle bir araya gelmeliler.

Bu arada, izlemek istemediğim bir diğer hikâye de Defne'nin annesinin ortaya çıkışı olur. Gitmesiyle bitmiş bir hikâye o bence, deşmeye gerek yok. (Ama deşilecekse, Defne'nin annesi olmaya en uygun oyuncunun Gülçin Santırcıoğlu olacağını düşünüyorum, naçizane.)

Ucundan, kıyısından tutturmuş ya da bütünüyle alakasız tahminlerde bulunmuş olabilirim, ama bu oyunu seviyorum. Tutturmuş olmak kadar yanılmış olmaktan da mutlu olacağım, zira bu hikâyeyi şekillendiren zihinlere, söze döken kalemlere güveniyorum… Ne çare, ben de çoktan bölüşmüşüm suçu katilimle, ta ilk bölümde!

"Şimdi seyrediyorum kendi sinemamı Haberin yok sonundan Ya da var mı filmin devamı?"*

*Betül Demir'in "Mıknatıs" şarkısından, söz: Sezen Aksu

Seviyor Sevmiyor: "Herkesin Herkesle Şansı Olabilir!"

Seviyor Sevmiyor:

Dünyanın en umut dolu cümlesi olabilir bu: "Herkesin herkesle şansı olabilir!" Çünkü aşk, her şeyden önce bir ihtimaldir en beklenmedik anda bir baş soğan olup görünen ve en katı adamı bile gözbebeklerine kadar gülümsetiveren…

Ama aynı zamanda en acıklı cümlelerden de biri bu, çünkü umut uzatıyor işkenceyi. Tıpkı Tuna'nın umutlarının her an işkenceye dönüşmesinden korkmamız gibi… Ama işkenceye de dönüşse umut hâlâ umuttur ve bulaşıcıdır da. Aynı cümleyi Tuna İrem'e söylediğinde İrem'de de yeni bir umut filizlenecektir, yakın zamanda işkenceye dönüşecek olan.



Ve bizler, Deniz ve Tuna'nın umuduyla umutlu, acısıyla üzgün olurken İrem'in çektiği işkenceye başımızı çevirebiliriz. Çünkü arkadaşını sırtından vuranların acı çekme ihtimali de bir umut gibi doğar içimize; Deniz'in Yiğit'le olmasını istesek de istemesek de…

İmkânsızlığın türlü türlüsünü deneyimlemiş biri olarak belki de en çok İrem'i anlamam gerekir bu hikâyede; kendisini Deniz zanneden Yiğit'e günbegün kapılmasını ve bundan acı duymasını da anlıyordum zaten. Ama Yiğit'le görüşmeye devam ettiğini Deniz'e söylememesi bir yana, o puzzle parçasını Deniz'den çaldı ya, orada koptu İrem'le kurduğum(uz) bütün bağlar, orada yok oldu empati zemini. Götürüp Yiğit'e göstermeseydi bile, o parçayı eline almasıyla siliniverdi aşkının imkânsızlığına ağlarken İrem'i dizimize yatırıp pışpışlama ihtimalim(iz)…

Hikâye, "sonunda Deniz ve Yiğit çok âşık ve birlikte çok mutlu olacaklar" diye bağırıyor ilk bölümden beri, ama ben Tuna'nın Deniz'in işe alınmasını istediğini öğrendiğimden beri TuDenciyim. Aşkı ve seveceği kadını, Deniz'de gördüğü arkadaşlıkta, iyi niyette, masumiyette arayan Tuna Deniz'e her şeyden daha iyi gelebilir. Ve Deniz her 'kanka' dediğinde Tuna'nınkiyle beraber sızlayan kalbimiz, çocukluk aşkının küllenemeyen anılarında yaşama isteğini kendinden bile gizleyen Deniz'in Tuna'ya bir şans vermesi için dualar etmeyi belki de hiç bırakmayacak…



Deniz bu cümleyi söylediği anda bir gülümseme yerleşti yüzüme, gitmek bilmiyor. Düşündükçe, Seviyor Sevmiyor'un tamamını bu cümleyle özetleyebiliriz, aklımıza takılan tüm soruların yanıtlarını bu cümlede arayabiliriz gibi geliyor bana: "Herkesin herkesle şansı olabilir!"

Cemal'in de Buket'le şansı olmazdı belki normal şartlar altında, ama kaleyi içten fethetme arzusundaki Buket peşine düşüverdi Cemal'in. Anladığımız kadarıyla yanlış ata oynadığından bu konuda amacına ulaşamayacak ama Cemal'in içindeki sevilecek adamı bulup çıkaracak ve ona tutulacak belki de Buket. Olamaz mı?

"Gazi'nin de Neşe ile bir şansı olabilir işte, neden olmasın ki?" diye düşünürken yakalıyorum kendimi mesela. Kahraman Gazi de bir yolunu bulup Neşe'nin dikkatini çekebilir, birini sevmenin bir statü meselesi olmadığını gösterebilir ona. Ama bazen de kendi yazdıklarımıza inanıyoruzdur yalnızca. Biz onun için gecemizi günümüze katıp bir şeyler yapmaya çabalar, onun yüzünü güldürmeye çalışırken o kendine yeni bir oyuncak buluverir ve bir bardak kırılır bir kalple aynı anda.

Herkesin herkesle şansı vardır, yeter ki cesaret etsin, adım atsın, kendini göstersin… Ve elbette, yeter ki başkası değil, kendi olsun!

(Bu yazı ilk olarak 25 Ağustos 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)