22 Haziran 2018 Cuma

Yeni Bir Haziran

Adını anmadan geçmeyen günlerim, resmine bakmadan uyuyamadığım gecelerim vardı. Senle tartıyordum günü geceyi.

Sesini duyabilmek için yeni yeni hikâyeler yazar, ezberleri bozar, olmazı oldurmak için savaş verirdim. İki cümleye muhtaç ne çok zaman geçti...

Çölleşirdi ya dünya senden ses gelmedikçe; aylar geçti, yılları sayabilirim artık duymayalı sesini, senden bir haber gelmeyeli... Hâlâ açıyor çiçekler içimde, hâlâ şarkılar söylüyorum ben.

Sensiz renksizleşeceğini düşündüğüm her şey yine rengarenk, yine ışıl ışıl bakıyorum dünyaya.

Şarkıların, şiirlerin yeni hikâyeleri oluyor, olacak.

Seni hatırlatan anlar, senli anlar unutulmadı ama hatırlanma sıklıkları ve tahrip güçleri azaldıkça azaldı.

Umutlar da öyle… Mesela, en çok senin yanındayken inanmıştım köpek korkusunu aşabileceğime; şimdi köpeklerden eskisi gibi korkmuyorum artık, yolumu değiştirmiyorum onları gördüğümde, birkaç tanesine çoktan dokundum bile!

Resmin bilmem ki nerede…

***

Ben bunları yazalı aylar oluyor aslında, ama yazının tamamlandığını düşünmediğimden paylaşamadım. Tamamlanması için ne gerekiyordu, onu da bilmiyordum, düşünmemiştim, lakin buldum: Haziran gerekiyormuş, yeni bir Haziran!

Uzun yıllar boyu Haziran'ın 14'üne bağladım dileklerimi, senle ilgili ilk ve en büyük hayalim bir 14 Haziran'da düşlerimden daha da güzel biçimde gerçekleşti diye. Geçen sene ise "son" demiş ve dilek falan tutmamıştım. Bu yıl, takvimler 14 Haziran'ı gösterdiğinde aklımdan bunların hiçbiri geçmedi. Günler sonra fark ettim bir 14 Haziran'ın hissettirmeden geçip gittiğini…

Ve 22 Haziran, bugün… Hiç bilmediğim bir Marc Anthony şarkısına rastladım: "A Quién Quiero Mentirle"

Marc Anthony ne söylese dinlerim, o ayrı konu, ama şarkı arka planda çalarken ve ben başka bir işle uğraşmaktayken bile bir şeyler dokundu bana, sözlerini de bilmek istedim. Sağ olsun Marc Anthony hayranları ben gibilerin bu taleplerini hiç boş bırakmazlar, her şarkısının İngilizce çevirisi bulunur bir yerlerde; yoksa benim İspanyolcamla bu iş biraz zaman alırdı. Her neyse, Türkçeye de ben çevireyim; şarkının, "Kimi kandırıyorum ki/ Neden seni unutmuş gibi davranıyorum/ Senin geçmişte kaldığına/ Aklımdan ve ruhumdan seni sildiğime/ İnandırmaya çalışıyorum kendimi" gibi sözleri var.

Eskiden böyle bir şarkıya verilecek tek bir tepki vardı benim için: Ağlamak! Onu da zaten hiç düşünmeden yapardım, en kolay şey… Bugün önce bu tesadüfe şaşırdım, sonra güldüm uzun uzun… Şarkının sözlerine bir kez daha baktım sonra ve şöyle sözlerin de olduğunu gördüm: "Uzun zaman önce unuttum/ Senle olabilecekleri/ Sensiz, yeniden doğdum."

Geçmişi, anıları değiştiremiyoruz ama onları yorumlama biçimimizi değiştirebiliriz. Şarkıları değil de onlarla hissettiklerimizi değiştirebiliriz. "Bu şarkıların gözü kör olsun" demek yerine, o şarkıda gizli başka anlamları keşfedebiliriz. Ben, böyle bir günde böyle bir şarkıya rastlamışken o çok iyi bildiğim yollarda yürüyebilir, yeniden sürüklenebilirdim. Oysa biliyorum, "Hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Her şey hatırlandığı gibi."*

Ve ben artık Haziranları başka türlü hatırlayacağım…


*Barış Bıçakçı, Aramızdaki En Kısa Mesafe

Taranta Babu: "Bir öyle şaşılası dünya..."

Taranta Babu:

İç içe geçmiş acılar söz konusu, ayrı ayrı düşünmesi bile insanı yaralarken tek bir hikâyede katmerlenmiş trajediler…

Memleketinden uzakta ayakta kalmaya, insan kalmaya çalışan yazarı mektupların; kendi ülkesinde, kendi dilini dilediğince kullanamadığı için uzak diyarların dillerine merak salan aracısı Nazım'ın; çok sevdiği memleketi için yazdıkları yüzünden hakkında dava üstüne dava açılan Nazım… Ve dünyanın bir ucunda, bu üç trajediyi, hem de hiç bilmeden bir araya getiren, işgal altındaki memleketinde çocuklarıyla birlikte yaşam savaşı veren Taranta Babu.

Ve bizler, onu belli ki çok seven, çok özleyen eşinin birkaç özlem dolu tasviri dışında hiçbir şey bilmiyoruz Taranta Babu ve hikâyesine dair, bu da bizim trajedimiz.

Ve bunca trajediyi sunmak üzere sahnede bir palyaço var!

Cansu Fırıncı, hiç fire vermeyen bir performansla sunuyor palyaçoyu bize. Yalnız sahnedeki değil, salondaki her şeyi, dekoru, kostümü, ışığı, ekip arkadaşlarını ve hatta seyirciyi de kullanıyor, katıyor oyununa. Onu sahnede ilk izleyişim ama, hiçbir kuşku duymadan gidiyorum oyuna, çünkü hem televizyondaki performansına şahidim hem de Nazım Hikmet isminin ağırlığının bilincinde olduğunu biliyorum. Ve haklı çıkıyorum.

Taranta-Babu'ya Mektuplar, sahneye nasıl konduğunu fazlasıyla merak ettiğim bir eserdi, sahnede tek bir palyaço olduğunu öğrendiğimdeyse merakım katlanmıştı. Oyunu izlemeden önce, yazılanların ağırlığıyla palyaçonun yapabileceklerini zihnimde bir araya getirmekte zorlandım. Ama ilk bakışta çözemediğim bu gizemi oyun sırasında ve sonrasında uzun uzun düşündüm ve rejideki bu ince görüşe hayran oldum. Harun Güzeloğlu ismini de takip edilecekler listeme ekledim. Çıkarımlarım isabetli midir bilemem ama bu gizemli işi ben böyle yorumladım.



Makyajı, çorapları, ayakkabıları ve tiz perdedeki sesiyle dört başı mamur bir palyaço. Üzerinde bir üniforma, apoletlerle, madalyalarla, rozetlerle bezeli. Bir bavulu var elinde, hiçbir yere ait olamamanın sembolü, bir de trampet, ses çıkarmak için!

İşi güldürmek, en sevimli halini takınıp anlatmaya çalışıyor derdini, fakat gülmüyor seyirci, zira anlatılanların komik bir yanı yok. Seyirciyi güldüremedikçe hiddetleniyor, surat asıyor, dil çıkarıyor, tükürüyor. (Sahnede nasıl da özgür, daha ne diyeyim?!)

Bazen bir miğfer geçiriyor başına, çünkü bir savaştan, dünyanın dört bir yanında, çeşitli veçheleriyle süregiden, hayatlarımızı sömüren ve her defasında bize başka kılıflar içinde sunulan savaştan söz ediyor.



Geliyorlar, durmaksızın, ara vermeksizin geliyorlar, canımızdan önce umudumuzu, yaşama sevincimizi, özgürlüğümüzü öldürerek geliyorlar.

Geliyorlar ve bize bu uyarıyı bir palyaço yapıyor, peki neden? Palyaçoyu sahnedeki bir başka rolden, bir başka karakterden ayıran nedir? Son yıllarda birebir deneyimleyerek gördük ki, bunca acıya, haksızlığa, kötülüğe karşı ayakta kalmanın yollarından biri de gülmeyi unutmamak ve palyaçonun da böyle bir işlevi var. Ama ben bu yanıtla tatmin olmuş değilim, biraz daha düşünmek istiyorum.

Palyaçonun rol yapmaması, yapamaması, rol yapamayacak kadar dolaysız, oyunsuz olması belki. Yüzündeki boyalara rağmen maskesiz, hilesiz, sırsız, saf olması. Söylenmeyeni söyleyebilir, çünkü bir şeyin niçin söylenemez olduğunu anlayamaz. Başka birinin nezaketten, korkudan, utangaçlıktan ya da haddi olmadığından söyleyemediklerini dan diye söyleyebilir palyaço. Dolayısıyla, görünüşü ve davranışları nedeniyle herkesten farklı olsa da herkes adına konuşabilir.

Palyaço bu dolaysızlığıyla aslında bir ayna da tutar seyirciye, hem de bir dev aynası. Küçümsediklerimize, görmek istemediklerimize, göz yumduklarımıza, cüret edemediklerimize ayna tutar; belki de bu yüzden palyaço karşısında gülmemeyi marifet sayarız bizler.

Palyaço dokunabilir de seyirciye, ansızın sıfıra indirebilir mesafeyi, kişisel alan kavramı yoktur. Bir seyirciyi seçip diğerlerinden ayırabilir, oyununa katabilir rızasını almadan. Bu tahmin edilemezliği nedeniyle tedirgin edicidir, netamelidir. Oysa ona güvenebilirsiniz, çünkü o neyse odur, gizlemez kendini, gizleyemez, art niyet besleyemez.

Ayna tutuyor demiştim ya, asıl netameli olan biziz aslında. Palyaço sakınmaz hiçbir şeyi, pervasız ve patavatsızdır ve biz de bundan çekiniriz, çünkü sırlarımızı afişe edebilir, kusurumuzu gösterebilir, yaralarımızı görünür kılabilir, üzerimizdeki perdeyi kaldırabilir. Ve bütün bunlardan sorumlu tutamayız onu.

İşte, sanırım aradığım yanıt burada; bunca trajediyi bir palyaçodan dinliyoruz, çünkü hem gerçekleri duymak istiyoruz hem kendimiz temiz kalmak. Palyaçoyu bir günah keçisi ya da "Kral çıplak" diyebilen bir çocuk yerine koyabilir, arınabilir, özgürleşebiliriz onun sayesinde.

Yine de bu rahatlamayla paralize olmamamız, olup biteni unutmamamız gerekir. Oyunda, mektuplardan yalnızca birinin sırası bozulmuş, mektubun içeriğine yapılan vurguyu çoğaltmak için. Ve hatırlatmak için bize, neye karşı durduğumuzu ve umudumuzu canlı tutmamız gerektiğini…

Yazan: Nâzım Hikmet
Yöneten: Harun Güzeloğlu
Oynayan: Cansu Fırıncı
Palyaço Eğitimi: Ezgi Keskin
Yönetmen Yrd.: Burcu Akpınar
Kostüm: Nazan Ön (ZeZe)
Işık Tasarım: Alev Topal
Görsel Tasarım: Özgür Şahin
Makyaj ve Sahne: Harun Güzeloğlu
Gölge Dekor Tasarımı: Busenur Sevinçli
Işık: Mertcan Ertürk
Fotoğraf: Tahir Enes Akbuğa

(Bu yazı ilk olarak 17 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Eyvah Nadir: Eyvahsız bir yaşamın peşinde...

Ankara Devlet Tiyatrosu'nun 28 Kasım 2017'den bu yana sahnelenen oyunu Eyvah Nadir, geçtiğimiz hafta İzmir turnesindeydi. Cumartesi akşamı izleyip çok eğlendiğimiz oyun için eve dönüş yolunda Pazar akşamı için de bilet aldık; oyun öylesine mutlu ediyor seyircisini.

Eyvah Nadir, 'düzgün' bir yaşam sürmek isteyen sıradan bir yurttaşın adım adım yoldan çıkışının ve nihayet hayattaki misyonunu buluşunun hikâyesini, Nadir'in çevresindeki insanların bakış açısından, anlatıcı konumundaki modern bir meddah aracılığıyla sunuyor.

Oyuna bir meddah gibi giriş yapılınca modası geçmiş bir şeyler izleyeceğiz diye korkmuştum, zira eski tip anlatıcılığın bugüne dair bir şeyler söyleyebilmesi için bugünün dilini de konuşabilmesi gerekir. Ve neyse ki oyun bunu başarmış, hem ne dediğini iyi bilen bir anlatı olmasının hem de teknolojinin imkânları kullanılarak çağdaş bir meddah temsili olabilmiş.

Eyvah Nadir: Eyvahsız bir yaşamın peşinde...

En acıklı hikâyeyi bile muzip bir yönden gören metin, seyircisine kesintisiz kahkaha vaat ediyor. Sahnede 30'dan fazla tipe bürünen Koray Karaca, jest, mimik, tavır, entonasyon ve şan tekniğiyle her bir tipi ve dahi anlatıcıyı birbirinden ayırt ederek can veriyor hepsine, sahnedeki yalnızlığını eksiksiz oyunculuğuyla bezeyerek kalabalık ve renkli bir anlatı sunuyor. Bu tip kalabalığının gereksiz olduğu ya da 'seyirciden ucuz kahkaha koparmak' için yapıldığı gibi yorumlar okudum. Kesinlikle katılmıyorum. Her bir tipin birbirinden net bir biçimde ayırt edildiği sapasağlam bir oyunculukla sunulmaları yanında, oyun metninde Nadir'in bir karakter olarak var olmayışının vurgusunu da çoğaltan bir durum bu tiplemeler çoğulluğu.

İyi oyuncuları kötü metinlerde, kötü oyuncuları iyi metinlerde defalarca izledim ve her birinin ayrı birer işkenceye dönüştüğünü söyleyebilirim. Oyuncu ve rejinin ortalama sayılabilecek bir metni böylesine yukarı çektiği örnekleri ise, özellikle devlet tiyatrolarında çok az gördüm. Başka türlü bir reji ve oyunculukla bu metin vasatın üstüne çıkamayabilirdi, Nadir'in hikâyesi kendine "eyvah" dedirtebilirdi ama neyse ki öyle olmamış.

Koray Karaca'nın enfes oyunculuğunda can bulan onlarca tip, hepsi bize Nadir'i anlatıyor lakin Nadir bizimle hiç konuşmuyor, kendi hikâyesini onun ağzından hiç duymuyoruz. Onun gerçekte ne hissettiğini, ne istediğini, ne düşündüğünü bilemiyoruz. Bize anlatılanlardan yola çıkarak edindiğimiz hikâye, Nadir'in iyi bildiğimiz türden, orta sınıf, mazbut bir ailede, kimseye muhtaç olmadan, kimseye yük de olmadan, yani "eyvah etmeden" yaşaması öğütlenerek yetiştirilmiş, eğitimli, ahlâklı biri olduğu.

Fakat elbette Nadir de bununla sınanacak ve "Eyvah" demeyi öğrenecektir. Ben bu yolculukta, Nadir'in deneye yanıla, düşe kalka, ötelene ötelene ilerlemesini ve nihayet misyonunu diğerkâmlıkta bulmasını, kendisi için değil de başkaları için eyvah etmenin hikmetine varmasını; bunların didaktik bir biçimde anlatılmamasını, aynı şekilde ajitasyon da yapılmamasını, pek çok başka açıdan anlatılan hikâyenin izleyen seyirciye de alan açmasını çok sevdim.

Velhasıl Eyvah Nadir, hem gülmecesi hem de hikâyesiyle çekici, seyir keyfi yüksek bir oyun. Ekibe uzun soluklu bir yolculuk, seyircilere iyi seyirler dilerim...

Yazan: Ahmet Metin Önel
Yöneten: Ali Meriç
Dekor Tasarımı: Seyhan Kırca
Kostüm Tasarımı: Funda Karasaç
Işık Tasarımı: Osman Uzgören
Müzik: Can Atilla
Koreografi: Yıldız Venedik
Sinevizyon Sorumlusu: Numan Tutak, Burak Oral
Oynayan: Koray Karaca

(Bu yazı ilk olarak 8 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Yasak Elma: Gülüşünde hınzır bir soru var gibi*

Yasak Elma: Gülüşünde hınzır bir soru var gibi*

Yasak Elma'nın Alihan Taşdemir'inde, bazılarımıza Kiralık Aşk'ın Ömer İplikçi'sini anımsatan haller var. Veyahut biz Kiralıkçılar, çözülecek yeni bir bulmaca bulduk kendimize… Yine de bu asla bir karşılaştırma yazısı değil, Kiralık Aşk'ı, onun detaycılığını ve bütünlüklü proje tasarımını kıyaslayabileceğim bir iş bir daha ne zaman çıkar karşıma, onu bile tahmin edemiyorum. Benimki sadece, tanımaya yeni başladığım birini, daha iyi tanıdığım biri üzerinden anlamlandırma çabası.

Alihan da tıpkı Ömer gibi, kalın, kırmızı çizgileri olan, kuralcı, mükemmeliyetçi, dikkatli, özgüvenli ve içe dönük biri. Dışarıdaki dünyayla değil, kendi hayatında olup bitenlerle ilgileniyor, kendine ördüğü kozayı kolay kolay bir kenara atamıyor, güzel seviyor, kendisiyle birlikte sevdiğini de zorluyor ve kazanmak için ellerini kirletmiyor.

Ömer'i çok sevdim ve çoğu zaman ona hak verdim ama onu Alihan'la yan yana koyduğum her durumda kendimi Alihan'ın tarafında buluyorum; çünkü Ömer'i didaktik, Alihan'ı ise yalnızca ketum buluyorum. Ömer doğal bir gıcıktı, pek çok insanı zorlayan, bezdiren biriydi doğal haliyle, bir şeyi yapmadan önce uzun uzun düşünür ve bu bekleyiş insanı kanser ederdi, bu nedenle de az kişi vardı hayatında. Alihan ise adım atmadan önce yüzyıllarca düşünmek yerine olacakları yaşayıp görmeyi seçiyor, aksiyon almakta zorlanmıyor, ama hayatını kalabalıklaştırmamak için gıcığı 'oynuyor'.

Ömer birkaç özel insan dışında kimsenin ne düşündüğüyle ilgilenmez, kapılarını kapattığında dışarıda olup biteni umursamazdı, bütün bunlara tek kelimeyle kayıtsızdı o. Alihan kayıtsız değil, kendi düşüncelerini ilk sıraya koysa da çevresindekilerin düşüncelerini önemsiyor, çünkü kendini ne kadar korusa da çevresindekilerin başına bela olabileceğini, onların düşüncelerinin omzuna yük olabileceğini biliyor, bu yüzden de sert ve anlayışsız görülmek pahasına dişlerini göstermekten çekinmiyor. Zeynep, iyilik yaptığının başkaları tarafından bilinmesini neden istemediğini sorduğunda, "Hep iyi olmamı beklemesinler diye," demişti Alihan ve bir kıvılcım düşmüştü içime o an.

İkinci kıvılcım, Ender'in Zeynep ve Yıldız hakkında söylediklerini hiç ciddiye almadığında çaktı. Birini tanıma aşamasında insanın kafası karışmaya, soru işaretleri çoğalmaya pek meyillidir. Oysa Alihan güvenmeyi seçti, yanılmış olduğunu düşünmeyi değil. Buradan anladık ki Alihan'ın kalbi temiz, zihninde kuşkular yok. Bu, yerli dizi evreninde pek de alışık olduğumuz bir hal değil.

Üçüncü kıvılcım da, Lâl aklınca Alihan ve Zeynep'i basmaya geldiğinde çaktı. Alihan, Lâl'i saklamaya, Zeynep görmeden oradan göndermeye kalkışmadı. Lâl hayatına hiç girmemiş gibi davranmadı, yaşananları inkâr etmedi. Lâl onun için bitmiş bir hikâyeydi -bunu Lâl'in kendisine ifade etmek için doğru bir yol seçmediğini kabul ediyorum ama Alihan'ın doğru davrandığı durumda bile Lâl'in bu hale gelebileceğini tahmin etmek zor değil- ve saklanacak, çekinecek bir şey yoktu Alihan için. Ve Lâl Zeynep'in üzerine yürüdüğünde bile soğukkanlılığını korudu Alihan, o durumda kurduğu cümlenin "Lâl, rica ediyorum burdan git," olması bence çok değerli.

Bu yazı Yasak Elma hakkında ama ben hep Alihan'dan bahsettim, çünkü şimdilik tüm sahnelerinden keyif aldığım tek karakter Alihan. Alihan'ı biraz olsun tanıyabildiğimi düşünüyorum ama diğerlerini henüz hiç tanımıyorum, onları tanıdığım diğer insanlardan ve izlediğim diğer karakterlerden ayıracak özelliklerini henüz ayırt edemiyorum. Ve açıkçası, birkaç şey dışında, diğer karakterlerle ilgili merak ettiğim fazla bir şey de yok.

Yıldız böyle pervasızca kendini oyunların içine atarken Zeynep neden bu kadar özgüvensizdir, bilmiyoruz. Halit'i başta Ender olmak üzere tüm kadınlara, hatta kendi öz kızına bile tepkili olmaya iten şey nedir, bilmiyoruz. Zehra'nın neden babasına nazı geçmiyor, bilmiyoruz. Ender neden kendi sorunlarını çözmeye değil de Halit ve Yıldız'ın hayatlarını karartmaya çalışıyor, bilmiyoruz. Bu ve bunun gibi sorularım var, ama açıkçası yanıtlarıyla pek de ilgilenmiyorum sanırım. Alihan'ı tanırken Zeynep'i de tanımaya başlarsak yetinebilirim bununla. Zira Yıldız ve çevresinde olup bitenler ilgimi çekmiyor, Ender'in Yıldız'a yönelik bütün hamlelerinin boşa çıkmasına sevindiğim kadar sevineceğim yaptıkları Yıldız'ın ayağına dolandığında da. Ama o günleri görmek istememin sebebi o hikâyeyi merak etmem değil, o durumda Zeynep'in nasıl tavır alacağını görmek istemem, çünkü Zeynep'le ilgili fikrim ancak o zaman netlik kazanabilir. Eğer sevdiğim Alihan'ı bozmadan ilerletebilirlerse bu hikâyeyi, o günler geldiğinde başka karakterlerden de konuşuruz. O güne kadar herkese iyi seyirler, güneşli günler dilerim…

*Yıllardır dinlediğim, ama bana Alihan'ı düşündürdüğünde bir hikâyeye bürünen Avrasya şarkısı, "Fırtınalar Geldi", söz-müzik: Erhan Güleryüz

(Bu yazı ilk olarak 7 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)