26 Ağustos 2018 Pazar

Thoreau'ya Mektuplar 5: "Yaralıyam Değme!"


Sevgili Henry,

Sen benim rüyama yine gelmedin ama ben dolaylı yollardan da olsa seninle uğraştım rüyamda.

Bölük pörçük uykumda gördüklerimi birleştirip bir çerçeveye oturtmak, onlardan bütüncül bir hikâye yaratmak zor, o yüzden nasıl anlatacağımı tam olarak bilemiyorum.

Bir oda, odanın içinde koliler yığılı. Kolilerde eşyalar da var ama en çok dosyalar, kitaplar, fotokopiler, notlar var ve çoğu da seninle ilgili. Bir sınavda Walden'ın bölüm isimlerini yazmam gerekmiş mesela, onları ezberlemek için aldığım notlar çıkıyor bir yerden. Makalelerinin arasına günlük hayatımla ilgili notlar almışım her nedense ve o notlar, yakın zamanda hayatını kaybeden birinin ölümüyle ilgili bazı sırları aydınlatmakta kullanılacakmış. Ölen kişinin eşiyle bir yemek yemişim olaydan kısa zaman önce, aldığım notlarda o güne dair bir şeyler varmış ve bazı sırların çözülebilmesi için yemeği hangi gün, hangi saatte yediğimizi bulmak gerekliymiş. Bu bilgiyi de ölen adamın kızına vermeliymişim. Bunu bulmak için o odayı kurcalıyorum uzun uzun. Rüyanın sonuna doğru, bu bilginin bende olmadığını, çünkü o gün hesabı annesinin ödediğini, onun hesap hareketlerinden bunu bulabileceklerini söylüyorum kıza. Aslında aklımda "geçtiğimiz Cuma" gibi bir tarih varmış ama kanıtım olmadan bunu söylemek kafa karıştırabilir diye susuyormuşum. Peki bu notları neden senin makalelerinin kenar boşluklarına almışım acaba?

Odada bir yerden kardeşimin fotokopileri ve ders notları çıkıyor; ona soruyorum hangilerini muhafaza etmemiz gerektiğini. O ise her zamanki umursamazlığıyla bir-iki şeyi çekip alıyor ve geri kalanı atabileceğimi söylüyor. Ben onun atmak istedikleri arasından da bazı şeyleri seçip bir başka yere istifliyorum. Rüyamda bile "Belki ben bir gün bununla bir şeyler yaparım" düşüncesi bırakmıyor yakamı.

Kolilerden giysiler de çıkıyor, bir zaman onlarla da uğraşıyorum ama şu an aklımda değil onlar, silinmiş.

Rüyadan uyanmak üzereyken senin mezarının başında bir fotoğraf çektiriyorum!
Saçmalığa bakar mısın, Concorde'a kadar gelmişim, ki dünyanın öteki ucu sayılır, orada gezip görülecek onca yer, sana dair onca mekân varken ben mezarlıktayım! Neden? Ah bir bilsem…

Başka açılardan yorumlanıp anlam kazanabilecek detaylar var elbette, ama bütün bunların arka planında niçin sen varsın, bunu net olarak bilmiyorum. Bütün bu karmaşayı bir arada toplayacak bir şarkı seçimim de yok. Bu nedenle sana dinletmek istediğim bir türküyü seçtim bu kez. Görüyorsun ya, sadece anlatmak istediklerimle değil, sana göstermek, dinletmek istediklerimle de dopdoluyum.

Bu türkü, senin fiziksel olarak uzak, ruhen yakın olduğun bir parçasından dünyanın. Bu evrensel duyguyu yerel bir kompozisyon içindeki anlatıdan dinlemeyi seveceğini düşünüyorum. Ve elbette senin de benim gibi, sık sık bu duyguda kaldığını ve buna benzer cümleler kurduğunu biliyorum: "Yaralıyam değme!"

Sevgimle…

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Thoreau'ya Mektuplar 4: "Fincana Kahve Koydum, Gel"


Sevgili Henry,

Bugün, karşı konulmaz bir çağrım var sana: "Fincana kahve koydum, gel…"

Bir süredir ömrümce olmadığı kadar uzun uyuyorum. Son bir haftalık uykumla bir ay idare ederdim, öyle düşün. Yani uzuuuuun uzun rüyalar görmem, rüyamda seni uzuuuuun uzun görmem için her şey hazır -bir tek sen yoksun. Şarkının dediği gibi: "Sessizlik sensin geceleri…"

Geçen gün, tez danışmanıma senden bahsederken "Ben onunla yatıp kalkıyorum ama o benimle yatıp kalkmıyor" dedim. Bu cümleyi önceden hazırlamamıştım ama ikimizi en iyi anlatan ifade olarak bir anda döküldü dudaklarımdan.

Ben, her geçen gün daha çok katıyorum seni gündüzlerime de. Gün içinde ne yaşarsam rüyamda görürüm ya, seni de günümde çoğaltırsam gecelerime de gelirsin diye umuyorum. Sen gel diye konuşmuyorum elbette seni, herhangi bir konunun sana uzanmaması, herhangi bir sohbetin seni hatırlatmaması artık pek mümkün değil; eh, ben de seni anlatmaktan çekinmiyorum çoğunlukla, laf lafı açıyor derken ben senden konuşmaktan başka bir şey yapmaz oluyorum bazen. Adını vermeden bile senden bahsediyorum çoğunlukla.

Bugünlerde bir de senin arkadaşlarını, hemfikir olduklarını okuyorum; bazen, "Henry olsa bu cümleyi şöyle kurardı," diyerek, bazen de "Hımm belki Henry de bunu demek istemişti," diyerek. Yaşadığın dönemin ruhunu özümsemeye, insanlarını tanımaya, dertlerini anlamaya çalışıyorum. Bütün bunlar seni rüyama da getirebilirse ne âlâ!

"Anlardım aklından geçenleri, sustukça konuştuk sanki…"

Biliyor musun, canım sıkıldığında, üzüldüğümde, hayal kırıklığına uğradığımda devayı hep sende arıyorum ben. Aklımdaki soruyu senin günlüklerine soruyor, rastgele açtığım o sayfada cevabımı bulmaya çalışıyorum. Sen bazen direkt, tokat gibi bir yanıt veriyorsun, bazen dolambaçlı yollardan götürüyorsun beni sonuca. Bazen yaşlı gözlerle sarılırken buluyorum kendimi kitaba, bazen uzuuuuun uzun düşünmem gerekiyor anlamak için seni. Fakat her seferinde illâ ki bir yanıtım oluyor.

Şimdi de sen gel, kendin gel, birer kahve içelim, dertleşelim, ağlaşalım ve artık başka bir boyutta anlayabileyim seni.

Sevgimle…

3 Ağustos 2018 Cuma

Thoreau'ya Mektuplar 3: "Hele bi' başla"

Sevgili Henry,

Bu aralar her zamankinden çok haşır neşirim seninle, her zamankinden fazla da yazdım üstelik. İnanabiliyor musun? Ben çektim önüme klavyeyi, yazdım. Yazdığımdan fazlasını sildim belki, ama yazdım, yazıyorum. Ve sen hâlâ gelmiyorsun.

Ve bu aralar bazı popüler şarkılar takıldı aklıma, her gün en az bir kere dinlemeden edemiyorum. Biliyorum, bazılarına başka bir zamanda denk gelmiş olsam ikinci kez bile dinlemeyecektim; ama beni yakalamayı başardılar ve onlarsız geçmiyor günler. Şarkılar zaten böyledir, böyle olmalıdır; senin kapıyı açmanı beklemeden duvarlardan sızmalıdır. Neyse, konumuz bu değil.

Aklıma takılan şarkılardan biri, bu mektubu da yazmama sebep olan, Yalın'ın "Hele bi' başla" şarkısı. "Bizi yazsın diye değil şarkılar" cümlesine takıldım ilkin. Öyle ya, hayatlar şarkılar yazsın diye yaşanmıyor, iyilikler tarihe kazınsın diye yapılmıyor lakin şarkılar yine de bulup çıkarıyor, çoğaltıyor hikâyeleri. Şarkının tüm sözlerine dikkat kesilince başka güzel sözler de yakaladım ama dahası, şarkının video klibini baştan sona birkaç kez izledim bu sayede.

Orijinal bir fikir mi bilemiyorum ama kavgaların, anlaşmazlıkların ya da suskunlukların üzerine ışık tutma fikrine âşık oldum. Işık tutmak, sessizce yaklaşıp, hiçbir şey göründüğü kadar değil, demek gibi. Biraz da ışıkta bak, aslında o sorun o kadar da büyük değil, demek gibi. Bak, bu işin bir de bu tarafı var, demek gibi. Hem kendinin hem de karşındakinin yerine düşünürken çözümsüzlüğe hapsolduğunda bile nefes almaya hâlâ yer var, demek gibi. Her işin senin göremediğin karanlık bir tarafı var ve ne yaparsan yap olmaya da devam edecek, demek gibi.

Bu fikir bana derin nefesler aldırdı, beni ferahlattı ve nihayet gülümsetti. Bunun ardından "Hele bi' başla" cümlesi de ikna edici bir hal aldı. İster birine, ister kaleme, "hele bi' başla sarılarak", o zaman "dolmaz mı sayılı günler", dolmaz mı boş sayfalar? Bir yerden başlayabilirsem anlatmaz mıyım seni doya doya? 

Başladım işte, sarılmaya da, yazmaya da. Sen de geleceksin benim rüyama eninde sonunda. Şarkılar bunu anlatsın ya da tezim seni yazsın diye değil, ben bunu istediğim ve bunca çabalayıp hak ettiğim için.

Sevgimle…