19 Aralık 2013 Perşembe

Sevdaluk 1


11 Aralık 2013

  “Değil mi ki yüreğine musallat...” 

Sevdaluk, ilk bölümüyle beni tatmin etti diyemem. Ama kötü de diyemem. Bir kere bu kadar kalabalık bir kadro varken ilk bölümde bütün detaylara vakıf olmayı beklemek zaten insafsızlık olur, o yüzden gerçek hikayenin sırrına ermek için birkaç bölüm daha izlemek gerek.

Karadeniz şivesini çok iyi bilmiyorum, yanlışsam düzeltin, ama dizideki şive benim kulağımı tırmaladı, sahici gelmedi. Bu da zamanla oturacaktır, zira öyle kolay kolay toparlanacak ve üzeri bir kalemde çizilecek bir kadro değil karşımızda duran.

Ali İhsan (Erdal Özyağcılar) ile Adalet’in (Demet Akbağ) aşkına, onların bir araya gelmelerini çok isteyecek kadar ikna olmadım henüz, dolayısıyla bana bu diziyi izletecek şey bu aşk değil. (Ama Adalet’in kendi kendine konuşurken kurduğu cümlelere, özellikle de “değil mi ki yüreğine musallat” sözüne, ba-yıl-dım!) Ben daha çok Orhan’ın (İbrahim Kendirci) neden evi terk edip gittiğini ve tabii ki niye döndüğünü, Muhtar’ın (Cengiz Bozkurt) Adalet sevdasının nerelere varacağını ve elbette Şenyuva Köyü’nün HES’le nasıl mücadele edeceğini, “insanın koyduğu yasayla tabiatın kafasını yarmak” isteyenlere nasıl karşı durulacağını görmek istiyorum...

Özetle, sağlam kadrolu, neşeli ve çok şükür ki entrikasız, üstelik toplumsal duyarlılığa da sahip olan yepyeni bir dizimiz oldu. Çok uzatmadan, aldığım birkaç notu paylaşayım:

- Bölümün hemen başında, mis gibi yemekleri bulmuş götürmekte olan ayı durduk yere niçin kaçtı ormana? Hadi onun mantıklı bir açıklamaya ihtiyacı yok, ayıdır kaçar. İyi de Adalet niye kovalıyor onu, hayvan çıktı gitti işte kendi ortamına. Kadın adama gıcık oluyor (!) diye hayvana şiddet senaryosu yazmak niye?

- İleride belki bunun da bir açıklaması olacaktır ama bu köyün muhtarı neden İstanbullu gibi konuşuyor? Ayıyı “tolere edemeyen”, “insanda konsantrasyon bırakmıyorsunuz” diyebilen muhtar yazılmasının sebebi ne?  

- Zuhal Gencer’e, sırf biz karakterlerin yakınlık derecelerini öğrenelim diye yazılmış olan “benim ablamla senin abinin kavgaları” türü cümleler umarım artık kurulmaz.

- Son olarak, köyde iddiaya tutuşan o teyzeler size de Muppet Show’un yaşlı amcalarını hatırlatmadı mı?



15 Aralık 2013 Pazar

Güneşi Beklerken 24




(15 Aralık 2013)


“Beklenen itiraf” ile sonlanan geçen bölümün ardından hepimizin aklında sorular kaldı. Bunlardan biri, “Kerem o kağıtları hep cebinde mi dolaştırıyormuş” sorusuydu. Evet, Kerem o akşam Melis’le ipleri koparacağını biliyordu, ama Barış ve Zeynep’in o gece ayrılacağını hesaplayamazdı, ki ayrılığın bilgisi o gece ona ulaşmış mıydı, burası da muamma. Dolayısıyla ben, Kerem’in o kağıtları cebinde bulundurmasının açıklamasını bekliyorum hâlâ...

Kerem kendine ceza yazdırdı, Melis ne bulduysa yiyip anoreksiyasını azdırdı, Barış gidip Kerem’e mızmızlandı, Zeynep annesinin koynuna sığındı. Böylece yaşananların en çok Zeynep’i büyüttüğünü görmüş olduk. Kerem ve Melis kendine zarar vererek olanları düşünmemeyi seçti; Barış, dizinin başından beri en ince, en derin, en anlayışlı olan o Barış bu kez yüzeyde kaldı, olan biteni göremedi ve bir kadının eski sevgilisinin olmasını isteyeceği en son adam olma yolunda engel tanımayacağının sinyalini verdi. Zeynep’se annesine döktü içini, onun tecrübelerinden kendine bir çözüm bulmaya çalıştı, bulamadı tabii. Neticede çareyi yorganın altına sığınıp her şeyden kaçmakta buldu, eh, yaş henüz 17. 

Melis’in onca şeyi yemeden önce kaydettiğini tahmin ettiğim videosunu izledikten sonra benim de boğazıma bir şeyler düğümlendi. Bu da aslında Barış’ın aklından geçirdiklerinin başka türlüsü: ‘Suçlu ben olayım, her şeye razıyım ama yeter ki ayrılmayalım’ kafası... Kısa vadede Melis’in başarılı olma şansı var ama o bile olmasa ben çok sevinirim.

“Ben bir zamanlar anneydim” diyen Sevim’e bu farkındalık ne zaman ve nereden geldi, hiç anlamadım. Kendisi de pek anlamamış olacak ki nutuğunu attıktan sonra o rutin ve ruhsuz hayatına geri döndü son sürat.

Sabahleyin Melis’in aynayla konuşup dik durmaya, güçlü olmaya karar vermesi çok hoştu, Kerem’in gömleğini pantolonunun içine sokup kravat takmaya çabalaması ve sonra durumun tuhaflığına uyanıp vazgeçmesi de ona keza. Zaten Melis’e Aksel’in tehdidinden bahsetmesi dışında hatasızdı Kerem o sabah ve o hata da Kerem’le Zeynep arasına Barış ve Melis’ten başka engeller çıkaracaktır.

Sabahları Yağmur’un evine kadar gidip özür dileyecek kadar makul olmaya başlayan Kerem, akşamları cozutuyor Zeynep’i romantik bir ortama çağırıp “söylediğim her şeyi unut” diyecek, yetmezmiş gibi o romantik ortamda Zeynep’le Barış’ı baş başa bırakacak kadar... Neyse ki Zeynep, ne istediğini henüz bilmese de ne istemediğini iyi biliyor da benim karın ağrılarım daha da şiddetlenmiyor.

Ben, bu dizinin en başından beri derinden bir bağ kurdum hikâyeyle. Belki biraz Zeynep’te, biraz Demet’te, biraz da Jale’de kendimi gördüğümden, belki nefret ettiğim lise yıllarımı bile özleyecek kadar içime işlediğinden, belki Emre Kınay’ı bu kadar sevebileceğim bir rolde izlemeyi çok çok özlediğimden, belki de ergenlik yıllarımı tebessümle hatırlamama yol açması yetmezmiş gibi o yıllarda duyduğum gibi yoğun bir heyecanı Kerem’le birlikte duyduğumdan...

Televizyon izlerken rastladığı her cümleyi kendi hikayesinde sınayıp kafası karışan, annesinden Kerem-şanti isteyen, kurabiyelere kendi adını yazan Zeynep’e döktüğüm gözyaşları belki de sadece benim geçmişimden, ama karın ağrılarım sahici, onlar bugünden...

8 Aralık 2013 Pazar

Fatih-Harbiye 14



 (7 Aralık 2013)
“İnsanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan zordur.”

Dizinin hikayesi aynı yerde dönüp duruyor başladığından beri. Pelin’in hırsı ve kaprisleri, Neriman’ın karar veremeyişi, Macit’in ısrarı, Şinasi’nin hırçınlığı, Fatih tarafının hezeyanları, Harbiye tarafının samimiyetsizliği... Romanın içinden sadece zengin-fakir çatışmasını alıp süslemeye çalışınca olacağı da buydu zaten.

Yaşadıkları baştan beri dokunuyor içimizde bir yerlere, ama hep “ama”lar var Aslı’nın etrafında. O iğrenç bekaret kontrolü ile başlayan, kaynananın psikolojik, kocanın fiziksel şiddeti ile devam eden acılar silsilesi ve her aşamada bunlara eşlik eden ve inandırıcılıktan git gide uzaklaşan gözyaşları annesinin... (Anne karakterine uzun uzun saydırabilirim zaten ama özellikle Nezahat’e olan tavırlarında ayyuka çıkıyor bu sahteliği ve katlanılmaz bir hal alıyor.)

Bu bölümde uzuuun uzun uyudu Aslı, geçen bölüm ardından uzuuun uzun ağladığı yorganının altında. Aslı uyuyor diye ağladı da ağladı samimiyetsiz annesi. Sonra Gülter ve şürekası koştu geldi, beraber dövündüler dakikalarca... Altı tane kadının arasında tek bir tanesi, bir tek Şahika güçlüydü “Yeter be!” diyebilecek kadar, şükürler olsun dedi de. “İnsan dediğin kendine batmayan çiviyi acıdan saymaz,” dedi Aslı’ya, bu dünya dertler içinde yüzüyor, aç gözünü dedi, silkeledi onu.

Duygu Onur’dan vazgeçip Özlem de yurtdışına gidince Macit-Neriman-Şinasi, Neriman-Macit-Pelin ve Macit-Pelin-Onur üçgenleri yetmemiş olacak ki bir de Rüya Hanım çıktı başımıza, Rüya-Şinasi-Neriman üçgenini oluşturmak üzere ve girer girmez, olabilecek en çiğ cümlelerle ‘yazmaya’ da başladı Şinasi’ye. Hikayenin hiçbir yere gitmeye niyeti yok yani.

Çiğ cümleler demişken, geçen bölümün sonunda Neriman’ın resimlediği figürün üzerine kalp çizen Macit’in ergence tavırlarına değinmeden geçmeyeyim. Ben sanırım en son ortaokuldayken görmüştüm aşkından oraya buraya kalp çizenleri. Mademki bunu yazdınız, istedim ki Neriman bunu da söyleyiversin Macit’e, “çocuk musun sen” diyebilsin, ama nerdeee? Yetmezmiş gibi derdini anlatmaya çalışırken “Çünkü artık ‘biz’ diye bir cümle var”dedirttiniz Macit’e. Hayır ne gerek var bu basitliklere, onu da anlamıyorum. Siz ki aynı bölümde Faiz Bey’e “İnsanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan zordur,” dedirtmiş senaristlersiniz, o kırmızı kalp ne?

Her bölüme birkaç kez yazılan karşılaşma sahnelerine de bir son verilmeli artık. Neriman evden çıkar, her çıktığında mutlaka Şinasi ile karşılaşır, her iki karşılaşmanın birinde Macit çıkar ortaya, bunları bir bölümde Cihan görüyorsa diğerinde Nezahat görür, dedikodu alır yürür; sanırsın mahalle tek bir sokaktan, sahil şeridi tek bir banktan ibaret, İstanbul ufacık! Bir de her bölüm bu karakterlerin çeşitli kombinasyonlarda karşılaşmaları ile sona eriyor, dizideki en şaşırtıcı durum buymuş gibi.

Velhasıl dizide, on dört bölümdür –yani yaklaşık üç buçuk aydır- bir arpa boyu ilerleme yok, aynı çatışma ve karşılaşmaların tuhaf türevleri var sadece...

5 Aralık 2013 Perşembe

Kişisel Saçmalamalar Vol.1

Bilgisayardan izlemekte olduğum dizide biri, kimsenin görmemesi gereken bir videoyu izlemektedir tek başına bir odada. "Çat!" diye odanın kapısı açılır, ben telaşla durdururum diziyi, kapıdaki kişi gizemli videoyu görmesin diye...

Henüz



Hayal ettiklerimin gerçekleşmemesi ihtimaline gülümseyecek kadar sevmiyorum henüz. Suskunluğum, hırçınlığım, bir parlayıp bir sönüşüm bu yüzden...

1 Aralık 2013 Pazar

Bugünün Saraylısı 1



 (9 Kasım 2013)

Refik Halid Karay kalemini sevdiğim, okumaktan keyif aldığım bir yazar değildir. Bugünün Saraylısı da, dizisinin çekileceğini öğrenene kadar dikkatimi çekmemişti hiç. Ama diziyi izlemeden önce romanı bilmek istediğim için başladım okumaya. (Zaten bu ülkede edebi yapıtların televizyona uyarlanmasının tek bir faydası varsa, o da ilgili roman ya da öyküyü en azından birkaç kişiye daha okutmasıdır, gerisi çoğunlukla emek israfı.) Okumaya başladım, romana kötü demeye dilim varmaz, ama bir şaheser olmadığı da açık. Ve dizinin kadrosunda Nazan Kesal ve Selçuk Yöntem isimlerini görmeseydim okuyup bitirmeye bu kadar istekli olur muydum? Pek sanmıyorum. Yine de okuyup bitirdim, romanı değil de Ata Efendi’nin hikâyesini, Refik Halid’in dilini ve tarzını değil ama özellikle romanın finalini çok sevdim.

Okurken bir yandan da ismi açıklanan oyuncularla roman karakterlerini eşleştirmeye çalıştım ve Selçuk Yöntem’i Ata Efendi (dizi günümüzde geçtiği için Ata Bey) olarak tahayyül etmekte hiç zorlanmadım. Eşi Üftade Hanım ise pek mühim bir karakter olarak tarif edilmediği için Nazan Kesal’a, onun parlatabileceği, içerikli ve derin bir karakter yazılmış olacağını düşündüm.

Dizi jeneriği, “Refik Halid Karay’ın aynı adlı eserinden esinlenilmiştir” ibaresiyle sonlandı ve anladık ki romanın ismi ve bazı karakterleri yer alacaklar dizide, fakat yeni hikâyeler izleyeceğiz. Bu ifadeyle Bugünün Saraylısı, kendine “uyarlama” diyerek hatıralarımıza kasteden diğer dizilerden ayırt etti kendini ve romanda o yoktu, bu yoktu eleştirilerinden de büyük ölçüde kurtardı kendini. Gerçi ilk bölüm itibariyle henüz romandaki esas duyguyu yakalayabildiklerini ve o saflığı gösterebileceklerini söylemek zor, ama en azından başka bir şey izleyeceğim duygusuyla oturuyorum ben de ekran karşısına.

Pilot bölüm, Ata Bey’in piyano solosu ile başladı. Parmaklarının tuşların üzerindeki sakin ve acılı gezintisi, Üftade’nin sessiz gözyaşları, Feride ve Çetin’in bekleyişleri... hem görsel hem de duygusal açıdan oldukça iyi bir giriş sahnesiydi. Ardından, Katiboğlu ailesinin yıllardır yaşadığı, hatta Ata Bey’in doğup büyüdüğü aile yadigârı yalıdan finansal sebeplerle taşınıyor ve bu nedenle müteessir olduklarını gördük.

Ultra zengin ve yakışıklı esas oğlan kontenjanından Serhat Teoman’ı, Ata Bey’in finansal sorunlarına çözüm olacak küstah bir iş teklifi yapan işadamı Savaş Ataman rolünde gördük, ilerleyen dakikalarda anne Ataman da bu küstahlığı sürdürecekti. Bu mevzu daha birkaç bölüm böyle gider gibi görünüyor.

Ata Bey’in yalısı, yalının eski kâhyası Yaşar Kaya tarafından satın alınmış. Yani geçmişten gelen bir zengin-fakir çatışması ile günümüzde zenginlerin kafalarında yarattıkları asalet-sonradan görmelik ikiliğinde yaşadıklarını, “bugünün saraylıları”nı izleyeceğiz. Bir de Yaşar Bey’in Ata’dan intikam alma, onun canını yakma merakı var gibiydi ama henüz ilk bölümün sonunda gerçeği açık eden Yaşar Bey, olay örgüsünün yine de Ata Bey etrafında şekilleneceğini göstermiş oldu. Bence de, hem romanın tek esas kişisi Ata Bey olduğundan, hem de oyuncu olarak Selçuk Yöntem gibi büyük bir isim tercih edilmişken hikâyenin odağının değiştirilmemesi çok doğru bir tercih. Bu arada, sevgisiz, ruhsuz, hatta kötü Yaşar Bey rolünde Metin Coşkun’a bayıldım. Mimikleri ve o iğrenç sarı saçlarıyla karakteri tek bir bölümde, tüm yönleriyle göstermeyi başarmış.

Ayşen rolündeki Cansu Tosun’un o ürkek, acemi, elini kolunu nereye koyacağını bilmez halleri şahane, Serhat Teoman ve Ali Ersan olması gerektiği gibiler, şimdilik yakın arkadaşlar, oyunculukları da aynı yakınlıkta seyrediyor ama Savaş kötüye Fatih iyiye doğru yol aldıkça ve bu yolda her ikisi de Ayşen’e fena halde tutuldukça göreceğiz gerçek oyunculukları, konuşmak için erken şimdi. Dilşad Çelebi, romandaki Ayşen sarışın olduğundan, benim Ayşen karakteri için düşündüğüm oyuncuydu, burada yine zengin ve havalı Neslihan olarak pek de yeni bir şey vaat etmiyor, ama sırıtmıyor da şimdilik, izleyip göreceğiz gerisini... Feride ve Süreyya karakterleri biraz üsturuplu yazılmış olsalardı, ergen değil kadın olsalardı, Ayşen ve Neslihan’la ilişkileri de daha inandırıcı olabilirdi.

Ben yazdıklarımı toparlayıp paylaşana kadar dizi dördüncü bölüme ulaştı bile. İkinci ve üçüncü bölümleri de izleyince diziyi bir süre daha takip etmeye karar verdim, Selçuk Yöntem ve Nazen Kesal’ı bir arada bulmuşken öyle kolay bırakamıyorum. Ama Nazan Kesal’a yazılan rolden memnun olduğum anlamına gelmesin bu; sadece gösteriş için yaşayan ve sahip olduklarını korumak için türlü entrikalar çevirmekten geri durmayacak gibi görünen bu Üftade’yi ben hiç sevmedim. Rica ediyorum, lütfen Nazan Kesal’dan yeni bir Hatice Aslan yaratmayın!




4 Kasım 2013 Pazartesi

Güneşi Beklerken 18

(2 Kasım 2013)


Dizinin ilk 15 bölümünde, Zeynep’in Sayer Koleji’ne gelmesi ve Kerem’in iktidarını sarsması sonucu yaşananları izledik. Zeynep’in ortama alışıp yakın arkadaşlar edinmesi, Kerem’in uysallaşması gösterildi adım adım. 16. bölümde ise her şey başa sarmıştı sanki, Kerem aynı agresif Kerem, Zeynep yine onun saldırganlıklarının birincil hedefi. Kendi kendime üzülmüştüm bunca haftayı boşuna izlemişim gibi hissettiğim ve devamını izleyip izlememeyi sorguladığım için.

17. bölümde gerginlik doruğa ulaştı ve 18. bölümde, Kerem’in neden eskiye döndüğüne dair net bir yanıt aldık. Kerem, kendini ikna edemediği konuda başkalarını ikna ederse içine hapsolduğu o cendereden çıkabileceğini sanıyordu; bu şekilde çıkamayacağını da, hareket alanının ne kadar dar olduğunu da bu bölümde anladı. Melis’le yaptığı konuşma, kendisine yalnızca ismiyle hitap eden ebeveynler anlatısı, Kerem’de neyin eksik olduğunu ve bütün o hırçınlığına rağmen derinde bir yerde onun da şefkate ihtiyaç duyduğunu gösterdi.

Bölümün finalinde, Kerem’in önündeki iki yolu izledik: kazanmak ve susmak ya da kaybetmek ve konuşmak.  İlkinde Kerem’in hikâyesi bir süre daha düğümlü kalabilir; ikincisinde ise bizleri yeni heyecanlar bekliyor. Bu ikinci seçenekte aslında yine iki yol var, ama bize yalnızca biri gösterildi ve böylece üst seste Kerem, “şimdi bana sorsalar ‘kazanmak mı kaybetmek mi’ diye…” derken, kalbinden neyin geçtiğini görmüş olduk.


Daha önceki bölümlerde var mıydı bilemiyorum ama bu bölümün bitiş jeneriğinin en sonunda “GB FANLARINA TEŞEKKÜRLER :) ” ifadesi vardı, kendi adıma, genellikle dizilerin yalnızca final bölümlerinde görebildiğimiz seyirciye teşekkür jestini sezon ortasında görmekten mutlu oldum.


2 Kasım 2013 Cumartesi

Adını Kalbime Yazdım 1

(26 Ekim 2013)


Serhan Yavaş’ın uzun süredir hiçbir projeyi kabul etmediğini okumuştum, bu nedenle de iki buçuk yıl ara verdikten sonra yer aldığı dizinin özel bir iş olmasını bekliyordum. Oysa “Adını Kalbime Yazdım” klişelerden mürekkep bir dizi. Kan davasından kaçıp şehirde büyümüş bir toprak ağası, şehirli ve batılı bir kadın; bolca Asmalı Konak hamuru, biraz da Aşk ve Ceza sosu… Serhan Yavaş’a hâlâ dublaj yapılıyor olması da ayrı bir sorun, üstelik senkron problemi de var.

Hikâye klişe, karakterler de öyle, hatta dizinin ismi de… Klişe olmasına klişe, tamam, zaten pek çok iş öyle, ama bunun inandırıcılık sorunu da var. Adamımız attan düşüyor, bacağını incitiyor. Ağa ya, bir şekilde ayağına getiriyorlar doktoru, ağrı kesici iğne yapsın diye. Olmaz diyor doktor olan esas kadınımız, hastanın hastaneye gelmesi, röntgen çektirmesi gerek. Ama beyimiz çok meşgulmüş, zamanı yokmuş, doktor hanım çok konuşmasın, iğnesini yapsınmış, mesuliyet beyimize aitmiş. Ağadaki bu kibri, umursamazlığı anlıyorum da o doktorun pes edip o iğneyi yapmasını anlamıyorum işte. Bunun hiçbir koşulda doğru bir davranış olmadığını ben bile biliyorum da o doktor mu bilmiyor? Üstelik bölüm boyunca inatçılığı, aksiliği, asiliği vurgulanmış bir kadın bu. İnanmadım işte.

Ertesi gün doktorumuz arabasıyla giderken ata binmekte olan ağamızla karşılaşıyor, durup konuşuyor biraz. Ne hikmetse tam o sırada doktorumuzun baba yadigârı vosvosu bozuluveriyor. Ağamız centilmen, adamlarını çağırıp aracı tamire, kadını da araç tamirden gelene kadar beklemesi için kendi evine gönderiyor. Kadın da her nedense hiç itiraz etmeyip gidiyor adamın evine. Ama ağamızın işi var yine, kadını orada yalnız bırakıyor saatlerce. Ancak hava karardığında bu saçmalığın farkına varan kadınımız çıkıp yürümeye başlıyor kendi evine… Ağamız geldiğinde öğreniyor durumu, o saatte kadın başına ne işi varmış sokakta, düşüyor peşine. Atışmalardan sonra bindiriyor doktoru arabasına, evine bırakacak.  Arabada konuşurken öğreniyor ağamız, kadının babasını kaybettiğini ve “başınız sağ olsun” diyor haliyle. Kadın cevaplıyor, “siz de sağ olun”. Beş altı saniyelik sessizlikten sonra kadın soruyor: “Sen ne iş yapıyorsun?” “Siz”den “sen”e geçisin sebebine de hızına da akıl erdiremedim ben. Zaten kadın neden kendi evine değil de ağanın evine gitti, adam kadını neden yalnız bıraktı, bunların cevabı da yok. Sırf ikisi o gün bir kere daha görüşsünler diye yazmışlar da yazmışlar. Ben bunu da yemedim. Ve bu anlattıklarım, 2 saat süren bölümün sadece ilk çeyreği…

Gerisi de bildiğimiz şeyler zaten; adamla kadın sevgili olurlar, ama ağamızın, terk ettiği memleketindeki kan davasını sona erdirmek için, kanlısının kızıyla evlenmesi gerekmektedir, kadere bakın ki kanlısının kızı da ağamıza yanıktır zaten. Olaylar olaylar…

Ben genellikle ilk üç bölümü izlemeden karar vermem bir diziyi takip edip etmemeye ama bunda ikinci bölümü görmeme gerek bile yok.

1 Kasım 2013 Cuma

Nesir TV

Televizyon hayatımın önemli bir parçası, televizyonsuz ev, bence boş kümenin tanımı. Evet, kitapsız ev de öyle, ama özellikle yalnız yaşayan biri için televizyonun başka bir yeri, başka bir önemi var.

Sabahları yataktan çıktığımda henüz uyanmamış oluyorum bazen, ama yine de televizyonu açmayı unutmuyorum.

Ekranda, beni özellikle ekrana çeken bir şey ya da bir kişi yoksa, televizyonla arkadaşlığıma eşlik eden bir dolu başka şey de yapıyorum (örgü örmek, sudoku çözmek, ütü yapmak, oyun oynamak, chat yapmak gibi), günlük işlerimi televizyon izlediğim saatlere (duş almak, alışveriş yapmak, arkadaşlarımla buluşmak gibi) ya da izlediğim programların reklam aralarına (kahve yapmak, tuvalete girmek, yıkanan çamaşırları asmak gibi) göre ayarladığım da oluyor. Yirmi küsür yıllık sadık bir "kare kafa" olarak televizyonu kendime, kendimi televizyona uydurmak konusunda oldukça başarılıyım.

Yakın çevremde, televizyona en çok bakan, onunla en çok zaman harcayan ve ona en çok kafa yoran bir "telekolik" olarak biliniyorum ve yine de şaşkınlıkla karşılanıyorum her defasında. Oysa ben iletişim okumayı da bu yüzden istemiştim, okurken de en çok televizyon üzerine çalışmaktan keyif almıştım; konu seçimi bana bırakılan her ödevde televizyonu yazmıştım.

"Prime time" dizileri yeni sezona başladığında gündelik konuşmalarımız dizilere bağlanıyor bir şekilde ve kendimi "bilirkişi" rolünü oynarken buluyorum. Ben rolümü keyifle oynarken insanların, benim anlattığım şeyle değil de anlatma iştahımla ilgilendiklerini ise biraz geç fark ediyorum. Son zamanlarda en çok duyduğum şeylerden biri, "ya sen bunları yazsana" cümlesi. Oysa ben senelerdir yazıyorum zaten, benim bir "Televizyon Günlüğü"m bile var. Birilerinin onu okumak isteyeceğini ise pek düşünmemiştim.

Bu aralar düşünüyorum, yakında yazarım. ;)




30 Ekim 2013 Çarşamba

Koşmaya Başlamalı



Aylar sonra tezim için çalışmaya başladım bugün. Elime aldığım ilk okumada, Thoreau ve Emerson üzerine çalışan Walter Harding'in yazdığı bir önsözde karşıma şöyle bir paragraf çıktı:

1844’ün sonbaharında Ralph Waldo Emerson, Walden Gölü kıyısındaki ağaçları kesilmekten kurtarmak için birçok orman arazisi satın aldı. 5 Mart 1845’te Ellery Channing, Thoreau’ya şöyle yazdı: “Bu dünyada senin için ‘Funda’ adını verdiğim (Walden’deki) araziden daha uygun bir yer göremiyorum; oraya git, kulübeni yap ve en büyük planını uygulamaya, canlı canlı kendini yemeye başla.” 

Tezim beni kendine çağırıyor, öyleyse artık koşmaya başlamalı!

--
Not.1. Thoreau tezimin ilham kaynağı olan düşünür.
Not.2. Emerson tezimin özgünlüğüne kaynaklık eden fikirlerin sahibi ve Thoreau’nun yakın arkadaşı olan düşünür.  
Not.3. Channing bir teolog ve şair, henüz tezimle bir ilişkisi yok ama her an olabilir!
Not.4. Konumuzla doğrudan ilgisi yok ama, ilk cümle sizin de nefesinizi kesmedi mi?

Şerh

Bir önceki yayınımın başlığı "sevmeyi sevmek", ama aslında en doğru başlık bu değildi. İlk aklıma gelen "mazoşizm" olmuştu, o da uygun değildi hiç.

Bir tür kabullenişti aslında o tek cümle, yine de adını koymak, kabullendim demek zordu. Hala zor. Yine de zor. Ama o başlık da içime sinmiyor bir türlü, buraya bir şerh düşeyim istedim.

29 Ekim 2013 Salı

Sevmeyi Sevmek

Beni hiç sevmeyeceksin ya, ondan çok istiyorum seni sevmeyi.

29.10.2013/ 03:21

9 Ekim 2013 Çarşamba

Savaş Boyaları

Savaş boyalarını süründüğün gün düşmanla karşılaşmazsın. 

Yeni bir Murphy kanunu daha, tecrübeyle edindiğim.

Düşman meydanda değilse ben hazırken rövanşa, hükmen galip sayılabilirim yine de.

Öyleyse geçen haftaki mağlubiyetin anlamı da budur: çıkmam gerekiyormuş o boşluktan işte. Budur!

3 Ekim 2013 Perşembe

Sığamadım Aşkın Boşluğuna

Çok kötü uyandığım bir sabahta, istemeye istemeye gittiğim o yerde karşıma çıkmasını en son isteyeceğim kişiyle karşılaştık ve karşılaştığımızda olabilecek en kötü şey oldu. Sustuk.

O sırada kulağımdaki şarkı, "Bana dar sahnesi dünyanın, sığamadım aşkın boşluğuna" diyordu... Sığamıyorum yere göğe...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Felsefeyi bu kadar ciddiye aldığınız için teşekkür ederim!



Bugün pek çoğumuzun haber sitelerinde denk geldiği bir başlık var: “Felsefi tartışma kanlı sonuçlandı” minvalinde… Güya Kant tartışan iki kişiden biri diğerini plastik mermi ile hastanelik etmiş. 

Olayla ilgi yazılan hem Türkçe hem de İngilizce haber metinlerinde bir şey özellikle dikkatimi çekti; haberi yapanlar, tartışma sebebinin Kant’ın düşünceleri olduğuna cidden inanmışlar, çok güldüm buna. Hatta dalgasını da geçtim, demek ki Nietzsche falan tartışsalar daha neler neler olacak!

Memet Ali Alabora, Yeni Şafak gazetesinin kendisiyle ilgili olarak, ‘yönettiği tiyatro oyunu ile darbe provası yaptığı’ haberi hakkında konuşurken “tiyatroyu bu kadar ciddiye aldığınız için teşekkür ederim” demişti. Alabora’ya nazire ile şunu demek isterim habercilere, naçizane: Felsefeyi bu kadar ciddiye aldığınız için teşekkür ederim!


İlgili haberlerden bazıları: