4 Mayıs 2018 Cuma

Thoreau'ya Mektuplar 1: "Seni Kendime Sakladım"

Sevgili Henry,

Öyle ya da böyle, bunca yıllık hukukumuz var seninle. Seni okumakla ve senin üzerine çalışmakla kalmadım, sana olan ilgimi akademik bir düzeyde bırakmadım, pek çok yerde hakkında konuştum, pek paylaşmasam da hakkında onca şey yazdım, seni birçok insana tanıttım, günlüklerinde kendimi buldum derken seni diğerlerinden önde ve ötede tuttum hep, bu nedenle sen benim için artık Henry'sin, Thoreau değil.

2008 yılının sonlarıydı seninle ilk karşılaşmamız. Şaşırtıcı değil, büyülemiştin beni güçlü cümlelerin ve müdanasız tavrınla. O günden bu yana hiçbir şey eksilmediği gibi senle kurduğum her temasta daha da büyüdü, seni tanıdıkça derinleşti, sağlamlaştı o büyü. Senin benim hayatımdaki yerin de giderek büyüdü; tezimin 'bir bölümü' değil 'tamamı' oldun, beni yeni yollara çıkardın, hiç tahmin etmeyeceğim bir dönemeçten geçirip en eski hayallerimin yoluna soktun, hem de hiç umudum kalmamışken.

Bugünlerde, mecburen de olsa, seninle yatıp kalkıyorum, adının geçmediği bir gün yaşamıyorum, malum ya, seni yazıyorum. Belki de seni bu kadar çok sevdiğimdendir yazdıklarımı paylaşamayışım ve seni kendime saklayışım.

Ama biliyorum, paylaşmalıyım, böylece çoğaltmalıyım da seni. Kendimi buna ikna edebilmem için senin de buna razı olman gerekiyor sanırım. Bana kendini yeterince açmadığını, tozu dumana katıp kaybolduğunu hissediyorum bugünlerde. Bunca teşrik-i mesaiye rağmen rüyalarıma gelmeyişini başka türlü açıklayamıyorum.

Yalnızca bu tezi yazabilmem ve bu yükten kurtulabilmem için değil, seni daha iyi anlamak ve anlatmak için de buna ihtiyacım var. Sana mektuplar yazacağım bu süreç boyunca ve seni çağıracağım. Biliyorum, geleceksin; yalnızca satır aralarından, sayfa boşluklarından değil, bilinçdışımdan da sesleneceksin bana. Böylece senin de onayladığın bir iş çıkarıp bitireceğim tezimi.

Bu çağrılarıma sevdiğim şarkılar eşlik edecek, her zaman olduğu gibi. İlk mektubumun şarkısı, "Seni Kendime Sakladım". İlk cümlesinden itibaren seni anlattığı için bana, bize yol açabileceğini düşünüyorum bu şarkının. Bu uzun yolun sonunda varacağım yer de burası üstelik. Esas yazmak istediklerimi yazacağım ondan sonra, kendime sakladıklarımı anlatacağım.

thoreau ile ilgili görsel sonucu

İntiharın Genel Provası: "Sen ölürsen insanlık ölür!"

İntiharın Genel Provası:

Tiyatro Adam'ın yeni oyunu İntiharın Genel Provası'nın İzmir'e geleceğini öğrenince ilk iş biletimi aldım, ikinci olarak da kitaplığıma koşup oyun metnini okudum birkaç kere. Duşan Kovaçevic'in kalemini Profesyonel ile tanıdıktan sonra Türkçeye çevrilen tüm oyunlarını edinmiştim birkaç yıl önce, ama okumaya sıra gelememişti oyunu izleme zamanı yaklaşana dek. Oyun, okurken bile insanı heyecanlandıran, yerinden kaldırıp evin içinde voltalar attıran, sahnede olabilecekleri hayal ederken dünyadan uzaklaştırıp bir başka galaksiye ulaştıran güçte. Hem kendimizi hem de dünyamızı sorgulatan ince eleştiri ve esprileriyle bütün bir hayatı kuşatabilen, en ciddi meselelerin gülmeceye, gülmecenin doruk noktasının tragedyaya yakınsadığı, gerçekle hayalin, neşeyle kederin ustaca harmanlandığı bir metin.

İntihar sözcüğünü bilen herkesin intihar hakkında düşünmüş olması gerekir bence, aksi olasılığı düşünemiyorum. Bir insanın bilinçli olarak kendi hayatına son vermesi, pek çok sebeple insanın dikkatini celbeden bir olgu. Özgürlüğü de savunsa, bir kadere yazgılı olduğuna da inansa, varoluş kaygıları da duysa insanın kaçamayacağı, düşünmemeyi seçemeyeceği bir durum bu. İntiharın kostümlü provasını izliyor olmak zorunlu değil, adı bile geçtiğinde tüm düşünceleri kendi odağına toplayacak güçte bir eylem intihar.

Oyunda çok sayıda intihar girişimi ve intihar etmek isteyenlerin çokça sebebi var; hayatın anlamsızlığından geçim sıkıntısına, varoluşsal buhranlardan devletin bireye yaptığı baskıya, yalnızlıktan işsizliğe sayısız sebep. Seyirci ya da okur olarak bunların hepsine hak verebileceğimiz gibi bazılarını diğerlerinden daha önemli ya da önemsiz görebiliriz. Ama eminim, bunları haklı bulsak bile her biri için karşı argümanlar geliştirebilir, yani intihardan vazgeçmek ya da niyeti olanı vazgeçirmek için sebepler de bulabiliriz.

Can sıkıntısı, keder, aşk acısı, hayat gailesi, tutulmayan sözler, bir türlü bizden yana dönmeyen çarkı feleğin, yoksulluk, işsizlik, açlık, hırsızlık, bireysel silahlanma, savaş... İnsanın ölmeye sebep bulması zor değil, ama bunların her birinin ardında, görülmesi bazen çok zor olsa da, yaşamaya devam etme motivasyonu da saklı. Şikayetlerimizde haksız değiliz lakin yaşamalıyız. Bunun en önemli nedeni, oyunda "Sen ölürsen insanlık ölür!" cümlesiyle belirtiliyor.

Yaşamak bir kereliğine sahip olduğumuz bir şans ve mutsuzken çoğunlukla unuttuğumuz şey, başkalarının hayatlarından da geçtiğimiz. Yani kendi hayatımızı sonlandırmayı düşündüğümüzde, aslında başkalarının hayatlarından da eksiltiyoruz; biz ölünce insanlık da ölüyor ve buna hakkımız yok.



Sahnedeki dört oyuncuyu hepimiz iyi biliyoruz, yüzlerine, oyunculuklarına aşinayız ve rollerine bürünebileceklerine dair herhangi bir kuşku duymaksızın oturuyoruz koltuklarımıza. Onlar da bu güvenimizi bir saniye için boşa çıkarmıyorlar. Tüm oyuncular sahnede birden fazla karaktere can veriyor ve bize başka başka yönlerini, geçişlerdeki kusursuzlukta ustalıklarını ve gözlerindeki parıltıda tiyatro aşkını sunuyorlar bizlere.
(Bir hatırlatma: An itibariyle Kadir Çermik Çukur'da, Fatih Koyunoğlu İstanbullu Gelin'de, Selen Öztürk de Payitaht Abdülhamid'de rol almaktalar, Erdem Akakçe'nin yer aldığı Tehlikeli Karım ise geçtiğimiz hafta final yaptı.)

Dekorda Barış Dinçel'in adını görüyoruz. Bu isim, benim için, bir oyunu izleme kararı vermek için tek başına yeterli, çünkü Barış Dinçel'in elini değdirdiği her yeri mucizeye dönüştüren bir dokunuşu var. Dekoru o tasarladıysa eğer, oyunu çeşitli sebeplerle sevmemiş olsam bile o akşam tiyatrodan mutlu ayrılıyorum çünkü en azından, sahnenin pek de görünmeyen yerlerindeki ufak detayları inceleyerek ve o detaylardaki yeni hikâyeleri keşfederek geçirmiş oluyorum zamanımı.

Bu sözlerle ne kastettiğimi, örneğin TolgShow'un herhangi bir bölümünü izleyerek de görebilirsiniz, zira sahnede ilk bakışta üç tane, fakat oyun içinde çoğalabilen sayıda oyun alanları yaratabilen o dekorda da Barış Dinçel'in imzası var. TolgShow'un ilk bölümlerinden birinde dekorun hiç tahmin etmeyeceğimiz bir yerinden iki kişilik yatak çıktığında şaşıranlar olmuştu, bense "O dekorda Barış Dinçel imzası var, olimpik havuz çıksa şaşırmam" diyerek sürdürmüştüm izlemeyi.

Yönetmen Emrah Eren, benim heyecanla okuduğum metni, her bir satırını bilmeme rağmen merak ve heyecanla takip ettiğim bir yorumla koymuş sahneye. Satır aralarındaki imkânları çok iyi değerlendirmiş ve metinde olmasa da oyunun akışını hiç bozmayan, durdukları yerde hiç sırıtmayan eklemeler yapmış oyuna, böylece oyunu daha yerel ve güncel hale getirmeyi başarmış. Bununla, Kovaçevic'in metninin evrensel olmadığını ya da demode kaldığını söylemiyorum asla. Aksine, yapılan eklemelerin, oyunun zamanı ve mekânı aşan doğasını vurguladığını söylemek istiyorum. Pek çok zaman kulağımı tırmalayan, gözüme batan eklemeleri bu oyunda hiç yadırgamadığımı, kendimden beklemeyeceğim bir coşkuyla karşıladığımı anlatmaya çalışıyorum.

Rastladığınız yerde es geçmemeniz, rastlayamıyorsanız yolunuzu düşürmeniz gereken bir oyun İntiharın Genel Provası. İzledikten sonra teşekkür etmek için bu sayfaya geri dönersiniz, o zaman devamını da okursunuz belki, ama şimdi, henüz izlememiş olanlardan özür dileyerek spoiler içerebilecek birkaç yorumla devam etmek istiyorum bu yazıya.

Oyun bizlere pek çok soru soruyor, bazılarını kendisi yanıtlarken bazılarını da bize bırakıyor. İlk soru, elbette, "Neden intihar etmemeliyiz?" sorusu ve buna verilen yanıtı önceki sayfada paylaşmıştım. İkinci büyük soru, oyun boyunca sıkça tekrar edilen, "Kurt neden ot yemez?" sorusu. Bunun da net bir yanıtı var oyun içinde.

"Kurt ot yemez, bunu onun için koyunlar yapar. Bizimle ilgisi nedir? Biz koyunuz, hayatımız boyunca kurtlar için otladık. İnsan derisine bürünmüş kan emici canavarlar için! Canavarlar ayaklarımızı, gözlerimizi, böbreklerimizi yediler, kanımızı emdiler! Çocukluğumuzdan beri..."

Hepimizin sistemin birer çarkı olduğunu söyleyen bu cümlelerin, konusu intihar olan bir oyundaki yeri nedir peki? Benim yanıtım, intihar eyleminin de çeşitli biçimlerde sisteme hizmet ediyor olması. İntihar hiçbir kültürde kabul görmeyen bir eylem. Dolayısıyla intihar edeni ötekileştirmek, marjinalleştirmek çok kolay. Böylece sistemin sorunlarını intihar eden (ya da intihara teşebbüs eden) bireylerin üzerine atıp sistemi temize çıkarmak da mümkün. İntihar teşebbüsü, ona tanık olanlar için kahraman olma imkânı demektir, bu da sistemi olumlamadan mümkün değil. İntihar eden kişinin sorunları da yanına götürdüğü algısı, geride kalanlara bir tür rahatlama sağlayabilir, bu da kalanların sisteme hizmet etmesinin devamını sağlar. Oyunun "İnsanlık Tarihi" temalı şarkısı da sanki bunları söylüyor satır aralarında.

Şarkı demişken, gerek oyunun tema müzikleri, gerekse oyuncuların şarkı ve enstrümanlarla oyun içinde yaptıkları müzikler yerli yerinde ve oyuna hizmet eden eserlerdi. Hem oyunun ve karakterlerin dertlerini anlatmayı, hem de acının içindeki umudu, direnişi göstermesi bakımından anlamlıydı müzik. Titanik filminde, gemi batarken çalmayı bırakmayan müzisyenleri hatırlattı bana bu tavır: Her şeyin sonuna gelmiş olabiliriz ama bu, son anlarımızı güzel yaşamamıza engel değil.

Bir diğer soru, sağlığın her şeyden önemli olup olmadığı sorusu. Sağlıklı bir bedene sahip olan bir insanın hayattan şikâyet etmeye hakkı var mıdır, yoksa sağlığını kaybetmiş olan biri, sağlıklı birine göre daha mı haklı olur intiharı düşünmekte? Oyun içinde bu sorunun yanıtı bence biraz belirsiz kalıyor, ama aklımızda bir soru işareti kalmıyor, zira eminim hepimizin zaten bir yanıtı var bu soruya.

Ve elbette aşk sorusu var, aşkı bulan nasıl düşünebilir bu dünyadan gitmeyi, sevdiğini üzmeyi, geride bırakmayı? Ki benim en çok haklı bulduğum fakat genelleme yaparak yanıtlayamadığım soru da bu.

Bütün gerçekçiliğine ve sorduğu bu büyük sorulara rağmen oyun asla kötümser bir mesaj vermiyor. İntihara meyleden hassas insanların dünyayı kötülere bırakmamaları gerekir; dertlere akıtılan gözyaşlarında, bu farkındalıkta umut gizlidir; sağlıklı bir bedende, sevebilen bir kalpte henüz açılmamış kapılar, çıkılmamış yollar vardır ve izleyenlerin kendilerince bulacakları başka başka sebepler var yaşamak için.

Oyunun ilk iki bölümünde de zaman zaman oyundan çıktığımız, bütün izlediklerimizin kurgu olduğunu hissettiğimiz anlar oluyor, fakat üçüncü bölümde, oyunun gerçekliğinden tiyatro sahnesinin gerçekliğine geri dönülmez bir geçiş yapıyor, sahnedekilerin birer 'karakter' değil 'oyuncu' olduklarını görüyoruz. Metinde oyuncular, dekorsuz ama dekor varmış gibi oynamaktan şikâyet ediyor, yönetmene çıkışıyorlar. Bu durum, oyuncuların karakterlerinden çıkmasından daha şaşırtıcıdır, çünkü zaten tiyatroda her şey, "mış gibi"dir. Oyuncularla seyirciler arasında, "mış gibi" yapılan şeyin gerçekliği üzerine anlaşılmıştır, oyun ancak böyle başlar ve oyuncu bize bunun gerçek olmadığını söyleyene kadar biz seyirciler dekorun eksikliğini düşünmeyiz bile.

Burada bir parantez açıp, Barış Dinçel konusuna geri dönmem gerek. Dinçel öyle bir dekor yapmış ki oyuna, oyunun içindeki tüm diğer oyun ve hareketlere yer açan, yönetmenin metinle biraz oynaması ve oyuncuların başka bir şeylerden şikâyet etmesini sağlaması gerekmiş. Ya da belki, Barış Dinçel'in harikalar yaratacağını bildiğinden, oyunu dekorsuz ya da minimal bir dekorla sunmayı hiç düşünmemiş. Genellikle bu türden değişikliklerden hoşlanmam, metne sadık kalınsın isterim ama izlediğim şeyden, son bölümdeki dönüşümden o kadar memnunum ki mızmızlanamıyorum bile.

Zaten metnin asla değişmemesi gereken ve elbette değiştirilmemiş olan son cümlesi de ben gibileri susturacak nitelikte: "Her şeye rağmen burası tiyatro." Yasaklara, baskılara, imkânsızlıklara, ciddiyetsizliklere, kötülüğe, çürümüşlüğe, yaşamın anlamsızlığına, dekorsuzluğa, işini savsaklayan yönetmene, egosundan sıyrılamayan oyuncuya, mızmız seyircilere rağmen burası tiyatro, burası yaşamak ve yaşatmak zorunda. Burası bize, yalnızca seyirciye de değil, yönetmenine, oyuncusuna, ışıkçısına, gişe görevlisine, herkese birden ayna tutmak ve zaman zaman o aynanın da ötesine geçmek zorunda.

(Bu yazı ilk olarak 1 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Son Zenne: Dünyayı rüyalarda görenler

Son Zenne: Dünyayı rüyalarda görenler

Bazıları dünyayı yalnızca rüyalarda görüyor. Bugünü yaşıyor, hem de aşkla, tutkuyla, ümitle yaşıyor ama yarını, gelecek güzel günleri düşlüyor... Ötekileştirilmedikleri, aşağılanmadıkları, şiddet görmedikleri, esir edilmedikleri, günahları ve sevaplarıyla, eksiklik ve farklılıklarıyla, sevdikleri ve nefret ettikleriyle kabul edildikleri, içine karışacakları bir hayatı istiyorlar.

Son Zenne, geçimini pavyonda dans ederek sağlayan bir zenne ile onun yanına sığınmak durumunda kalarak ona can yoldaşı olan taşralı Nesime'nin hikâyesi. İlk bakışta iki ayrı gezegenin insanı gibi görünen ama aslında sancıları, sevgileri ve düşleri benzeyen iki dünyalı onlar. Kendinde olmayanı karşısındakinde bulan, yaşamı birbirinden öğrenen, hayallerini birlikte büyüten iki sıradan insan, sizden, benden çok da bir farkları yok aslında. Ama toplumsal kodlar, öğretilenler, korkular, çekinceler onların hayatlarını ayırıyor bizimkilerden. Biz apartman dairelerine 'yerleşirken', onlara bir bodrum katına 'sığınmak' düşebiliyor.

Hayır, bu oyunun yaptığı asıl iş bu adaletsizliği sorgulamak değil. Çünkü Zenne yaptığı işi, yaşadığı hayatı, toplumun yadsıdığı cinsel yönelimini ya da içine düştüğü hastalıklı aşkı asla küçümsemiyor. O, her şeye rağmen halinden memnun, yaşamın tadını çıkarmayı biliyor, acının en dibinde sürünmeyi de bildiği gibi. Yaşadığı kötü tecrübelere, başına gelenlere kahrediyor zaman zaman ama bunu başka hayatlara gıpta ederek yapmıyor, gelecek hayalini başkaları üzerinden şekillendirmiyor. Nesime de ona keza. Bu nedenle de onların adaletsizliklerle savaşına değil, kaderlerini yenmek için adım adım ilerleyişlerine tanık oluyoruz.

Toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki eşitsizliği bütün çıplaklığıyla gösteren bir oyun Son Zenne. İnsanların saklamak, bastırmak, yok saymak istediklerini konu edinen ve esas bu yok sayma halini yok sayan, hikâyesini ve karakterlerini marjinalleştirmeden sunan, onları kamusal alana çıkararak görünür hale getiren bir anlatı bu. Yalnızca bu sebeple bile çok önemli ve değerli.

Hiçbirini sahnede görmesek de Son Zenne, anneler hakkında da çok şey söyleyen ve çokça soru soran bir oyun. Annenin evladına duyduğu sevginin koşulsuzluğunu ve evladını korumak isteyen annelerin çaresizliğini samimi ve sahici bir dille sorguluyor, ortak yaralarımızın derinliğini ve hassasiyetini vurguluyor.

Oyun 2016 yılında sahnelenmeye başladığından bu yana izlemeyi istiyordum, kısmet bugünlereymiş. En çok merak ettiğim şey, oyunu aklıma not ettiğimden beri takip ettiğim Yarkın Ünsal'ın sahne performansıydı ve bu merakımda ne kadar haklı olduğumu gördüm oyunu izleyince. Onunla ilgili söylenecek ilk şey, kesinlikle göz alıcı olduğu! Dans ederken sahnede devleşmesinden söz etmiyorum sadece, çünkü bu olmasa, Son Zenne'den söz etmezdim bile, ama oyunun neredeyse tamamında sahnede olan Yarkın Ünsal, gözünüzü diğer oyunculara kaydırmanıza engel olacak şekilde parlıyor. Yeteneği, role teslimiyeti ve gözlerinden taşan heyecanıyla televizyonun da keşfetmesi ve televizyon seyircisinin de gönlüne girmesi gereken bir oyuncu bence.

Kendisiyle ilgili fikrim televizyon dizileriyle sınırlı olduğundan ve onu hep anlayamadığım, hak veremediğim karakterlerde izlediğimden, Sevtap Özaltun hakkında fazlasıyla olumsuz bir fikrim vardı oyundan önce. Evet, oyunun afişindeki hali bile "Bende Ahsen'den (Canım Ailem), Derya'dan (Ulan İstanbul) ve Mine'den (Gülizar) fazlası var," diyordu, ama benim önyargım da gözlerimle görmeden kabullenmeyecek kadar güçlüydü. Ve Nesime'yi eksiksiz giyinen Özaltun bu yargımı tamamen değiştirdi oyunun sonunda. Yalan değil, oyun boyunca hem karakterin hem de Sevtap Özaltun'un bir açığını aradım durdum, ama bulamadım. Meğer kontrolü hiç kaybetmeyen, hiç düşmeden oynayabilen bir oyuncuymuş. Tek tip roller oynamanın en büyük dezavantajı da bu işte, size bakan gözleri de koşullamış olduğunuz için oyunculuğunuzu gösteremez oluyorsunuz bir zaman sonra. Oysa onu izlediğim ve her birinden ayrı ayrı nefret ettiğim kibirli, şımarık, şehirli kadınların hiçbirine benzemiyor Son Zenne'nin Nesime'si ve biz de böylece oyunculuğunu gönül rahatlığıyla alkışlama fırsatı buluyoruz Sevtap Özaltun'un.

Yarkın Ünsal ve Sevtap Özaltun'dan daha az görünse de hikâye içinde önemli bir yeri olan Şahin'i canlandıran Ayhan Bekdemir* de rolünün hakkını veriyor ve hem Şahin'den hem de onun karakterinde cisimleşen toplumun ikiyüzlü ahlakçılığından nefret ettiriyor.

Dünyanın tavan aralarında, başka hayatların bodrum katlarında görmediğimiz, duymadığımız, bilmediğimiz ya da başımızı öte yana çevirmeyi yeğlediğimiz ne hayatlar yaşanıyor kim bilir? Bu hayatları ve Son Zenne'nin hikâyesini es geçmemenizi öneririm, kendinizle ve içinde yaşadığımız toplumla yüzleşmek ve yeni dostlar edinebilmek için...

Yazan – Yöneten: Serdar Saatman
Oyuncular: Yarkın Ünsal, Sevtap Özaltun, Ayhan Bekdemir
Dekor – Kostüm Tasarım: Oğuz Şahin
Müzik: Zümrüt Şahin
Sahne Amiri: Onur Alagöz
Asistanlar: Batuhan Alpay, Efe Ediz Arlı

*2016'da BO Sahne'de başlayan yolculuğuna bu sezon Tiyatro Oyun Kutusu prodüksiyonu olarak devam eden Son Zenne'nin ilk iki sezonunda Şahin rolünü canlandıran Cansu Fırıncı'nın yerini üçüncü sezonda Ayhan Bekdemir aldı.

(Bu yazı ilk olarak 9 Nisan 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Dert bir değil ki ağlayasın…

Siyah Beyaz Aşk 23. bölüm yorumu

Deli bir değil ki bağlayasın, dert bir değil ki ağlayasın… İlk olarak nerede duyduğumu hatırlayamadığım bu sözü Abidin'in ağzından duyunca, "İşte hislerime tercüman olan ifade," dedim. Gerçekten, anlatmaya nereden başlayacağımı bilemediğim kadar çok derdim, silkelemeye nereden başlayacağımı bilemediğim kadar çok insan var bu dertlerin kaynağı.

Geçen hafta sayıp döktüğüm, olmasına kızdığım ve olmasından korktuğum ne varsa oldu bu hafta. Aslı'nın bebeği aldırmaması fakat Ferhat'a bunu söylememesi, ikisinin de kalpleri başka türlü konuşurken dillerinin başka söylemesi, Cüneyt'in son saniyede yırtması, İdil'in işgüzarlıkları, Handan'ın insanlıktan çıkmada rakip tanımaması hep aynı…

Beklemediğim şey, Gülsüm'ün öfke patlaması ve Abidin'in itirafıydı. Hem beklemediğim bir anda geldiği için, hem de gerçekliğine yüzde yüz inandığım için beni çok etkileyen, izlerken gözyaşlarımın akmasına engel olamadığım bir sahne oldu. Gülsüm'ün öfkesini kusarken yalnızca kendini suçlaması ve bu nedenle kendini iyi davranılmaya layık görmemesi, Abidin'in ona her koşulda destek olmaya çalışması, desteği sorgulandıkça sözcüklerinin tükenmesi, gözlerinin dolması ve nihayet bir süredir içinden geçirdiklerini ilk kez yüksek sesle söyleyebilmesi oldukça çarpıcıydı.

Abidin bunları daha önce kendi kendine bile itiraf etmediği için söylediklerinin kendi üzerindeki etkisi Gülsüm üzerindeki etkisinden bile fazla oldu. Bölüm boyunca hüznünü büyütüp durdu Abidin. Gülsüm'ün şaşkınlığı, bu sevgiyi, ilgiyi hak etmediğini düşünmesi, kendine kızmaya devam etmesi ve belki de Abidin'e karşılık veremeyecek olmanın ağırlığını hissetmesi onu iyice içine kapattı. Öfkesi dindi belki ama onun da gözyaşları dinmek bilmedi. Ve bu sahneleri tüm doğallıklarıyla, birbirlerinin önüne geçmeden, yolunu tıkamadan, hakkıyla oynayıp bize sundukları için Timur Ölkebaş ve Sinem Ünsal'a sevgilerimi ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Dediğim gibi, bu benim henüz beklemediğim bir gelişmeydi fakat hem izlediğim sahneden memnunum hem de bunun zamanlamasından. Çünkü Gülsüm, Cüneyt'in istediği her şeyi, bebeğin babasının kimliği öğrenilmesin diye yaptı. Şimdi Abidin'in bunu bildiğini öğrenmesi Gülsüm'ün elini güçlendirmeli, onu savunmasız olmaktan kurtarmalı. Dilerim Gülsüm, Abidin'in karşısında ezildiği, onun iyiliğinin altında kaldığı düşüncesinden bir an önce kurtulur ve olanları Abidin'le paylaşır. Böylece Abidin bir tuzak kurup Cüneyt'ten kurtulmanın yolunu açabilir. Abidin'in Cüneyt'i öldürmesini istemiyorum elbette, ama bir çözüm bulunmalı artık.

Tahmin edebileceğiniz gibi, AsFer konusuna hiç giresim yok. Aslı'nın avukatla görüşmesi, avukatın AsFer evliliğiyle ilgili hiçbir şey bilmeden bir protokol hazırlayabilmesi, Ferhat'ın gelip bu protokolü gık demeden imzalaması neden adım adım gösterildi hiç anlam veremedim mesela. Tek sevindiğim şey, Ferhat'ın avukatı bir tenhada kıstırıp dövmemesi veya davayı açmaması için tehdit etmemesi oldu.

Normal şartlarda bu boşanma yakın zamanda gerçekleşemez, çünkü yasalarımıza göre bir evlilik bir yılını doldurmadan anlaşmalı boşanma davası açılamaz. Avukatın hiçbir şey bilmediğini söylemem de bu yüzden; bir de tek celsede bitirecekmiş... Madem bütün aşamaları gördük, Aslı'nın avukata evliliğini ve boşanma gerekçelerini anlatışını da görseydik ve avukat da davanın açılamayacağını söyleseydi. O dava açılsa da bu çiftin boşanamayacağını, boşansalar da bunun hikâyeye bir katkısının olmayacağını zaten hepimiz biliyoruz.

Aslı ve Ferhat'ın yaşadığı gelgitleri anlıyorum, acılarını paylaşıyorum ve hatta bu inatlaşmalarına bile hak veriyorum zaman zaman. Ama ne hissettiklerini anlıyor olmam, yaptıklarını, söylediklerini anlamama yetmiyor bazen. Ferhat hep gururlu bir adamdı, gururu bizden biraz farklı tanımlıyor olsa da. Zaman zaman aşkı gururuna galip geldi ama çoğunlukla gururu seçti aşka rağmen. O nedenle bebeği aldırdığını düşünen ve ayrılma kararını destekleyen Aslı'ya "Gitme" dememesini anlayabiliyorum.

Ama yine de merak etmeden duramıyorum, acaba Ferhat Aslı'yı durdurup kürtaja engel olabilseydi, bebeğini aldırmasını istediği için Aslı'dan özür dilemeyecek miydi? Şimdi neden bunu istediği için özür dilemek yerine isteğini yerine getirmiş olan bir kadını suçluyor? Babasını gördüğü rüyadan aldığı tek ders, aslında baba olmayı istediği miydi? Bu kadar mı? Gururunu, kibrini, korkularını yakmasını söyleyen Necdet'i neden dinlemiyor? Kaybedecek bir şeyi kalmadığı için "kısmetse ölmeye" gönüllü yazılan Ferhat Aslan, gururundan, kibrinden ve korkularından niçin vazgeçemiyor?

Aslı ise gururundan bölümler öncesinde vazgeçmişti zaten, o yüzden şimdi gurur yapması beni pek de etkilemiyor.

AsFer'den daha az söz etmek istediğim tek bir konu varsa o da Jülide'dir herhalde. Geliş sebebi, kendisinden bile gereksiz. Anne giderken bir tek Leyla'yı almış yanına, çünkü Cem ve Aslı çok küçükmüş, gerekçeye bakın. Onlarca terk edilme hikâyesi okudum ve izledim, böyle saçma bir gerekçe ne gördüm ne duydum. Haksız yere evinden kovulmuş olması Aslı ve Cem'i ilgilendirmez, anne çocuklarını terk edip gitmiş. Sonra dönüp görüşmek istediğinde de Cem reddetmiş, bundan daha doğal ne olabilir? Cem'i sevmediğim malum, ama bu konuda hiç de haksız değil.

Peki sonra ne olmuş? Anne, yıllar önce terk ettiği çocuklarına karşı bilenmiş, yetmemiş, kendi çocuğunu da bu nefretle yetiştirmiş. Bu konuda da öyle başarılı olmuş ki torununa kadar sirayet etmiş nefret duygusu. Bravo gerçekten. Bir de bu anne, utanç içinde ölmüşmüş. Pardon, ama niye? Zaten terk edip gitmiş, öyle ya da böyle gittiği yerde başka bir hayat kurmuş kendine. Üstelik gerçekten de suçlu değilse utanmak niye? Neresinden tutmak istesek elimizde kalan bir hikâye, başka hiç derdimiz yokmuş gibi konuyu ve ilgimizi dağıtan bir yeğen. Canımın nasıl sıkıldığını anlatmaya halim yok. Şu atasözümüzü hatırlatayım, bence kâfi: "Ne kestin, koç; ne yedin, hiç!"

Aslı babasının evinde kalmak istediğinde Ferhat itiraz edecek oldu, Aslı küt diye verdi cevabını, "Bu bir toplumsal iteleme" diye. "Ağzına sağlık" dediğimiz bir andı ve güzeldi. Ama aynı senaryo bize "evliliği kurtarmak için çocuk yapmak gerekir", "kürtaj öcüdür ve ondan koşulsuz şartsız uzak durulmalıdır" gibi itelemeleri tek gerçeklik gibi sunmaya çalışmıyormuş gibi de yapamam.

Benim için oldukça yoğun bir hafta oldu, yazıyı tamamlamak da Cumartesi gecesini buldu. Siyah Beyaz Aşk'ı düşünecek vaktimin olmayışına sevindiğim bir yoğunluk olduk neyse ki, zira elim yazmaya gitmiyordu bir türlü. Fragmanları izlemedim, Pazartesi günü bölümü izleyebilecek miyim onu da bilmiyorum. Pazartesi akşamlarına program yapmak için iki kez düşünmeyeceğim artık. Bundan sonraki bölümler hakkında da yazar mıyım, gerçekten bilmiyorum. Şimdilik bunu bir veda sayın. Umarım böyle düşündüğüm için pişman olacağım ve hakkında eskisi gibi hevesle yazacağım bölümler bekliyordur bizi.

Herkese iyi seyirler, görüşmek dileğiyle…

(Bu yazı ilk olarak 26 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

3 Mayıs 2018 Perşembe

444: Aradığınız eyleme şu anda ulaşılamıyor!

Sıradan bir gece yarısı, sıradan iki kişi.
Çağrı merkezinin biri eski, biri yeni, iki çalışanı.
Yaptığı işi sevmese de hayatına devam edebilmek için işe de devam eden iki çalışan. Biri hayatı, toplumu, insanları sorgulamaktan vazgeçmiş, biri sorular sormadan kabullenmiş.

Eleştirdiği şeyin dışında ve uzağında durmadan lafını söyleyen, parmak sallamadan insanı kendini sorgulamaya iten; probleme işaret edip çekilmeyen, hatta doğrudan çözümü göstererek esas probleme parmak basan bir metin. Sıradan insanın gündelik problemlerine, hayat gailesine gözünü kapatmayan, bireyi topluma feda etmeyen bir anlatı. Teoman şarkıları gibi, tek kişilik, gülünç olduğu kadar acıklı, acıklı olduğu kadar gülünç, muzır, anlatacak çok şeyi olan, şaşırtıcı, etkileyici ve kendine özgü.

Bütün bunları ufacık bir sahnede, yalnızca iki kişinin hiç kopmayan, sizi hiç dışına atmayan akıcılıktaki diyalogunda görebiliyor, onlarla birlikte gülüyor, neşeleniyor, umutlanıyor, hüsrana uğruyor ve birer birer hatırlıyorsunuz pek çok şeyi, Altıdan Sonra Tiyatro'nun 444'ünü izlerken.

Hatırlamak bu oyunun en önemli sözcüğü. Unutmamak değil, çünkü unutmak zorundayız, çünkü ancak unutursak devam edebiliriz yaşamaya. Ama geçmişimiz hiç olmamış gibi de yaşayamaz, yolumuzu böyle çizemeyiz. Bu nedenle, hatırlamak da unutabilmek kadar gerekli ve önemli. Hatırlamak, bir çentik atmak zihnimize, onu sürekli omzumuzda taşımadan ama varlığını da bütünüyle silmeden aklımızdan...

“Bir nevi toplumsal hafıza olayı yani. Buraya yükledikçe de unutuyorlar işte bir sürü şeyi.”

Şehri AVM'lerle donatanları alkışlayacak değilim. Fakat nihayet biri, içeriye bir tiyatro sahnesi kurmayı akıl etmiş. İzmir'in en yenilerinden Ege Perla'nın ikinci katında kendisi küçük ama şehre katkılarının çok büyük olacağını yalnızca birkaç haftada gösteren bir tiyatro açıldı: Toy İzmir. 444 de İzmir'e ilk ziyaretini bu sayede yapmış oldu.

Saklayacak değilim, bu oyuna ilgi gösterme sebebim Yiğit Sertdemir'den başkası değil. Aylar önce şurada kendisinden uzun uzun bahsetmiştim, rolünü nasıl giyindiğinden, sakalının telinden sesinin tonuna kadar rolüne nasıl büründüğünden, rüyalara giren bir etki bıraktığından... Ben onun Cyrano'suna meftun olmuştum ve ardından nereye olsa giderdim... Bu arzuyla birkaç İstanbul ziyareti de gerçekleştirdim geçtiğimiz aylarda.

Durup düşünüyorum, hadi Cyrano olağanüstü biriydi, bir şövalye, bir silahşör, bir şair, bir kahramandı, ya bu çağrı merkezi çalışanı? Karakterin ne olduğu, neler söylediği, neye hizmet ettiği kadar, onu kimin giydiği de önem kazanıyor karşınızda iyi bir oyuncu varsa.

Oyunu izleyeli neredeyse bir ay olmasına rağmen yazıyı yazmam zaman aldı, çünkü Yiğit Sertdemir övgülerimi törpüleyebilmem ve bu törpüleme işini içime sindirebilmem zaman aldı. Törpülemek istedim, çünkü sahnede gördüğüm şey tam da olması gerekendi ve olması gerekeni yapan bir oyuncuyu alkışlarken bu fevkaladeliğin değerini düşürebilecek olmaktan çekindim. Sahneden hiç inmemesi, sahneyi düşünmeyi, yazmayı, yönetmeyi, oynamayı hiç bırakmaması gereken biri o.

Oyun boyunca Gülhan Kadim'e bakamadım desem yeridir, gözümü Yiğit Sertdemir'den alamadığım için. Ama Sertdemir'in rol çaldığını söyleyemem, zira Kadim'de kimseye rol çaldıracak göz yok. Ve onun muazzam eşliği olmasa Sertdemir'i izlemek bu kadar keyifli olmazdı, orası kesin.

Hatırlamak demiştim, kilit sözcük. Oyun, kendi konusu ve akışı içinde ufak tefek hatırlatmalar yapıyor insan ilişkileriyle, aşkla, arkadaşlıkla, politikayla, yaşamak istediğimiz ve yaşamak durumunda kaldığımız hayatlarla ilgili. Yaşamak istediğimiz hayata ulaşmak için yapabileceklerimiz, yapmayı denediklerimiz, yapmaktan vazgeçtiklerimiz ve yapmaya yeltenmediklerimiz var hepimizin. Buradan belki bir eylem çıkmıyor, aradığınız eyleme şu anda ulaşılamıyor belki, ama belki de en büyük eylem hatırlamaktır, örtmemektir yapılmaması gerekenlerin üzerini...



Yazan: Yiğit Sertdemir
Yöneten: Yaman Ömer Erzurumlu
Dekor-Kostüm Tasarımı: Aslı Can Kortan
Işık Tasarımı: İsmail Sağır
İşitsel Tasarım: Onur Kahraman
Teknik Tasarım: İhsan Dehmen
Afiş Fotoğrafı: Murat Dürüm
Afiş Tasarımı: Muzaffer Malkoç
Oynayanlar: Gülhan Kadim, Yiğit Sertdemir

(Bu yazı ilk olarak 21 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Böyle mi olacaktı?

Siyah Beyaz Aşk 22. bölüm yorumu


İçimden bir şeyler koptu gitti sanki, öyle bir boşluk... Öncesinde öfke vardı, hayal kırıklığı ve biraz da şaşkınlık vardı. Şimdiyse yalnızca boşluk... Benim her hafta heyecanla beklediğim, Pazartesi akşamlarımı kendisine göre planladığım, üzerine uzun uzun düşünüp cümleler kurduğum, sorularıma yanıt aradığım, sorularına yanıtlar düşündüğüm hikâye bu mu? Bu hikâyenin varacağı yer bu mu? Böyle mi olacaktı?

Baştan beri Siyah Beyaz Aşk'ın bende uyandırdığı duyguları yazdım bu sayfalara, hiç saklamadan. Aşkımı da, öfkemi de, hayal kırıklığımı da, itiraflarımı da gördünüz. Şimdi ise duygularımdan arındırmaya çalışıyorum cümlelerimi, çünkü elimi tutmaya başladı bu duygular. İki cümle yazıp yazıp kaçıyorum başka yerlere, 'yazma' diyor sanki bana bir şeyler. Ama yazacağım...

Kimileri çok sevindi, bir umut ışığı gördü bunda, benim de dâhil olduğum bir grupsa kesinlikle istemedi, amansız bir hastalığı bile yeğledi bu duruma, ama şimdi o gerçekle karşı karşıyayız: Aslı hamile! Korundular, korunmadılar sorularını bir kenara koyuyorum, zira hiçbir yöntem yüzde yüz korumuyor ne yazık ki. Ayrıca çevremizdeki insan kalabalığı bunu bize unutturuyor olabilir ama birçok olasılığın aynı anda gerçekleşmesini gerektirdiğinden her gebelik aynı zamanda bir mucizedir. Bu aksiyon ve duygu yoğunluğundan Aslı'nın günleri sayamadığını, periyodunun geciktiğini fark edememesini de anlarım. Ama kusura bakmayın, haftalardır bulantılar yaşayan bir doktorun kendisinden şüphelenmemesine dair sorularımı bir kenara atamıyorum, o kadar da değil.

Bu gebeliğin konu edilmesi sırasında gebelikle ilgili klişeleri art arda izlemeye başladık. Saymakla bitirebilir miyim bilemiyorum ama bir deneyeyim: Gebelikten zinhar şüphelenmemek, sırf gebeliğin ortaya çıkması için bir aksiyon yaşanması (bkz. ultra gereksiz trafik kazası, Ferhat'ın kaza yaptırmak istercesine rahatsız etmesi Aslı'nın içinde olduğu aracı), kazadan sonra Aslı'nın hayalini gördüğü kız çocuğu, o kazadan burnu bile kanamadan kurtulmuş olması, kurulmuş saat gibi bütün karakterlerin çocuklardan, anne baba olmaktan söz etmesi, dünyanın en aptalca inanışı olan evliliği kurtarmak için çocuk yapma mitinin ısrarla tekrarlanması, Aslı ve Ferhat'ın dizideki çocuklarla haşır neşir olmaları, Aile Bakanlığı Kamu Spotu için yazılmış ve yanlışlıkla senaryoya karışmış gibi görünen, Siyah Beyaz Aşk'ın akışına ve hayran olduğumuz tarzına uymayan diyaloglar... Var mı eksiğim?

Kürtaja niyetlenen kadını son anda durdurma çabası da, kadının son anda kürtajdan vazgeçmesi de, aldırmadığı halde aldırdım demesi de öylesine klişe ki… Hangisine üzüleceğimi, hangi aşamada öfkeleneceğimi bilemiyorum ve inanın, gelecek bölümde olacakları hiiiiiiç merak etmiyorum. Kürtaj olmadığını bilmek için müneccim olmaya gerek yok.

Satır aralarını sevdiğim dizim bas bas bağırır olmuş, hem de ne diye, "Evliliğiniz yolunda gitmiyorsa çocuk yapın" diye. Bu mudur? Handan Vildan'a bu cümleyi kurduğunda kızmış, ama Handan'ın böyle düşünmesini yadırgamamıştım. Ama ya Suna? Dizinin en aklıselim karakterine bu cümleyi söyletmeye yüreğiniz nasıl el verdi, aklınız bunu nasıl onayladı?

Kendisine yeni bir telefon alınan Aslı'nın o telefon yerine Gülsüm'ün telefonunu, üstelik de gereksiz yere kullanması ve Gülsüm'ün bile akıl edebildiği son aranan kişiyi silmeyi akıl edememesi, Ferhat'ın birkaç metre önünde taksiye binen Aslı'yı görmemesi ama Aslı'nın telefon görüşmesi yaptığını vahiy gelmiş gibi bilip son aranan numarayı araması, trafiğe takılması, polis çevirmesine denk gelmesi ve çok geç kalmaya ramak kalana kadar kliniğe ulaşamaması, kliniğin acil girişinin kapalı olması ve kapıları kırarcasına sarsan birine kimsenin çıkıp 'ne oluyor birader' dememesi...

Bakın daha Aslı ve Ferhat'ın duygularından söz edemedim bile. Zira söz edecek yerlerime sağlı sollu giriştiler, "Onların çocuk yapması lazım", "Size de bebek çok yakışır", "Senden çok kral baba olur", diye diye vurdular.

Yalnız iki şey çok hoşuma gitti bu konuyla ilgili. Birincisi, ikisinin de bu bilgiyi kimseyle paylaşmaması, bunu konu etmemeleri. İkincisi de Vildan'ın hem Aslı'yla hem de Ferhat'la konuşurken söyledikleri. Özge'nin bütün bunları bilmemesini dilemesi ve Aslı'dan çocuğunun babası adına özür dilemesi. Bu hafta hiç kızmadığım tek karakter de Vildan oldu dolayısıyla.

Oysaki Ferhat "Boşanalım" dediğinde, Aslı biraz duraksayarak, yutkunarak da olsa "Bence de" demişti ve fragmanların bana düşündürdüklerine rağmen ben yine de umutlanmıştım hikâyenin geleceği adına. Geçen hafta, bölüm boyunca Ferhat'tan kaçan ve kendine sığınacak yer arayan bir Aslı izlemiştik. Nihayetinde Ferhat, böyle olacağına boşanalım, hem sen rahat et, hem de benim karanlığım sana daha fazla bulaşmasın diye düşünerek, "Boşanalım" demişti. Ferhat az konuşan ve özellikle duygusal anlarda konuşmak için hep yanlış sözcükleri ve ifadeleri seçen bir adam. Cümlelerini öyle bir sıraladı ve bunları sıralamak için öyle yanlış bir zamanı seçti ki, karşısında her zamanki Aslı'yı değil, yorgun ve pes etmiş bir Aslı buldu.

Aslı, Ferhat'ın sözlerindeki doğruları ve yanlışları ayırt etmişti ama hem dermanı yoktu bunları anlatmaya, hem de Ferhat anlamayacağı için değil, anlamak ve görmek istemediği için umudu tükenmişti. Ferhat da ansızın ilk gün gördüğü adama dönüşünce ve her karşılaşmalarında odundan da odun olmaya harcayınca bütün enerjisini, Aslı pes etmekle doğruyu yaptığını düşündü. Ve bunun için Aslı'yı suçlayamayız.

Ferhat'ın hak ettiklerini Yiğit söyledi. Üstelik o da öfkelendiği halde doğrudan şaşmadı. Söylemesi gerekenden fazlasını söylemedi, olanları çarpıtmadı. Kendi yaşadıklarını, zamanında abisine söyleyemediklerini de sözlerine eklediği için öfkeliydi, ama sözünü söylerken kimseye haksızlık etmedi. Bence Ferhat da çok iyi biliyordu Yiğit'in haklı olduğunu ama kabul etmek işine gelmiyordu.

Ferhat bizim gördüklerimizi göremeyen, kendisine anlatılanları çözemeyen, etrafında olup biteni anlamlandıramayan bir adam değil. İlişkiler konusunda çokça acemi, kendisiyle sorunları çok büyük ve ne yapacağını bilmeyen herkes kadar da değişimden korkuyor. Bütün bunları mantığa büründürmeye kalkıştığında da kırıp döküyor etrafını. Bunu Aslı da görüyor, biliyor ama şu ara Ferhat'la uğraşacak hali yok.

Benim Aslı ile sıkıntım da tam burada başlıyor. Aslı Ferhat'tan umutsuz değil, tünelin sonundaki ışığı gördü. Ferhat'ın nasıl yalpaladığını biliyor, dilini bilmediği bir ülkede kaybolduğunu ve ses çıkarmaya cesaretinin olmadığını biliyor. Bir şeyler yapmak zorunda hissettiğinde Ferhat'ın kendini korumaya alacağını ve köşesine çekilince de can yakmak pahasına pençelerini çıkaracağını biliyor. Yine de Ferhat'ın ağzından "Gitme", "Yapma" gibi sözler duymaya çalışıyor, bunun için kendini de onu da yıpratıyor. Aşkı, birlikte yürüme ihtimalini, umudunu buralarda arıyor olması beni hem üzüyor hem de kızdırıyor. Aldıramadığı bebeği Aslı'yı daha duygusal, daha kırılgan yapmaz umarım.

Aslı'ya kızıyor olmam, aynı anda Ferhat'a da kızmama engel değil. Ferhat bu hafta odunlukta yeni çığırlar aştı, onun o az ve ters konuşan hallerini, kaba ama zekice laf sokmalarını sevenlere bile "yuh" dedirtti. Aklından ilk geçeni ya da kalbinin ona fısıldadığını yüksek sesle dile getirmek değil onun yaptığı, bunların sahici düşünceleri olmadığını bilecek kadar tanıdık onu. Ama bunu bilmek onu mazur görmemizi sağlamıyor. Bu cümleleri bile isteye söylediğini, can yakmaya kastettiğini görüyoruz, bunun altında Ferhat'ın çektiği acının büyüklüğünü de biliyoruz ve tam da bu yüzden kızıyoruz ona. Sevdikleri için gözünü kırpmadan canını verebilecek olan adam, acı çekmekten, değişmekten korktuğu için canını yakıyor sevdiklerinin, hem de bile bile. Buradaki çelişkiyi ne zaman göreceksin Ferhat Aslan?

Necdet Aslan'ı gördüğü, tokat üstüne tokat yediği rüyasında bazı şeyler çok netti. Babası bu kez lafı hiç dolandırmadan, "Gururun aşkından, verdiğin sözlerden daha mı büyük" diye sordu, içinde bulunduğu yangına odun atanın bizzat kendisi olduğunu haykırdı yüzüne. O boş sandığı kırıp ateşe atmadan, gururunu, korkularını, kibrini yakıp kül etmeden kurtulamayacağını da söyleyerek her zamanki yol göstericiliğini de yaptı. Bakalım Ferhat babasının sözünü dinleyecek mi?

Ayrılık görmeyi severim, severek ayrılanların acısını izlemeyi severim, o acıdan kendilerine nasıl bir yol çizeceklerini, o acıdan nasıl dersler alacaklarını ve acının onları nasıl insanlara dönüştüreceğini merak ederim. Çiftlerin uzak kalışından doğan hikâyeleri, aşkın çeşitli şekillerde sınanmasını, ama yine de her şeyin "onu" hatırlatmasını, herkesin "onunla" kıyaslanmasını görmek isterim. Acıda ne kadar derine inilirse, sorgular ne kadar uzağa varırsa kavuşmaların o denli coşkulu ve unutulmaz olacağını bilir, ayrılıkla, özlemle sınanan aşkların daha da güçleneceğine inanırım.

Fakat biz öyle bir ayrılık izlemekteyiz ki bu saydıklarımın biri bile yok içinde. Buyrun, ben size bir liste verdim, buradan seçip seçip kullanın, bunun da dışına çıkmayın demeye çalışmıyorum elbette. Ama sormadan da edemiyorum, nasıl bir ayrılık bu? Aslı ile Ferhat bile bile birbirlerinin canını acıtmaktan başka ne yapıyorlar ve bununla nereye varabilirler? Bir yere varamayacakları için gelmedi mi zaten başımıza bu hamilelik hikâyesi? Tekrar soruyorum: Böyle mi olacaktı?

"Ben de kendi evladımın ateşine odun topluyorum" diyerek kürtaj meselesine atıf yapmıştı bence Necdet Aslan. Kürtaja karşı değilim ama Hem Aslı hem de Ferhat aslında bu bebeği çok istiyorlar, bu belli, bu nedenle bebeğin kuru bir barışmaya değil de iki tarafın da gururunu ve öfkesini yenmesine sebep olmasını diliyorum.

Geri kalanlar içinde, Hülya ve Dilsiz dışında her şeyden çok sıkıldım. Bir süredir diğer karakterlerin hiçbirinde, Dilsiz'e "Var diye" teşekkür eden Hülya'nın içtenliğinin, hesapsızlığının, Dilsiz'in gözlerindeki şaşkınlığın mahcup tebessümlere dönüşmesinin tadı yok.

İdil Yeter'in Azad'la görüştüğünü ve aralarında bir şeyler olduğunu öğrendi, bir şeylerin peşindeydi ve bu bilgiyi elde etti. Ama gidip bununla Yeter'i köşeye sıkıştırmaya çalışması ne demek? Yeter'in hayatında birinin olması, ilgisini Namık'ın üzerinden çekmesine vesile olacağı için İdil'in daha çok işine gelmez miydi? Ve Yeter'in de bu hamleye öfkeyle karşılık vermesi neden? "Sana ne" deyip geçememesi, babasına yakalanmaktan çekinen 16 yaşındaki ergen gibi davranması, üstüne bir de Azad'ı arayıp, "babam ilişkimizi öğrendi, hemen evlenmeliyiz" demeye çalışır gibi dert yanması neden?

Yine de İdil'in Yeter'i kışkırtması, bu kez İdil'in yalanının ortaya çıkmasına yaradığı için bir gözümü kapadım diyebilirim. Namık'tan da daha büyük bir tepki bekliyordum açıkçası, 22 bölümdür hiçbir konuda elini taşın altına koymamış bir adamdan ne bekliyorsam...

Handan'ın Yeter'in Azad'la görüştüğünü öğrendiğinde suratının girdiği şekillere bayıldım. İdil bu konuyu kurcalamaya devam edecekse dilerim bulgularını da Handan'la paylaşmayı sürdürür.

Azad Baba'dan ne çok umutluydum geçen hafta. Ya Cüneyt'in cezasını kendi kesecekti ya da Ferhat'a teslim edecekti onu. Başka bir ihtimali aklımdan bile geçirmemiştim. Ama ne oldu, Azad Baba Ferhat'ın sorununu çözmek için değil, kendi intikamını almak için olaya dâhil olduğunu hatırladı ansızın. Cüneyt de bunca zaman hayatta kalmasına yaradığı için iyice keskinleşen şerefsizliğinin tüm nimetlerinden faydalanarak devam ediyor hayatına. Tam olarak öldürmeyen şey güçlendirir ilkesi çalışıyor burada, şerefsizlikten ölmedikçe daha da şerefsizleşiyor.

Gülsüm'ün bebeği Necdet ile Özge'nin doğum lekelerinin aynı olması detayı beni benden aldı sayın seyirciler. Yeşilçam icadı bu ilkel kardeşlik testi emaresine ne gerek vardı acaba? İleride bir gün, Vildan bazı parçaları birleştirecek ve o parçalardan biri de bu leke olacak demek ki. Ama gerçekten, ne gerek var?

Çok uzun zamandır kurguyla ilgili sıkıntılarımız var. Bölümün en güzel sahnelerinin arasına giren alakasız sahnelerden bezdik. Bu işlerle ilgili olan herkes bilir ki paralel kurgu başka şeydir, seyircinin beklediği sahneyi ya da replikleri geciktirmek için araya alakasız sahneler koymak başka şey. Ve yazık ki biz uzun zamandır ikincisini izlemekteyiz. Bunun bir sebebi kurgunun sorunlu olmasıysa bir diğer sebebi de yan hikâyelerin ana aksa iyi bağlanamaması. Cüneyt'in önlenemez şerefsizliği ya da Gülsüm'ün Cüneyt karşısında direnememesinin mevcut AsFer ilişkisine ya da gerginliğine katkısı nedir mesela?

Bir süredir Dilsiz'in sahneleri belirgin bir biçimde azaldı. Bu durumu, Fatih Topçuoğlu'nun oyun takviminin yoğunluğuna bağlıyorum ben, umarım yanılmıyorumdur, zira Dilsiz'e Cüneyt'ten daha çok ihtiyacımız var, hikâye açısından olmasa da manevi açıdan. Zira Hülya'nın da ima ettiği gibi, Dilsiz iyi ki var...Bu hafta Abidin'i de çok az görünce aynı yorumu yapmak istedim, acaba Timur Ölkebaş da bir oyuna mı başlıyor, o yüzden mi set yoğunluğu azalıyor? Onu tiyatro sahnesinde izlemeyi çok isterim ama bu daha az Abidin izleyecek olmak anlamına gelmesin lütfen.

Ve son olarak, yeğen kişisine birkaç sözüm var. Bak kızım, bizim öyle saçlarına sarı ombre yaptırıp kırmız ruj sürmekle kötü olunduğunu sananlara, masumiyet maskesi takıp kurbanının hayatına çat kapı dalanlara pabuç bırakmaya hiç niyetimiz yok. Ustura bile anladı senin sağlam ayakkabı olmadığını, biz mi anlamayacağız? Derdin ne bilmiyorum ama varlığını hissettirdiğin ilk günden beri seni sevmiyorum ve bu hikâyede yerinin olmadığını düşünüyorum. Aslı ile kan bağının olması da bu hissiyatımı güçlendiriyor. Dilerim tez elden layığını bulursun. Teyzen saftır, güleryüzün arkasındaki kötü niyeti görmek istemediği için seni sever, bağrına da basar muhtemelen, ama aynını bizden bekleme. Ferhat'a yürümek gibi bir niyetin varsa da yolun açık olsun, Ferhat Aslan sana nasıl cevap vereceğini iyi bilir nasıl olsa, git de burnunu tosla o duvara!

(Bu yazı ilk olarak 19 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Saat kaç?

Siyah Beyaz Aşk 21. bölüm yorumu

Saat kaç? 
O köprüde saat kaç?

Aslı'nın geçen hafta başladığı, bence zaten çokça gecikmiş olduğu sorgulaması bu hafta da devam ediyor. Geçen hafta Ferhat'ın başı kalabalıktı, Aslı da sorgulamalarını doğrudan Ferhat üzerinden yürütmüyordu. Bu hafta, ani bir aydınlanma sonucu, abisinin Ferhat yüzünden öldüğü sonucuna ulaştı Aslı. Vardığı noktada, söylediği sözlerde haksız değil. Acısını da öfkesini de anlamak benim için zor değil. Ama bu sorgulamayı yapmaya Aslı çok çok çok çok geç başladı ve buna oranla sonuca da çok çabuk ulaştı.

"Sen haklıymışsın, insan mecbur kalınca karanlık tarafa geçebiliyormuş," cümlesini duyar duymaz "Eyvah" dedim ben. Kızdığım, korktuğum her şey bir cümlenin içine sığdırılmış gibiydi. Aslı o tetiği çekmeye kendini mecbur hissettiğini söylüyordu ki bu, Ferhat'ın "sıkmayalım da ne yapalım" demesinden farksızdı. Karanlık tarafa geçmenin bu kadar kolay olması ve Aslı'nın bunu olanların zorunlu sonucu gibi görmesi, geçen haftaki sorgulamalarının boşa gitmesi anlamına geliyordu. Ve haklıymışsın diyerek bütün bunlarda bir sorun olmadığını, bunun hayatın olağan akışı olduğunu kabul ediyor gibiydi.

Oysa Aslı bu noktadan U dönüşü yaparak bir zamanlar neşter tutan, iyileştiren ellerle bugün silah tuttuğunu, can almaya kalkıştığını söyledi. Bunun farkına varmış olması beni bir nebze rahatlatmıştı ki Aslı bu sefer de bütün suçu Ferhat'a atarak sorumluluğu da onun omuzlarına yükledi. Tamam, Ferhat bütünüyle suçsuz değil, ama Aslı'nın söylediği kadar suçlu da değil, bu konuda tek suçlu da değil.

Ferhat Aslı'yı evliliğe zorladı, eve kapatmaya çalıştı, peşine adam taktı ve benzeri bir sürü şey yaptı ve biz de bunlardaki problemi uzun uzun konuştuk. Fakat Ferhat Aslı'yı baştan çıkarmaya, kışkırtmaya, kendine âşık etmeye çalışmadı. Kendisi âşık olduğunu fark ettiğinde onun aşkını kazanmaya da çalışmadı. Aksine, kendisini fark ettikçe Aslı'dan uzak durmaya, onu da kendinden uzaklaştırmaya çalıştı. Ferhat uzaklaştıkça bir şekilde yaklaşan da hep Aslı oldu.

Cem'le geldikleri son noktada da Ferhat'ın bir suçu yok. Hatta bence Aslı'nın da suçu yok. Açık açık bunu diyemedi ama Cem Aslı'ya, "Ya Ferhat ya ben" dedi, Aslı için bu, "Ya abim ya Ferhat" değil, "Ya abim ya ben" sorusuydu ve Aslı kendisini seçmişti. Bence de doğru olan buydu, çünkü ne kadar yakınınız olursa olsun kimse size böyle bir şey söyleyemez, böyle bir tercih yapmanızı isteyemez sizden. Dolayısıyla Aslı'nın üzüntüsünü anlasam ve pişmanlığına bir nebze hak versem de bu halleriyle Cem'in o son tavırlarını onaylıyor olmasını kabul edemem.

Ferhat'ın Aslı'nın karşısına çıkıp çıkıp "Bin arabaya" dediği yerlerde, Aslı'nın "'Bin şu arabaya' değil, 'seni seviyorum'," cümlesi çınladı benim kulaklarımda. Aslı, abisinin son sözlerini doğru kabul etti ve o yolda yürüyor şimdi. Bugüne kadar verdiği mücadelede başarısız olduğuna ve içinde bulunduğu durumun bir çıkışı olmadığına inanıyor. Bu yüzden de daha önceleri görebildiği, görebileceği şeyleri artık göremiyor.

"Artık seni sevmek istemiyorum," cümlesindeki acı bana çok dokundu, çok büyük, çok zorlu bir yoldan geçilerek kuruldu o cümle, hepimiz biliyoruz, şahidiyiz. Ama esas problem bu değil. Şu an Ferhat'ı sevmek istememekte sıkıntı yok, çok da uzak olmayan bir geçmişte onu sevmiş, sevmek istemiş ve değiştirebileceğine inanmış olmakta sıkıntı var. Aşk değiştirir, doğru. Ama Aslı, aşk değiştirsin istemedi, kendisi değiştirmek istedi Ferhat'ı. O siyah beyaz köprü sahnesinde Ferhat'ın söylediklerinde haklılık payı yok değil. Meslek aşkıyla ya da değil, Aslı Ferhat'ı değiştirmek istedi. Kasıtlı olarak onu başka biri yapmaya çalıştı.

Ben buna kibir demekten imtina ederdim ama bu düpedüz kibir, evet. Ve bu kibir sadece Aslı'ya mahsus değil. Hepimiz, Ferhat'ı Aslı'ya uygun görmeyerek, layık bulmayarak buna katkıda bulunduk, bulunmaya da devam ediyoruz. Aşk bir hakkaniyet meselesi değildir, okunu en olmayacak yere saplayarak bize her seferinde gösterir de bunu. Ama biz inatla ve ısrarla o gözlüğü takar, yakışıp yakışmadığına, birbirine layık olup olmadığına bakar dururuz çiftlerin. Oysa aşk yakışmayanda, uygun olmayanda, hak edilmeyende, layık olmayandadır. Azad Baba'nın dediği gibi, sevdayı sevda yapan da o imkânsızlıktır.

Yine de aşk değiştirir, çünkü insan değişen bir varlıktır, hayatta kalmak ancak değişimle mümkündür. Uyum sağlar, dönüşür, kavga eder, çarpışır, yaralanır ve başkalaşır. Bunlar aşk nehrinin kendi yatağında akışı içinde olduğu sürece ne kibirden söz edebiliriz ne de tek taraflı ölümden. Oysa önüne barajlar kurunca, suyun yatağına, akışına, rengine, tadına müdahale etmeye çalışınca, taşıdığı taşa toprağa, beslediği canlıya kusur bulunca, akarken berraklığına, yavaşladığı yerde bulanıklığına laf etmeye başlayınca başkalaşıyor her şey. Ve burada, Ferhat'ın akışını değiştirmeye çalışan Aslı kadar, Aslı ile birlikte akmaya direnen Ferhat'ın da suçu var.

Çok sık yapıyorum ama, yine hatırlatacağım bu hikâyenin en başındaki cümleleri: "Ateşin denize, siyahın beyaza, güneşin aya duyduğu aşkın imkânsızlığı gibidir Ferhat'la Aslı'nın aşkı. Oysa hepsi de gönüllüdür değişmeye, kendini var eden her şeyi bırakıp yeniden doğmaya, aşk için değişip bir olmaya. Aşk, imkânsızı mümkün kılmak, kaderi alt etmek için çırpınan aşk. Her aşk, Ferhat'la Aslı olma niyetiyle yola çıkar. Kimi doğar, büyür, ölür; kimi sevdaya dönüşür."

Şu an bulunduğumuz noktada kimsenin bir şeylere gönüllü olduğu yok. O köprünün üzerinde biz ateşten sakınan bir barut ile kıvılcımlanmaya direnen bir ateş gördük, lakin kaderi alt etmek için çırpınan bir aşk göremedik. Köprüde konuşulanlar konuşuldu mu gerçekten, yoksa uzun ve derin bir suskunluk muydu olup biten, bilmiyorum. Bilmek zorunda da değiliz diye düşünüyorum. Çok güzel yazılmış, hakkıyla oynanmış, iyi çekilmiş, dolu dolu, derinlikli bir sahneydi izlediğimiz ve net bir şey söylemesindense bize sayısız soru sordurmuş olması daha önemli.


Siyah Beyaz mı gerçekti yoksa renkler mi?

AsFer sahneleri, yazık ki bölümün tek güzel şeyiydi bana göre. İkisi arasındaki bu çözümsüz görünen gerilim dışında o kadar zorlama sahneler, iğne deliği tesadüfler vardı ki, zamanında izleyemediğim bölümü izleyip inlemeye bütün gecemi verdiğime üzüldüm sabaha karşı.

Omzundan vurulup kendini dışarı atan Cüneyt'i çok kısa süre içinde çatıda bulduk. Başka bir ihtimal yokmuş gibi Gülsüm'ün odasında aldı soluğu. Gülsüm de her zamanki pasifliğiyle karşıladı onu ve ne istiyorsa yaptı. Cüneyt Gülsüm'ü çözmüş tabii, hiç zor olmadı ikna etmek, aşk vaatleriyle kandıramayınca tehdit etti; Gülsüm de biri beni tehdit etse de onun dediğini yapsam, ne yapacağıma kendim karar vermek zorunda olmasam der gibi dolanan bir karakter zaten, hiç ikiletmedi Cüneyt'in isteklerini, bir kaçış yolu aramadı.

Abidin'e durumu anlatmayı deneyebilirdi, silahları değiştirmeyebilirdi, İdil'i peşine takmamak için sandviçi hazırlayıp odasına gidiyormuş gibi yapabilirdi, stilettolarıyla arkasından koşan İdil'in ayak seslerini duyabilirdi. Korkularına bu kadar teslim olan bir karakter o korkusuyla en trajik biçimde yüzleşecektir, bunun başka yolu yok. Ve sadece bu bölümde yaptıkları bile yeterli, o gün geldiğinde Gülsüm'e üzülmemem için. Tüm kredisini tüketti bu hafta. Doğru davrandığı tek yer, İdil'in şantajını Yeter'den saklamaması oldu. Neyse ki, elindeki kozu nerede ve nasıl kullanacağını bilmese de blöf yapmayı akıl edebiliyor Yeter, bu da bir şeydir.

Silah konusu baştan sona bir tuhaf zaten. Cüneyt'in silahını beline takmak yerine ortalıkta bırakması ve böylece kendi silahının hedefi olabilmesi, Aslı'nın "abimi vuran silah" dediği silahı Ferhat'ın oracıkta bırakması, Cüneyt'in o silahın orada bırakılacağından adı kadar emin olması, Gülsüm'ün birbirinin aynı iki silahı değiştirmemeyi düşünememesi yetmezmiş gibi bir de silahlar üzerine kendi parmak izini bırakması... Aslı o silahı ateşleyebilsin ve Cüneyt kolayca kaçabilsin diye evdeki herkesin bir sebepten dışarı çıkarılması da çok yapay. Yeter, Azad'la buluştu, tamam. İdil Handan'ı çağırdı, Vildan da yanında gitti, o da tamam. Abidin ve Ferhat katilin peşinde. Gülsüm zaten odasından çıkmıyor, ona da eyvallah. Peki ama Dilsiz'i pansumana götürmek nedir? Hem de sadece Hülya gitmemiş, Zeynep de yanlarında. Üstelik Dilsiz iyi, hastane dönüşü hemen aksiyona dalabilecek kadar iyi.

Namık'ın Cüneyt'e yardım etmeyi kabul etmesini de anlayamıyorum. Ferhat'ın Şahin'i öldürdüğü anın videosuyla daha kaç işten sıyrılabilir Cüneyt bilemiyorum. Namık'ın bunca zaman yok etmek ya da Cüneyt'in elinden almak için tek bir hamle bile yapmadığı bir videoya böylesine boyun eğmesi de anlaşılır değil benim için. Hem hani Vildan silmişti o videoyu? Kasa şifresi olarak 123456'yı kullanan Namık, telefondan silmekle videodan kurtulduklarına inanmamış mıdır yani? Ve bunca zaman, neden bunca insan Ferhat'a hiç söz etmedi bu videodan? Cüneyt'in en büyük şansı her şeyden yırtması değil, etrafında bu kadar basiretsiz insanın bulunması. Neyse ki Azad Baba var.

Aslı'nın pılını pırtını toplayıp gitme isteğini anlıyorum, kendine gidecek yer bulamayışını da. Bunlarla ilgili hiç problemim yok, gitmekle çözülmeyeceğini, sevmek istememekle sevginin azalmayacağını bilsem de. Sıkıntı, gitmeye karar veren Aslı'nın karşılaştıkları. Ferhat'ın adım adım takip etmesi bizim şaşıracağımız bir şey olmaktan çıktı, fakat bunu fark edip Aslı'yı uyaran taksicinin "beni karıştırmayın" demesi olmadı. Bu tarz meselelerde gerekli mesajı ince ince vermeyi bilen dizimiz, o taksiciye "rahatsız mı ediyor, yardıma ihtiyacınız var mı" dedirtebilirdi. Bazen de karışmak gerekir bizim dışımızda olan bitene, kendimizi korumak için göz yummamalıyız tacizi, zorbalığı gördüğümüzde.

Aslı hastaneye gittiğinde odasının boşaltılmış olduğunu gördü, başhekime gitmesine bile gerek yoktu ama gidip karşılığını da aldı. Aylar boyunca işini aksatan Aslı'nın işten çıkarılmasına itiraz edecek değilim. Ama Namık Emirhan'ın yatırım yaptığı bir hastane, Namık Emirhan'ın gelinini, öncesinde yazılı bir uyarı yapmamışken ve yine haber vermeyerek işten çıkarıyor, öyle mi? Bu hastanenin Türkiye sınırları içinde olduğundan emin miyiz? Gündelik pratiklerimiz bize, para kaynağı kişi ve yakınlarının haksız da olsalar korunduğunu gösteriyor çünkü.

Hastaneden de taksiyle ayrılan Aslı'yı, bir kenarda, bir banka oturmuş halde buluyoruz sonra. Görüntü tuhaf ama bir sebebi var, Aslı'nın gidecek bir yeri yok. Şu tesadüfe bakın ki tam da oradan Aslı'nın yakın arkadaşlarından biri geçiyor! Bu arkadaş, izlediğimiz sahnelerden birine göre 6 aylığına Amerika'ya gitmiş ve yeni dönmüş, bir diğerine göre ise Aslı ile yıllardır görüşmüyorlar. İkisi birden de olabilir tabii ama benim açımdan durum net değil. Üstelik bu sürpriz arkadaşla Aslı o kadar yakınmış ki, bir çırpıda bütün yaşananları anlatıverdi Aslı ona. Aslı hikâyesinin ne kadarını paylaştı bilmiyoruz ama Esra, boşanma konusunu açabildiğine göre pek de az şey anlatmamış. Zamanında Ebru'ya ya da Deniz'e anlatmadığı kadar çok şey anlatmış.

Aslı'nın gidecek yeri yok ve şansa bakın, Esra'nın abisinin bir oteli varmış. Cüneyt kadar şanslı olamıyorsanız Aslı kadar şanslı olmayı da dileyebilirsiniz, o da az şanslı değil bugünlerde... Telefonu üzerinden takip edildiğini bilen Aslı'nın o telefonu yanında gezdirmeye devam etmesi ve telefonu kapatmayı ancak otele varınca akıl etmesi, Aslı'yı telefonu vasıtasıyla bulabilecek olan Ferhat'ın Suna arayıp bilgi verene kadar yeniden takibe kalkışmaması, Suna'nın Aslı'nın yerini öğrenme biçimi, otele gelen Ferhat'ın Aslı'nın oda numarasını öğrenmesi, pencerede bir karaltı gören Aslı'nın balkon kapısını kilitlememesi... Cümleyi tamamlamaya bile dermanım kalmadı inanın. Akışı bu kadar zorlamaya ne gerek vardı gerçekten anlayamıyorum.

Esra'nın ortaya çıkışından itibaren hiçbir şey birbirine bağlanamadı sanki. Keşke hiç yoktan bir arkadaş belireceğine Deniz ortaya çıksaydı yeniden. Aslı restorana gidip Deniz'i uzun zamandır aramadığı için özür dileseydi ya da Deniz bir süreliğine bir yere gitmiş olsa ve geri dönseydi. İlla bir otel gerekiyorsa onun sahibi Deniz'in abisi olsaydı ve o abi de darmadağın olduğunu görebildiği, evli barklı bir kadına yaklaşmaya çalışacak kadar çapsız olmasaydı... Olsa bile Ferhat artık biraz olsun değişmiş olsa ve o kafayı atmasaydı. Ferhat'ın orada olduğunu arabayı görünce anlayabilen Aslı'nın bir de şiddet referansına ihtiyacı olmasaydı...

Bunlara o kadar takıldım ve canım sıkıldı ki, evin kadınlarından söz etmeye halim kalmadı. Sadece birkaç sorum var buraya yazmak istediğim, bu hafta da böyle olsun.

Suna acaba neden çalışmıyor? Eğitimli biri olduğu her halinden belli. Dizinin başında İstanbul'a yeni taşınmışlardı, yerleşmek, alışmak falan derken biraz zamana ihtiyaç duyulmuş olabilir, ama artık çalışmaya ya da en azından iş aramaya başlayamaz mı? Dizinin bütün kadınları evde oturuyor ve bu benim çok canımı sıkmaya başladı. Bu durumu değiştirmeye Suna'dan başlasak diyorum.

Bölümün tek fragmanında, Aslı'yı artık tanıyamadığını söyleyen bir erkek sesi duymuştuk. O adam kimdi ve bu konu bölüm içinde neden geçmedi?

Handan Hanım Azad Baba'ya göz koydu sanırım. Görünce kayıtsız kalamadı, gidip kendini hatırlatma ihtiyacı hissetti, bir yolunu bulup eve bile davet etti. Açıkçası Azad Baba ile ciddi ciddi ilgileniyor olması beni çok mutlu eder, zira karşılık alamayınca ne hale geleceğini görmeyi çok isterim. Hem belki bu sayede insanların bir kalbe sahip olduğunu ve kalbin de kırılgan bir şey olduğunu öğreniverir.

Esra'nın Ferhat'ın fotoğrafını görmek istemesi, onu anlattırmaya çalışması bizi biraz işkillendirdi. Acaba Esra Ferhat'ı önceden tanıyor ve bir şekilde onun yakınına gelmeye mi çalışıyor şimdi? Yoksa sadece gazetede görüp beğendi ve Aslı'nın boşanma ihtimali olduğunu öğrenince de ilgilenmeye mi karar verdi? Ve abisini de bu duruma alet mi etti? Yoksa bu yalnızca bir komplo teorisi mi?

(Bu yazı ilk olarak 12 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Korkmadığım için korkuyorum

Siyah Beyaz Aşk 20. bölüm yorumu
'Korkmadığım için korkuyorum' 

Aslı abisini özlüyor, daha da çok özleyecek. Aslı'nın acısı var ve bu acı hiç geçmeyecek. Biraz gözlerini kapatacak oluyor, anılar olmasa rüyalar üşüşüyor Aslı'nın zihnine. Gecenin bir yarısı özlem, acı, vicdan azabı ve sorgular bir arada. Oysa bazı geceler soru sormak için hiç de uygun değildir, bazı geceler yalnızca ağlamak ve zehrini boşaltmak içindir.

Cem ve Aslı son zamanlarda anlaşmazlıklar yaşıyordu, bu anlaşmazlıkların zirveye çıktığı bir noktada, Aslı'ya biraz bozuk, biraz kırgın olarak binip gitmişti arabasına Cem ve Aslı'nın aklında kalan son sahne de bu oldu haliyle. Aslı nar ayıklıyordu rüyasında, Cem ise bir şeyleri Aslı'ya hiç yakıştıramıyordu. Cem tribini atıp odadan çıkınca Aslı dönüp ellerine baktı, elleri kırmızıya bulanmıştı. Nar ve kan alegorisine bayıldım. Aslı son derece masum bir işle uğraşıyordu rüyasında, ama sorularla uyandı yine de. Çünkü Cem'in neyi kastettiğini rüyasında anlamadı ama gerçekte biliyordu. Ferhat'a "Korkmadığım için korkuyorum" dediği şeydi sorun. Eline silah almanın, bir insana ateş etmenin, ateş eden kişiye yardım etmenin ve sonra hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmenin nar ayıklamakla aynılaşmasıydı sorun. Ferhat'ın yanındayken hiçbir şeyden korkmamanın, bu kaosu kanıksamaya dönüşmesiydi sorun. Ve Aslı'nın sorgulamaları bununla kalmayacaktır.

Abisini özleyen ve sorulara boğulan bir tek Aslı değildi. Ama Aslı'nın aksine Yiğit, rüyasında sorular değil yanıtlar buldu. Necdet Aslan yine gülümseyişiyle içimizi açtı, insanlığıyla da kederimizi dağıttı. Onu gördüğümüz bütün sahnelerde ortak olan bir şey var: Necdet, çocukları için çok sağlam bir kerteriz noktası. Ne zaman yollarını kaybetseler, ne zaman akıllarına düşen soruların yanıtını bulamasalar, ne zaman çıkışsız hissetseler yolu aydınlatıyor, olasılıkları değerlendiriyor ve olması gerekeni işaret ediyor. Ve bunları öyle naif, öyle samimi bir biçimde yapıyor ki, değil direnmek, gösterdiği yolun doğruluğundan kuşkulanmak, kendi öz fikriymiş gibi sahiplenebilir insan. Necdet'in anlattığı hikâyelerin güzelliği kadar, Gökhan Soylu'nun bu kısacık sahneleri defalarca izlenecek kadar büyüten, derinleştiren incelikli yorumu da bu etkide pay sahibi. Hiç sakil durmayan hafif bir şive, yumuşak bir ses tonu, minimal hareketler ve izleyende karşılık verme isteği uyandıran bir tebessüm. Keşke her bölüm görsek, sık sık dinleyebilsek hikâyelerini... Bu arada, cast seçimine bir etkisi oldu mu bilmiyorum ama Gökhan Soylu ile Deniz Celiloğlu arasındaki fiziksel benzerlik de insanı gülümseten türden.

Yiğit'in rüyasındaki alegori biraz daha kolay anlaşılıyordu, zira hem Necdet iyi bir kılavuzdu hem de Yiğit'in sorusu kolay yanıtlanır bir soruydu. Suna'nın da dediği gibi, kime "abi" diyeceğine kanın değil, kalbin karar verir. Babanızın başka insanlar olması bunca yıllık kardeşliği rafa kaldırmaz. Kaldı ki, başka hiçbir bağınızın olmadığı birini de kardeş edinip sevginizi çoğaltabilirsiniz.

Bunu Ferhat'a söylemek konusunda Suna ve Aslı ile aynı şeyi düşünüyorum, ama Ferhat yıkılacağı, hem babasını hem de kardeşlerini kaybedeceği için değil. Onları kaybetmeyecek, kaybedemez zaten, ama bu başka bir hikâye. Ben de Ferhat'ın hayatında olsam bu sırrı ona söylemeyenlerin yanında olurdum, zira bu onların sırrı değil. Ferhat bu gerçeği yalnız ve yalnız Yeter'den öğrenmeli, Namık'tan bile değil. Öğrendiği zaman, bunu bilenlere kırılacaktır, haklıdır da, ama saklayanlar da eşit derecede haklıdır bence.

Esas mesele biyolojik babasının Necdet değil Namık olduğunu öğrenmesi değil, Necdet'in katilini azmettirenin Namık olduğunu öğrenmesi olacak. Ama bunun için biraz daha vaktimiz olduğunu düşünüyorum. Bence, Aslı'nın yaptığı sorgulamaları Ferhat'ın da yapması gerekir öncelikle. Ellerini temizlemek, geçmişini temizlemek gibi kararlar verdikten sonra bunu öğrenmesi daha büyük katkı yapar hikâyeye. Şu anda öğrense nasıl davranabileceğini biliyoruz Ferhat'ın, bunu bilmediğimiz bir noktada öğrenmeli, o zaman yeniden başlayan bir hikâyemiz olur.

"Erkeğin kararmış kalbine, çiçek açtırmaya yemin etmiş bir kadın düşer. Can alan el, hayat veren elle buluşur. Aşk en olmazı oldurur. Çünkü aşk bütün kötülükleri temize çeker, değiştirir, iyileştirir!" Böyle başlamışlardı anlatmaya hikâyemizi, beklentim bundan fazlası değil.

Repliklerin kıyısına köşesine ufak tefek itiraflar iliştirmişler bu hafta.

Bölümün hemen başında, ayaküstü çay içerlerken Dilsiz'in "Uykumu kaçıran şeyler var" deyişine Hülya, çok güzel, mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu bölümdeki diyalogları bununla sınırlı kalsaydı da bu sahneyi buraya yazardım emin olun, çünkü onların böyle ufak ufak adım atmalarına bayılıyorum.

Dilsiz vurulunca başka başka diyaloglar da duyduk, gündelik ama özel diyaloglar. Dilsiz'in Handan Hanım'ın karşısında - belki de bir laf yemekten korkarak - uzanıyor olmaktan çekinmesi çok sahici, çok bizdendi, televizyonda da pek rastlamadığımız türden bir incelikti. O salonda, ansızın büyüyüp görünür olan bir Hülya izledik bu sayede. Handan'ın ya da İdil'in söyleyebileceklerinden çekinmedi, Dilsiz'in canının yanmasını her şeyin önüne koydu ve Dilsiz'in kalkmasına engel oldu Hülya.

Dilsiz'in küçük itirafı ise Hülya ile baş başa kalınca geldi. Böyle ilgilenilmeye, yemeğinin ayağına getirilmesine alışık olmadığından, "Ben vurulayım ara sıra ya," dedi şaka yollu, arkasına da "Vurulduk ya zaten." cümlesini iliştiriverdi. Hülya da durur mu, "Tövbe de Ramazan." dedi bunun üstüne. Dilsiz'in şaşkınlığı uzun zaman geçmedi. 'Dilsiz Abi' ile başlanan yolculukta, 'Ramazan' durağına gelinmişti çünkü. Sevdiğinin ağzından kendi adını duyduğun ilk an büyülü bir andır. Bu yüzden Dilsiz'in gülümsemesi için Hülya'nın odadan çıkmasını beklememiz gerekti.

Azad'ın Yeter'i kurtarmak için araştırma yapması, sonra Adliye önünde o çıkana kadar beklemesi, bize anlattığı gençlik hikâyesini hatırlattı bana. Yıllar boyunca Yeter'i izleyen ve bekleyen Azad, Necdet öldüğünde neredeymiş, ne yapıyormuş acaba? Ondan bir beklentimiz olması ona haksızlık olur, kabul ediyorum, ama böyle inatla, tutkuyla beklemiş birinin o sıralarda ne yaptığını sorabiliriz yine de.

Serbest kalan Yeter'in kapıda yalnızca Azad'ı bulması çok acıklıydı aslında, ama Yeter, Azad'ı çok güzel biri gülümsemeyle karşıladı ve onunla geçirdiği süre boyunca da gülümsemesini yüzünden hiç düşürmedi. Ve yemek sırasında öyle bir laf etti ki, işte bu, dedim, bu da Yeter'in itirafı. Önce güven konusunu açtı, sonra da Azad'ın güven telkin eden cümlelerine "Biliyorum" dedi, "Nerden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum." İtiraf gibi itiraf. Bunca sene tek taraflı bir aşkı sürüklemiş bir kadına, kendisine benzeyen, sessizce bekleyen biri elbette güvenilir ve çekici gelecekti, geldi de.

Yiğit, Yeter'e 'anne', Ferhat'a 'abi' diyerek pek de gizli olmayan itiraflarda bulundu ve bunlar da hak ettikleri gibi coşkuyla karşılandılar; gözler doldu, kollar birbirini sardı ve muhtemelen geçen zamana iç çekildi. Ama Yiğit'in asıl itirafı, Suna'ya söylediği "Yıllarımı aldı benim, özlemi öfkeye çevirmek." cümlesiydi. Bu bir itiraftı, çünkü büyük bir özlemi gizlemeyen bir öfke, zamanla gücünü ve varlığını kaybedebilirdi, oysa Yiğit'in öfkesi ilk günkü gibi tazeydi. Daha ikinci bölümde şöyle yazmıştım: "Öfkesi böyle taze olduğuna göre Yiğit için aile konusu henüz kapanmamış." Yiğit, abisini her gün daha da çok özlediğini, özlemini bastırmak için öfkeye sığındığını itiraf ederek onayladı beni.

Ferhat'a kızgın olmasıyla Ferhat'ın babasının Necdet olmadığını öğrenmesi arasındaki bağlantıyı ben kuramadım. Bu nedenle abisine sarılmaya yer arıyormuş diye düşünmedim de değil. Ama sebep ne olursa olsun o kucaklaşma dünyalara bedeldi, orası kesin. Dışarıdaki abisine pencereden el sallayan kişi, savcı olmuş, çoluk çocuğa karışmış Yiğit değil, abisi tarafından terk edilen, tıfıl Yiğit'ti.

Ferhat'ın itirafı tek kişilikti, Aslı duymadı maalesef ama biz duyduk. İzlemeye, görmeye başladığımız şeylerin gerçekliğinden; en önemlisi de Ferhat'ın bütün bunların -Aslı'nın kendisini hangi koşullarda, kendisine ve Ferhat'a rağmen sevdiğinin- farkında olduğunu gördük.

Bütün bunları bilse bile, yine de kaybetmekten, terk edilmekten korkan küçük bir çocuk olduğunu da gördük Ferhat'ın. Hikâyenin başında Aslı'nın Ferhat'la kalmaya ses çıkarmama sebebi Cem'di, malum. Şimdi Aslı eğer Ferhat'la kalacaksa, yalnızca kendisi istediği için olabilir bu. Ve bunun için Ferhat'ı sevmesi yeterli olmayabilir, diye düşündü Ferhat, çünkü Aslı ona "Sen severken de öldürürsün" demişti bir zamanlar. Şimdi Ferhat dönüp soruyor, "Sence ben severken öldürür müyüm?" diye, masanın altında bacaklarını gergin gergin titretirken. "Beni terk edecek misin?" sorusuydu bu, bana kalırsa. Aslı'nın cevap verememesi de sorgulamaya devam ettiğinin işareti. Ama "Terk etmeli miyim?" sorgulaması değil bu, "Bu koşullarda nasıl devam ederiz?" sorgulaması. Ya sev ya terk et değil; birlikte yaşamayı nasıl başarırız meselesi. Dolayısıyla Namık'ın söyledikleri, Ferhat'ın korktukları ve Aslı'nın düşündükleri aynı şeyler değil.

Namık'ın itirafı yazık ki bir sevgiyi ifade etmekten çok uzaktaydı. Aksine, Yeter'in kendisine duyduğu aşka nasıl güvendiğini ve bu aşkı nasıl pervasızca kullandığını gösteriyordu, nezarethanede kurduğu her bir cümle ile. Her fırsatta incitmekten çekinmediği kadın, bir kez olsun bu aşkla hareket etmediğinde nasıl dünyası başına yıkılacak, kendisi düşerken o kadını da sürüklemeye çekinmeyecek kadar zayıf ve karaktersiz olduğunu itiraf ediverdi Namık, tek nefeste.

Yiğit'in rüyasıyla ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta, "Ben yem versem ne, vermesem ne, o gider, toprağı eşeler, bir solucan bulur." cümlesi. Burada Yeter'i ezmemiş, üste çıkmamış, yaptıklarını onun boynuna borç etmemiş, sadece ve sadece sevgi vermiş bir adam gördüm ben. "Ben olmasaydım, Yeter'le evlenmeseydim bile Yeter çocuğunu besleyip büyütmenin bir yolunu bulurdu," dedi sanki bu cümle ile.

Aslı'nın mide bulantıları devam ediyor, bu da ben ve benim gibileri tedirgin etmeye devam ediyor. Şu kaosun içine bir bebeğin gelme ihtimalinin ürkütücülüğü bir yana; 30 yaşını aşmış insanların korunma yöntemlerini biliyor ve uyguluyor olmalarını diliyor, eğer bir gün bebek sahibi olacaklarsa bunu planlayarak yapmalarını bekliyoruz. Bence haklıyız.

Cüneyt'in hem eve hem de Ferhat ve Aslı'nın üzerine eşzamanlı olarak adam salmasını anlayamadım. Zaten Cüneyt'in yaptıklarının büyük çoğunluğunu anlamıyorum. Silahlı adamlarla dolu bir eve yalnızca iki kişinin, birkaç ufak silahla saldırmasındaki tuhaflığa ne demeli? Yerli dizi evreninde ne baskınlar, ne ev taramalar gördük biz, taş taş üstünde kalmadı. Öyle olsaydı demiyorum ama, bu neydi ve Cüneyt'in kendi kumaşından seçtiği o iki beceriksiz hem Abidin'i hem de Dilsiz'i yaralamayı nasıl becerdi?

Ev taranırken Vildan, bebeği düşünüp direkt Gülsüm'ün yanına koştuğuna göre, haftalardır gıyabında bile konuşulmayan Özge'nin evde olmadığını düşünebiliriz. O yaşta bir çocuk yatılı okula da verilemeyeceğine göre acaba Özge nerede?

Bu hafta, Yiğit'in evinin önünde Ferhat'la Yiğit'i fotoğraflayan ojeli eller gördük. Cem'i öldüren palyaço ile Aslı'nın evinde dolaşanın aynı kişi olduğundan ve o kişinin kadın olduğundan hepimiz emin gibiydik, kadın olduğundan emin olduk. Ama kim olduğu konusunda benim bir tahminim yok, tek bildiğim, Aslı'nın ailesinden biri olmasını kesinlikle istemediğim.

İdil Handan'a benzemeye başladığından beri Vildan da daha şüpheci oldu. Annesiyle İdil'in bütün konuşmalarını manidar bakışlar atarak izliyor, ortama Cüneyt de girince kahkahalara sebep olan laflar ediyor. Adım adım büyüyen bir karakter oluyor Vildan, severek izliyoruz.

Baştan beri severek izlediğim kişi ise elbette Suna. O konuşurken serin bir rüzgâr esiyor saçlarımın arasından, ben dökülen sonbahar yapraklarını izlerken kahvemi yudumluyorum, sevdiğim bir şarkı çalıyor fonda... Öyle bir etkisi var üzerimde. Bazen tebessümle, bazen gözyaşıyla izliyorum ama her sahnesinde aklımdan geçen şey, Suna'yla tanışsam, oturup uzun uzun konuşsam düşüncesi oluyor. Hani bazen hiç tanımadığınız birine bütün hayatınızı anlatıp rahatlamak istersiniz ya, Suna'yı tanıyorsanız tanımadığınız birine ihtiyaç duymazsınız içinizi dökmek için. Çünkü o sizi önyargılarıyla dinlemiyor, kalbiyle dinliyor ve yaranızı görüp oradan ses veriyor. Onun söylediklerinde haklı olduğunu anlamak için düşünmeniz değil, içinize bakmanız gerekiyor. Sizi güzel gösteren, ama bakmayı unuttuğunuz bir aynayı tutuyor size. Suna iyi ki var...

Yeter'in İdil'in doktoruna gidip onu konuşturması ve bu konuşmanın kaydını alması güzel hareketti. Gelip bunu İdil'in yüzüne vurması da öyle. Ama İdil'de de Yeter'in bir sırrı var. Yeter bundan çekinmedi, çünkü artık korkacak bir şeyi kalmadı. Yeter'e karşı kuyruğu dik tutmaya çalıştı ama sırrı ortaya döktüğünde İdil'in de kaybedecek bir şeyi kalmayacak, bu durumda, Namık'ın ilgisini kendi üzerinden çekmek için bile Yeter'in sırrını söyleyebilir Ferhat'a. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin bu sırrın İdil'in ağzından dökülüp yayılacağı çok belli. Umarım yanılırız.

Bu arada, Yeter hakkında ifade vereni bulan Azad Baba Ayhan'ın nereye gittiğini de araştırıyordur inşallah.

Ferhat'ın oteldeki çatışmada sıkıştırdığı adamın elindeki tebeşir lekesi, bilardo salonuna baskın üstüne baskın ve şans eseri bile olsa defalarca kurtulan Cüneyt, sonra cebinden bilardo tebeşirinin düşmesi, Şahin'in adamından çıkan kurşunla Cem'i vuran kurşunun aynı silahtan çıkması falan bana biraz zorlama gelen sahnelerdi, belki de akışın sürekli kesilmesinden dolayı ama nihayet Cüneyt'in kuyruğundan tutulmuş olmasına şükrediyorum yine de. Aslı aydınlanmasını yaşarken Cüneyt'in gevşek gevşek Şahin meselesinden bahsetmesi de tuhaftı mesela ama adam şerefsizin teki olduğu için hiçbir şey sakil durmuyor üstünde, o ayrı.

Bölümün başından sonuna kendini sorgulamış olan bir Aslı o tetiği çekmez bence, muhtemelen kendini sorgulamaya devam ettiği bir hayali gördük biz. Tetiği çektiyse de isabet ettirmemiş olmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Cem'in ölümüyle Aslı da siyahlara büründü, dikkatinizi çekmiştir. Benim aklımdan şöyle bir şey geçiyor, bir zamanlar "fazla renklisin" dediği Aslı'nın böyle siyahlara bulanması Ferhat'ın dikkatini çekse, onu eski rengine kavuşturmak için kendisi de siyahlarından biraz olsun ödün verse, birlikte renklenseler...

(Bu yazı ilk olarak 5 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Ölüm uzak sanıyoruz...

Siyah Beyaz Aşk 19. bölüm yorumu

Ölüm uzak sanıyoruz...

Bu hafta aksiyon azdı, bazı sahneler çok uzunken bazıları ışık hızıyla geçti. Olan biteni kısaca anlatmak istesem birkaç cümle yeter belki. Ama kalbime dokunuşu yine çok özeldi. Cem'i baştan beri sevmedim, yalan değil, ölmesini de çok istedim. Ama Aslı'yla beraber uzun uzun ağladım da arkasından. Çünkü acıyı yaşama biçimi çok sahici, çok tanıdıktı Aslı'nın.

Bölümden sıkıldığını söyleyen arkadaşıma, "Ağlasaydın sıkılmazdın," dedim, "Cem'in gidişine mi ağlayayım, kör öldü badem gözlü mü oldu?" dedi. Haksız diyemem, Cem, arkasından ağlanacak bir adam değildi seyircinin gözünde. Ama üzülen, ağlayan da haksız değil, Aslı'nın acısına tanıklık etmek de kolay değildi. Bundan sonra neler olacağına konsantre olanların neden sıkıldığını anladığım gibi bölüm boyunca kirpikleri kurumayanların halini de anlıyorum. Hikâyenin nasıl bir yol izleyip nereye varacağını çok merak ediyorum, ama bu yolları kat ederken rastladığımız küçük hikâyelerde verilen molaları da bir o kadar önemsiyorum. Ve yazarın esas becerisinin birkaç cümleye sığdırılan o hikâyelerde saklı olduğunu düşünüyorum. Bundandır ayrıntıların peşinde koşuşum, bundandır hemen yazmak yerine zihnimdekileri demlendirme gayretim.

"Sürekli ölümden bahsediyorum," diye özür diledi ya Aslı, en çok orada yandı canım. Birdenbire bütün cümleleri geçmiş zaman kipiyle kuruyor olmakta insanın canını acıtan bir taraf var zaten, ama bir de, bütün o cümleleri sil baştan kurmak, ölen kişiye dair hikâyeleri yeni baştan anlatmak istiyor ya insan, daha nasıl büyüyebilir bir acı? Henüz Ferhat'a anlatmadığı ne çok hikâyesi vardı, yeri geldikçe paylaşacaktı belki. Ama o yer aniden geliverdi, Aslı'nın da aklına geleni boca etmesi gerekti Ferhat'ın üzerine. Belki o anıları belleğinde tazelemek istedi, belki Ferhat'ı da oraya eklemek, belki biraz kırgın ayrıldığı abisiyle ilgili anılarını temize çekmek... Aslı her fırsatta konuştu, anlattı. Ferhat'a anlattırdı kendi tecrübesini, Dilsiz'e sordu onun yarasını… Ve anladı ölümün herkesi eşitlediğini, ölüm acısının kalanları hep aynı yerden vurduğunu ve o yaranın hiç geçmediğini…

"Ölüm uzak sanıyoruz ya," dedi Dilsiz, öyle değil, demek isteyerek ve çok haklıydı. Başımıza hiç gelmeyecekmiş gibi yaşıyoruz, her şeyin özrünü dileyebilir, teşekkürünü edebilir, acısını çıkarabilir, hesabını ödeyebilirmişiz gibi. Bunu içten içe hepimiz biliyoruz aslında, hayat kısa. Ama bunu unutmadan da yaşayamıyor, yürümeye devam edemiyoruz. Yazık ki bütün hesapları da açıldığı anda kapatamıyoruz, biraz zaman geçmesi gerekiyor üzerinden. Ve her şeyin çaresi zaman, bazen çaresizliği getirip koyuyor avuçlarımıza.

Ferhat'ın Aslı'nın yanında olma biçimine bayıldım. Kendisine ihtiyaç duyduğu hiçbir anda Aslı'yı yalnız bırakmadı, aç mısın, uyumak ister misin gibi sorularla ona yaşamak, devam etmek zorunda olduğunu hatırlattı, anlattıklarını sabırla ve ilgiyle dinledi, sorularına karşılık verdi. Aslı "Kimse kalmadı" dediğinde "Ben varım, hep olacağım" demeyi de bildi. Bir de, Aslı "Çok konuştum" diye özür dileyince Ferhat, "Yoo, ben dinlemek istiyorum" dedi ve kalbimden vurdu beni de. Harikaydı.

Aslı'nın bu kadar çok konuşması, anlatması, sık sık teşekkür etmesi, özür dilemesi, aynı acıyı onlarca defa yaşamış gibi bilgece hikâyeler anlatması, hep güçlü olmaya, ayakta durmaya alışmasından ve artık en büyük desteğini yitirdiği için kontrolü hiç bırakmaması gerektiğini düşündüğündendi bence. Ama artık Ferhat var, yanında duran, hep yanında olacak olan ve her zaman ayakta durmak zorunda olmadan, acısını da dibine kadar, özgürce yaşaması için ona alan bırakan… Nitekim Aslı da gerçekten bıraktı kendini, hem bedenen hem de zihnen. Ferhat'ın kollarından yere nasıl yığıldığını gördük, peki ağzından çıkanlara da dikkat ettik mi? Bir cümlesi "Abim çok severdi yoğurtlu makarnayı" iken diğer cümlesi, "Kimse kalmadı." Biri oldukça sıradan, biri oldukça acıklı iki cümleyi arka arkaya getirebildi kendini bırakan Aslı. Çok da sahiciydi.

Ölümün karşısında her şey boş ama ölümün sonrasında söylenenler, yapılanlar boş değil. Sadece şu anda yanında olmayı becerdiği ve bunu da acısını yaşamasına izin vererek yaptığı için bile vazgeçilmez olabilir Ferhat, Aslı için. Öyle önemli bir zamanda sardı kollarını ona Ferhat.

En çok hoşuma giden detay, Aslı'nın Dilsiz'in adını bilmesiydi. Aslı biliyor, çünkü Hülya ile konuşmuşlar. Bu küçücük cümle öyle çok şey anlatıyor ki. Aslı sadece Ferhat'ın hayatına girmedi, dizideki herkesin hayatına girdi, hepsine bir iz bıraktı, bırakmaya da devam edecek. Sonsuzluğa uzanan dizi süreleri azmış gibi hâlâ şunu da görseydik bunu da görseydik diye mızmızlanıyorum ya, işte onların hepsine de cevap gibiydi "Hülya ile konuştuk" cümlesi, biz onları izlemiyorken de orada bir hayatın devam ettiğini, SBA evreninin bir yerlerde var olduğunu ve oradan bize daha çoook hikâyenin geleceğinin müjdecisiydi.

Bu bölümün mutlaka konuşulması gereken yanlarından biri, oyuncuların performansı. Dizinin zaten oldukça sağlam bir kadrosu var, bu bilgi yeni değil. Ama karakterler açıldıkça, roller büyüdükçe ve üzerine yaşanmışlıklar eklendikçe daha da keyifli oluyor izlemesi.

Namık az konuşan, aksiyona çok az dâhil olan, işi gücü konuşmak olan bir karakter. Bir de sevimsiz, sinir bozucu bir konuşma biçimi var ki, karakteri iyice itici yapıyor. Muhammet Uzuner ilk günden beri ne o ağırkanlı duruşundan ne de sevimsiz konuşmasından vazgeçmedi. Bu yüzden de Namık'a öfkem büyüdükçe oyuncuya saygım da artıyor. Bölümün hemen başında, önce Özgür'le, sonra Yiğit'le, sonra da Ferhat'la kısa kısa diyalogları oldu Namık'ın. Her birine başka bir adamı oynadı Namık ve hepsi bambaşkaydı, izlemesi çok keyifliydi.

İlk bölümlerde Yeter'i izlerken içim şişiyordu. Öyle yüksek perdeden konuşuyordu ki yoruluyordum. Zaman geçtikçe Yeter normalleşti, daha katlanılabilir ve takip edilebilir biri oldu. Özellikle son bölümlerde, Yeter'in yaşadığı kırılmalarla Arzu Gamze Kılınç'ın incelikli karakter yorumu bir araya gelince seyir zevki yüksek bir iş çıktı ortaya. Yeter'in nezarethanede anlattıkları pekala yeri göğü inleterek, büyük büyük oynayarak da anlatılabilir ve yine de seyirciyi perişan edebilirdi. Oysa derdini sakin sakin anlatan Yeter daha çok işledi içimize. Onun karşısında Deniz Celiloğlu da diyalogsuz oyunu ve gözyaşlarıyla destek oldu bu sahneye. Yeter'in anlattıklarını zaten biliyorduk ama yine de etkilendik, çünkü Yiğit'in yaşadığı sarsıntı çok ölçülü ve çok gerçekti.

Abidin, karikatür gibi bir tipti başlarda, ne karakterin böyle büyüyüp dimdik durabileceğini ne de Timur Ölkebaş'ın Abidin'i böyle sırtlanabileceğini öngörebilirdik. Ama Abidin'i tanıdıkça Ölkebaş'ı da tanıdık ve çok memnun olduk.

Suna karakteriyle Burcu Tuna da kendini ve karakterini keyifle izletenlerden. Sürekli Yiğit'e akıl verir durumda olmasına rağmen asla didaktik ve itici olmuyor, karakterin dozu öyle iyi ayarlanmış ki kendimizi Suna'ya hak verirken buluyoruz sürekli, ötelemek ya da yok saymak içimizden gelmiyor.

Selin Şekerci'nin Ayhan yorumunda da bu iyi ayarlanmış dozu görmek mümkün. Onu daha parlak, daha konuşkan, daha gösterişli karakterlerde görmeye alıştığımız için bu yeni bir tat ve kesinlikle hem kendisine, hem de dizinin kendi yatağında, sakin akışına çok yakışıyor. Bu bölümde, gerek Sevgi Hanım'la, gerekse babasıyla diyaloglarında sözleriyle değil gözleriyle neler anlattığına bizzat tanık olduk Ayhan'ın. Vurgulu intikam yeminlerinden sıkılmış, birbirini itekleyen, tartaklayan karakterlerden bıkmış durumdayız zaten. Ayhan'ın babası yaklaşmak istediğinde geri çekilişi ve derdini anlatma işini gözyaşlarına bırakışı çok daha etkiliydi bağırıp çağırmalardan.

Bana sorarsanız, Ebru'nun ölümünden sonra kadrodaki en zayıf halka Cem'di. Belki Uğur Aslan hep birbirine benzer roller tercih ettiğinden, belki de Cem karakteri bir türlü derinleşemediğinden, o alışık olduğumuz Uğur Aslan'ı bile izleyemedik 18 bölüm boyunca. Umarım bundan sonra farklı bir karakter ve yorumla çıkar seyirci karşısına.

Şikayetçi olduğum büyük oynama hali dizide en çok Handan'da var. Bu yorumun karaktere uygun olmadığını söyleyemem zira Handan, Valide Sultan rolünü biçmiş kendine, yüksek perdeden konuşup eyliyor sürekli. Ama bir süre daha böyle devam ederse karakter iyice karikatürize olacak, ondan korkuyorum. Artık onun hikâyesini de öğrenmeli ve karakterin diğer boyutlarını görmeliyiz.

Beni üzen diğer karakter de İdil. Başta akıllı, ne yaptığını bilen ve kendine çizdiği bir yol haritası olan, ona göre hareket eden bir kadın vardı ya da en azından bize hissettirdiği buydu. Ama ne zaman ki Namık seçimlerden çekildi ve İdil Namık'ın evine yerleşti, İdil de Handan'ın yanında harem raconunu öğrenmiş cariye gibi davranmaya başladı. Haliyle Ece Dizdar'ın performansı da histeri krizlerinden ibaret kaldı. Dizdar'ın yapabileceklerini bildiğimden, İdil karakterinin Namık'a yönelik planlarının olduğunu da baştan beri düşündüğümden, İdil'in ona buna laf söylemek yerine eyleme geçmesini ve hikâyesini bizimle paylaşmasını diliyorum.

Uzun uzun izleyemesek de ufak tefek sahnelerde Dilsiz'in, Hülya'nın, Vildan'ın ve Gülsüm'ün performanslarını gördük. Karakterler büyüyüp genişlerse oyuncuların bunun altından kalkabileceklerine ben ikna olmuş durumdayım. Cahit Gök'ü ise daha önce de izlediğimden, Cüneyt'ten beklentilerim daha yüksek. Sürekli sözler verip, tutamasa da dört ayak üstüne düşen biri olmaktan fazla bir şeye dönüşürse karakter, Cüneyt'i izlemek de daha keyifli olacak, kötülüklerine devam etse bile. Abidin'in ona ayar verdiği sahnede aldığım keyif de bunun işareti bence.

İbrahim Çelikkol ve Birce Akalay için şimdiye dek çok şey söyledim, tekrar etmeyeyim. Ama aralarındaki fiziksel uyumu rolleri yorumlamalarına da yansıtmaları, gereken yerde bir adım geriye çekilmeyi bilmeleri, biri yükselirken diğerinin desteklemesi gerçekten şahane. AsFer başkalarıyla bu kadar iyi, bu kadar çekici, bu kadar izlenesi olmazdı muhtemelen.

Cem'in ölümünün Ferhat ve Aslı'nın arasına girmesini beklemediğimi söylemiştim. İsteseler ayırabilirlerdi ama şükür ki yapmadılar. Cem'le ilgili olarak Ferhat, "Aslı'yı bırak" laflarını hatırladı sürekli. Bunu Cem'in vasiyeti gibi değerlendirebilir, Aslı'yı kendi karanlığından uzak tutmak için bir kez daha uzaklaşmayı deneyebilirdi. Neyse ki bu kolay yolu seçmediler. Aksine Ferhat, Cem'in ne demek istediğini çok net anlamış. Öyle ki, "Abin beni içeri atmayı değil, dışarı çıkarmayı istiyordu aslında, kardeşini sevdiği için," diyebildi Aslı'ya. Yöntemi yanlış olsa da Cem'in haklı olduğunu o da onaylamış oldu böylece.

En başa dönüp Aslı'nın Ferhat'la evlenmeyi abisini korumak için kabul ettiğini hatırlama vaktidir şimdi. Cem gitti, Aslı'yı yanında tutacak bir koz kalmadı Ferhat'ın elinde. Ama cenaze sonrası Aslı'nın midesinin bulanması tesadüf olamaz, bebek geliyor. Böylece, drama tanrısının illâ ki bir şekilde ayıracağı çiftimizin bir başka bağı daha olacak, kolay kolay kopmamak için.

Cem'in vurulması ile ölmesi arasındaki süreyi gereksiz yere uzatmadıkları için emeği geçen herkese teşekkür ederim. Bir hafta koma, bir hafta ölüm, bir hafta cenaze derken haftalarca sündürülebilirdi bu konu ve yerli dizi seyircisi buna ne yazık ki alışık. Kaçma kovalamaca olmadan, yoğun bakım odasına girmenin yirmi sekiz farklı yolu denenmeden de öldürülebiliyormuş işte bir karakter. Operasyon sırasında vurulan bir komiserin başında neden polislerin beklemediğini yine de sorabilirim, ama bu, ölümün hızlı gelmesiyle ilgili memnuniyetime halel getirmez.

Ölüm tamam, fakat cenaze sahnesinin bu kadar hızlı geçilmesi başımı döndürmedi değil. Üstelik çatışmada vurulup ölen komiser için resmi tören yapılmaması da göze battı. Aynı şekilde, karaciğere çok yakın bir yerinden vurulan Cem'i beyin ve sinir cerrahı olan Aslı'nın ameliyat etmesi de. Dizideki bütün ameliyatları Aslı yapmak zorunda mı? Palyaçonun yaptığı enjeksiyondan sonra Cem kötüleşince Aslı'nın yanına gelip onu Acil'e çağırdılar. Yoğun bakımdaki adam, kötüleşince Acil Servis'e götürülmüş olamaz, değil mi?

Son birkaç bölümde kimseyi vurmamıştı Ferhat, onun acısını çıkarırcasına boşalttı şarjörünü Rektum'u yakalayabilmek için, yine de epeyce zorlandı. Demek ki bir süre silaha dokunmayınca pratiğini kaybediyormuş Ferhat Aslan ve demek ki sandığı(mız) kadar bağımlı değilmiş. Ben bunları karanlıktan çıkışa doğru atılmış adımlar olarak görmek istiyorum artık.

Para çantasını alıp Namık'a iade ettikten ve üzerindeki yükten kurtulduktan sonra Yiğit'in geri dönüp Namık'ın cebine para koymasına BA-YIL-DIM! Arabasının lastiğini patlattığında parasını da bir kenara bırakan Yiğit, senin kendince yaptığın gösterişe pabuç bırakır mı sanmıştın Namık Bey? Ferhat Aslan'ın kardeşi, Necdet Aslan'ın oğlu o, şeklini yapmadan bitmez sahnesi. Ve bu sahneyi gülümseyerek izleyen Abidin, bizlerin sahne içindeki temsili gibiydi. Yetmezmiş gibi bir de Namık'ın yanına gidip durumu iyice vurguladı Abidin, pek güzeldi.

Ayhan'ın Azad'dan intikam almak için Yeter'i ihbar etmesini biraz yadırgamış olsam da gelinen noktadan şikayetçi değilim. Necdet'in Ferhat'ın babası olmadığının onlarca bölüm saklanmasını istemiyorum çünkü. Fakat Yeter'i nezarethanede görünce Yiğit'in aniden değişmesi tuhaf geldi. Öyle bir değişim ki, eli ayağı tutan, çok şükür sağlıklı bir kadın olan annesine çorbayı kendi elleriyle içirdi Yiğit. Peki, ama neden?

Bölüm finalini de garipsedim. Annesini öyle gözyaşlarıyla dinleyen, gerçeği öğrenince elini istemsizce ağzına götürüp dişlerini geçiren, yani duyduklarının anlatılamaz şeyler olduğunu vücut diliyle gösteren Yiğit'in hemen telefona koşup öğrendiklerini Ferhat'a anlatmasından korkacak değilim. Dolayısıyla gelecek bölümden beklentim Yiğit'in söyleyecekleri üzerinden şekillenmiyor. Cem'i öldüren ve Aslı'nın evinde dolaşan kişinin kimliği ve Ayhan'ın yapacakları merak ettiriyor gelecek bölümü.

(Bu yazı ilk olarak 26 Şubat 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Siyah Beyaz Kardeşlik

Siyah Beyaz Aşk 18. bölüm yorumu
 
Kardeşliklerin sınandığı ve siyahla beyazın ayırt edildiği bir bölüm izledik satır aralarında. Aslı, Cem, Ferhat, Gülsüm, Vildan ve Abidin'in kardeşlikten ne anladığını gördük. Bu sınavdan en başarılı çıkan Abidin oldu. Gülsüm'e abilik yapıyor şimdilerde, içinde başka bir ateş yansa da. Fakat öyle güzel bir noktada duruyor ki, incelenmeli ve örnek alınmalı. Gülsüm'ün yanında duruyor, ona sevgisini gösteriyor, onu koruyor, başkalarına karşı sonuna kadar savunuyor. Fakat onu bir bebek gibi de korumuyor, onun da bir yetişkin olduğunu bilerek yapıyor bütün bunları. Onun adına karar almıyor, onu yönlendirmeye ya da yönetmeye çalışmıyor, ona bekçilik etmiyor, aksine her fırsatta kendi hakkını savunması için, ayağa kalkması, görünür olması için yüreklendiriyor. Bir karakter ne kadar sevilebilirse o kadar seviyorum Abidin'i ve Gülsüm'e verdiği desteği Vildan'a da verebilmesi için, onun da derdini öğrenmesini istiyorum bir an önce.

Kardeşlik sınavında ikinciliği Ferhat kaptı. Konuya fazlasıyla yabancı olmasına rağmen gerek Gülsüm ve Abidin, gerekse Yiğit konusunda kısa sürede büyük yol aldı Ferhat. Taş evden Namık'ın evine döner dönmez Handan'ın provokasyonuyla karşılaştı. Abidin'in kahvaltı sofrasına belinde silahla inmiş olmasını yadırgasam da, Ferhat'ın silahı alıp Abidin'in başına dayaması çok güzel hareketti. Handan Ferhat'tan ne bekliyordu ben tam olarak anlayamadım, zira onun bugüne dek tanıdığı Ferhat, tam da bu hareketi yapacak türden bir adamdı, sadece Gülsüm'le kalmaz, Abidin'e de bir tane sıkardı.

Bence bu bölümün en güzel, en çok şey anlatan sahnesiydi, iki buçuk dakika gibi kısacık bir sürede pek çok şey gördük. Aslı'nın Ferhat'ın eskiye dönmesinden ne kadar çok korktuğunu, Abidin'in yaptığı şeyden ne kadar emin olduğunu, olacakların sorumluluğunu aldığını ve nihayet Handan'ın nasıl bencil, anlayışsız ve memnun edilmesi mümkün olmayan biri olduğunu gördük. Handan'a ayarını verip şeklini yapan Ferhat, Abidin'i mutfağa çekip Gülsüm'ü sorunca -"Gelinlik giydi mi? Yakışmıştır ama."- eminim hepimizin yüreğine serin sular serpildi. Ferhat değişti ve artık bu değişim dışardan da görülmeye başladı. Ferhat artık eskisi gibi değil, çünkü artık kaybedeceği bir şeyleri var. Ölümün kıyısına kadar da gittiler birlikte, Ferhat artık düşünüp tartmadan hareket edemez. Çünkü artık asıp kesmesini bekleyen ve ancak böyle yaparak yaranabildiği bir Namık değil, onu seven, sevdiğini gösteren ve bunun güzel bir şey olduğunu ona yaşatan bir Aslı var Ferhat'ın hayatında. Sevdiğini saklamamayı öğrenmeye başlayan bir Ferhat'ımız var artık, yeni sürüm.

Namık'ın elini öperek ona muhtaç olduğunu kabul eden Yiğit'in bahçedeki isyanına tanık olan Ferhat, burada da başarılı bir sınav verdi. Lafını kesmeden, gözyaşlarıyla dinledi onu, sonra çekinmeden sarıldı ona -ki bunu yapmak için daha önce de fırsatı olmuştu ama tutmuştu kendini. Haberi ilk aldıklarında da farklı davranmamıştı kardeşine, güç verdi, teskin etmeye çalıştı ama bence en önemlisi, kendini ortaya koymadı, yükünü üstünden almaya çalışmadı, ben bulup kurtarırım triplerine girmedi, kardeşini, yüküyle birlikte sırtlandı ve birlikte hareket edeceklerinin, onun yanında olacağının altını çizdi.

Kardeşlik sınavında üçüncülüğü ise Vildan'a veriyorum. İçinde bulunduğu bunalımdan annesine ve Cüneyt'e rağmen ve tamamen kendi çabalarıyla çıkma gayreti bile tek başına büyük bir iş. Bu işin büyüklüğüne ve zorluğuna karşın Vildan yalnız kendine odaklı bir yaşam sürmüyor. Hatta kendisiyle olması gerekenden daha az ilgileniyor bile diyebilirim ama belki bu da onun kendiyle mücadelesinin bir parçasıdır, henüz bilmiyoruz. Evde olup bitenlerle ilgileniyor, üstelik oldukça da sağlıklı bir zihinle, sağduyulu yorumlar yapıyor annesinin ve İdil'in hezeyanlarına.

Bu kez Gülsüm'ün yanındaydı Vildan, onunla konuştu, yanında olduğunu söyledi ve tıpkı Abidin gibi o da kendisini suçlu hissetmemesi ve evdekilerden kaçmaması gerektiğini söyledi Gülsüm'e. Bunun kaynağının da Gülsüm'e yakın hissetmekten çok Abidin'e güvenmesi ve ezilenle dayanışma içgüdüsü olduğunu düşünüyorum. Gerçek ortaya çıktığında, bebeğin Cüneyt'ten olduğunu öğrendiğinde de bu vakarı koruyabilir mi Vildan, emin değilim. Cüneyt'ten zaten bir beklentisi yok ama kardeşim dediği insan tarafından aldatıldığını öğrenmesi elbette sorun yaratacaktır. O zaman geldiğinde bu kardeşlik ve dayanışma meselesini yeniden konuşuruz ama bu hafta izlediğim Vildan bana umut verdi.

Ferhat'la karşı karşıya gelmediği için o konuyu konuşamıyoruz ama evde odasından çıkmaya cesaret edemeyen Gülsüm, Özgür'ün kaçırıldığını öğrenir öğrenmez Yiğit'in evine koşarak sınavdan geçer not almayı başardı benim gözümde. Zaten her ne kadar onlardan uzak kalmış ve ihtiyaç duyduğu anlarda onları yanında bulamamış olsa da abilerine karşı kalbini kapatmayan ve öfke büyütmeyen bir Gülsüm'ümüz var. Yaşadığı her şeyi, tüm geçmişini sırtında bir yük gibi taşımaktan vazgeçip bugünü yaşamaya başladığında kardeşliğin başka boyutlarını da göreceğiz diye umuyorum Gülsüm'ün hikâyesinde.

Derdi başından aşkındı ama, Yiğit de Ferhat'ı itmeyerek, yok saymayarak, kendinden uzaklaştırmaya çalışmayarak bu sınavdan geçti bence.

Aslı'nın asıl sınavını gelecek bölümde izleyeceğiz ama Cem'in kardeşlik adı altında yapmaya çalıştığı müdahalelere geçit vermeyerek bence başka bir yönünü anlattı bize kardeşliğin. Kardeşlik, kardeşini tüm dünyadan, her türlü kötülük ve karanlıktan korumayla ilgili olduğu kadar onu bütün hata ve yanlışlarıyla sevmekle de ilgilidir -hata ve yanlışlarına rağmen değil. Cem'in Aslı'yı sevdiğinden, onu korumak istediğinden kuşkum yok ama onu hatalarıyla ya da kendisinin hata olarak gördüğü seçimleriyle de sevmeyi bilmeli ve yine de ihtiyacı olduğunda onu sarmaya hazır olduğunu göstermeliydi. Aslı ona meslek aşkı örneğini verdiğinde, ben seni bu risklerle, mesleğine olan bağlılığınla seviyorum ve bundan yara alırsan da yanında olacağım, demeye çalıştığını görebilmeliydi. Dolayısıyla Aslı sınavın bu aşamasını geçerken Cem ne yazık ki sınıfta kaldı.

Cem'in sınıfta kaldığı bir sınav daha var: Cem ve Aslı'nın nerede olduklarını bilmediği/bulamadığı bir annesi ve ablası var. Aslı, ölü ya da diri olduklarını bile bilmediğini söylemişti. Bırakın komiser olmasını ve bu tür bilgilere erişmesinin kolaylığını, her vatandaş, nüfus müdürlüklerinden ya da E-devlet üzerinden alacağı Vukuatlı Nüfus Kayıt Örneği ile birinci derece yakınlarının yaşayıp yaşamadıklarını, medeni durumlarını vb. öğrenebilir. Kişi vatandaşlıktan ya da aile kütüğünden çıkmadığı sürece bu bilgiler o kadar da ulaşılmaz değildir. Cem şimdiye kadar bunu bile bulamamış mı?

Cem'e bir tek, Aslı onunla gelmeyince arabasında ağlaya ağlaya giderken üzüldüm, o anda inandım içtenliğine, ne yapacağını bilemez hale geldiğine. Oysa Aslı'yı dinlemesi ve ona sarılması yeterdi. Önce Cem, sonra Ferhat, kardeşleri için bol bol ağladırlar bu hafta. Diğer dizilerin aksine, erkeklerin de sık sık ağladığı bir dizi bu. Ferhat, Yiğit, Cem, Dilsiz, Abidin, gözyaşlarından bizi hiç mahrum etmiyorlar.

"Üveyliğim" diyerek her fırsatta ötelediği Yeter'e herhangi bir yakınlık göstermesini beklemeyecek kadar tanıdım Handan'ı. Zira Namık'a da pek kıymet verdiğini görmedik. Namık evlenmeye karar verdi, Namık yakında baba olacağını ilan etti, Namık düğün günü vuruldu; Handan bunların hiçbirine kalpten bir tepki vermedi, iyi ya da kötü. Oysa Namık seçim yarışından çekileceğini açıkladığında çok daha büyük bir tepki vermişti Handan. Kardeşliği de anneliği kadar kötü.

Tanık olduğumuz kardeşlik sınavlarının yanında Dilsiz'in dilsiz kalışının hikâyesini de dinledik. Hülya'yı telefonuna "Sesim" diye kaydettiğini bildiğimiz Dilsiz'in sessizliğinin sebebinin de bir gönül meselesi olduğunu düşünmüştüm ben. Hatta meyhanede türkü söylediği bölümde "Kim, nasıl üfledi de söndürdü acaba Dilsiz'in kalbini?" diye sormuştum. Meğer çok daha derin ve sarılamaz bir yarası varmış Dilsiz'in. Ne kadar seversen sev, ne kadar korumaya çalışırsan çalış hayatın karşısında hep yenik, hep zayıfsın. Dilsiz bu sınavı çok acı bir şekilde yaşamış ve dostluğu, kardeşliği, sevdayı hayatın karşısına koyarak sevdiklerini incitmemeyi, yaralamamayı öğrenmiş. Birbirlerinin hayatına nasıl girdiler henüz bilmiyoruz ama Ferhat'a "abi" demesi de bütün bunları bildiğindendir belki...

AsFer içti, güzelleşti. Konuştu, daha da güzelleşti. Birileri bu güzelliği bozacaksa o tabii ki Cüneyt olmalıydı. Neyse ki hayattan çalınmış bir günün ardındaki geceyi bu kalleşlikten hiç haberleri olmadan geçirdiler. Ayhan Hanımcığım meğer attığını vuranlardanmış, maşallah. Ama onu bir kanun insanı olarak görmeyi tercih ederim, silahla değil.

Ben sarhoş olan Aslı'yı da, onunla uğraşan Ferhat'ı da sevdim, ayıltma çabaları hariç. O kafaya gelmiş insanı neden ayıltmaya çalışırlar hiç anlamam, üstelik sarhoşluğu da pek tatlıymış Aslı'nın. Aslı "Oturalım" dediğinde "Yatsak da fena olmaz ama" diye karşılık verince anlar gibi oldum ayıltma çabasını, ama yine de Aslı'nın o güzelliğine hiç dokunmasın istedim. Birce Akalay beni her hafta biraz daha şaşırtmaya devam ediyor, sarhoşluğunun dozu da çok iyi ayarlanmıştı, çok sahiciydi Sarhoş Aslı da, ellerine sağlık.

Gecenin en güzel anı, Ferhat kucaklayınca "sırtın acıyacak" diye üzülen Aslı'nın, "Sen çirkin değilsin, sadece yanlış aynalara bakmışsın. Bana bak, bundan sonra bana bak, olur mu? Ben seni hiç çirkin göstermem." demesiydi. 'Gönül kimi severse güzel odur' diyenler de, 'sevdiklerimiz bize aynadır' diyenler de haklı çıktılar. Şimdiye dek sadece Namık'a bakan Ferhat, onda bir tetikçi, bir iş bitirici olarak görüyordu kendini. Aslı'ya bakınca ise Çirkin'i değil, Aslı'nın sevdiği, sevmeyi öğrenen adamı görecek zamanla.

Cüneyt giremedi aralarına ama Özgür çok güzel girdi, keşke hep girse, hep böyle olacaksa. Babası zannederek dinlediği amcasının masalının sonunu merak eden, Güzel'in Çirkin'e âşık olduğunu öğrenince amcası gibi "Sonra?" diye soran Özgür hep olsun, hep arasın amcasını. Ferhat biraz telaşlandı, biraz da utandı telefon henüz açıkken Aslı öpünce, Aslı'ya konsantre olamadı Özgür duymuş mudur diye düşünmekten, o da pek tatlıydı.

Özgür, hiç farkında olmadan hem amcasını hem de babasını masallar konusunda eğitmeye başladı. Zaten çocuklar böyledir, onlar için sıradan bir cümle sizin hayatınızı sorgulamanıza sebep olabilir. O büyüdükçe Ferhat ve Yiğit'in okuduğu, öğrendiği ve ona anlatacağı masallar da büyür, gelişir ve Siyah Beyaz bir roman olur belki, kim bilir.^^

Azad Baba Yeter'e hikâyesini çok güzel anlattı: "Sen her gün aynı saatte giderdin, ben her gün aynı saatte beklerdim, bıkmadan, usanmadan." Eminim bu iki cümlede kendine dair bir şey bulmuştur herkes. Yeter'i evinde kalmaya ikna etmeye çalışırken gece nerede olacağını söyleyemeyişinde de. Yeter de tedirgin olmasına rağmen bu hikâyedeki sıcaklığa, tanıdıklığa güvenmiş olmalı.

Ayhan bu durumdan biraz rahatsız oldu, çünkü bir süredir annesiyle ilgili kocaman bir soruyu taşıyor omuzlarında. Babasının annesinin mezarına hiç gitmediği bilgisiyle, Yeter'le ilgilendiği bilgisi bir araya geldiğinde Ayhan'ın şüpheleri derinleşiyor. Üstelik bu şüpheyi içine düşüren kişiyi de bilmiyor, gerçeği öğrenmek için ne yapması gerektiğini de. Zira notta "Annenin ölümünün arkasındaki gerçek hikâyeyi bilmek ister misin?" yazıyordu ama bilmek istiyorsa ne yapması gerektiğini söylememişlerdi. Yani Ayhan'ın karşısında babasından başka bir muhatap yok şu an. Yine de, Handan gibi oturduğu yerden kurduklarını başkalarının üzerine yüklemek ve önüne çıkan herkese öfkesini kusmak yerine uygun zamanda, doğru soruyu doğru kişiye sorabiliyor. Azad Baba buradan nereye yürür bilemiyorum ama gelecek hikâyeyi gerçekten merak ediyorum.

Özgür'le Aslı'nın kaçırılması konusunda bazı sıkıntılar var. Öncelikle, Suna ve Özgür'ün Aslı ile önce buluşup ayrılmasına, sonra yeniden, bu kez Ferhatsız olarak buluşmalarına anlam veremedim. Hedef Aslı'yken neden plan Özgür'ü kaçırmak üzerine kuruldu anlayamadım. Suna tuvalete gittiğinde Aslı'nın neden peşin satan esnaf gibi çocuğa arkasını dönüp rahat rahat oturduğunu anlayamadım.

Kaçırılma anından itibaren anlatılanlarsa çok güzeldi. Roberto Benigni'nin Hayat Güzeldir filminden alınan bu fikir, bizim dizilerimizde de pek çok kez kullanıldı. Açıkçası, daha iyisi bulunamadıkça bu hikâyenin sıkça kullanılmasına laf etmeyi düşünmüyorum, zira önemli olan, gerçekten, o çocuğun korkmamasını sağlamak ve bütün bunların bir oyun olduğunu söylemek de çok doğru bir yol bence. Kahraman Kardeşler Fırtına Ferhat ile Suların Hakimi Yiğit, Aslı ve Özgür'ü Lavman ve Rektum'un elinden kurtaracaklar, daha ne?

Hapse giren Ferhat, Azad Baba'nın yardımıyla Aslı'yı arayabildiğinde, Aslı'nın numarasını ezbere bildiğini anlamıştık. Serbest bırakılan Aslı benzinlikten Ferhat'ı aradığında, Aslı'nın da Ferhat'ın numarasını ezbere bildiğini görmüş olduk. Bak sen şunlara.^^

Cüneyt'in başarısız olduğu bu kaçıncı plandı bilemiyorum. Fakat her ne hikmetse, her seferinde "Bu son şansın" diye başlayan görevi yerine getirememesi bir bela getirmiyor başına. Allah insana Cüneyt şansı versin. Bu kez yaptığı en büyük hata, bu iş için bin lira vereceği adamların yanında 5 milyon muhabbeti yapmasıydı. Ama adam şanslı işte, yine zamanında ayılıp kurtuluverdi beladan. Bakalım Namık bir şey yapacak mı bu sefer. Aslı'nın, gözleri bağlıyken Cüneyt'in şeker kutusunu açma sesini duyduğunu biliyoruz, muhtemelen Cüneyt'in ipliğini pazara çıkaran kişi Aslı olacak.

Cem'in vurulmasına üzülemedim, ölse de üzülebileceğimi sanmıyorum. Yeterince zeki olmadığı, doğru hamleleri yapamadığı için eleştirip durduğum bir karakterin yine kendi salaklığı yüzünden bu noktaya gelmesi oldukça tutarlı. Ama bugüne kadar Aslı'ya da hikâyenin akışına da bir katkısı olmadığı için gidişi beni etkilemeyecek. Öte yandan, bir organize suçlar komiseri, fidyecilere pusu kurmayı düşünmüyorsa, silahlı adamların bulunduğu çatışma bölgesine operasyona giderken çelik yelek giymeyi akıl edemiyorsa, Namık elini kolunu sallaya sallaya içeri girebiliyorken o dışarıdan izlemekle yetiniyorsa ve içeri girmeye ancak Namık çıktıktan sonra ve neredeyse ondan icazet alarak karar verebiliyorsa, kusura bakmayın, ben bu yaralanma veya ölüme üzülemem. İnsanların güvenliği de böyle bir komisere emanet olmamalı.

Cem'in vurulmasının Aslı'yı Ferhat'tan uzaklaştıracak bir şey olduğunu düşünmüyorum, çünkü bu kez Aslı'nın kaçırılmasının da Cem'in vurulmasının da Ferhat'la bir ilgisi yoktu. Aksine, Cem yaşasa da ölse de Aslı Ferhat'a daha çok yakınlaşacaktır. Üstelik bu sefer Ferhat da çok etkilendi bu durumdan, Cem'in yüzüne, Aslı'nın o telaşlı haline bakamadı, uzaklaşmak istedi oradan. Cem'in akıbeti ne olursa olsun AsFer birbirine daha çok kenetlenecek bence.

Geçen hafta gözden kaçırdığım Azad Baba'nın Namık'ın odasına soktuğu böcek tek dinlemelik miymiş diye de düşünmedim değil bu hafta. Azad Baba Namık'ı dinlemeyi bırakmamıştır, değil mi?

Geçen hafta bebeğimi öldürdün diyerek evden gönderdiği Yeter'e bu hafta ilk cümlesi "Ne yüzle buraya geldin?" olan Namık, iki dakika geçmeden Yeter'e "Yiğit'e bir şartla yardım ederim, buradan ayrılmayacaksın, gözümün önünde olacaksın" derken acaba neyin kafasını yaşıyor?

Fidye için istenen 5 milyon dolar, nereden baksanız 500 deste eder ve Namık'ın getirdiği o küçük çantaya 500 deste sığmazdı. Acaba Namık herkesi kandırıyor muydu yoksa biz sığacağına inanarak mı devam etmeliyiz izlemeye?

Bölümün başında yönetmen olarak Altan Dönmez'in yanında Orkun Çatak'ın adı da vardı, bölüm sonunda ise yalnızca Altan Dönmez'in adını gördük, acaba neden?

(Bu yazı ilk olarak 19 Şubat 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)