26 Kasım 2014 Çarşamba

Oh! Ne rahat!



Sezon başında İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin repertuvarını ilk gördüğümde dikkatimi çeken ilk –ve maalesef tek- eser “Lüküs Hayat”tı. Biletimi aldım ve bekledim günlerce.

Temsilden önceki haftasonu, stratejik bir hata olduğunu temsil esnasında anladığım bir şey yaptım, oturup “Lüküs Hayat”ın 1985’te sahneye koyulan yorumunu bir kez daha izledim. Benim huyumdur, tutamam kendimi; öncekiyle sonrakini, kitapla filmi/diziyi, metinle oyunu karşılaştırmazsam duramam. Tabii o Zihni Göktay’lı, Suna Pekuysal’lı efsane kadrodan sonra kimi izlesem beklentinin altında kalacaktı belki; ama bu kadar altında da olmamalıydı.

İzmir’de şimdiye dek izlediğim opera temsillerinde edindiğim izlenim aynen korunmakta: bizim operacılarımız rol yapmayı bilmiyorlar! İyi şarkı söylemek, sesini iyi kullanmak elbette önemlidir, hatta kendisinden ödün verilemez bir meziyettir; fakat sahneye konulan şeyin aynı zamanda bir oyun olduğunu, bütün bunların çoğu zaman bir hikâye anlatmak için yazılıp söylendiğini, salonda oturanların dinleyici değil izleyici olduğunu da asla unutmamak gerekir. Bu gözle izleyince sahneye bakmak bile istemedim pek çok zaman.

Bir de ufak tefek vurgu ve esprilerle oyunu sözüm ona “güncelleştirme” çabaları var, asla anlayamadığım. İnce ince kurgulanıp yazılmış bu metne “fevkaladenin de fevki” sözünü dâhil etmenin maksadı ne olabilir mesela? Kaldı ki “Lüküs Hayat”ın yazıldığı dünya da, eleştirdikleri de güncelliğini kaybetmiş değil. Olaylar 80 yıl öncesinde geçiyor, karakterler şu an pek kullanmadığımız bazı sözcükleri kullanıyor diye miadı dolmuş bir güldürü sunduğunuzu sanıyorsanız, sahneye koyduğunuz şeyi siz bile anlayamamışsınız demektir. Seyircinin ayakta alkışlamasını yadırgamamalı bunun üzerine…

Ama “Lüküs Hayat” ismi her dönemde, kim oynarsa oynasın merakla beklenecek ve pek çok kişi tarafından izlenecek bir oyundur, bunun ardına sığınmak da pek kolaydır. “Oh! Ne rahat!”

Velhasıl, “Lüküs Hayat” temsili, İzDOB’un bu yılki en büyük hayal kırıklığıdır kanımca. 10 üzerinden 6 veririm, orkestranın ve iyi söylenen şarkıların hatrına.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Şeytanın Piyanosu



Akşam için saatleri sayıyorum aklımın bir köşesinde gün boyu. Zaman da benden yana bu kez, hızla akıp geçiyor. Planlamadığım o son dakika işi olmasa rahat ve huzurlu adımlarla varacağım salona. Fakat acele etmek zorunda kalıyorum. Konsere beş kala iniyorum otobüsten ve bir solukta koşuyorum son sürat. Kapıdan girerken tek bir sözcük bile söylemeye halim kalmıyor beni bekleyen arkadaşlarıma, derin bir nefes alıyorum ve bir an önce koltuğuma geçip kopmak istiyorum bu sevimsiz telaş halinden, bu şehrin anlamsız kalabalığından; unutmak istiyorum hayatımdan çalınan bu boş dakikaları...

Her gün başka bir şeyine sövüyor olsam da şehrin, tanrının İzmir sakinlerine bir lütfu sayıyorum Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ni. Daha ilk adımda bambaşka bir dünyaya adım attığımı hissediyor, unutulmaz anlar yaşayacağımın bilinciyle bakıyorum sahneye.

Ve işte yine bir büyü gecesi! Biliyorum, çünkü sahnedeki büyüye ilk kapılışım olmayacak bu. Sahnedekinin büyüsüne de...

AASSM’nin Küçük Salon’u, sahnedeki insanların ruhuna dokunmama, sahnedekileri “insan” olarak da görebilmeme imkân veren bir ortam. Ben de çoktan hazırım geçmeye kendimden, zira onu sahnede ilk görüşümde yakalanmıştım o girdaba. Tesadüfen seçtiğim o balkon koltukları tam da sahnenin üzerine, Emre Şen’in başını kaldırıp kaldırıp baktığı o hayali noktaya denk geliyordu ve kafasını her kaldırışında göz göze geldiğimize ikna oluyordum ben!

Bu kez piyanonun tam karşısından seçtim yerimi, ellerini izleyecektim tuşların üzerinde, o parmakları takip etmek mümkün olabilirmiş gibi!

Önünde notalar yok. Zaten sanki önünde piyano da yok! Parmakları havada dans ediyor ve biz sesleri görüyor gibiyiz. Hani sanki önünde piyano olmasa da parmakların o titreşimi bize sesleri getirecek gibi...

Küçük Salon, notaların anlatamadığı hikâyeleri yakalamak için biçilmiş kaftan ve sanatçı da mimikleriyle, duruşuyla bambaşka bir şeyler anlatıyor her defasında. Chopin mesela, benim için melankolinin müzikal karşılığıdır. Ağlaya ağlaya tüketebilirim kendimi, dinlerken. Oysa Emre sanki kur yapıyor sevdiğine Chopin çalarak. Gözlerini kapatıp başını yukarı kaldırması, tuşlara yaklaşması, nazik dokunuşları sanki çalıyor piyanonun kalbini, bazen uzaklaşıyor ondan, ekşitiyor yüzünü, sertleşiyor, vuruyor adeta tuşlara... Sanki bazı anlarda piyano da onu çalıyor, parmaklarını nereye koyacağına tuşlar karar veriyor, karşılık veriyor onun notalarla dansına!

Ben, nasıl oluyorsa, bir ara sahneyi bırakıp kendime bakmayı başarıyorum. Sanki piyanoya değil de bana yapılıyor onca hamle; ellerim saçımda, suratımda alık bir gülümseme, karşılık veriyorum adeta. Nerede ve ne sanıyorsam kendimi! Ama sahne büyüsü tam da böyle bir şey işte.

Kısacık bir ara verdiğinde konsere, önümdeki seyirciler birbirlerine dönüp “Gerçek mi bu?” diye sordular, belli ki ilk kez izliyorlardı ve onlar da büyülenmişti, sürpriz değil benim için.

İtalyan basını “piyanonun şeytani meleği” diyormuş onun için, ben olsam “meleksi şeytan” derdim, piyanosunun önünde otururken kalplerimizi avucuna aldı, yerinden kalkınca bıraktı piyanonun köşesine, tek bir kelime bile söylemeden çıkıp gitti öylece. Şeytan bu kadar iyi piyano çalabilse herhalde o da böyle yapardı nihayetinde.

21 Ekim 2014 Salı

Zaman Akar, Aşk Direnir

Birisi, her şeyi bırakıp senelerce beni izlemiş, beni incelemiş, dinlediğim ve söylediğim şarkılara, kurduğum ve birbiri ardına yıkılan hayallerime, yazdıklarıma ve yazamadıklarıma, söylediklerime ve söyleyemediklerime, hiç çekinmeden her fırsatta döktüğüm yaşlara, yaşadığımı zannederken yaşayamadıklarıma tanıklık etmiş; sonra da oturup romanını yazmış.

Ben olduğum anlaşılmasın diye karakteri erkek yapıp birkaç yaş büyütmüş, hikâyeyi Ankara’dan İstanbul’a taşımış, şarkılarımdan söz ederken Hakan’ın adını bile kullanmamış ve dahi başka küçük detaylar... Ama bütün takıntılarımla, kafamın içinde dönen, hiç yaşanmayan ama her bir karesi gerçekten daha gerçek olan senaryolarımla, kendi başıma biriktirdiğim sayısız hatıramla, gitgellerimle büyüyen hayali anakaramla, dönüp dolaşıp hep aynı hikâyenin aynı satırında kilitlenmelerimle ve elbette her saniye içimdeki radyoda çaladuran şarkılarımla beni yazmış...

İlk bölüm birebir ben, birebir benim hikâyem, benim aşkım, benim umutlarım... Her şeyin çok güzel olduğu, güzel şeylerin hiç bitmeyeceğini sandığım, sonsuza dek aynı günleri yaşasam hiç şikâyet etmeyeceğim çocukluk. Hâlâ her şeyiyle taptaze duran anılar. Ömrümün sonuna dek hep aynı şeyi söylemekten, hep aynı dileği tutmaktan, hep aynı şarkıyı söylemekten, hep aynı gözlerin hayaliyle uyuyup aynı gülüşü rüyamda görmekten, hep aynı sabaha aynı umutlarla uyanmaktan hiç sıkılmayacağımı adım gibi bildiğim, bundan bir fazlasını düşlemediğim günler. Çocukluk... Yine de her bir an yeni bir hayal kırıklığı, çünkü en sıradan anın bile hayali kurulmuş çoktan, hayat hiçbirini koymamış önüme ya da ben hiçbirine uzatamamışım elimi, elim böğrümde kalakalmışım öyle, öfkeyle...

İkinci bölüm hayallerden gerçeğe yürüme, hayallerin gerçek olabileceğine her şeyden çok inanma ve her zamankinden daha fazla yıkılma safhası. Yıkıntının içinden başımı uzatıp bakarken bile çocuk yaşta yaptığım tercihteki isabetle, kendi istikrarımla kendimce böbürlenme ve kendime -her nedense- her şeyden fazla güvenir olma hali. Gençlik... Zamanın bana oyunlar oynadığını sanmak: dünya benim çevremde dönüyor ya, bu yolun sonu da benim sevdama çıkacak elbet! Bütün hikâyenin benden ibaret olduğunu göremeyip sorunu hep dışarda ararken aynalara küsmek, hayatı tanıdığını sanırken kendine bile yaklaşamamak... Gençlik...

Üçüncü bölüm –ki ben de şu an hayatımın tam da bu evresinde olduğum sanrısındayım- akıldaki sorulardan mürekkep: Öyle mi böyle mi, doğru mu yanlış mı, haklı mıyım haksız mı, devam edecek mi bitti mi, bütün bu yaşananlar –ya da yaşanmayanlar- gerçek mi, bunların hepsi benim başıma mı geldi, gerçekten bu kadar uzun mu, hâlâ mı, son bir şansım daha olacak mı yoksa takatimin son damlasını da yok yere harcıyor muyum? Son bölüm sayısız kere aklımdan geçirdiğim ama gerçek olmayacağını içten içe bildiğim, yine de gerçek olmasını ta derinden istediğim kanlı canlı hayallerin betimi. Bütün bunlar bir işaret mi diye sorup duruyorum kendime, işaret olmasını isteyerek fakat neye işaret olacağını bilemeyerek. İçimden “yaşlılık” ya da “erginlik” demek istiyorum buna, biliyorum ki değil. Yirmi yıllık hayalleri sürükleyen bir anlatının nesi olgundur ki?

Kendime inanmıyorken, her şeyden geçmişken bile aklımdan geçirmemeyi beceremediğim o nihayete varıyor sayfaların yolu ve bir tek o zaman anlatmıyor beni. Romanlar hep öyle biter zaten; bense gerçeğini düşlemekten el çekemesem de romanların “başka türlü” bitmesini isterim hep, “öyle şeyler romanlarda olur” diyememek için belki de. Benim yolumunsa henüz bir sonu yok zaten –en azından kabullenebileceğim bir sonu yok.

Şimdiye dek okuduğum pek çok kitabın kahramanı olmak istedim ben; öyle hayatlar, öyle deneyimler yaşamak, öyle insanlar tanımak istedim. Sanırım ilk kez kendimi okudum sayfalar boyunca, kendi şapşallıklarıma, kendi aşkıma, kendi kadersizliğime tanık oldum, sözü edilmeye değer bir şeyler buldum senelerdir biriktirdiklerimde. Benim hikâyemin, adına aşk dediğim bütün o yılların bir sonucu yok henüz, onu bir sonuca ulaştırmaya cesaretim yok, belki de hiç olmayacak. Ama artık, bu sona dair bir tefekkürüm, söyleyecek yeni sözlerim var!

http://www.kirmizikedikitap.com/tanim.asp?sid=P1WU3MPP6K8KJJ6AGFNM

22 Mart 2014 Cumartesi

Merhametsiz Final



13 Mart 2014

Bölüm bölüm takip etmediğim, ama hikâyesine hakim olduğum bir diziydi Merhamet. Denk geldikçe izledim ve çok da güzel sahnelere tanık oldum. Ne dediğini bilen, ayakları yere sağlam basan bir hikâyeydi. Uyarlandığı romanın çok ötesine geçti ve bunu yaparken karakterleri tersyüz etmeden, o hayran olduğum Narin-Deniz dostluğuna gölge düşürmeden, abartılı entrikalara saplanmadan anlattı derdini ve bitti.

Yayınlanmaya başladığı dönemde biraz “sıkıcı” bulmuştum. Zamanla anladım ki diğer dizilerdeki o gereksiz hezeyanlar, kendini yalnızca bağırarak ifade edebilen histerik kadınlar ve –Sermet’e rağmen- bütün dünyanın yükünü tek omzunda taşıdığını düşünen mağrur ve kaba adamların yokluğuydu bana durağanlığı düşündüren.

Özgü Namal’a her rolünde yeniden inanıyor, yeniden hayran oluyorum zaten, artık üstüne konuşacak fazla sözüm kalmadı. Burçin Terzioğlu, bu ülkede kadın oyunculara kolay kolay nasip olmayacak bir rolün altından hakkıyla kalktı, bir kez daha artı puan yazdırdı gönlümdeki çeteleye. Mustafa Üstündağ’ı İzmir Çetesi’nde izlemiştim ama bir fikir edinememiştim kendisiyle ilgili. Tiyatroda izleyip beğendim sonra. Burada ise oynadığı rolden nefret ettim, ama tam sevmeye başlayacağım noktada kendinden yeniden yeniden nefret ettiren Sermet’i öyle sahici oynadı ki, teslim oldum, artık takibindeyim. İbrahim Çelikkol’u ise hiç beğenemedim. Zaten izlediğim hiçbir yerde beğenememiştim. Tipiyle falan da oynuyor, başka kılıklara giriyor ama rolleri farklılaştıramıyor sanki. Hep aynı şekilde konuşan, hep aynı kaba adam sanki. (Ama ben romandaki Fırat’tan da nefret etmiş ve Narin’le kavuşmalarını hiç istememiştim, bu yüzden taraflı bakıyor da olabilirim.) Yasemin Allen’i ilk kez izledim –yayınlandığı dönemde Elif’e pek yüz vermemiştim- ve beğendim.

Oyuncudan bağımsız olarak, ortaya çıktığı ilk günden beri Şadiye’den nefret ettim ben. Samimi bulmadım, inanmadım ve hep bir açığını aradım kendi çapımda. Irmak’tan bile daha fazla gıcık oldum ona. Kitapta ölmüş olan Şadiye’nin dizideki işlevi malum, bu yüzden keşke ölseydi diyemiyorum ama sevemedim işte...

Baştan beri anlayamadığım şey ise dizinin ismi. Niye merhamet? Neye merhamet? Kim kime gösterecek o merhameti? Ve madem dizi merhamet üzerineydi, nedendir bu merhametsiz final? Zira Narin ve Deniz’in el ele ölüme gittiği şu hikâyeden yarasız beresiz, sapasağlam çıkanın Şadiye ve Irmak olması gerçekten yakıyor canımı...

27 Şubat 2014 Perşembe

Boynu Bükükler 1

27 Şubat 2014

Hayallerimiz kırık dökük, boynumuz bükük...


Geniş Aile, Star TV tarafından Acun Ilıcalı’ya kurban edildiğinden beri Boynu Büküklerdeniz biz. 1917 Zekai’yi, Coğrafyacı Mürsel’i, Yetersiz Ulvi’yi, Koyu Bilal’i ve elbette Cevahir’i; özetle bütün Boyacıköy’ü unutmadık, sevgiyle andık, anılarla hoş tuttuk gönülleri. Senarist Cüneyt İnay’ın geçen yıl TRT için yazdığı Bir Yastıkta’yı o hevesle izledik, tatmin olmasak da takip ettik Geniş Aile hatrına...

Boynu Bükükler projesini ilk öğrendiğim andan itibaren yeniden bir umuda kapılmıştık. Geniş Aile’de, Zekai’nin kendisini üvey evlat zannedip tek başına Boynu Bükükler’i oynadığı 7. bölümü hâlâ hatırlıyor, hâlâ eğleniyorduk çünkü ve sanıyorduk ki o efsanevi bölüm gibi efsanevi bir dizimiz olacak. Üstelik yönetmen koltuğunda Ömer Uğur var yine, yine Bora Akkaş var, Mine Teber var, Ali Tutal var; üstüne de Ahmet Saraçoğlu, Murat Akkoyunlu, Güven Murat Akpınar ve Ege Aydan var. Umut ve hevesle dolmamız için bütün şartlar sağlanmış sanki...

Ama ilk bölüm koca bir hayal kırıklığı! Ve benim anladığım, gözlerimizi yerden kaldıramayacağız, boynumuz hep öyle bükük kalacak... Yine orijinal karakterler, güzel espriler var ama öyle çok klişeye bulanmış ki hikâye (hadi sayayım: (1) zengin oldukları için yaş 17 bile olsa 25-30’ları yaşayan savurgan liseliler; (2) Pis Yedili misali bir zengin-fakir çatışması; (3) paragöz lise müdürü; (4) herkesin hayran olduğu -illâ ki idealist- kadın öğretmen; (5) aynı kıza âşık olan iki oğlan, (6) tabii ki biri zengin, biri fakir; (7) herkesin bir lakabının olması; (8) dizide çatışacak insanların önce alakasız bir yerde karşılaşıp birbirlerinden nefret etmeleri – daha fazla sayamayacağım, bayıldım!), izlenecek tek şey olarak, tek orijinal karakter Mithat (Bora Akkaş) kalıyor geriye. Pek ihtimal vermiyorum ama dizi devam ederse, yalnızca onun sahnelerini izlerim ben de.

21 Şubat 2014 Cuma

Leo -kahrolası- DiCaprio!

Siz siz olun, bir filmi yalnızca Martin Scorsese yönetiyor ve Leonardo DiCaprio oynuyor diye izlemeyin. Özellikle de sinemada, hele de film üç saatse... Ne en büyük boy filtre kahve açabilir uykunuzu, ne de DiCaprio’nun (ya da Margot Robbie’nin, tercihe göre) güzelliğine kaptırabilirsiniz kendinizi... (Ben, Jean DuJardin’i bile tanıyamadım, o derece!) Geçerli bir sebep bulamıyorsanız izlemeyin. Yapmayın.

Spoiler olmasın diye çabalamaya gerek bile duymadan yazıyorum, zira film keyfinizi (!) baltalayacak kadar “özel” bir hikâye zaten yok filmde. “The Wolf of Wall Street” (Wall Street’in Kurdu), bizdeki adıyla “Para Avcısı”, herkesin cepten yediği bir film olmuş. imdb.com’daki puanının 8,5 olmasının başka bir anlamı olmasa gerek. (Varsa, n’olur bana da anlatın!)

Tertemiz, adeta bir çöpsüz üzüm sayılabilecek biriyken Wall Street’te çalışmaya başlayıp paranın önce kurdu, sonra köpeği olan ve envai çeşit pisliğe bile isteye bulaşan bir adam. Ne sevgiyi biliyor, ne şefkati, ne merhameti, ne de sadakati. “Dini imanı para olmuş” deriz ya, aynen öyle. Eh, tabii FBI düşüyor peşine, tökezlediği ilk anda da biniyorlar tepesine. Filmin hikâyesi bundan ibaret desem, yeridir. Bu bir sorun olmayabilirdi tabii, Marquez de Kırmızı Pazartesi’de işleneceğini herkesin bildiği bir cinayeti anlatıyor neticede, filmi sürükleyen şeyin merak duygusu olması şart değil. Neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın öne çıkar bazen. Ama üzgünüm, bu film, o film değil; bu filmi “sürükleyen” hiçbir şey yok!

İyi sahneler, iyi diyaloglar, iyi fikirler yok mu, var. İyi oyuncular yok mu, âlâsı var. Ama bunların hepsini toplayıp üç saate bölünce geriye kalan, Leonardo’nun nedense siyaha boyanmış saçları ve çirkin göbeği, uyuşturucu ve seks bağımlılığı ile para hırsı oluyor sadece. Ha bir de, 3 saat boyunca 3 bin kez duyduğumuz “fucking” sözcüğü. Yan yana gördüğüm her iki sözcüğün arasına bir “kahrolası” ekleyesim geliyor filmden çıktığımdan beri. (Ve farkındayım, çok kafayı taktım bu üç saat meselesine.)

DiCaprio bu sene Oscar’ı alır mı? Alır gibi geliyor bana. Hak etmediğini düşündüğümden değil, bütün kariyeriyle hak ediyor o ödülü, ama bu filmle alırsa gerçekten üzülürüm. Bir dahaki sefere alsın mümkünse...

18 Şubat 2014 Salı

Ne Diyosuun! 1


17 Şubat 2014

Cidden ne diyo bunlar?


Kendi adıma,  İlker Aksum’u özlemiştim; çünkü Canım Ailem’den sonraki dizilerini  izlemedim. Ne Diyosuun?’un tanıtımları da umutlandırmıştı beni açıkçası. Fakat ilk bölümü izlerken gözümü saatten alamadım, bu şey ne zaman bitecek diye.

İlker Aksum yine şahane, şaşırtıcı bir şey yok yani. Ayçin İnci de şaşırtmadı, yine hem güzel, hem de izletiyor kendini, öyle saatlerce bakabilirim ekrana o varken. Ayrıca, bir kadına bütün renkler mi yakışır? Dilara Gönder de hiç fena değildi bence.

Dizi, “Bir Ayrılık Komedisi” olarak tanımlıyor kendini. Ayrılık tamam da ben komediyi göremedim henüz. Potansiyel var ama henüz gerçekleştirememiş kendini. Zaten ayrılığı anlatmak dışında ne yaptılar, niye yaptılar, cidden 'ne diyo'lar, anlamadım ben.

Hikayenin anlatılış biçimini, zaman zaman ekranın donup karakterlerin konuşmalarını  ve sahne geçişlerini sevdim; bunları daha fazla görmek isterim. Ama böyle devam ederse, takip ettiğim değil, rastladığımda izlediğim bir dizi olur. Tabii, devam ederse...

* * *

Buraya yazmadan önce bir arkadaşımla paylaştım diziye dair ilk izlenimlerimi. O sırada fark ettim ki ben, How I Met Your Mother’ın ilk birkaç bölümünü izlediğim zaman da buna benzer şeyler söylemiştim, 2013 Mayıs’ında. 8 sezonu 8 ayda izledim sonra.

* * *

Bir de, niye iki tane u var acaba dizinin isminde?

14 Şubat 2014 Cuma

"Hâlâ Koynumda Resmin"



Sımsıcaktı sözlerin, hiç bitmesin isterdim; hiç sönmeyen gözlerin gibi kalsın hep yanı başımda. Ama zaman durmuyor biz öyle isteyince. Şimdi sen uzaktasın, gözlerin uzakta. Sözlerin belki hep aklımda ama söyleyişin uzaklarda.

Gecenin bir yarısı, izlemek istediğim bir filmi hatırlıyorum. Yüzlerce CD arasında aramaya başlıyorum, filmi değil, eski fotoğrafları buluyorum. Bizim fotoğraflarımızı. Arkadaşlıklarımızı, anılarımızı, kahkahalarımızı, bütün o güzelliklerin arasında yine de fark edilen hüznümü, sana özlemimi buluyorum... Ve bir fotoğraf: bir kolunla sarmışsın beni, öteki elinde kaybolmuş elim; sen eminsin kendinden, ben tedirgin bakıyorum. Muhtemelen o anda bile emin değilim bunların bir rüya olmadığından.

Şiir hep vururdu, şarkısı tuz basardı yarama. Şimdi bir kadın sesiyle çağlıyor ya, artık daha bir derinime işleyip uzanıyor sana.

Yalan da değil, hâlâ koynumda resmin, seninle uyuyorum.


FS/ 23.05.2013

4 Şubat 2014 Salı

“Utanmasam Hâlâ Beklerim”

Yine geldi bana “aaaa bu şarkı tam da beni anlatıyor” günleri…

Son bir ayda albümü 10 kez falan döndürmüşüm, her seferinde biraz daha beğenerek, Her Aşk Bir Gün Biter’i ise 120’den fazla kez. Last.fm’in sayabildikleri tabii bunlar. Evde, mp3 çalarda, radyoda dinlediklerim sayılamıyor. Oğuzhan Koç’un şarkı sözlerinde çıktığı en yüksek nokta, bence bu. Beni ilk ve hâlâ en çok vuran yeri ise başlıktaki cümlesi…

* * *


“Bir güne daha böyle başlamak
Pencereden bakıp hep boşlamak
Donar ellerim, susar dillerim”

Sıradanlaştı işte her gün, aklımda bir şeyler var ama değmez dile dökmeye. Daha öncekilere benzer şeyleri söyler dururum; şiirler şarkılar hep aynı.
“Utanmasam hâlâ beklerim”

Beklerim. Yine de beklerim. Olmayacağını, gelmeyeceğini, gelsen bile yürüyemeyeceğimizi bile bile beklerim. Başkalarını çoktan boş verdim, kendimden utanmasam beklerim. Ama hâlâ kendimden söz edebiliyorum, beklememeyi becerebiliyorum zaman zaman.

“Beni burada öpmüştün, yağmurlarda yürümüştük
Bana burada küsmüştün, Ağustos’ta üşümüştüm”

Anılarımızı saklayan, anılarımızla güzelleşen yerler var; sen varsın diye yine de güzelleşen, üşüsem bile neyse ki var olduğum, yine de senle olduğum yerler var. Bir zamanlar senin yanında bulunmuş olmanın güzelliği var bugünde hâlâ.

“Ben de bu yolları gide gele göreceğim, yok ki bir bildiğim”

Çokça konuşuyorum belki, ama bir şey bildiğimden değil, konu sen olunca, seni sevmek olunca susmayı beceremediğimden. Aslında senle ya da başkasıyla, her yaşadığım bir başka ve her birini yaşarken görüyorum. Gide gele, ine çıka, düşe kalka öğreniyorum.

“Serdeki acıları çekmek için yine bir zalimi seveceğim”

Acılarıma sebep zalimler yok hayatta, karşısına her çıkanı zalimleştiren bir aklım var benim. Yaralarım var, karşıma kim çıkarsa onda cisimleştirdiğim…

“Bir şey öğrendiysem eğer, karşılığı yokmuş meğer”

Hayalimdeki aşkın bir karşılığı yok dünyada, olmayacak, olmasına imkân yok. Çünkü her şey benim içimde, gerçeklik sandığım, benim içimde yaşadığım şey sadece. Bunca zaman tek öğrenebildiğim bu.

“Her aşk gibi bu da bir gün biter!”

Aşk dediğim yalnız benim içimdeyse, başladığı yerde bitebilir o da. Bugün değil belki, ama ‘bir gün’…


1 Şubat 2014 Cumartesi

Keremcem'in Unuttuğu Dizi



Yakında Fox TV’de başlayacak ‘O Hayat Benim’ dizisinin başrol oyuncuları Keremcem ve Ezgi Asaroğlu, bir gazeteye röportaj vermişler dizi ile ilgili. Buradan okuyabilirsiniz.

Diziyle ilgili düşünce ve beklentilerimi ilk bölümün yayınlanmasının ardından yazarım nasılsa, şimdi dikkatimi çeken bir şeyi paylaşmak istiyorum yalnızca.

Röportajda Keremcem, “Hiç aklımda yokken başlayan bir maceraydı oyunculuk. Şimdi beşinci albümümü çıkardığım sırada beşinci dizimi çekiyorum,” demiş. Albümleri sayıyorum, düetleri, teklileri bir yana bırakınca beş tane: Eylül, Aşk Bitti, Dokun, Hayata, Keremcem. Sonra dizileri sayıyorum: Aşk Oyunu (Yasemin Ergene ile), İki Yabancı (Hatice Şendil ile), Elif (Yasemin Allen ile), Tövbeler Tövbesi (Fulya Zenginer, Tuba Ünsal ve Cemal Toktaş ile), Merhaba Hayat (Vahide Gördüm, Yetkin Dikinciler ve Melike Güner ile) ve şimdi de O Hayat Benim – yani altı tane!

Merak ettiğim, Keremcem’in hangi diziyi unuttuğu ya da unutmak istediği...

Bir Yusuf Masalı 1-2-3


19-26 Ocak 2014
-TRT, her nedense, ilk iki bölümü aynı gün yayınladı.-

Bir Yusuf Resitali, Bir Sevda Şöleni...

Ne başucumdan ne de yüreğimden eksik ettiğim bir kitabın*adını veriyorlar bir diziye, ki bu bile yeterlidir izlemeye niyet etmeme, ayrıca bunun bir uyarlama ya da esinlenme olamayacağını da bildiğimden içim rahat... Tanıtımlarda İnan Ulaş Torun’u görüyorum üstelik, bir Yusuf olmaya o kadar uygun ki, değmeyin keyfime. Nur Erkul’u (Maria Züleyha) biraz donuk buluyorum henüz izlemeden, ama bu zaten Yusuf’un masalı, Yusuf’un sevdası, diyorum, ne olsa bozamaz büyüyü. Bir de iyi oynarsa, onca sevda masalı arasında kadının da sevdalı olduğu belki de tek yer olan bu hikaye uçmaz mı o zaman?

Dizi başlıyor, izlemekten keyif aldığım kimler kimler var daha: Burak Satıbol (Behzat), Tarık Ünlüoğlu (Cevdet Paşa), Emin Gürsoy (Terzi Yakup Usta), Tuba Erdem, Ömür Arpacı (Babür), Mehmet Usta (Aşçı İkram)... Şahane Trakya aksanıyla İnan Ulaş Torun’un bir önceki dizisi 6 Mantı’nın sevimli yüzlerinden Caner Kadayıfçı (Şerbetçi Danyal) var; yine 6 Mantı’dan Benian Dönmez var dadı kalfa rolünde, benim ilk kez Hayat Devam Ediyor’da gördüğüm Rozet Hubeş var, bu kez aksansız bir İstanbullu olarak. İlk kez bu dizide görüp duruşunu ve oynadığı karakteri epeyce beğendiğim İsmail Hakkı var Mangal Hasan rolünde.

Terzi Yakup’un oğlu Yusuf, babasının –nedendir bilinmez- kavgalı olduğu Cevdet Paşa’nın yeğeni Züleyha’ya vurulur. Onun peşinde savrulmaktayken bir gün Aşçı olur Paşa’nın konağına, ertesi gün casus zannedilip atılır zindana... Yine Hakan Haksun ve yine Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmadan anlatılacak kadim bir hikâye ve yine bir korku bende, Beni Böyle Sev’de olduğu gibi, bu masal da entrikalara kurban olursa diye. Üstelik saray da var burada, Paşa da var; şehzadeler, cariyeler yok belki ama koltuk sevdası var, iktidar hırsı var... Korkuyorum!

Masal zamansız olur diye mi acaba, dizinin hangi yıllarda geçtiği belirtilmemiş. Benim atmosferden anladığım, 20 yüzyıl başlarıydı ama TRT Web sitesi 18. yüzyıl diyor. Yine de henüz zamanını belli edecek bir ipucu göstermediler dizide. Tarihsel hataları görmek mümkün. Mesela Yusuf’un üzerindeki siyah monta dikkat ederseniz, 21. yüzyıl modasının izlerine rastlayabilirsiniz...

Bundan daha büyük bir hataya da Şerbetçi Danyal’in bir cümlesinde rastladık. 1. Bölümde, kendisine “Ben Cevdet Paşa’nın yeğeniyim,” diyen Maria’ya “Ben de Vekâlet-i Umumiye Nazırıyım” dedi. Osmanlı’da günümüzdeki bakanlıklara muadil devlet yapılanması 19. yüzyılda düzenlenmişti, ondan önce bakanlıklar yoktu ve dolayısıyla, 18. yüzyılda yaşamakta olan insanların gündelik dilde bakanlıklardan söz etmesi olası değildi. Değil ki ne idüğü belirsiz “Vekâlet-i Umumiye Nazırı”ndan söz edilebilsin. Aynı anlama gelen ve biri Osmanlı’da, biri de erken cumhuriyet döneminde yaygın olarak kullanılan “nezaret” ve “vekâlet”, sözcüklerinin neden bir arada kullanıldığını ve bu garipliğin nasıl olup da herkesin dikkatinden kaçtığını ise artık sormuyorum. Zira daha beteri var:  bir “Nezaret-i Umumiye” herhangi bir zaman ya da mekanda mevcut olmamıştır. O ne ki zaten öyle? Neyin genel bakanlığı?

Ayrıca, Macaristan’dan gelen Maria Züleyha’nın az biraz aksanı olsaydı keşke.

Dizi, dramadan çok komediye yakın durmayı tercih etmiş gördüğüm kadarıyla. Bunu da bütün unsurları karikatürleştirerek yapmaya çalışmışlar. Behzat karakteri, tipik bir “iktidar sahibi eniştesine sırtını yaslamış işe yaramaz dayı” olmuş, Fransa’da eğitim alan aşçı İkram Efendinin Mengen aksanlı olması yetmemiş, bir de sakar, eli ağır, basiretsiz olmuş bir de. Üzerinde bu kadar oynanmasına gerek yoktu bence, zira Yusuf’la aralarında çok ciddi bir fark var zaten: İkram Efendi bilerekyapıyor yemekleri, Yusuf hissederek.

Erken konuşmak istemiyorum ama, çok sevdiğim oyuncuları barındırması ve bir sevda masalı anlatması nedeniyle bu sezon ekranda görmeyi istediğim hikâye bu olabilir. Ama yine de korkuyorum entrikalara bulaşmak ile komediye esir olmak arasında salınmasından ya da bunlardan birine saplanmasından...

----

*İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, Şûle Yayınları

27 Ocak 2014 Pazartesi

Beni Böyle Sev Yürek Finali

Sizi Böyle Sevemem

Uzun zamandır yazmak istiyordum Beni Böyle Sev hakkında. Sade, kırılgan bir hikâye olarak başlayıp büyüklü küçüklü bir entrikalar yumağına dönüşen dizinin can yakıcılığı hakkında. Gözlerinden sevda fışkıran Ömer’i yaşatan Alper Saldıran hakkında. Yazarken kelimelerimin yetersiz kalacağı Güven Kıraç hakkında. Güzelliği ve sevimliliğiyle beni büyüleyen Burcu Altın hakkında. Umarsızca içinden bir Hulusi Kentmen çıkarmasını beklediğim Altan Gördüm hakkında. Bizlere, bir hikâye olmasa da oturup dakikalarca izlenecek görüntüler sunan reji hakkında. Dizinin gün geçtikçe muhafazakârlaşan, bu haliyle ilk bölümlerdeki samimiyetine gölge düşüren akış hakkında. Daha neler neler...

Ama en çok onun hakkında yazacaktım. Canlandırdığı Nezih Yeşildere karakterinin orijinalliği ve gerçekliği bir yana, gözleri, yüzü, konuşması ışıl ışıl parlayan, en durgun, bitkin halimde bana enerji aşılayan o adam hakkında. Benim Başrolde Aşk ile keşfettiğim, oynadığı reklamları bile pür dikkat izlediğim genç yetenek hakkında. Henüz tanıtımları dönerken beni diziyi izlemeye, TRT’nin 2013 yazında bize yaşattığı hüsrana rağmen diziyi yine de takip etmeye ikna eden Mert Turak hakkında.

Ben biraz geriden takip ediyordum diziyi. 41. bölümü bugün izledim. Diziden çıkarılacak en son adam olması gereken Nezih’in ölebileceğine ihtimal vermediğim için bütün o duygusal sahneleri atlayıp geçtim üstelik. Turak bir yerlerden uzatacak başını, “Ben sizi bırakıp gidecek adam mıyım be!” diyecek diye bekledim. Ama çığlıklar yükseldi morgdan, yaşlar döküldü, cenaze kaldırıldı, borçlar ödendi, acı kalplere kazındı...

Sonra Twitter’ı açtım, Mert Turak’ın yazdıklarına baktım. Dönüş yokmuş, öğrendim.

Bu, seyirciye yapılan büyük bir haksızlıktır. Hatasız kul olmaz. Ama hataları yok saymak da olmaz. Başkalarını bilmem, ama ben sizi böyle sevemem artık. Beni Böyle Sev, benim yüreğimde final yapmıştır, elveda!

15 Ocak 2014 Çarşamba

Merhamet 23



2 Ekim 2013

Dizinin uyarlandığı Hande Altaylı kitabı Kahperengi’yi bir çırpıda okumuştum. İkinci kez okuyacak kadar çok sevdiğim sözlenemez ama hikâyenin kendi halindeliğini sevmiş, Fırat’a asla ısınamamış, Narin’le Deniz arasındaki dostluğa ise hayran olmuştum. Merhamet dizisi başladığında izledim birkaç bölüm. Romanda olmayan karakterlerin eklenmesine değil, Narin’in etrafında olmadık entrikaların döndürülmesine kızmıştım en çok. O yüzden sürekli takipçisi olamadım dizinin, ama denk geldikçe (ki televizyonunu pek kapatmayan biri olarak denk gelmekte hiç zorlanmadım) izledim yine de.

Yeni sezonda  -yeni dizilerin tekrarlarının sıkça gösterilmesi nedeniyle sanırım- denk gelememiştim pek. İlk olarak 22. bölümün sonu ile 23. bölümün başını görebildim. İyi ki de görmüşüm, sanırım 23 bölüm boyunca rastladığım en güzel sahneydi.

Fırat’ın evinde Narin’le Fırat’ın yakınlaşmaları… Narin yaşanan her şeye rağmen mutlu, umutlu. Gözlerini kapamış ve kendini Fırat’a bırakmış. Fırat bir yandan Narin’in elbisesini çıkarırken bir yandan da savaş boyalarını sürünüyor. Aşk sözcükleri duymayı bekleyen Narin suçlamalar, aşağılamalar duyuyor. Önce savunma cümleleri kuruyor, çocukça. Anlatmaya çalışıyor kendini, Fırat onu gerçekten anlamak istermiş gibi. Sonra bağırıp çağırmaya başlıyor, konuşarak çözülecek gibi değil çünkü. Fırat’ı kovuyor odadan ve ağlıyor. Giyinip odadan çıktığında başı dik. Yine de anlatmak istiyor kendini, çünkü seviyor her şeye rağmen. Anlatmanın bir faydası olmayacağını anlıyor bir kez daha, döküyor zehrini ve çıkıyor.

Orada anlıyorum ki romanda geçen Narin’le Fırat’ın o ilk sevişme teşebbüsü şimdiye kadar anlatılmamış ve dizide öyle güzel bir yere bağlanmış ki, romanın akışında yapılan değişikliklerin hepsini bir anda bağışladım ben.

Ardından Narin’in düşüncelerini duymaya başladık: “Gözlerine bakacaktım ve karar verecektim. Bana aşkla bakacaktı. Dünyada ondan başka hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı. Onun bu pisliklere babası yüzünden bulaştığına, masum olduğuna inandıracaktım kendimi kollarında yatarken. Kendime ihanet edecektim, mesleğime, adalet duyguma… Fırat’sız kalmamak için adalete ihanet ettim, Fırat’sız kaldım. Susuz, nefessiz, onsuz bir hayata mahkûmum artık. Demek ki adalet gerçekten var.”
Burada anladım Narin’i. Romanda anlamamıştım ama burada anladım. Hâlâ hak vermiyorum ama anlıyorum, acısına ortak olabiliyorum bu yüzden. Bunları hissettirmeye devam ederse ben de düzenli seyircisi olabilirim artık.