31 Mayıs 2016 Salı

Bana bir hayat borçlusunuz!

Kördüğüm 20. Bölüm Yorumu

Keşke bu dizide olaylar İstanbul'da değil de küçük bir kasabada geçiyor olsaydı da gereksiz karşılaşma sahnelerinde anlam aramak zorunda kalmasaydık. Çünkü izlediklerimize bakılırsa koca İstanbul'da sadece 2 tane hastane, 3 tane de restoran var ve Umut'la Naz mütemadiyen karşılaşıyorlar, ne gerek varsa… Naz Umut ve Neslihan'ı görse ne olur, görmese ne olur? Bunu Ali Nejat da görse ne olur, görmese ne olur? Sırf Eylül gelmeden önce ona dair bilgi edinelim diye zorlama bir karşılaşma ve diyaloglar yazılmış… Neyse ki Umut bile medeni olmayı becerebiliyor da yok yere yaygara çıkmıyor.

Neslihan'ın çalışmaya, annesinin rahatsızlığından dolayı paraya ihtiyacı var ama Enver Bey'in kapısını tırmalamaktan başka bir şey de yapmıyor. Onu hastanede, ödemeyle ilgili konuşurken gördüğümde benim aklıma ilk gelen, hastaneden çıkar çıkmaz arabasını bir galeriye bırakması fikriydi. Ya da en azından bir bankaya gidip kredi isteyebilirdi. Sonuçta para konusunda Hasan Amca'dan daha fazla imkâna ve kolaylığa sahip.

Neslihan'ın en akıllıca davrandığı bölüm oldu bu. Oğuz'dan hayır gelmeyeceğini nihayet anlayıp Enver Bey'i aradı ve bir görüşme kopardı. Enver Bey'e karşı da elindeki en güçlü kozu oynadı, Murat'ın Feyza'ya daha yakın olmak için kendisini kullanmak istediğini söyleyiverdi. Şimdilik renk vermedi ama Enver de bunu karşılıksız bırakmayacaktır, hem Murat hem de Neslihan cephesinde.

Enver'in köşke gelişi yine tansiyonları yükseltti yükseltmesine ama Tarık Bey'e dişlerini göstermeye niçin ihtiyaç duyduğunu ben anlayamadım. Tarık Bey'in paniğe kapılıp hata yapması için ona köşeye sıkıştığını hissettirmekse amaç, bugün sözle ifade ettiklerini yaptığı hamlelerle belli etmeliydi daha önceden. Böyle köşke gelip gelip büyük büyük konuşmakla olmuyor. Neticede Tarık Bey'in de tek yaptığı Oğuz'u çağırıp "dikkatli ol" demek oldu sadece. Neye dikkat edilecekse…

Enver'in geldiğinden beri Tarık Bey'i alt etmekle ilgili bir hamle yapmamış olması, bu nedenle köşke gelişi bana uzun vadede anlamsız gelse de, tam da Murat oradayken köşke gelmesi, hem Tarık Bey'e hem de Murat'a aba altından sopa göstermesi muhteşemdi.

Tokyo dün bir tweet atmıştı, "Feyza kendiyle ilgili durumlar haricinde bir mantık abidesi" diyen. Harfiyen katılıyorum. Kaan hakkında ya da Ali Nejat'ın şirkete dönmesi konusunda konuşurken gayet aklı başında cümleler kuran Feyza, mevzu kendisi, Murat'la ya da Enver'le ilişkisi olunca ya aşkla ya da öfkeyle hareket ediyor. Kendisi çok akıllı mantıklı davrandığını zannetse de duygularına yeniliyor. Ve Enver'e karşı duygusal tepkiler vermesinin Enver (ve tabii Enver'in tarafında olan bizler) açısından umut verici bir yanı da var. Zaten babasıyla konuşmasına tanık olduktan sonra Enver'e, "Benim için döndüğüne neredeyse inanacaktım" diyerek de bu zaafla hareket ettiğini açığa vurdu. Enver için umut var…

Eylül'ün adının geçmesiyle hem Ali Nejat'la geçmişi hem de Barış'ın öldüğü kaza ile ilgisi açığa çıktı. Böylece, Enver'in Tarık Bey'e söylediği ve benim de yazının başlığına taşıdığım cümlenin, dizideki pek çok karakter için geçerli olduğunu öğrendik bizler de. Bu hikâyedeki kördüğümlerden biri de, pek çok insanın birbirine bir hayat borçlu olması…

Biz Berlin'de komşularımızla İngilizce selamlaşıyor, gündüz vakti ışıltılı payetli etekle geziyor ve 'depresyon hırkası' yerine de 'depresyon gömleği' tercih ediyoruz. 

Fakat Eylül'ün gelişiyle Enver, Barış'ın ölümünün bir kaza olmadığı iddiasını da attı ortaya. Ve bunu yalnızca kardeşinin yüreğini ferahlatmak için söylemediğinden eminiz. Bu kördüğümü çözeceğini düşündüğü bir adamın peşinde Enver, eğer aradığı kişi Murat'ın İstanbul'a gelir gelmez öldürdüğü kişiyse  bu arayış kısa vadede bir sonuca varamayacak demektir, ama bu arada, Enver'in kurduğu cümleler beni epeyce etkiledi: "İnsan her acıyla baş etmenin bir yolunu buluyor da, evlat acısıyla baş etmenin hiçbir yolu yok. 'Çektiği acılar insanı olgunlaştırır' derler ya, bu acı olgunlaştırmıyor... Başka birine dönüşüyorsun, yoksa insan aklını kaybedebilir…"

Bu cümleler bana, Karadayı'nın Kibar Nazif'ini hatırlattı. Çetin Tekindor'un can verdiği Kibar Nazif şöyle bir şeyler demişti: "Anne babasını kaybedenler için öksüz, yetim diye isim vermişler ama evladını kaybedene sıfat bulamamışlar, çünkü bu acıyı ifade edebilecek bir sözcük yok."

Naz'ın hastanedeki odasını güllerle donatması, Ali Nejat'ın gözümden düşüşünün son aşaması oldu. Bu kadar klişe, yavan ve ruhsuz bir hareketi gerçekten beklemiyordum, çünkü "ben sana âşık oldum" derken gözlerinin nasıl parıldadığını görmüştüm. Öyle bir aşkın bu tür bir gövde gösterisine hiç ihtiyacı yoktu.

Emre'nin bu hikâyeden çıkmasının zamanı geldi de geçiyor. Geçen hafta "illâ dayak yemesi mi lâzım" diye sormuştum, bu bölümde dayağın kıyısından dönüldü. Genco hem Umut'a göre daha akıllı bir adam, hem de duygularını Gökçe'den saklamak için yoğun çaba gösterdiğinden sakince kapattı konuyu. Ama o sırada tamirhanede Umut da olsaydı Emre oradan tek parça halinde çıkamayacaktı. Bu konuyu daha fazla uzatmamaları herkesin hayrına olacak.

Hasan Amca'nın ek iş meselesi de ısrarla ana hikâyenin dışında tutuluyor. Bulaşıkçılıktan atılan Hasan Amca şimdi de seyyar pilav işine giriyor, herkeslerden habersiz. Ve bu arada 5 bölümdür de Kaan'la görüşmüyorlar.

Murat'ın babasının ölümünden Tarık Bey'le birlikte Enver'i de sorumlu tutuyor olabileceği tahminini yapmıştım geçen hafta, bu tahminim de doğru çıktı. Fakat Murat'ın bunu öğrenme biçimine bizler pek ikna olamadık. Babasının ölümünün üzerinden neredeyse 20 sene geçmişken eline bir adam geçiriyor, onu işkence ile konuşturuyor Murat. O adam da 'oğlu bir gün gelir de beni zorla konuşturursa' diye Murat'ın babasının 'ölmeden 6 ay önce yazmaya başladığı' günlüğünü oracıkta saklamıyormuş zaten, hemen çıkarıp veriyor. Babası defteri 6 ay boyunca yazmış ama 'ileride oğlum araştırırsa kolayca bulabilsin' diye düşünmüş olacak, ölümüne sebebiyet verenleri iki paragrafta anlatıvermiş. Böylece Murat emin olmuş babasının ölümünden Tarık Bey ve Enver'in eşit derecede sorumlu olduğundan. Murat ikna olmuş ama açıkçası ben yemedim. Daha fazlasını görmeye ihtiyacımız var.

(Bu yazı ilk olarak 19 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

'Evli ve Öfkeli' dostlarıma veda...

'Evli ve Öfkeli' dostlarıma veda…

ATV'nin Pazar akşamları yayınlanan dizisi Evli ve Öfkeli, aşka, ilişkilere, evliliklere, aileye ve en çok da dostluğa odaklanan bir romantik komedi, birlikte büyümüş ve birbirini büyütmüş dört kadının evlilikle, boşanma ile, yeni aşklarla ve kendileriyle sınavıydı ve dün gece neşeli bir finalle ekrana veda etti. 30 haftadır can sıkıntılarına ortak olduğum ve can sıkıntılarıma ortak olan 'Evli ve Öfkeli' dostlarıma bu yazıyla veda etmek isterim ben de…

Dizi, tanıtımlarını ilk gördüğüm anda ilgimi çekmişti. Çünkü "evli" sözcüğünün yanına en çok yakışan sözcüklerden biriydi "öfkeli", çok tanıdık gelmişti. Zaten jenerik şarkısı da "çok farklı değildi hikâyeler" diye başlıyordu. Burada farklı olan hikâyeler değil, onların işleniş biçimi, acıların, yaraların mizahi yönünü görme çabasıydı…

Yine jenerik şarkısı, önemli bir noktaya daha işaret ediyordu, "iyi ki dostlarım var yanı başımda" sözleriyle. Bu dizi, her şeyden önemlisi, dostluğuna odaklanıyordu kadınların, iyi ki de öyle yapıyordu. Başlarına ne gelirse gelsin yan yana gelebilen, acısını da sevincini de paylaşacak dostları olan kadınlar, hayata karşı verdikleri sınavda çok daha başarılı olurlar çünkü.

Dört kadının çevresinde şekillenen hikâye, hem ilişkilere bakışı hem de kadınlar arasındaki dayanışma ruhu sebebiyle de yaşadığım ya da tanık olduğum pek çok hikâye ile eşleşti benim zihnimde. Biz kadınlar konuşmayı, paylaşmayı severiz, bu yüzden de sık sık bir araya geliriz. Bazılarımızın hayatı sütlimandır zaman zaman, ama yine de toplaşıp dertleşir, beraber ağlar, beraber dökeriz kibrit suyunu erkek neslinin tamamına, gıyabında. Hiç dile getirmeyiz belki ama iyi biliriz, "Ya hep beraber ya hiç birimiz" kurtulacağızdır; ya mutluyuzdur hepimiz ya da ağlarız birlikte her şeye…


Canım azıcık kayarsanız hepimiz sığarız.^^

Bazen hepimiz bir olup nefret ederiz tüm erkeklerden, bazen cesaret veririz içini dökemeyene, bazen arkadaşımıza çatarız, haksızlık etmesin diye hayatındaki erkeğe, bazen ikisini de alırız karşımıza, söyleriz birbirlerine söyleyemediklerini... Çünkü hepsinin toplamından da fazlasıdır dost olmak. Onun sadece anlattıklarını değil, anlatmadıklarını, anlatamadıklarını da bilmek ve onun için bir şeyler yapabilmektir. Bu yüzden 'Evli ve Öfkeli' dostlarım bir araya geldiklerinde, birbirlerini ardı arkası gelmeyen telefonlarla darladıklarında, kurdukları WhatsApp grubunda atıştıklarında ben de onlarla paylaştım sıkıntımı ya da sevincimi, dâhil oldum dostluklarına.

Teyzeler, babaanneler gibi karakterlerin hikâyeye dâhil olmasından hiç hoşlanmıyorum ben, ama onların gelişiyle her şeyin karışması iki önemli gerçeğe işaret ediyor: Bir, biriyle bir yola çıkmak, onun ailesi ve yakınlarıyla da bir ilişkiye sokuyor sizi, istemeseniz de. İki, bir ilişki çevredekileri de etkilese ve ilgilendirse de aslında iki kişi arasında yaşanır ve kararlar da o iki kişiye aittir. Bizimkiler, yani Dilek, Mine, Seray ve Esra, bunu zaman zaman unuturlar ama öyle ya da böyle farkına varırlar yanlış bir yola girdiklerinin ve kendi hayatlarının ve ilişkilerinin dizginlerini ele alırlar yeniden. Çünkü farkına varırlar ki onlar idare ettikçe genişler karışmak isteyen kişinin sınırları ve 'herkesin hayatına kimse karışmamalı'dır aslında… Ve bununla mücadele etmeyi bilirseniz, onlar da 'size karışanlar' değil 'dostlarınız' olurlar zamanla…

Dün akşam dostlarımın 'mutlu son'unu izledim, elbette bir parça hüzünle… Jenerik şarkısı "eden bulacak, devran dönecek sonunda, varsa aşkın adaleti" diye bir teori atmıştı ortaya, dizi boyunca eden bulduğuna ve devran döndüğüne göre, aşkın adaleti varmış sonucuna da varabiliriz final bölümünün ardından. Bir romantik komediden aşka dair böyle net bir yanıt almak da güzeldi.

Son olarak Tarık'ım Sönmez'imle ilgili birkaç kelam etmek istiyorum, müsaadenizle. Çünkü Evli ve Öfkeli'nin hikâyesi açımlanıp mevzu ihanete uğramış Umutsuz Ev Kadınları'ndan güçlü ve kararlı Omuz Omuza kadınlara evirilene kadar diziyi bırakmama sebebim Tarık Sönmez'den başkası değildi. Çünkü ben bir süredir, görünüşte kayıtsız ama içeride duyarlı ve nazik halleri, saklamaya çalıştığı duygusallığı, Merve ile arkadaşlığı, her şeyin birbirine karıştığı en sıkışık zamanda sevdiceğine 'dünyanın en küçük öpücüğü'nü veren muzipliği ve bir kadının lise yıllarından beri büyüttüğü aşka karşılık verişindeki olgunlukla gözümde devleşen Tarık Sönmez'in gerçek hayattaki karşılığını arıyorum ve bunun sebebi karakterin tutarlı ve çekici olması kadar, Serkan Altunorak'ın belli ki tadını da çokça çıkararak ona can vermesi; bakışlarındaki masumiyet ve ses tonundaki albenidir. İzlediğim bazı karakterler dizi bittikten sonra bile uzun yıllar benimle yaşamaya devam ederler; Tarık Sönmez -ve tabii ki Tarık'ı Tarık yapan Dilek- benimle uzun zaman yaşayacaklar ve yalnızca bunun için bile Evli ve Öfkeli'ye teşekkür etmem gerekir. (Bu arada bir Balık burcu olan Tarık'ın doğum gününü Mayıs ayında kutlamanız dikkatlerden kaçmadı, ama en azından kutladınız, buna da şükür!)

İsterdim ki hikâyemiz biraz daha aksın 'öfkeli' haliyle… Belki yaz aylarında da 'Evli ve Neşeli' maceralarda buluşabilirdik dostlarımızla. Henüz geç değil, bir kez daha düşünmez misiniz?

(Bu yazı ilk olarak 16 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç gitmek istememiştim ki!

Kördüğüm 19. Bölüm Yorumu

Biz unutsak da, silmek, yok etmek istesek, yaşanmamış saysak da anıları, öyle olmuyor. Evin duvarlarına, bahçenin bir köşesine, kanepelerin üzerine atılan örtüye, yıllar boyu kimsenin gelip basmadığı zile tutunup tazecik duruyor anılar, tek bir nefese hasret… Ve o nefes bir kez girdi mi kapıdan içeri, artık kimse durduramaz hatıraların sağanağını…

Enver'in konuşma teklifini reddeden, uzattığı eli geri çeviren Feyza da kendini Enver'le birlikte yaşadıkları villada buldu yıllar sonra ve 'izi kalmadı' dediği hatıralar üşüştüler zihnine… Haydi şimdi de sakla gözyaşlarını Feyza, becerebiliyorsan; o kadar sıkı durmaya gücün varsa!

Evet, var! Feyza yine dimdik ve tepkisiz duracak. Ve işin tuhafı, geçen bölümde ağzından çıkanlara değil, bir tek gözyaşlarına inandığım Feyza'ya bu kez ben de hak veriyorum! Çünkü Enver, yemekte söylediği gibi Feyza'nın kalbini kazanmaya çalışmıyor, onu kuşatmaya, fethetmeye çalışıyor. Yani, rızası olmasa bile onu kendine mecbur etmek de var bunun ucunda. 20 milyonluk yalıyı ondan habersiz onun üzerine yapmak, başka birinin adını kullanarak onu kendi hazırlattığı mekana getirmek, ne yiyip içeceğine, hangi anda ne yapacağına karar vermeye çalışmak, nezaket sözcüğün olası en geniş sınırlarını bile çokça aşıyor. Enver'in bu bölümde yaptıklarına artık "sürpriz" ya da "jest" değil, "emrivaki" ve "dayatma" diyebiliriz ancak.

Enver'in gözlerindeki aşka  ve hiç gitmek istememiş olduğuna inanıyorum ama bu şekilde başarıya ulaşmasını hiç istemem. Bunca yıl o aşkı içinde tazecik tutup saklamayı başaran bir adamın bundan daha fazlasını yapabileceğinden hiç şüphem yok. O aşırılıklarla dolu ortamdaki tek sahici şeyin, masanın üzerindeki mavi orkidelerin vadettikleri, bizim izlediklerimiz olamaz. Dışarıdan görünmeye çalıştığı haliyle değil, gerçekten olduğu, doğal haliyle Enver'i, âşık ve çabalayan Enver'i görmek istiyorum ben.

Umut da emrivakinin bir başka türünü gösterdi bize, gidip Neslihan'ın annesinin hastane masraflarını ödeyerek. Neslihan da haklı olarak sinirlendi, ama Umut'a attığı tokat bu öfkenin değil, Umut'a karşı hissetmeye başladıklarının dışavurumuydu. "Sen beni ne sanıyorsun" cümlesi de bunun sözel ifadesi. Meali şöyle bir şey olsa gerek: "Tam da sana karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştım, oysa sen beni elde etmek için yanlış yollar deniyor gibisin. Böyle olmaz." Ardından gelen diyalog ve öpücük de bütün bunları düşünmekte haklı olduğumu söylüyor.

"Akşam seni çok özel bir yere götüreceğim ama seyirci duymasın."

Ali Nejat çat orada, çat burada, çat kapı arkasındaydı bölüm boyunca. Evde başlamıştı bölüme, Naz ona araba projesiyle kendisi arasında bir tercih yapmasını söyleyince önce oturup İbrahim'den günün mana ve ehemmiyetine dair hikâyeyi dinledi ve Naz'ı seçmesi gerektiği dersini çıkardı, mezarlığa gidip Barış'a anlattı durumu, sonra her nedense Ayhan'a gidip ona döktü içini, ardından hastaneye gidip Naz'a söyledi kararını, çıkışta da bana gelir, birer kahve içeriz diye düşünüyordum, yoruldu o kadar. Oysa Ali Nejat akşam için de planlar yapmış ama bunu bize söyleme gereği duymadılar, sanki evlilik teklifi seyirciye sürpriz olacakmış gibi…

Ali Nejat'ın henüz iyi tanımadığı, bir ilişkiye başlayamadığı, bir kere öpmediği, hatta öpmeye teşebbüs dahi etmediği bir kadına her bölümde en az bir kere evlenme teklif etmekteki ısrarını ben anlamadım, anlayan varsa rica ediyorum bana da izah etsin. Neyse ki bu sefer yüzüğü taktı da 2697421. kez evlilik teklifi duymaktan kurtulduk. Sudan bir sebeple o yüzük o parmaktan çıkmazsa tabii…

Murat karakterinin diziye ilk katıldığı günden beri Enver'le bir ilişkisi olduğunu düşünüyordum, bunu defalarca da yazdım zaten. İlk kez bu hafta bunu bize de gösterdiler. Murat'ın ziyareti sırasında oldukça ölçülü ve mesafeli bir üslupla sordu tüm sorularını Enver ve aynı mesafeli tavırla yanıtladı onu Murat. Ama her halinden belliydi Murat'ın diken üstünde olduğu ve Enver'in arkasından bir şeyler çevirdiği. Zaten babasının ölümüyle ilgili de bir intikam planı var Murat'ın, belki Enver'in de bunda bir payı olduğunu düşünüyordur; belki de Enver'le çalışmasının sebebi, intikam almayı planladıkları kişinin aynı olmasıdır ve Murat hırslı biri olduğu için Enver'in arkasından da bir şeyler çeviriyordur. Göreceğiz.

Bu arada, kısacık bir anda, Amir'in de Murat'la ilgili olarak Enver'e haber uçurduğunu düşündürdüler bana, bunu da buraya not etmiş olayım.

Emre'nin yeniden yeniden ve her seferinde bir öncekinden daha manyak, daha hödük bir halde Gökçe'nin karşısına çıkmasından yoruldum ben. Bu haftaki tavrı, Gökçe ile özel anlarının fotoğraf ya da video kaydını aldığını düşündürdü bana Emre'nin. Umarım böyle bir şantaj malzemesi ile çıkmaz karşımıza. Tez elden kendisiyle yollarımızı ayıramıyor muyuz acaba? İllâ ki Umut'tan ya da Genco'dan -ya da ikisinden birden- bir temiz dayak yemesi mi gerekiyor?

Hasan Amca'nın çilesini de yeterince izledik bence, artık bu durumu da ana hikâyeye bağlamasak mı?

"Kanlıca'daki villa" deyip durdukları evin Ortaköy'de yalı çıkmasına kaç puan?


(Bu yazı ilk olarak 12 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

27 Mayıs 2016 Cuma

Kaza küçük ama acı büyük...

Ufak bir ev kazası… Cuma günü öğlene doğru, Funda ev, iç-gündüz, başım dönüyor, tutunamıyorum ve kendimi kaybedip düşüyorum boylu boyunca. Önce popomun üstüne düşüyorum olanca ağırlığımla, sonra sırtımı ve en son da kafamı vuruyorum, kafamı vurunca da ayılıyorum zaten.

Önce sesimle dışavuruyorum acımı, uzun bir "aahh" çekerek. Sonra evde yalnız olduğumu hatırlayıp susuyorum, kendi kendime kalkmak zorundayım. Kalkıyorum, kalkabiliyorum en azından. Gidip uzanıyorum yüz üstü. Bütün vücudumun böylesine acıdığı bir an daha hatırlamıyorum. Öyle acıyor ki uzanmak, ayakta durmak, zıplamak falan fark etmeyecek, her durumda feci bir acı. Acı evet. Henüz ağrı değil, öncelikli olarak keskin bir acı var. Ve bir fikir: 'ne yaparsam yapayım acı aynı kalacaksa normal hayatıma devam edeyim o zaman'. Düşerken dağıttıklarımı topluyorum kalkıp. Bir duş alıp çıkıyorum dışarı…

Oturmak, kalkmak, adım atmak falan zorlaşıyor ama, yine de gezip tozabildiğim, arkadaşlarımla vakit geçirebildiğim, oyun izlediğim şahane iki gün geçiriyorum düşüşümün ardından. Aklımın gerisinde "kâseyi kırmamışımdır inşallah" endişesi olsa da bu şahaneliğe güvenerek doktora falan da gitmiyorum. Her düştüğümde doktora gidecek olsam başka işlere ayıracak vaktim kalmazdı zaten; insan sakar tabiatlı ve dağınık zihinli olmayagörsün…

O şahane iki günün ardından gelen gün Pazar; pek ağrım olmamasına rağmen yataktan bile çıkmıyorum neredeyse, tedbir amaçlı. Pazartesi sabahına ağrıyla uyanıyorum. Düşmenin acısı, okula alerjimle bir araya gelip beni köşeye sıkıştırmak üzere anlaştılarsa demek… Normalde 10-12 dakikada aştığım yolu 25 dakikada alacak bir hızla yürüyebiliyorum, meğer ne kadar hızlı ve sert adımlar atıyormuşum normalde ve kuyruk sokumundaki acıyı hafifleterek yürümenin yolunu bulmak meğer ne zormuş! Ama doktora gitmeye hiç niyetim yok hâlâ. Her ağrıda doktora mı gidilir canım?

Pazartesi akşamı yine güzel bir oyun izliyorum, acımı unutuyorum kısa süre de olsa. Oyun çıkışı bir arkadaşa gece baskınına gidiyoruz. Orada öğreniyorum ki o arkadaş da kuyruk sokumu kemiğini kırmışmış bir zaman. O kemiği yerine nasıl oturttuklarını anlatınca içimden kuşlar göçüyor benim. Bundan sonra hiç doktora gitmesem yeridir, rektal tuşe diye tıbbi müdahale mi olur, insan insana bunu yapar mı?

İlk günlerde bir iki tane almıştım ama artık ağrı kesici bile almıyorum, ağrım fazla da olsa işimi yapabildiğime, normal hayatımı en azından %70 oranında sürdürebildiğime göre doktorsuz, ilaçsız da yaşayabilirim! Bunu yapabilirim!

Salı gününe de ağrıyla uyanıyorum, tamam, zaten ağrısız uyanmayı beklemiyordum ama sorun şu ki ağrı yer değiştirmiş. Pazartesi kuyruk sokumunun sol tarafından beni yoklayan ağrı Salı günü sağ tarafıma vurmaya başlamış. Zihnimde oluşan rektal tuşe korkusu katlanıyor; ağrı yer değiştirebildiğine göre oralarda kıpırdayan (ve aslında kıpırdamaması gereken) bir küçük kemik olmalı… Oturup kalkmak, merdiven inip çıkmak falan iyice zorlaşınca 'tamam' diyorum, 'kendimi Türk hekimlerine emanet etmenin vakti geldi'.

Özel hastaneye gidiyorum, evime en yakın olan tıp merkezi orası olduğundan değil sadece, yaşadığım şehir eğitim ve araştırma hastanesi kaynasa da randevu alma süreci -özellikle de röntgen, MR gibi ihtiyaçlar söz konusuyken- aylarca sürebileceğinden…

Hastane özel ama doktor aynı doktor işte, muayene bile etmiyor. Burada yazdıklarımın onda birini bile anlatmıyor, "bir röntgen çekip bakalım" diyor, iskeletimin hangi kısımlarının röntgeninin çekileceğine bile ben karar veriyorum. O kadar hastane dizisini boşuna izlemedim ya?

Bir yerde asansör bulunmamasının acısını ilk çekişim değil bu, sonuçta ben de sekiz katlı bir binanın dokuzuncu katında çalıştığımdan asansörün bittiği yerden sonrasını tabanvayla gidiyorum her gün, ama burası bir hastaneyse ve Ortopedi polikliniği ile Röntgen birimi farklı katlardaysa bu başlı başına acılı bir hal.

Röntgen çektirmek de ayrı bir kıvraklık gerektiriyormuş meğer, popomun üzerine düşünce anladım. "Şöyle durun, şuranızı kaldırın, buraya dönün, öteki tarafa yaslanın" dediğiniz insanın ufacık bir adım atarken bile nasıl canının yandığından haberiniz var mı acaba, sayın radyolog?

Özel hastaneye gitmiş olmanın en iyi tarafı o esnada gösteriyor kendini, röntgen sonuçlarım birkaç saniye içinde doktorumun bilgisayarına gönderiliyor, birkaç dakikaya kalmadan da muayenehaneye çağrılıyorum. Boynumda düzleşme var, evet, eski hikâye; omurgamda skolyoz var, bu da eski hikâye… En merak ettiğim sorunun yanıtı hep en sonda, kâseyi kırdık mı kırmadık mı? Bana bir ömür gibi gelen birkaç dakikanın ardından kalça röntgeni açılıyor ekranda; doktor, hemşiresi ve ben bakıyoruz ekrana. Daha önce pek çok röntgen filmi gördüm ama kalça röntgenini sanırım ilk kez görüyorum, kendi kalçama kısmetmiş. Daha önce hiç görmediğimden fikir de yürütemiyorum ama doktordan bir yanıt beklerken olabilecek en kötü ihtimalleri aklından geçiren bir tipim, halbuki hiç de pesimist değilimdir, aksi gibi görüntü de pek bulanık, 'aha' diyorum, 'kesin kırık'. Ve doktor nihayet ağzını açıyor, "kırık-çatlak yok" diyerek. Nasıl bir 'ohhh' çektiğimi bir ben bilirim. Ağrılarım o anda puf diye yok oldu sanki… Rektal tuşenin adı bile geçmedi ya, ağrırsa ağrısın be! (Uzun zamandır uğraştığım halde kilo veremememin iyi tarafı belki de bu, kilolarım sayesinde yumuşak iniş yapabildim belki de ve kırmadım kemiklerimi. Olamaz mı? Olabilir!)

İlaç yazayım diyor doktor, ama ben o işi çoktan hallettim, o kadar hastane dizisini boşuna izlemediğim gibi onca prospektüsü de boşuna hatmetmedim, farmakoloji içerikli web sitelerinde boşuna saatlerimi harcamadım, eczacıları boşuna darlamadım ben bunca sene, antiinflamatuar etkili ve tiyokolşikosid içerikli bir şeyler almam gerektiğini biliyorum, söylüyorum, onaylıyor doktor. Ve özgürüm!

Kırık yok, özgür ve mutluyum ama yürüyemiyorum hâlâ, hemen hemen her saat yer değiştiren ve hangi pozisyonda olursam olayım ağrımayı beceren bir kuyruk sokumuna sahibim. Ağrı neredeyse canı oradadır insanın, canı poposunda bir insanım yaklaşık bir haftadır, görünüşe göre bir süre daha böyle olacak…

Tarif etmem gerekirse, "Allah düşmanıma vermesin" türünden bir ağrı bu. Düşmanım falan yok ama tam olarak kuyruk sokumu kemiğinin üzerine düşüp bu acıyı yaşamasını istediğim, zira milyonlarca insanın hayatını cehenneme çevirdiği halde kendisi zevk-i sefa içinde yaşayan insanlar var, Allah onlara versin mesela bu tip bir acı.

Epeyce uzun zamandır insanın neredeyse hiçbir işine yaramayan birkaç ufak kemiğin böyle bir acı vermesi hiç mantıklı değil. Zaten alerjik bir bünyeye sahibim, hapşırığımı bile popomda hissetmem de mantıklı değil hiç. Ama yok yere ağlamalarımın çok sağlam bir bahanesi var artık, ruhsal acılarıma fiziksel ve kendini asla unutturmayan bir acı eklendi. Funda ağlamasın da kimler ağlasın şimdi?

Sonuç: her türlü hareket ve hangi pozisyonda olursa olsun hareketsizlik acı veriyor, yani her an acı içindeyim. Hani içimde 50 yaş üzeri bir kadının yaşadığını söylerim ya hep, işte o kadın artık dışarı çıktı. Hareketlerim yavaşladı, sürekli 'of' ve 'ah' çekiyorum, düzenli olarak ilaç içiyor ve şikayet ediyorum. Ve siz gençlere tavsiyem, poponuzun üzerine düşmeyin. Elinizi, kolunuzu sokun devreye, gerekirse kolunuzu, bacağınızı kırın ama poponuzun üzerine düşmeyin. Çeken bilir evladım, böyle bir acı yok!

13 Mayıs 2016 Cuma

"Yüzümdeki gözyaşının izleri, onlar bile…"

Kördüğüm 18. Bölüm Yorumu



Kim bilir kaç kez kurdum o düşü... Bir gün telefonum çalacak, “ben geldim” diyecek biri, bir ürperti geçecek benim içimden, dünya duracak da ben döneceğim kendi etrafımda sayısız kere. Kalakalacağım durduğum yerde, yeryüzü çekiliverirken ayaklarımın altından. O gelecek ve ben yaşamın anlamını keşfedeceğim sil baştan. O gelecek ve temize çekilecek olmayan, olamayan ne varsa. O gelecek ve bir daha hiçbir şey, daha önce olduğu gibi olmayacak. O gelecek ve ben, ben olacağım yeniden, her şey 'onunla' güzel olacak, "olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile"…

Ben bütün bir hafta bu türden bir sarsıntıyı görmeyi bekledim Feyza’nın gözlerinde. Daha “sesini duymak ne güzel” dediğinde Enver, altüst olur zannettim Feyza’nın hisleri. Öyle olmadı. Feyza, geçmişten bugüne yalnızca öfkesini taşımış Enver’le ilgili olarak. Ona dokunduğunu, güvendiğini, onu sevdiğini, onunla yaşadığını unutmuş, onun yaptıklarını tutmuş aklında, ne olduğunu bile bilmeden, hiç kurcalamadan, sorgulamadan.

Feyza bir heykel gibi durmaya çalıştıkça, uzaklaştıkça, Enver'i tersledikçe ben döktüm incilerimi. Sanki benim düşümdü yerle bir olan, sanki bendim gözlerinden, sözlerinden aşk dökülen ve bütün bunlara karşılık bir bakış bile çok görülen… Sanki bendim o köşkten başı eğik ayrılan…


Sana uzanan o elden kaçmamalıydın Feyza...

Ve Feyza, sen nasıl durabildin Enver'in karşısında öyle dimdik, öyle tepkisiz? Piyanonun sesini duyduğunda nasıl sendelediğini, gözlerinden düşen damlaları görmesem belki de inanırım aranızda konuşulacak hiçbir şey olmadığına, her şeyin gerçekten geride kaldığına; ama işte bu bölümde bir tek o yaşların gerçekti, ben bir tek onlara inandım. Barış'ın adı bile geçtiğinde, onu dün kaybetmişçesine acılara bürünen sen değil misin, ben şimdi nasıl inanayım Enver'i geride bırakabildiğine? Sizinki gibi zamanla büyüyüp yolunu, izini bulmuş bir aşkın bir kalemde silinebildiğine?

Reklam aralarında düşündüm, Enver rolünü başka biri oynasa beni bu kadar etkiler miydi diye, yani Enver'den mi yoksa Mehmet Aslantuğ'dan mı etkileniyorum diye, cevap bulamadım. Ama zaten oynadığı her rolde, o kişi olmayı başarabildiği ve içimize işleyebildiği için sevmiyor muyuz onu? Yer aldığı reklamı izlerken bile kilitlenmiyor muyuz ekrana? Onu yaptığı işlerden başka bir yerde görmediğimize göre, tek cevap oyunculuğu. Ve beklediğimize değer bir performans ve hikâyeyle çıkması karşımıza…

Mezarlıktaki halinden Enver'in, mezarlıklardan hoşlanmayan ve oralardaki aşırı düzenliliği rahatsız edici bulan ben bile fazlasıyla etkilendim. Yüzünü toprağa eğişi, bakışlarının buğulanışı, sesinin çatallanışı öyle gerçek, öyle acılı ki, öyle acıtıyor ki…

O cenaze sahnesi mesela… Ekranda izlediğim en güzel şeylerden biriydi, hiç kuşkusuz. Ali Nejat'ın çaresizliği, Feyza'nin feryatları, Tarık Bey'in hiç değişmeyen ifadesiz suratı, Enver'in yıkılmışlığı… Ve tüm bunların üzerine aralıksız yağan yağmur ve o simsiyah şemsiyeler… Aslantuğ geldiğinden beri görüntüler daha mı güzel yoksa gözlerimi ekrandan almayı beceremediğim için artık daha mı çok dikkatimi çekiyor çerçevedeki güzellik?


Gözyaşlarına şemsiye açılabilir mi?

Çantasını asistanına taşıtmayan, uçaktan inince kabin ekibiyle, arabasına yaklaşınca şoförüyle, köşke gelince hizmetkârlarla hasbihâl eden, Ali Nejat'la sakin, Kaan'la merhametli konuşan bu kibar ve yüce gönüllü adamın kötülükler planlayıp Neslihan'ı köşke yerleştirdiğine, Oğuz'u satın alıp kendisi için çalıştırdığına, velhasıl 'kötülükler' planladığına ben ikna olamadım pek. Zaten Ali Nejat'ın Naz'a Enver'i anlattığı cümleler de bizi onun kötü olmadığına inandırmak içindi hep. Enver'in diğer yüzü ortaya çıktığında da galiba en çok etkilenen yine ben olacağım. Ya da o 'kötülükler' Ali Nejat ve Feyza için değil, yalnızca Tarık Bey için tasarlanmış olacak ve bize de keyfini sürmek düşecek. Umarım.

Bölüm boyunca Enver'i izledim, Enver'e ağladım. Dedim ya, benim kurduğum düşün ekrana yansıması gibiydi onun gelişi ve benim düşkırıklığımdı reddedilişi… Bölümü yazmaya koyulduğumda, bu hikâyenin yorumuna eklenebilecek tek kişinin Genco olduğunu fark ettim. Ne Hasan Amca'nın çilesi, ne Neslihan ve Umut'un gözlerindeki ışıltı, ne Murat'ın betinin benzinin atması… Bir tek Genco ve onun Gökçe isimli yarasının yeniden yeniden kanatılışı...

Cahide'nin, çevresindeki herkesin hayatına maydonoz olması yetmedi, şimdi de Genco'ya sardı. Ona "pek münasip" bir kısmet bulmuş, tanıştıracakmış. Piyon olarak da Gökçe'yi seçti. Annesinin ağzından çıkan her cümleye itiraz eden Gökçe de biraz dirense de kabul etti bu işi.

Bu noktada Gözde Çığacı'yı özellikle beğendiğimi belirtmeliyim. Annesinin buyurduğu işi isteyerek yapmadığını öyle güzel vurguladı ki abartılı oyunculuğuyla, rol yapmayı beceremeyen Gökçe'yi öyle iyi oynadı ki, Genco için ağlıyor olmasam kahkaha atabilirdim Gökçe'nin o şapşik haline.

Sonrası yine Genco'nun yaralanması demek. Yine tek başına efkârlanan, büyütmeye cesaret edemediği umutları elinden zorla alınan bir Genco. Yine bana hasret, yine bana hüsran, yine bana gözyaşı… Oysa yanlarında İsot olsa bile mutluydu Genco, Gökçe onu kahve içmeye çağırdığı için…  Ne kadar da çabuk büyüyor düşler ve nasıl hoyratça çakılıyor yerlere…

Oysa her şey güzel olabilirdi 'onunla'… Enver'in piyanoda çaldığı şarkıyı tanıdınız, değil mi? Çiğdem Talu-Melih Kibar aşkının en güzel ürünlerinden, aşkın en gerçek tanımlarından biri, "Her Şey Seninle Güzel". Feyza-Enver hikâyesine de çok yakıştı…
  
Her şey seninle güzel, bu yağmur, bu kar bile
Yüzümdeki gözyaşının izleri, onlar bile…

(Bu yazı ilk olarak 5 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Yeşil Deniz: Sevmek, mücadele etmektir!

Yeşil Deniz: Sevmek, mücadele etmektir!

Aşk dersleri gibi dizi şu Yeşil Deniz, en gerçeğinden, en neşelisinden... Ufacık bir köyden öyle hikâyelerle sesleniyorlar ki benim diyen aşk romanı solda sıfır kalır. Liseli gençlerden boyunca çocuğu olanlara, sevmenin, emek vermenin, sevgiyi hak etmenin, kazanmanın ve birlikte değişip dönüşmenin hikâyesini ince ince işleyerek; önce canımızı yakıp sonra deva olarak anlatıyorlar.

Emin Emine ile, Cemil de Safiye ile severek evlendiler, malum. Süleyman ve Sibel'in evliliği kasaba usulü bir formaliteydi, İsmail ve Yakut'unki ise tüm umutlarını tüketmiş iki gencin aşka ve hayata pes etme hâli… Bu nedenle Emin ve Cemil'in başına daha "ailevi" dertler açılırken Süleyman ve İsmail hâlâ aşk derdindeler son zamanlarda. Onların sayesinde biz de aşkın bir boyutunun da dostluk olduğunu, bir insana duyulan sevginin onu tanıdıkça, onunla yaşadıkça, hayatı paylaştıkça da filizlenip büyüyebileceğini, aşkın mücadele etmek ve birlikte değişip dönüşmek olduğunu öğreniyoruz.

Eski İsmail mesela, 'sadıçlaanı' toplayıp 'antin guntin işlee' çevirirdi Feridun'dan kurtulmak için. Oysa Yakut'la birlikte değişti, sevmenin, sevdiğine sahip çıkmanın başka bir boyutunu keşfetti İsmail. Sevdiğinin yanında kalması için ona diğer bütün yolları kapatmanın şart olmadığını öğrendi. Sevdiği tarafından sahiplenilmeyi öğrendi. Sürekli hesap soran değil, sebebini bilmese de arkasında duran bir seveni olabileceğini öğrendi. Sevmenin koşulsuz güvenmekle bir ilgisinin olduğunu ve kendisine koşulsuz güvenen birine koşulsuz güvenebileceğini öğrendi. Yakut'un sevgisi onu öyle değiştirdi ki, oyunlar çevirmek yerine, yalnızca konuşarak Feridun'u ikna edebileceğini sandı. 

Yakut da onca zaman sevdiği Feridun'u tanıyamamış bakın, iki lafla ikna olacağını sanmış. Çünkü onu yaşamamış, kavuşmak için her şeyi yapabilecek tıynette birinin ayrılık anında ne hâle gelebileceğini bilememiş. Feridun'a kıyasla çok daha kısa süredir tanıdığı İsmail'i ise çok daha yakından tanımış, güvenmiş, verdiği sözü ikiletmeyeceğini bilmiş. Bunun sonu İsmail'in yaralanması oldu belki, ama Yakut'la aralarındaki bağın güçlenmesine sebep oldu. Yani Yakut'un İsmail'e duyduğu sevgi, Feridun'a duyamadığı sevgiden beslenmiş oldu.


Aşk, birbirinin yaralarını sarmaktır.

Süleyman ve Neşe ilişkisi biraz daha çetrefilli bir yoldan ilerledi ama, yakın bir noktaya bağlandı o da. İlk bölümden beri sessizce seven, sevdiğine yaklaşamayan ama durmadan çabalayan bir Süleyman ile oturduğu yerden seven, yalnızca bekleyen ve uzaktan bakarak edindikleriyle kendine olmayan bir hikâye yazıp kendince yargılayarak Süleyman'ı defalarca mahkûm eden bir Neşe izledik. İlk aşkı, uzaktan sevmeleri izlemeyi çok sevsem de, henüz Sibel karakteri yokken bile Neşe'nin Süleyman'a kavuşmasını hiç istememiştim ben.

Çünkü Neşe sevmeyi, sevdiğinin yanında olmayı, onunla bir şeyler paylaşmayı, onu tanımayı ve yaşamayı seçmedi hiç. Önüne koyulanı yedi, yiyemediklerine iç geçirdi ve başkasının tabağındakine göz koyup içlendi aylar boyu. Aşk bir hakkaniyet meselesi değildir ama, değil hak etmek, sevdiğine kavuşabilmek için bile hiç çaba göstermedi, emek vermedi, mücadele etmedi Neşe.

Bilge dayımız bu kez bisiklet tamircisi.

Hikâyemizin kırılma anlarında başka başka kılıklara bürünerek bizlere yol açan bilge 'dayı'mızın dediği gibi, "güzel şeyler sarp kayaların, dağların arkasındadır" ve Neşe, o sarp kayaları, dağları aşmayı bir kez bile denemedi. Başaramazdı belki, ama denemiş olurdu, bunun değerini anlayamadı. Hiçbir zaman mücadele etmeyi, yaşamayı seçmedi. Yine de Süleyman'a hesap sormayı kendine hak gördüğünde oldukça sert, ama bir o kadar hak ettiği bir yanıt aldı. Ve dikkat ediniz, bunun ardından yine 'yaşamamayı' seçti: 

"Hayat insanı bir yere getiriyor, sen anlamadan, kavramadan içinde bir şeyler değişiyor. Hayat durduğu yerde durmuyor. Biri çıkıyor, senin için her gün, her dakika bir şeyler yapıyor, sen istediğin kadar görmezden gel, sen istediğin kadar başını öte yana çevir, birileri büyüyor senin içinde yavaş yavaş. Değişiyor sonuçta. İnsanlar değişiyor, mevsimler değişiyor, sizin bahçedeki su motoru bile değişiyor, onun bile devri geçiyor, Süleyman mı değişmeyecek?"


"Senin yanındayken, sanki bir ağacın kovuğuna saklanmışım, herkesler beni arıyor da bulamıyorlar gibi oluyor..."

Birini sevmek, sadece sevmek olmadığı gibi, sadece emek vermek de değildir. Omuz vermektir bazen, el vermektir kimi zaman, bir mendil uzatmaktır yaşaran gözlere, göz yummaktır bazen yanılgılara… Değiştirmek değil, birlikte dönüşmektir. Gülünemiyorsa eğer, birlikte ağlamaktır. İyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla, sevgisiyle nefretiyle kabul etmek birini, onunla büyümektir. Eni konu yaşamaktır işte, birlikte yaşamak!

Çünkü aşk, evlilikle noktalanan, mutlu son denilen afaki bir hedefe doğrultulmuş geçici bir yolculuk değil, üzerinde yürüdükçe, önüne çıkan taşları kenara iteleyip yanındaki yolcuyu tanıdıkça, o engebeleri beraber aştıkça mutluluğa bulanan bir yoldur. Yolcusu kadar yolu da aşktır, mutluluğu kadar mutsuzluğu da aşktır; çünkü aşkta mutsuzluk, bize mücadeleyi öğretir, öğretebildiğince aşktır.

(Bu yazı ilk olarak 3 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

3 Mayıs 2016 Salı

Yeni Bir Başlangıç

Kördüğüm 17. Bölüm Yorumu

Yeni Bir Başlangıç 

Hem hızlıca bölümün sonu gelsin istedim hem de bölüm hiç bitmesin... Fragmanda yüzünün çeyreğini gördüğümüzden, sesini duyduğumuzdan beri Perşembe akşamını iple çekiyorduk, nihayet Enver Bey’imize kavuştuk! Enver Bey’i çok bekledik ama beklediğimize değdi. Mehmet Aslantuğ hoş geldi, sefalar getirdi... Onu bu hikâyeye katma fikri kimden çıktıysa, kim ikna ettiyse, bu işte kimlerin emeği varsa akıllarına, yüreklerine sağlık; elleri dert görmesin inşallah. Uzun zaman sonra Mehmet Aslantuğ’u yeniden, doya doya izleme fikri –ve hatta oturup her hafta bunu yazacak olma fikri- bile öyle iyi geldi ki... Herkesin onu ne kadar özlediğinin bir göstergesi de, bölüm sonunda sadece 30 saniyecik görünmesinin ardından Twitter’da çok konuşulanlar listesine yarım saat içinde girmesidir. Kısacası: Budur!

Ali Nejat’ın zamansız ve bir o kadar da gereksiz evlilik teklifinde kalmıştık, sanki yanıtı bilmiyormuşuz gibi. Ali Nejat yemeğe de çağırsa, sadece konuşmak da istese, evlilik de teklif etse Naz’ın cevabı standart: “Benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.” Ben aynı cümleyi duymaktan, bu ‘istemem yan cebime koy’un elli tonu hallerden ve bu tekdüzeliği yazıp durmaktan sıkıldım, Ali Nejat her seferinde hamle yapmaktan sıkılmadı. Adam sabır taşı mübarek... Yine de Naz’ın aynı şeyleri söylemesi, o evlilik teklifini küt diye kabul etmesinden daha iyidir. Zaman hepimize gerekli...

Murat’ın Neslihan’ı Feyza’ya gönderme fikri de gereksizdi bence, ama buradan da Murat’ın sağlamcı bir tip olduğunu anlamış olduk. Ali Nejat’la imzaladıkları sözleşmenin kopyasını yırtıp aslını gelecek günler için saklaması da, Ali Nejat’ın hayatına girmeden önce çevresinde dönüp duranları öğrenip konum alması da sağlamcılığının diğer işaretleri.

Murat’ın Karas Holding’e yaptığı teklif geniş katılımlı bir toplantıda değerlendirildi. Anlaşmaya Ali Nejat’tan başka itiraz eden olmayınca Tarık Bey Ali Nejat’ı şirketten kovdu ve imzayı attı. Ali Nejat da hisselerini satma işini hızlandırdı. Mert beni hiç şaşırtmayarak hisseleri satın almak isteyenin paravan bir şirket olduğunu anlayamadı ve hisseler Murat’ın oldu. Bu duruma, en azından Ali Nejat kendini kurtardı diye de bakabiliriz belki şimdilik. Fakat Ali Nejat’ın hisselerini satacağı haberini Oğuz’un Enver Bey’e üç bölümdür neden uçurmadığını hiç anlayamadım bu arada.


Naz Abla bak, kuş!

Neslihan ve Umut’un yollarının kesişmesini ben uzun zamandır bekliyordum, sonunda gerçekleşti. Bir kıvılcımın çaktığına ikna olmadım ama gece olunca onca şeyin arasında birbirlerini de düşünmeleri güzeldi. İki arızalı tipin bir araya gelmesinden ilginç bir uyum doğabilir, deli deliyi görünce çomağını saklar misali...

Kaan bir süredir kendini çok yalnız hissediyor, çevresindeki herkes bu durumun bir şekilde farkına varmış olsa da kimse elini taşın altına koymuş değil. Kaan da nazının en çok geçtiği kişide, Naz’da buluyor teselliyi ve giderek daha çok bağlanıyor ona. Onu annesinin yerine koymaya çalışıyor. Öyle cümleler kuruyor ki, Ali Nejat’ın evlilik teklifi sönük kalıyor yanında. Ki onun da gözleri ışıltıdan görünmez oluyordu “ben sana âşık oldum” derken.

Naz’ın yanında mutluydu Kaan, o yüzden yurtdışına giderken Kaan’ı Naz’a emanet etti Ali Nejat. Çocuğu çalışan birine emanet etmek iyi bir fikir değildi belki, ama Kaan’ı en çok mutlu edecek fikir olduğu kesindi. Fakat Tarık Bey ve Feyza bu fikirden nedense hiç hoşlanmadılar. Hoşlanmadılar ama Kaan’ı almaya kendileri gitmek yerine İbrahim’i göndermeyi tercih ettiler. Bu ilgili ve sorumluluk sahibi halleri gözlerimi yaşarttı gerçekten. Ayrıca, Naz Kaan'ı göndermek istemeyince deliren o Feyza'ya da sormak isterim, daha geçen hafta kendi ayaklarıyla Naz'a giden, onunla göz göze diz dize sohbet edip içini döken ve "çok memnun oldum, bunu mutlaka tekrarlayalım" diyen kimdi acaba?
 
“Benim güzel misafirim, sen hep hoşgeldin...”

Gökçe kendisinden beklediğimi yaptı; hem Emre’yi çıkardı hayatından hem de daha çok yaklaştı Genco’ya. Genco’nun bu durumdan da yara alacağını hissediyorum ama yine de bunların yaşanması gerek, ben şikayetçi değilim. Genco kadar bana da iyi geldi gece gezmeler...

Umut baktı ki Ali Nejat'tan aldığı parayı ödeyemeyecek, yeniden Murat'ın karşısında buldu kendini, onu defalarca reddeden ve tersleyen kendisi değilmiş gibi yüzsüzce "bu sefer ben size iş teklif ediyorum" diyerek. Murat, artık ilgisini bu işten çekmiş olmasına rağmen kabul etti Umut'a yardım etmeyi. Tasarımların Ali Nejat'ın elinden alındığını görmek de yetermiş ona. Ama benim anlamadığım, Murat zaten pis bir şantajla Umut'u kendine mahkum etmişti 14. bölümde, Umut'un Murat için çalışmaktan başka çaresi kalmamıştı; şimdi nasıl oldu da önce tek başına kalıp sonra yeniden Murat'ı seçebildi Umut?
Yeni başlangıçlardan söz eden bir bölüm oldu bu; Enver Bey'in dönüşü, Ali Nejat'ın yeni projeleri, Neslihan ve Umut'un tanışması, Umut'un Murat'la anlaşması, Murat'ın şirketin hisselerini alması, Kaan ve Ali Nejat'ın Naz'a yaptığı teklifler, Gökçe ve Genco'nun gece gezmeleri...
Enver Bey deyince... Mehmet Aslantuğ’un gelecek bölümlerde Tülay Günal’la karşılıklı oynayacağını düşününce bile heyecanlanıyorum... Hadi, hemen yine Perşembe olsun!


Mutluluğun sahnesini çekmişler!
 
(Bu yazı ilk olarak 29 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

İstanbul Sokakları: Son Bakış

Geçen hafta bir sürü iyi şey söylemiştim İstanbul Sokakları hakkında ve hikâyenin devamını merakla beklediğimi ifade etmiştim. En çok da bu sebeple bu yazıyı yazma gereği duydum, çünkü bu hafta izlediğim bölüm sanki başka bir ilk bölümün devamıydı; biz o aşka ve o aşkın gücüne eşdeğer imkânsızlığa, düşmanlar, karanlıklar arasında kalan Fırat'ın temiz kalma çabasına, Nazlı'ya kıyamayan babasının merhametine yok yere inanmıştık sanki. İlk bölümde bize sunulan ne varsa ikinci bölümde son sürat duvara vurdular!

Evet, biz milletçe acı severiz, acı çeken, ağlayan insanlar izlemeyi severiz ve hatta bazı hikâyelerle sadece acıklı olduğu için ilgileniriz… İmkânsız aşk izlemeyi de severiz, hatta aşk ne kadar imkânsızsa biz o kadar çok inanırız gerçek olduğuna ve o tutkuyla takip ederiz. Ama şimdi, Fırat'ın annesini Nazlı'nın babasının taammüden öldürdüğünü bile bile Fırat ve Nazlı arasında bir şeyler yaşanmasını mı izleyeceğiz yani?

Kötülerin bir şekilde cezasını bulacağına da Yeşilçam'dan bu yana inanıyoruz zaten, bu yüzden 'iyi' karakterlerin elini kirletmesine de itirazımız olmaz çoğu zaman. Ama şimdi, "tanıdığım en iyi insan" dediği insanı öldüren bir adama merhamet mi edeceğiz Nazlı ölüm döşeğindeydi diye?

Aslında söylemek istediğim daha çok şey var, mesela nişanlısına şiddet uygulayan Cemil'e haddini bildirmeye giden Fırat'ın "Sonradan kadın olanı gördüm de sonradan adam olanı görmedim" cümlesi var. Güya kadına şiddete itiraz eden adamın dilindeki cinsiyetçilikle ne yapacağımızı soracaktım ama, bilmiyorum bir anlamı var mı. Zira şiddete karşı durmak için önüne çıktığı adamı bir güzel 'benzeten' bir adam izliyoruz. Dayağı yiyen de halinden pek memnun üstelik. Ben daha neyi konuşayım?

Belki de bu kadar şaşırmamam gerekir, bu seyirci, tecavüze uğrayan kadının kendisine tecavüz edildiğini hiçbir şey yapmadan seyreden adama âşık olmasını da izlemedi mi onlarca bölüm? O hikâye reyting listesinin üst sıralarını işgal etmedi mi haftalarca? Ve sonuçta o 'aşk' da mutlu sona ermedi mi? Ama ben şaşırmaya ve bu rahatsızlıklarımı dile getirmeye devam edeceğim, daha iyi yazılan ve iyiliği büyüten hikâyeler izlemeyi hak ediyoruz çünkü.

Bu hikâye nereye gider bilmem ama ben artık ekran karşısında olmayacağım…


(Bu yazı ilk olarak 26 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Çünkü Aşk Değiştirir

Kördüğüm 16. Bölüm Yorumu

"Öyle horozlar var ki öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar" diye bir söz var hani. Bu bölümü izlerken işte tam da o horozlardan biri gibi hissettim kendimi. Son birkaç haftadır sorduğum soruların yanıtları art arda sıralanınca, 'galiba bana cevap veriyorlar' hissiyatı oluşmadı değil. Tabii ya, zaten senaryo da benim yorumlarıma göre ilerliyor!

Kaan kreşe gitmiyormuş çünkü oradaki arkadaşlarıyla anlaşamamış. Hasan Amca'yı gördük, üstelik Kaan, Naz ya da Ali Nejat'la görüşmedi, sadece biz gördük, özlem giderdik. Neslihan'ın o mora çalan suratını bölüm boyu izledik, Murat sinsi planlarına tam gaz devam ediyor, dünyanın en normal işini yapıyormuş gibi bir edayla. Bir tek Gökçe ve Emre'nin ilişkilerinin bozulması benim isteğim değildi ama arkadaşlarım da bunun benim yüzümden olduğunu söylüyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle kavga etmelerine laf edip olayların büyümesine neden oldum, başka işleri yok, benim yorumlarıma cevap veriyorlar, evet.

Neyse, zevzekliği bir yana koyup bölüme döneyim. Yine son derece sakin ve bence bu nedenle hiçkimse tarafından ciddiye alınmayan bir Ali Nejat var. Babası azarlıyor, Feyza tersliyor, Oğuz yukarıdan bakıyor, Naz zaten ismiyle müsemma… Böyle olunca daha çok hayran oluyorum o sakinliğine. "Yeter be" deyip kimseye parlamıyor, üste çıkarak kendi fikrini kabul ettirmeye çalışmıyor, kendi bildiği yoldan çözüyor meselesini. Ha, belki de hata yapacak, belki araştırmalar sonuç vermeyecek, hisseleri almak isteyen kişinin Murat olduğunu anlamadan satacak ve şirket için kötü sonuçlar doğuracak bir iş yapmış olacak, ama kendi kararını uygulamış olacak ve kendisini köşeye sıkıştırmaya çalışan babasına da hak ettiği yanıtı vermiş olacak, istemeden de olsa.


Ne çektin be Feyza!

Murat'ın Enver Bey'i bildiğini söylemesinden itibaren çırpınıp duran bir Neslihan izledik. Önce Oğuz'da denedi şansını, bunu Enver Bey'den saklayamayacakları cevabını aldı; Murat'a gidip hesap sormaya çalıştı, sepet havası dinledi; her nedense kendisini en çok istemeyen kişi olan Ali Nejat'a gidip ayrılma kararını bildirdi, "doğru bir karar" yanıtını aldı; köşke gidip Feyza'dan da aynı cevabı alınca delirdi, 'yazıklar olsun' cümlesiyle özetlenecek sitemlerini döktü. Feyza zaten dilinin ölçüsü olmayan biri, "sen zaten profesyonel değilsin, işine duygularını karıştırıyorsun" deyince Neslihan da Murat'la ilişkisini söyleyiverdi… Sonrası, uzun bir aradan sonra Feyza'nın yine kriz geçirmesi, yine üzülmesi, yine kontrolünü kaybedip yerli yersiz gözyaşlarına boğulması…

Ve o kıyamet sahnesindeki enfes oyunculuk… Tülay Günal’ın inci tanesi gibi dökülen yaşları ve Rojda Demirer’in kırılgan bakışları… Diyaloglar olmasa da gözlerinizle oynayabilmenize her hafta yeniden hayran oluyorum!

Ali Nejat'ın her türlü iletişim çabasına Naz'ın "yalnız kalmak istiyorum" diye cevap vermesinden bıktım usandım. Adam telefonu elinden bırakamaz oldu bu yüzden. Bir kadın hem bir şeyler hissettiğini inkar edemediği hem de kendisine bu kadar nazik, bu kadar anlayışlı davranan bir adama karşı nasıl bu kadar tepkisiz kalabilir ben anlayamıyorum. Kafası karışık, tamam, biraz zamana ihtiyacı var, ona da tamam ama adamın eli yakasındaymış gibi davranmanın anlamı ne? Gerçi Ali Nejat henüz ilişkileri bile başlamamışken küt diye evlenme teklif ederek Naz'ı haklı çıkarmış oldu. Dilerim Naz teklifi reddeder, ama görüşme taleplerini reddetmekten de vazgeçer.

Gökçe ve Emre ilişkisinde şikâyetçi olduğum durumun bir benzeri de Ayşegül ve İbrahim arasında yaşanıyor. İbrahim'in "ben sopa yemekten korkmam, sokulurum aksine" demesi yüzünden olacak, Ayşegül gün geçtikçe daha fazla arıza çıkarıyor. Ama öyle yukarıda bir yerden konuşuyor ki ne İbrahim kendini savunabiliyor ne de biz bu didişmelerden keyif alabiliyoruz.


Biraz da çekirdek olaydı iyiydi...

Genco, aaah Genco! Seni abisi yerine koyan bir kadına âşık olmak mı daha acı yoksa o kadının en yakın arkadaşının kardeşi olması mı? En yakın arkadaşım dediğin adamın, senin nasıl için için tüttüğünü görememesi mi yoksa? İlk günden beri gözlerinin parıltısından anlıyorum içinin acısını, odalara kapanıp çekiyorum acımı senin gibi… Acıyor içim, çünküâşık olmanın keyifli yanları hiç uğramıyor sana, içinde kelebekler uçuşamıyor, sevgin geçemiyor suçluluk duygusunun önüne. Gökçe'nin yaptığı çorbanın seni Everest'e tırmandıran mutluluğu, telefon ekranında Emre'yi görene kadar ya da Gökçe sana "abi" diyene kadar sadece…

Gökçe'nin bu kadar çok "abi" demesinden, Emre'yi Genco'dan mümkün olduğunca uzakta tutmaya çalışmasından ve neticede tarafını Genco'dan yana seçmesinden anlayabileceğimiz üzere Gökçe de farkında Genco'nun hislerinin. Ama ona umut vermemek, kalbini kırmamak, birlikte büyüdüğü bir arkadaşı kaybetmemek için çaba gösteriyor. Gökçe'nin Genco'ya karşı ne hissettiğinden ben emin değilim, kendisinin de emin olmadığını düşünüyorum. Belki Umut kızar diye, belki annesi bu durumdan hoşlanmaz diye -Cahide'nin böyle bir durumda oğlu gibi gördüğü Genco'ya arıza çıkaracağından o kadar eminim ki- bu ihtimali düşünmeyi reddediyor bence. Öte yandan, Emre ile her şey güzel gidiyordu ama neden ve nasıl o kadar iyi gittiğini ben zaten anlayamıyordum. Bu tartışma, her şeyi alttan alan Emre'nin sivri köşelerinin olmadığını değil aslında sivri köşelerini saklıyor olduğunu koydu ortaya. Bu hikâyede Emre için ayrılan sürenin sonuna geldik bence, umarım Gökçe de benim gibi düşünür.

Şimdi Umut biliyor Genco'nun hissettiklerini, ondan hiç beklemediğim kadar da uygarca karşıladı üstelik bunu -aslında şaşırmamak lazım, özünde kalas da olsa âşık olmanın nasıl bir şey olduğunu bildiği için Genco'nun halini de anlayabildi Umut, geçen haftaki bölüm etiketimizin de dediği gibi, aşk değiştirir çünkü. Emre ile tartışan Gökçe tamirhaneye dönüp de Genco'dan özür dilerken Umut'un onları nasıl keyifle izlediğine dikkat ettiniz mi?

Gökçe de Emre'den ayrılacak olursa Genco'nun harekete geçmesi için yol açılacaktır. Ve Umut'un bugün izlediklerini hep beraber izlemeyi hak ediyoruz bence bizler. Genco ile Gökçe birlikte olsunlar demiyorum -olsa itirazım olmaz, ama olmamaları daha gerçekçi sanki- ama gerçekten arkadaş olsunlar istiyorum. O arkadaşlığın getirdikleriyle sevsiz Gökçe Genco'yu ya da Genco vazgeçsin sevmekten… Ama dost olsunlar, aralarına Umut'un ya da başkalarının giremeyeceği kadar iyi dost. 

(Bu yazı ilk olarak 22 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)