4 Kasım 2013 Pazartesi

Güneşi Beklerken 18

(2 Kasım 2013)


Dizinin ilk 15 bölümünde, Zeynep’in Sayer Koleji’ne gelmesi ve Kerem’in iktidarını sarsması sonucu yaşananları izledik. Zeynep’in ortama alışıp yakın arkadaşlar edinmesi, Kerem’in uysallaşması gösterildi adım adım. 16. bölümde ise her şey başa sarmıştı sanki, Kerem aynı agresif Kerem, Zeynep yine onun saldırganlıklarının birincil hedefi. Kendi kendime üzülmüştüm bunca haftayı boşuna izlemişim gibi hissettiğim ve devamını izleyip izlememeyi sorguladığım için.

17. bölümde gerginlik doruğa ulaştı ve 18. bölümde, Kerem’in neden eskiye döndüğüne dair net bir yanıt aldık. Kerem, kendini ikna edemediği konuda başkalarını ikna ederse içine hapsolduğu o cendereden çıkabileceğini sanıyordu; bu şekilde çıkamayacağını da, hareket alanının ne kadar dar olduğunu da bu bölümde anladı. Melis’le yaptığı konuşma, kendisine yalnızca ismiyle hitap eden ebeveynler anlatısı, Kerem’de neyin eksik olduğunu ve bütün o hırçınlığına rağmen derinde bir yerde onun da şefkate ihtiyaç duyduğunu gösterdi.

Bölümün finalinde, Kerem’in önündeki iki yolu izledik: kazanmak ve susmak ya da kaybetmek ve konuşmak.  İlkinde Kerem’in hikâyesi bir süre daha düğümlü kalabilir; ikincisinde ise bizleri yeni heyecanlar bekliyor. Bu ikinci seçenekte aslında yine iki yol var, ama bize yalnızca biri gösterildi ve böylece üst seste Kerem, “şimdi bana sorsalar ‘kazanmak mı kaybetmek mi’ diye…” derken, kalbinden neyin geçtiğini görmüş olduk.


Daha önceki bölümlerde var mıydı bilemiyorum ama bu bölümün bitiş jeneriğinin en sonunda “GB FANLARINA TEŞEKKÜRLER :) ” ifadesi vardı, kendi adıma, genellikle dizilerin yalnızca final bölümlerinde görebildiğimiz seyirciye teşekkür jestini sezon ortasında görmekten mutlu oldum.


2 Kasım 2013 Cumartesi

Adını Kalbime Yazdım 1

(26 Ekim 2013)


Serhan Yavaş’ın uzun süredir hiçbir projeyi kabul etmediğini okumuştum, bu nedenle de iki buçuk yıl ara verdikten sonra yer aldığı dizinin özel bir iş olmasını bekliyordum. Oysa “Adını Kalbime Yazdım” klişelerden mürekkep bir dizi. Kan davasından kaçıp şehirde büyümüş bir toprak ağası, şehirli ve batılı bir kadın; bolca Asmalı Konak hamuru, biraz da Aşk ve Ceza sosu… Serhan Yavaş’a hâlâ dublaj yapılıyor olması da ayrı bir sorun, üstelik senkron problemi de var.

Hikâye klişe, karakterler de öyle, hatta dizinin ismi de… Klişe olmasına klişe, tamam, zaten pek çok iş öyle, ama bunun inandırıcılık sorunu da var. Adamımız attan düşüyor, bacağını incitiyor. Ağa ya, bir şekilde ayağına getiriyorlar doktoru, ağrı kesici iğne yapsın diye. Olmaz diyor doktor olan esas kadınımız, hastanın hastaneye gelmesi, röntgen çektirmesi gerek. Ama beyimiz çok meşgulmüş, zamanı yokmuş, doktor hanım çok konuşmasın, iğnesini yapsınmış, mesuliyet beyimize aitmiş. Ağadaki bu kibri, umursamazlığı anlıyorum da o doktorun pes edip o iğneyi yapmasını anlamıyorum işte. Bunun hiçbir koşulda doğru bir davranış olmadığını ben bile biliyorum da o doktor mu bilmiyor? Üstelik bölüm boyunca inatçılığı, aksiliği, asiliği vurgulanmış bir kadın bu. İnanmadım işte.

Ertesi gün doktorumuz arabasıyla giderken ata binmekte olan ağamızla karşılaşıyor, durup konuşuyor biraz. Ne hikmetse tam o sırada doktorumuzun baba yadigârı vosvosu bozuluveriyor. Ağamız centilmen, adamlarını çağırıp aracı tamire, kadını da araç tamirden gelene kadar beklemesi için kendi evine gönderiyor. Kadın da her nedense hiç itiraz etmeyip gidiyor adamın evine. Ama ağamızın işi var yine, kadını orada yalnız bırakıyor saatlerce. Ancak hava karardığında bu saçmalığın farkına varan kadınımız çıkıp yürümeye başlıyor kendi evine… Ağamız geldiğinde öğreniyor durumu, o saatte kadın başına ne işi varmış sokakta, düşüyor peşine. Atışmalardan sonra bindiriyor doktoru arabasına, evine bırakacak.  Arabada konuşurken öğreniyor ağamız, kadının babasını kaybettiğini ve “başınız sağ olsun” diyor haliyle. Kadın cevaplıyor, “siz de sağ olun”. Beş altı saniyelik sessizlikten sonra kadın soruyor: “Sen ne iş yapıyorsun?” “Siz”den “sen”e geçisin sebebine de hızına da akıl erdiremedim ben. Zaten kadın neden kendi evine değil de ağanın evine gitti, adam kadını neden yalnız bıraktı, bunların cevabı da yok. Sırf ikisi o gün bir kere daha görüşsünler diye yazmışlar da yazmışlar. Ben bunu da yemedim. Ve bu anlattıklarım, 2 saat süren bölümün sadece ilk çeyreği…

Gerisi de bildiğimiz şeyler zaten; adamla kadın sevgili olurlar, ama ağamızın, terk ettiği memleketindeki kan davasını sona erdirmek için, kanlısının kızıyla evlenmesi gerekmektedir, kadere bakın ki kanlısının kızı da ağamıza yanıktır zaten. Olaylar olaylar…

Ben genellikle ilk üç bölümü izlemeden karar vermem bir diziyi takip edip etmemeye ama bunda ikinci bölümü görmeme gerek bile yok.

1 Kasım 2013 Cuma

Nesir TV

Televizyon hayatımın önemli bir parçası, televizyonsuz ev, bence boş kümenin tanımı. Evet, kitapsız ev de öyle, ama özellikle yalnız yaşayan biri için televizyonun başka bir yeri, başka bir önemi var.

Sabahları yataktan çıktığımda henüz uyanmamış oluyorum bazen, ama yine de televizyonu açmayı unutmuyorum.

Ekranda, beni özellikle ekrana çeken bir şey ya da bir kişi yoksa, televizyonla arkadaşlığıma eşlik eden bir dolu başka şey de yapıyorum (örgü örmek, sudoku çözmek, ütü yapmak, oyun oynamak, chat yapmak gibi), günlük işlerimi televizyon izlediğim saatlere (duş almak, alışveriş yapmak, arkadaşlarımla buluşmak gibi) ya da izlediğim programların reklam aralarına (kahve yapmak, tuvalete girmek, yıkanan çamaşırları asmak gibi) göre ayarladığım da oluyor. Yirmi küsür yıllık sadık bir "kare kafa" olarak televizyonu kendime, kendimi televizyona uydurmak konusunda oldukça başarılıyım.

Yakın çevremde, televizyona en çok bakan, onunla en çok zaman harcayan ve ona en çok kafa yoran bir "telekolik" olarak biliniyorum ve yine de şaşkınlıkla karşılanıyorum her defasında. Oysa ben iletişim okumayı da bu yüzden istemiştim, okurken de en çok televizyon üzerine çalışmaktan keyif almıştım; konu seçimi bana bırakılan her ödevde televizyonu yazmıştım.

"Prime time" dizileri yeni sezona başladığında gündelik konuşmalarımız dizilere bağlanıyor bir şekilde ve kendimi "bilirkişi" rolünü oynarken buluyorum. Ben rolümü keyifle oynarken insanların, benim anlattığım şeyle değil de anlatma iştahımla ilgilendiklerini ise biraz geç fark ediyorum. Son zamanlarda en çok duyduğum şeylerden biri, "ya sen bunları yazsana" cümlesi. Oysa ben senelerdir yazıyorum zaten, benim bir "Televizyon Günlüğü"m bile var. Birilerinin onu okumak isteyeceğini ise pek düşünmemiştim.

Bu aralar düşünüyorum, yakında yazarım. ;)