31 Temmuz 2016 Pazar

Operasyon Başlasın

N'olur Ayrılalım 2. Bölüm Yorumu

Azize'nin Ulaş'la didişmesini zevkten dört köşe olarak izleyen Turgay'ı zevkten dört köşe olarak izleyen Funda… Bu yazıyı, sırf bu sahnede bu keyfi aldığım için ve final sahnesindeki güzelliği paylaşmak için yazıyorum… Temmuz'un söyledikleri yüzünden bölüm boyunca kendisini defalarca geri çeken Ulaş tam bir adım atacakken tepeden beliriveren Turgay; kalbi Turgay'da, aklı Ulaş'ın soracağı soruda, ne yana bakacağını bilemeyen Azize ve en beklenmedik anda Turgay'ın ortaya çıkışını anlamlandıramayan Ulaş. Ortada adı konmuş hiçbir şey yokken üçgen üstüne üçgen. Dram! Dram! Dram! Reyting! Reyting! Reyting!

Yaptıkları iş ne olursa, bana ne kadar anlamsız ya da gereksiz gelirse gelsin, işini seven insanları çalışırken ve yaptıkları iş hakkında konuşurken izlemeye bayılırım. "Adi herifin teki" de olsa, "reyting manyağı bir omurgasız" da olsa, Turgay Atalay işini çok seven bir adam. O kadar seviyor ki, Ulaş'ın kendisine etmediği hakaret kalmamışken o, monitöre bakıp kahkaha atabiliyor. Programda beklenmedik ve seyircinin çok beğeneceği bir şeyler olacak, hem de Turgay bunu planlamamışken! Turgay gülmesin de kimler gülsün?

Tabii bu madalyonun öte tarafı da var: Turgay, işini sevmeyi fazla abartmış, işi, reyting savaşını her şeyin önüne koymuş biri. İnsanların özel hayatına fütursuzca dalmak ve bunu reyting malzemesi yapmaktan bahsetmiyorum. Geçen hafta Azize'nin çukura düştüğü sahneyi hatırlayın; Turgay'ın aksine önce insan olan Efe, kamerayı bırakıp Azize'nin yanına koştuğunda Turgay, o anlar kaydedilmediği için deliriyordu. Bu reyting tutkusu ileride başımıza bela olacak, orası belli. Ama benim merak ettiğim, Ulaş'la birlikte kendisinin de Azize'ye kapıldığını fark etmeyen Turgay, Azize'yi de reyting malzemesi yapacak mı? (Benim tahminim: illâ ki yapacak ve sonra bundan köpekler gibi pişman olacak…)

Bu arada, Turgay'ın Azize'yi izlerken keyiflenmesine bozulan Çiğdem'in ve Azize ile dalga geçmesine bilenen Efe'nin üç numaralı öldürücü bakışlarını Turgay'a doğrulttukları anlar da çok hoş (Hilal Uysun ve Hüseyin Gülhuy'a tebrikler, teşekkürler). Bu bakışların eyleme dönüşmesini de ben izleyeceğim aynı keyifle! Geçen hafta Azize düştüğünde programın reytingini düşünen Turgay, bu hafta 'nişanlısı' ortaya çıkınca çekip giden Azize'nin peşine düştü, şenlikli günler hiç uzak değil.

Operasyon başlayacak ama, Azize'nin çekinceleri var; Ulaş'ın kendisine âşık olmasından korkuyor. Azize'nin bu sebeple vicdanının sızlamasını çok sevdim. Tam Azize'ye göre saf bir korku bu. Öte yandan, kendisi Ulaş'a âşık olmaktan hiç korkmuyor, çünkü Turgay'a âşık olduğunu sanıyor. Azize'nin saflığına karşılık, Turgay'ın "Böyleleri âşık olmaz ki, aşk vadeder" lafını da bir o kadar sevdim. Hemen iki görüşmeyle uçuşan kelebeklere 'aşk' demekten geri duralım biraz. Aşk zamanla dallanıp büyüyecek ki temeli sağlam olsun, seyir keyfi doyumsuz olsun. Ayrıca uzaktan baktığımız değil, tecrübe ettiğimiz şeye aşk diyelim ki bir derinliği olsun.

Oturup yazsam en az birkaç sayfa sürecek, dizi sürelerine endekslesek haftalarca saklanıp sündürülebilecek olan Azize'nin Turgay'la çalışması ve aynı zamanda Ulaş'ın babasının en büyük rakibi olan adamın kardeşi olması, Temmuz'un da bu adamla çalışmaya başlaması; bu adamın Azize'yi sevmediği biriyle evliliğe zorlaması gibi konuların üç cümlede ortaya dökülmesi çok hoşuma gitti. Azize zaten büyük bir oyun oynuyor Ulaş'a, bunun yanına başka yalanların ya da nasıl olup da ortaya dökülmediğini anlayamadığımız sırların eklenmemesi beni daha uzun süre ekran karşısında tutar.


Aaa! İnadına Aşk'ın Rıfkı'sı. Ay resmen cross-over!

Bunun yanında, Temmuz'u işe aldırabilmek için Yusuf'un şirketindeki bütün mimarlara iş teklif eden Nadir Erciyesli de bir o kadar klişe. Bu üç mimarın hop diye istifa etmesini Ilgazoğlu İnşaat'ın kurumsal kimliğe yatırım yapmamasına bağladık diyelim, ama Yusuf'un aynı anda 3 mimarın birden gidişinden hiç şüphelenmemesi mantıklı mı?

Halim karakterini hiç sevemedim hatta komik de bulamıyorum ama Azize'yi görmeye elinde bir saksı fesleğenle gelmesi çok hoşuma gitti. Kuruyacak çiçeklere servet dökülmesine değil de, birkaç güzel sözün, nazik bir hareketin yerine geçeceğine inanılan o çiçeklerin dallarından koparılmalarına ve her derde deva kisvesine büründürülüp her durumda karşımıza çıkarılmasına kızıyorum.

Aklıma takılanlar:
  • Yusuf, projeleri Temmuz'a gösterirken düşündüm ben de, kağıda çizilen mimari projesi kaldı mı acaba günümüzde?
  • "Çok da yakışıklı oldun" deyince çocukların arkadan ses efekti yapması çok güzeldi.
  • Saadet gibi bir karakterin tek bir tane tığı olması mümkün değil, yemedim.
  • Flashback sahnelerinden birinde, Ulaş'ın sahilde okuduğu kitabın "Kinyas ve Kayra" olması beni çok mutlu etti.
(Bu yazı ilk olarak 22 Temmuz 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

'Sana Âşık Olması İmkânsız' demeyeceğim…

N'olur Ayrılalım - İlk Bakış

N'olur Ayrılalım: 'Sana Âşık Olması İmkânsız' demeyeceğim…

2016 yazının beni en çok heyecanlandıran işi olmuştu N'olur Ayrılalım ve ilk bölüm itibariyle en sevdiğim işi de oldu, yolu açık olsun! 15 Temmuz Cuma akşamı Fox TV'de yayın çıkan Sinegraf imzalı, Osman Sınav yapımcılığındaki diziyi Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem yazıyor, Yusuf Ömer Sınav yönetiyor.

Tanıtımlarını gördüğümde ilk tepkim, 'benim fikrimi çalmışlar' olmuştu; zira benim çevremde de elini değdiği kişinin kendisinden hemen sonraki sevgilisiyle evlenmesine yol açtığına inandığımız insanlar mevcut. Ben de bunun romantik komedi formatına çok yakışacağını düşünmüş ve bir film hikayesi tasarlamıştım. Tabii bunu hiçbir biçimde yazıya geçirmemiş ve birkaç yakın arkadaş dışında kimseyle de paylaşmamıştım. Yani -tabii ki- benim fikrimi çalmadılar.

İzleyince gördüm ki, N'olur Ayrılalım'da benim aklımdakilerle ilgili olan tek şey, böyle bir karakterin varlığı. Yani benim fikrim hâlâ çöp olmuş değil, ama böyle bir karakter yazdığınız her yerde N'olur Ayrılalım'la karşılaştırılma riskiniz var demektir, ben -şimdilik- almayayım.

***

Bölümü uzun uzun anlatmak istemiyorum ama, izlemeyenlere fikir verebilmesi açısından çıkış noktamızdan söz edeyim biraz…

Kadınlar arasındaki rivayet odur ki, genç belgeselci Ulaş Vardar (Aras Aydın), kadınların kısmetini açan bir 'modern Telli Baba'dır. Onlarca kadınla birlikte olmuş, onları terk etmiş ve terk ettiği tüm bu kadınlar da kısa süre içinde biriyle tanışıp evlenmişlerdir. Bu nedenle de kadınların hiçbiri Ulaş'tan nefret etmemekte, aksine hepsi "iyi ki beni terk etmiş" diyerek ona minnetini sunmaktadır. Bekar kadınlar da onunla birlikte olabilmek için sıralarını beklemekte, kendilerini ona göstermeye ve büyüsünden yararlanmaya çalışmaktadır…

N'olur Ayrılalım, reyting avcısı bir TV yapımcısı olan Turgay Atalay'ın (Gürgen Öz) AB seyirciyi hedefleyen reality show programının adı. Turgay, Ulaş Vardar'ın karşısına bir kadın çıkaracak, o kadın Ulaş'ı tavlayacak, kendini terk ettirecek (böyle yazınca pek de güzel durmadı, farkındayım) ve sonra hayatının aşkını bulacaktır. Bu kadının peşindeki bir gizli kamera aracılığıyla bütün bu hikâye kaydedilecek ve seyirciye sunulacaktır.

Ulaş'ın karşısına Cast Ajanslarından gelen 'no name' adayları çıkaramazdı Turgay, çünkü hepsi 'fazla' güzel ve dikkat çekici tiplerdi, Ulaş onları terk etmezdi. Oysa iki yıldır çalıştığı şirkette kendisini patrona gösterememiş olan, ona kendini iki gün içinde 3 kez yeniden tanıtan Azize (Nilay Duru), tam da Turgay'ın ihtiyacı olan karakterdi. Silik, akılda kalmayan bir tip, halkın sahipleneceği, ailesinden biri gibi görebileceği, evlendiği zaman kendi kızları evlenmiş gibi sevinecekleri biri.

Kankası Saadet'in sorduğu soruyu biz de soralım: Peki, ama bizim sessiz sakin ve hatta 'ezik', platonik aşkına bile kendini iki yıldır gösterememiş olan Azize'miz, Ulaş Vardar gibi bir kadın mıknatısını kendisine âşık edebilir mi?

Matematik der ki, sıfır olasılık diye bir şey yoktur, bir şey az ya da çok olasıdır, demek ki her şey bir ölçüde mümkündür. Azize, Ulaş'ı kendine âşık etmeyi beceremeyebilir ama Ulaş ona yine de âşık olabilir. Çünkü aşk, çoğu zaman ne yaptığınızla değil, ne olduğunuzla ilgilidir. Hem aşk, küçük ama büyülü bir ihtimalden başka nedir ki?

Kadrodaki hiç kimseye özellikle hayran olmadığım için dizinin hikâyesi, onu anlatma biçimi ve parıl parıl parlayan oyunculuklarla beni kendine bağladığını söylemekte sakınca görmüyorum. Kimseye torpil falan geçmiyorum yani. Azize rolündeki Nilay Duru'ya ba-yıl-dım. Onu ilk olarak İnadına Aşk'ta izlemiş, oradaki Yeşim Aras karakterini başta abartılı bulmuş ama zamanla alışmıştım. Nilay Duru'yu TV programlarında görüp Yeşim Aras gibi davranmadığını, dizide izlediğim her şeyin -özellikle de konuşma biçiminin- rol olduğunu görünce de daha çok sevmiştim. Eller, kollar, gözler bir yana da, sesiyle de oynayanları ayrı bir seviyorum. Nilay Duru da onlardan işte. Özgüvenli, havalı Yeşim Aras ile saf, sessiz, pasif Azize Ilgazoğlu arasında bir uçurum var. O tek ayak üzerinde 40 yalan söyleyip aynı anda 8 kişiye birden oyun oynayabilen Yeşim’in zerresi yok Azize’de. Ba-yıl-dım!

Aras Aydın'ı da İnadına Aşk'ın Polat Barutçu'su olarak tanımıştım. Bana sorsalar başrol oynarken Polat'ta olduğu kadar parlayamayacağını düşünürdüm ama o da çok güzel giyinmiş rolünü. Özellikle gözlerini ve mimiklerini kullanışındaki doğallığı çok sevdim.

Gürgen Öz hakkında söyleyecek bir şeyim yok, tam onun kalemi bir rol, zaten onu başka türlü bir rolde izlediğimi de hiç hatırlamıyorum. Turgay'ı sevdim ama, karakterin başka bir uca yönelmesini ve Gürgen Öz'ün bunu da kotarabildiğini görmeyi çok isterim.

Nilperi Şahinkaya'yı sanırım ilk kez beğeniyorum. Ne önceki işlerinde ne de tiyatro sahnesinde bu enerjiyi görebilmiştim. Dolayısıyla canlandırdığı karakterlere de inanamamıştım. Temmuz karakterine bayılmadım ama Ulaş'la arkadaşlığını çok sevdim. Yusuf'a âşık olduktan sonra Temmuz'u daha fazla seveceğimi ise şimdiden biliyorum.^^

Azize'nin ağabeyi Yusuf'u canlandıran Osman Karakoç'u ilk kez izliyorum ve bu hareketli akış içinde biraz tutuk buldum. Karakterin gereği olarak daha ağırkanlı oynaması tercih edilmiş olabilir, bu nedenle ben sadece buraya bir çekince koymuş olayım; gelecek bölümlerde bunu ya aşacak ya da karakterin böyle oluşuna bizi alıştıracaktır diye umuyorum.

Bunun dışında, Azize’nin kendi rüyasında bile başrol olamamasını, günde üç kelime konuşan bir adam olarak dizinin muhtemel birkaç sezonluk özetini tek cümleye sığdıran (bkz. başlıktaki cümle), önce insan sonra kameraman olan Efe'yi, Azize'nin arkadaşı Saadet'in babaannesi, baklava meraklısı Şükufe Teyze’yi çok sevdim, Saadet'in Yusuf'a âşık olmasını ve Yusuf'un kayıtsızlığını çok sahici buldum ve Yusuf ile Ulaş'ın babası Nadir Erciyesli arasındaki çatışmanın da hikâyeye büyük hizmetleri olacağını şimdiden hissettim. (Ulaş'ın babasının soyadını kullanmamasına dikkat!)

Dizinin jeneriğini, şarkıları ve tema müziklerini de çok beğendim ama bir ara, “Ah Azize, bu mevzular biraz aşar seni...” diye bir şarkı başlayınca Mahallenin Muhtarları misali bütün hikâyeyi bilen ve anlatan şarkılarla muhatap olacağız diye de korkmadım değil. Aman ha!

Son 6 aydır izlediğim en iyi ilk bölüme sahip olan N'olur Ayrılalım'da gereksiz bir sahne, hikâyeye hizmet etmeyen tek bir detay yoktu, derli toplu, derdini net bir biçimde anlatan ve karakterlerini seyirciye en uygun şekilde tanıtan bir bölüm izledik. Bunun yanında çekim kalitesi, yakalanan çerçeveler, mekan ve kostüm kullanımı da oldukça iyiydi. Gözümü ekrandan alamadım desem, yeridir. Rastladığım bütün tekrarlarını da izledim zaten. Bugünlerde bu ülkede, kısa bir süre için bile olsa bana dünyanın geri kalanını unutturabilecek o kadar az şey var ki…

Şanssız bir günde ekrana geldiği için gözden kaçmamasını, karanlığa değil güneşe uyandığımız günlerde kahkahalarımıza sebep olmasını diliyorum; emeği geçen herkese teşekkürlerimle ve barış içinde, eşit ve özgür biçimde yaşanacak günlerin özlemiyle…

Sağlıcakla kalın.

(Bu yazı ilk olarak 21 Temmuz 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

25 Temmuz 2016 Pazartesi

İki kadın, iki kurşun, tek bir dilek…

Kördüğüm 26. Bölüm Yorumu - sezon finali- 

İki kadın, iki kurşun, tek bir dilek…

Çocuğunun iyi bir geleceği olsun isteyen çaresiz bir kadının namluyu kendi göğsüne dayamasıyla başlamıştı hikâyemiz ve kendisine artık bir geleceği olmayan çocuğunun acısını yaşatanları çaresiz bırakmak isteyen bir başka kadının namluyu göğsüne dayamasıyla noktaladık ilk sezonu… Kördüğüm, anıları, acıları, gözyaşlarını, tedirginlikleri, öfkeyi, yalnızlığı ve en çok da çaresizliği boğazımıza düğüm düğüm yerleştirip çekildi huzurlarımızdan. Günler geçti, ben hâlâ kendime gelmeye, bütün bu olanları hazmetmeye çalışıyorum.

Didem o tetiği çekerek kendini öldürmekle kalmamış, başta Ali Nejat olmak üzere dizideki tüm karakterlerin hikâyelerini birbirine bağlayacak ilk düğümü de atmıştı. O düğümü çözmek için atılan her bir adımda daha da karıştı her şey, daha da yaklaştı insanlar birbirlerine ve daha fazla kanadı açılan yaralar.

Nedendir bilinmez, Didem'in ölümü sanki umut saçtı dört bir yana. Onun ölümün kollarına korkusuzca atılışından güç aldılar belki de ve o günden bu yana herkes bir hayale, bir umuda tutunmaya çalışıyor: Kaan tutunacak bir dal, elini tutup da bırakmayacak birini arıyor; Ali Nejat, Naz ve Feyza yaşatamadıkları çocukların gölgesinden kurtulup bir başka çocuğu yaşatabilmek için yollar arıyor ve o yolda kendilerini ve birbirlerini tanımaya çalışıyorlar.

Oysa hepsi çok korkuyordu yeni bir hayata başlamaktan ve korkuları boşuna değildi. Yeni hayat her zaman güzel değildir, çiçekli yolları, sevecen kolları yoktur; bazen de bataklıktır yeni hayat, kenarında dururken bile sarıverir ayaklarınızı, içine içine çeker sizi… Güzel günler de gördüler belki ama, daha çok acı çekmeleri, deneyip deneyip yenilmeleri hep bundan. Yeni hayatın bataklığından…

Bu hengâmede elbette kırılıp dökülüp yaralanıyorlar, yuvarlanıp sürüklenirken bir el bulup tutunuyorlar, kimin uzattığına çok da bakmadan. Böylece yeni düğümler ekleniyor hikâyemize ya da eskimiş hikâyeler yeni düğümlere dönüşüyor. Çünkü umut uzatır işkenceyi. Çünkü tuttuğunuz her el çıkartmaz sizi battığınız yerden, bazısı daha derine itmek için tutar çaresizce uzattığınız eli.

Tarık Bey Seyfi'yi arayıp da o meşum kazadan sorumlu olduğunu Ali Nejat'la birlikte bizlere de itiraf edene dek bu işten Murat'ın sorumlu olduğuna olan inancımı sürdürdüm ben. Murat'ın tekinsiz ve tedirgin halleri -ve hatta Feyza ile giderken Enver'e salladığı el- başka bir şey düşünmeme izin vermiyordu. Dolayısıyla gelecek sezondan beklentilerimden biri, Murat'ın bu olayla ne ilgisi olduğunu öğrenmek. Seyfi, kaçtığını haber vermek için Murat'ı arayabildiğine göre henüz bilmediğimiz bir şeyler daha var.

Murat'ın suçlu olmasını istemediğimi söylemiştim geçen hafta, çünkü Feyza'nın bu sebeple Enver'i seçmesini istemezdim. Enver'i seçecekse -ki seçsin istiyordum bütün kalbimle-, Murat'ı değil Enver'i sevdiğini anladığı için olmalıydı. Feyza'nın kendi kendine seçtiği son ise bana başka bir şeyi düşündürdü. Silahı kalbine sıkan Feyza, can verdi mi henüz bilmiyoruz ama, Enver'in kollarında yığıldı yere. Sevdiği adamın değil de, reddettiği adamın kollarında.

Sanırım çoğumuz Feyza'nın Enver'le olmasını istiyoruz, Murat'ın Feyza'yı sevmediğini bildiğimiz için. Murat Feyza'yı sevmediği için onun sevgisini de hak etmiyor diye düşünüyoruz. Bu nedenle Feyza da Enver'i sevmeli, çünkü onlar birbirlerini hak ediyorlar. Ama Feyza ölümü seçti, Feyza kendisini seveni değil de sevdiğini seçmişti bundan önce de. Demek ki Feyza, kendi tercihlerini yaşamak istiyor, bildiği, hissettiği doğru olmasa ve bütün bunlar dışarıdan bakan gözlere adil gelmese de.

Feyza yere yığılırken Enver'in kollarında, ben bir şeyi hatırladım yeniden, böyle durumları yaşarken, izlerken ya da bizzat tanık olurken hep unuttuğumuz bir şeyi: aşkın bir hakkaniyet meselesi olmadığını. Murat onu hak etmiyor ama Feyza Murat'ı seviyor. Enver'in kıstırdığı depodan Murat'ı nasıl da mağrur bir ifade ile alıp çıkardığını hatırlamak yeterli bundan emin olmak için… Ne olacak şimdi? Hakkaniyete uygun olan Feyza'nın Enver'i sevmesidir diye mi düşüneceğiz? Ve gerçekten bunu mu gerektiriyor hakkaniyet? Feyza'nın hissettiklerini, tercihlerini yok mu sayacağız? Üstelik Murat onu sevmediği halde, bunu zaman zaman hissetse de her şeye kulaklarını tıkayıp Murat'ı sevmeye devam etmesi çok gerçek değil mi? Ansızın bir aydınlanma yaşayıp Enver'e koşması fazla masalsı, fazla gerçekdışı değil mi? Tam da insanı böyle bir çıkmazın içine hapsedebilen şeylere aşk demiyor muyuz biz?

Umut'un Genco'ya anlattığı bisiklet hikâyesi ne kadar dokunaklıydı. Aşk gibi, dostluğun da hakkaniyetten ne kadar uzak bir mevzu olduğunu ince ince gösterdi bize. Tam da annesinin, ölmeden önce Umut'a Genco hakkında söyledikleri gibi, Genco saftır, kimlerin yanında olması gerektiğini iyi seçemez. Ve tam da Umut'un dediği gibi, Genco'nun en kötü arkadaşıdır Umut. İşte bu yüzden de Genco için en uygun, en doğru arkadaş da Umut'tur. Koşulsuzca sevebildiği, onunlayken her şeye sorgusuzca dâhil olabildiği için; Ali Nejat'ın atölyesini yakma olayında olduğu gibi. Çünkü dost da hak ettiğimiz ya da bizi hak eden değil; bütün varoluşumuzla yanında olabildiğimiz, her durumda, her şeyiyle yanımızda durabilendir.

Böyle bir dostluğun yer aldığı bir hikâyede Naz'ın Umut için "yakın arkadaşım" deyip durmasını hiçbir yere koyamıyorum ben. Yakın arkadaş ama daha Emre diye birinin varlığından haberi yok, değil ki dava konusunda bir hayrı dokunabilsin…

Aynı şekilde, Ali Nejat-Murat arkadaşlığında da sıkıntılar var. Yakın arkadaş dediğin, sen söylemesen de aklından, kalbinden geçeni anlayabilen, hissedebilendir; yeri geldiğinde senin kendine bile söyleyemediklerini dile getirebilendir. Farkında olmadan senin yoluna çıkan, önünü kesen değil, senin ruhun duymadan ayağının önündeki taşı çekebilendir. Bugün bu hale gelmiş iki adamın bir zamanlar birbirlerinin en yakın arkadaşı olduklarına ikna olmuş değilim, Murat'ın Didem hikâyesine ikna olmadığım gibi.

Arkadaşlık demişken… Feyza'nın da hiç arkadaşı yok. Barış'ı kaybetmeden önce de bu kadar yalnız mıydı bilemiyoruz ama ben öyle olduğunu düşünüyorum. Bunu da Tarık Bey'in çocuklarına karşı olan katı tutumuna bağlamak hiç zor değil. Ya edindikleri tüm arkadaşları bir şekilde soğutmuştur onlardan ya da arkadaş edinemeyecekleri kadar uzakta tutmuştur çocuklarını. Bir tek babası intihar eden Murat geçebilmiş olabilir bu ateş çemberinden ve Ali Nejat da Murat'a mahkum olmuş olabilir…

Barış'ın öldüğü kaza aslında bir suikastti. Suikasti planlayan Tarık Bey'di ve hedefi de Enver'di. Fakat hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenlerden ibaret, iyisi ve kötüsüyle. Arabayı Ali Nejat kullanıyordu, yanında da Barış vardı… Tarık Bey, Enver'i öldürememiş ama ona ölümden beter bir ceza vermiş böylece. Fakat bu hikâyede Tarık Bey'i kötü yapan şey bu 'kaza'yı planlaması değil. Onu kötü yapan, oğlunun seneler boyunca bu vicdan azabıyla yaşamasına ve bu sebepten iki kardeşin birbirinden uzaklaşmasına göz yumması. Sadece susmakla da kalmadı üstelik, her fırsatta bu olayı Ali Nejat'ın yüzüne vurmaktan ve Feyza'yı Ali Nejat'a karşı kışkırtmaktan da çekinmedi. İşte bence katışıksız kötülük tam da burada. Kendi afiyetini evladının çektiği acıya tercih etmekteki tereddütsüzlüğü.

Tarık Bey'in geçen haftaki kâbusunu da buradan okuyabiliyorum ben. Feyza kendini öldürmeye kalkıştığı için değil, bütün bunlardan kendisini suçladığı için neye uğradığını şaşırmıştı Tarık Bey. Çünkü sorun, onun bütün bu acılardan sorumlu olması değil, bunun başkaları tarafından bilinmesi ve yüzüne vurulmasıydı Tarık Bey için. (O kâbusta hem Feyza'nın hem de Tarık Bey'in baştan aşağı beyazlara bürünmüş olmasını hatırlayın; Feyza kadar kendisinin de saf ve lekesiz olduğuna inanıyor olmalı Tarık Bey.) Keza mesele, Feyza'nın kendini öldürmesi, yani "evlat acısı"nı Tarık Bey'in de çekecek olması da değil, bu gerçeği bilerek yaşayamayacağını düşünen Feyza'nın, bunu açığa vurarak canına kıyması mesele. Gerçeği duyduktan sonra Feyza birkaç kutu ilaç yutup kendi yatağında sessizce ölseydi korkarım Tarık Bey yine bir sorumluluk hissetmeyecekti.

Ve bu can yakan sezon finalinin ipucunu bir önceki bölümde veren fakat hepimizi gafil avlayan senariste tebriklerimi sunuyorum. Gerçekten aklımın ucundan bile geçmezdi Feyza'nın kendisine böyle bir son yazacağı. Ve yaz boyu tırnaklarımı kemireceğimden emin olabilirsiniz; zira Feyzasız bir Kördüğüm izlemek istemiyorum ama "kurşun sıyırmış" gibi basit bir açıklamayı da kolay kolay yemem ve bu hamlenin nasıl bir manevrayla geri döndürülebileceğine dair beklentilerim de oldukça yüksek.

Didem'in ölümü, Ali Nejat'ın üzerindeki ölü toprağını kaldırmış ve bizi uzun bir yola çıkarmıştı. Ali Nejat'ın etrafında giderek karmaşıklaşan kördüğüm, şimdi Feyza'nın kurşunuyla paramparça oldu. Sezon boyunca birbirine dolamıştık her şeyi, ayıklamaya çalışıyorduk. Şimdi paramparca olan ipleri, ilmekleri yeniden birleştirmemiz, örmemiz, yeni bir desen, yeni bir model oluşturmaya ihtiyacımız var yaşamak için, ayakta kalmak için, kocaman birer soru işaretine dönüşen çocuk gözlerine gülümsemeyi yeniden yerleştirebilmek için Kaan'ın. Çünkü sıkılan iki kurşun ve kendini feda eden iki kadının tek ortak dileği buydu.

Görüşmek dileğiyle...


Kördüğüm sezon finalini izledikten sonra biz. Temsili değil.

(Bu yazı ilk olarak 30 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Bu Acı Dinmeyecek!

Kördüğüm 25. Bölüm Yorumu

"Gitme" sözcüğünün ardından bir boşluk olacak demiştim geçen hafta. Çünkü söylemek isteyip de söyleyemediklerimiz, söyleyebildiklerimizden fazlaysa uzun sessizlikler, bize yıllar gibi gelen boşluklar olur. O boşluğa pek çok duyguyu, ama en çok umudu sığdırdım ben. Eylül 'gitme'diğinde yaşanabilecekler canlandırdı midemdeki kelebekleri…

Aslında karanlık, soğuk, gerilimli, netameli bir bölümdü. Enver'in içindeki kötülük ortaya çıkmaya başladı mesela. Yarası deşildiğinde gözünü ne kadar karartabileceğine dair ipuçlarını gördük. Gerçi Ali Nejat sinirlendiğinde - ki mekan, çekimler ve oyunculuk olarak baştan sona harika bir sahneydi- "hukuk var" dedi ama Murat'la yüzleşirken ve bunu Eylül'le konuşurken gördük ki her zaman hukuki yollarla başvurmayabilir.

Ali Nejat ve Naz arasında esen soğuk rüzgarlardan şikayetçi olduğumu söyleyemeyeceğim. Belki de kendi kendimi doldurup duruyorumdur ama Naz'ın her hareketi batmaya başladı bana. Yürüyüşe çıkıp da Hasan Amca ile karşılaştığı zamanki tavırları, o üstten bakan hali bana çok dokundu. Hasan Amca'nın Didem'den kalan bir borcu ödemek için geceleri çalıştığını öğrenince "hiç haberim yoktu" demesi, Zafer "Hasan Amca gençlere taş çıkarır" lafına "öyledir o, öyledir" yanıtını vermesi, Hasan Amca "pilavı benim hanım yaptı" deyince pilavdan tatmak istemesi ne kadar da sahte. Adamı bir kez olsun arayıp sormamış ama karşılaşınca 40 yıllık tanıdığıymış gibi yapmacık konuşmalar… Hele Hasan Amca'yı Murat konusunda 'uyarmaya' çalıştığı sırada ekranın içine ellerimi uzatarak yakasından tutup bir sarsmak istedim Naz'ı. Kocaman adama çocukla konuşur gibi akıl verdiği yetmezmiş gibi bir de "Söz mü?" diyor. Hadsiz!

Naz'ı tek bir yerde sevdim bu bölümde. Hayır, Murat'ı azarlarken değil. Ve hayır, yüzüğü çıkarırken de değil; rüyasında Ali Nejat ve Eylül'ü görürken. Naz hep uyusa, hep rüya görse mesela… Ayrıca, öyle romantik atmosferli rüyaları Eylül bile görmüyor. Üstelik Naz, o sırada Eylül'ün gitmediğinden de haberdar değildi. Siz düşünün artık Naz'ın ne kadar paranoyak bir tip olduğunu…

Umut ve Genco'nun Emre'ye yaptıklarını uzaktan izleyen gözlerin kötü niyetli olduğu belliydi, fakat Emre'yi öldüreceklerini değil, daha da bilenmiş olarak yeniden ortaya süreceklerini düşünmüştüm ben. Ama kısa yolu seçmişler. Emre'nin şimdilik yalnızca cesedi çıktı ortaya ama Umut Murat'a diklendikçe başka detaylar da ortaya çıkacaktır. Ve sanırım bu olay Gökçe-Genco yakınlaşmasına engel olacak bir süre daha. Benim de hiç acelem yok zaten.



Murat'ı Didem'in mezarı başında gördük. Anlattıklarına bakılırsa bu, Murat'ın Didem'i ilk ziyaret edişi ve söylediği şeyleri ilk dile getirişi… Daha önce de söylediğim gibi, Murat'ın Ali Nejat'a kin beslemesine Didem'e olan aşkının sebep olduğuna ben ikna olmuş değilim. Kendi kendine kurduğu hayalleri Didem'le ve güya en yakın arkadaşı olan Ali Nejat'la paylaşmamış olan Murat'ın, Didem'le yaşadığı ilişki sebebiyle Ali Nejat'a düşman olmasının saçmalığı bir yana, "Yaşadığın ve bana yaşattığın bunca şeye rağmen seni sevmekten asla vazgeçmedim." diyebilecek kadar adanmış bir aşığın kendi ifadesiyle "hiçbir anlamı olmayan tek gecelik bir ilişki" yaşadı diye sevdiği kadından yıllarca uzak durması da mantıklı değil. Hadi diyelim Didem'i affedemedi, onunla birlikte olmayı kaldıramayacaktı, sevmeye devam ettiği kadını uzaktan da mı izlemedi? Onun nasıl yalnız kaldığını, nasıl acılar çektiğini görmedi mi? Kendi babasına bile bırakamadığı bir çocuğu olduğunu görüp devreye girebilir, Kaan'ı sahiplenebilirdi mesela. Kaan üzerinden bile intikam alabilirdi üstelik…

Öte yandan, hikâyenin bize anlatılış biçimine ikna olmasam da Murat'ın düşmanlığının Didem'den kaynaklanması fikrini çok beğeniyorum. Bütün bu olaylar silsilesini Didem başlatmıştı, kördüğümün dönüp dolaşıp yeniden Didem'e gelmesi fikri çok iyi. Ama Ali Nejat'ın Eylül'le ilişkisi devam ederken Didem'le kaçamak yapılmış gibi bir hikâye anlatmaya çalışıyorlar şu an, açıkçası ben yemiyorum bunları, zira şöyle şeyler görmüştük:



Ali Nejat'ın Eylül'ü uğurlamak için havaalanına gittiğini öğrenince Naz'ın tartışma başlatmasını ben anlayamıyorum. Hayatındaki adamın attığı her adımdan haberdar olmak isteyen insanları asla anlamadım, anlamıyorum ve de çok sıkıcı buluyorum. Yapacak başka işleri yok, hayatla ilgili dertleri, meşgaleleri yok, tek amaçları hayatlarındaki kadını/erkeği takip etmek sanki. Neyse ki artık anlamam da gerekmiyor, çünkü Kız Kulesi'nde güle oynaya takılan -ve niçin kabul edildiğini anlayamadığımız- o yüzük artık Naz'ın parmağında değil…

O, "sen tercihini yaptın" cümlesinin üzerine söylenecek lafların çoğunu daha önce söylemiştim, şimdi özet geçeyim: Ali Nejat değil, sen bir tercih yaptın Naz, suçu hep karşındakilerde aramaktan vazgeç artık. "Senin buradan uzaklaşman lazım, doğru olan bu" diyerek ortaya yeni bir dayatma koymaya çalıştın, kabul edilmeyince de "Bu savaşın içinde olmak istemiyorum" diyerek çekip giden sensin. Bunu yapmakta sonuna kadar haklısın da bence, ama mücadele etmek istediği için Ali Nejat'ı suçlayamazsın, çünkü o da haklı. Ali Nejat sana cevap vermedi, biliyorsun genel olarak sakin bir insandır zaten, ama sen konuşurken, 'babasından nasihat dinlerken halıdaki desenleri inceleyen çocuk' olmuştu o, biraz da o sebeple… Ayrıca sen giderken ardından bıkkın gözlerle bakan Ali Nejat, Eylül kalmayı kabul etmeyip uçağa doğru gittiğinde gözyaşı dökmüştü. Bunu da benden duy istedim.^^

Enver'in, kazanın sorumlusunun Murat olduğundan saçma sapan bir fotoğrafla emin olmasına gerçekten şaşırdım. Bambaşka bir sebeple de aynı fotoğraf karesinde bulunabilirdi o iki kişi, o tuhaf fotoğrafı delil kabul etmek Enver'e yakışmadı.

Murat, Enver'in kendisinden şüphelendiğini Feyza'dan öğrenmişti zaten ve gözlerinden netameli bir parıltı geçmişti. Bu yüzden, bu işte Murat'ın suçu olmadığına tam anlamıyla inanamadım ben. Murat'ın bundan sorumlu olmasını gerçekten istemiyorum, ama o bakışlar pek hayra alamet değildi. Fakat burada bir sorum var, eğer bu suikasti Murat planladıysa, neden Didem'le Ali Nejat birlikte olduktan hemen sonra değil de aradan 3 yıl kadar geçtikten sonra gerçekleşiyor olay?

Fragmanlarda yeni bilgilerin Tarık Bey'i işaret ettiğini gördük ama bence bu da Murat'ın manevralarından biri.

Söylemeden geçemeyeceğim, diziyi izleme sebebim hiçbir zaman kendisi olmadı ama bundan sonraki bölümleri yalnızca İbrahim Çelikkol'un oyunculukta nasıl büyük bir yol aldığını görmek için bile izleyebilirim artık. Ali Nejat'ın kamyon şoförüyle yüzleşme sahnesindeki performansı muhteşemdi. Ayrıca Mehmet Aslantuğ'un kendini bir adım geri çekmesi, o sahnenin akışı, mekanın ve çekimlerin güzelliği bu performansın iyice vurgulanmasını sağlamıştı, emeği geçen herkese teşekkürler.

(Bu yazı ilk olarak 23 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Başka bir dünya yok, gidemiyorum."

Kördüğüm 24. Bölüm Yorumu

 Bir kıyaslamalar bölümü izledik sanki… Karakterlerin zihninde öyle mi oldu bilmiyorum ama ben sürekli karşılaştırmalar yaptım izlerken. Ali Nejat'ı izlerken Naz ve Eylül'ü, Feyza'yı izlerken Enver ve Murat'ı, Naz'ı anlamak için Umut ve Ali Nejat'ı, Gökçe'nin zihninde Genco ve Emre'yi… Kafa karışıklıklarıyla dolu günlerden geçiyoruz, en sevdiğim!

Senarist bizi Naz'dan uzaklaştırmaya devam ediyor, sürekli olarak yön değiştiriyor Naz ve biz de onu anlayamamayı sürdürüyoruz. Bir hafta "ya araba projen ya da ben" diyen kadın, sonraki hafta "projene devam etmek istersen ben senin yanındayım" diyebiliyor; yurtdışında yaşama teklifini bir kabul edip bir yeniden düşünelim diyor, yeniden düşünmek isteyen Ali Nejat olunca ise kıyamet kopuyor; kendisi dayatmalarına "bir daha Murat'la görüşmeni istemiyorum"la devam ederken Ali Nejat "ailem için burada kalmalıyım" dediğinde "istediğin zaman eğip bükebileceğin bir oyuncak mıyım ben" diye çıkışıyor. Kim kimi eğip bükmeye çalışıyor acaba?

Haftalar boyu sükunetine, sabrına methiyeler düzdüğüm Ali Nejat'ın Murat'ın karşısında kontrolünü böylesine kaybetmesini ben de şaşkınlıkla izliyorum, Murat'ın öyle yamulmasını görmek hoşuma gitse de şiddetin bu hikâye içinde kendine giderek daha fazla yer bulmasından hoşlanmıyorum; ama Naz'ın buna tepki verme biçiminin Ali Nejat ve Murat'ın birbirlerine verdikleri tepkiden ya da Murat'ın Feyza'ya olan tavrından bir farkı olduğunu da düşünmüyorum. Naz, Ali Nejat'ı sürekli yargılıyor ve sürekli ona ders vermeye çalışıyor. Bu didaktik hali beni çok yordu bu hafta, lütfen yapmayın. Yani biz zaten sevmiyoruz Naz'ı, bunun için daha fazla veriye ihtiyacımız yok. ^^

Bölüm boyu ettikleri kavgaların Ali Nejat'ı Naz ve Eylül'ü karşılaştırmaya götürmüş olabileceğini düşünüyorum. Hastanede Naz'la tartıştıktan sonra Eylül'ün ona gülümseyerek "hiç değişmemişsin" deyişini de buradan anladı bence Ali Nejat. Anladığım kadarıyla Ali Nejat daha heyecanlı, daha fevri biriymiş geçmişte, ama kazadan sonra sakinleşmiş, durulmuş. Şimdi birinin o eski günleri iyi anıyor olmasının Ali Nejat'ın zihninde bir kıyaslamaya sebep olması çok normal.

Öte yandan, Naz Ali Nejat'a olan kızgınlığını annesine anlatırken de "Umut çok mu farklıydı sanki" diye düşünüp durdum. Daha farklı olmaması bir yana, Umut sonunu hiç düşünmeden olayların ortasına dalan çok daha agresif biri. Yani, Ali Nejat ve Umut bütün bu yaptıklarında haklıydılar demiyorum elbette, ama sen ısrarla bu adamları seçiyorsan hayatına almak için, bütün bu yaşadıklarından bir parça da sen sorumlusun Nazcığım. Ayrılık arifesinde bir dersi de ben sana vermiş olayım, naçizane.

Feyza güya Murat'tan da kendinden de emindi ama Enver'in ortaya çıkışı ve yaklaşma biçimi aklını karıştırdı Feyza'nın. Kendisini Enver'le birlikte gören Murat'ı görünce suratının bembeyaz oluşu ve sahne boyunca Murat'a bir kez olsun dokunmayışı, buna rağmen Enver'in hiçbir hareketine, sözlerine, dokunuşuna, sarılmasına engel olmayışında gizli bütün işaretler. Feyza kendisini akışa bırakırsa o yolun kendiliğinden Enver'e çıkacağını görebilmek için müneccim olmaya da gerek yok zaten.

Bir aşkın, yeni bir heyecanın Feyza'ya çok iyi geleceğini düşündük, öyle de oldu nitekim. Fakat olmayan bir şeyler vardı hep. Murat Feyza'ya hiç o gözle bakmadı çünkü, baştaki şefkatli tavrını koruyamadı, içindeki kötülüğü uzun süre saklayamadı ve Feyza'yı tedirgin etmeye başladı. Evet, Feyza onun iyi biri olmadığı fikrine direnmeye devam ediyor ama Murat yaklaşmaya çalıştıkça, evlilik bahsini açtıkça kaçmaya çalışması, kendisi farkında olmasa bile Murat konusunda içinin rahat olmadığını gösteriyor bize.

Bu konuda Enver de gerçekten çok özenli davranıyor. Murat, her seferinde "Enver'le görüşmeni istemiyorum" derken Enver, "Tercihin ne olursa olsun benim için çok kıymetlisin" diyebiliyor. Biz, sadece bu karşılaştırmadan bile anlayabiliriz Feyza'nın Murat için yalnızca bir araç olduğunu, Enver'in ise onu her şeyiyle kabul ettiğini.

Ayrıca Enver, Barış'ın ölümüne sebep olanın bir kaza değil suikast olduğunu söylediği halde bundan Murat'ın sorumlu olabileceğini Feyza'ya söylemeyerek de çok önemli bir şey yaptı. Hem bu kuşkusunu Murat'a duyurmayarak kamyon şoförüne giden yolun tıkanmaması için tedbir almış oldu; hem de Feyza'nın bunu kendisinin Murat'tan ayrılması için yapılmış bir plan olarak düşünmesini engelledi, yani tercihi yine Feyza'ya bıraktı. Gerçek ortaya çıktığında, yani Barış'ın ölümünden sorumlu olan kişiye ulaşıldığında -o kişi Murat değilse bile- Feyza yine de Enver'i seçecek, çünkü Enver'in de çok iyi ifade ettiği gibi, onlar birbirlerine "yalnızca aşkla değil, aynı yerde taşıdıkları acıyla da" bağlılar.

Mehmet Aslantuğ'un Enver Eren olarak yalnızca 30 saniye görünüp bize merhaba dediği bölümün ardından, Aslantuğ'un Tülay Günal'la karşılıklı oynadığını görmek için heyecanlandığımı yazmıştım. Şimdilerde ekran karşısına nasıl keyifle oturduğumu tarif bile edemem, öyle büyük bir tatmin yaşıyorum. Feyza Murat'tan ayrılmasa da Feyza-Enver sahnelerinden asla vazgeçilmemeli, bizi bu mutluluktan mahrum bırakmamalılar. Gerekirse hep beraber oturup ağlarız -Enver geldiğinden beri benim gözümün yaşı hiç kurumadı zaten- ama sevdanın 'acısı bile bal' olanı makbuldür zaten.

Murat köşke gelip onu bulana kadar en az 20 dakikalık bir zaman diliminde düştüğü yerde bilinçsizce yattı Tarık Bey ve hastaneye götürüldükten kısa süre sonra da kendine gelmeyi başardı. Ve bunu bize "küçük sayılabilecek bir kalp spazmı" diye açıkladılar. Konunun uzmanı değilim ama "küçük" bir spazmın o kadar uzun süre bilinçsizce yatmaya sebep olduğuna, o kadar uzun süre bilinçsizce yatan birinin de bu kadar hızlı uyanmasına ikna olamadım.

Öte yandan, konunun başına dönersek, Enver'e karşı koz olarak Feyza'yı kullanması, Feyza'nın bunu öğrenip babasına tepki vermesi sonucu spazm geçirmişti Tarık Bey. Açıkçası ben, Tarık Bey gibi birinin böyle "küçük sayılabilecek" bir olay sonucunda kalp spazmı geçirebilecek biri olduğunu düşünmüyorum. Aynı şekilde, bu "küçük sayılabilecek" spazmın ardından, halk arasında "ölüm iyiliği" denilen seviyeye yükselmesine ve Ali Nejat'tan af dilemesine de inanamadım. Bugüne kadar bize gösterilen Tarık Bey, ancak kalabalık içinde spazm numarası yaparak dikkatleri üzerine çeker, hastanede de Murat'a karşı Ali Nejat'ı oyuna sürmek için bu oyununu devam ettirmeye çalışırdı.

Bu spazm gerçek değil oyun olsa da Ali Nejat'ı İstanbul'da kalmaya ve şirkete dönmeye ikna etmeye yeterdi. Zaten bizim amacımız da Ali Nejat'ı burada tutup Naz'ı göndermek olduğu için Tarık Bey'in oyun oynuyor olması fark etmezdi.

Tarık Bey'i baygın yatar halde bulup "intikamımı almadan ölme" diyerek hastaneye götüren Murat'ın Enver'i Feyza ile görünce silahına sarılması da hiç tutarlı değil. Murat silahına davranmasaydı o muhteşem diyalogu duyabilir miydik bilemiyorum, ama yine de silahı fazla buldum. Neyse ki Enver, "ölüme tedbir alan değil, hayatı ciddiye alan" biri. Ve Murat'ın her daim en az bir adım önünde yürüdüğü için Murat'ın atağını bir kontra-atakla savuşturmayı bildi.

Silahların bu kadar çok görünmesinden hoşnut değilim. Fakat ensesinde silahı hisseden, ürkek gözlerle arkasına bakıp kendisine silah çeken o elin has adamı -sandığı- Amir'e ait olduğunu gören Murat'ın suratındaki korkuyu, yenilgiyi ve yıkımı görmek de çok güzeldi.

Ali Nejat'ın Murat'a verdiği tepkinin, Enver'in hamleleri karşısında ne kadar basit, ne kadar işe yaramaz olduğunu görmek için de Murat'ın her iki olaydan sonraki surat ifadesini karşılaştırmak yeterli. Enver karşısında bozguna uğrayan Murat, Ali Nejat'ı kışkırtıp kendi üzerine çektikçe bundan garip de bir haz alıyor sanki. Ali Nejat'ın Murat karşısında Enver'in desteğine muhtaç olduğunu da böylece görüyoruz.

Geçen haftaki yazımın ardından Ranini.tv'nin yorum bölümünde Murat'ın "en değerli şeyi"nin Didem olup olmadığı hakkında konuşmuştuk biraz. Ben o kişinin Didem olamayacağını iddia etmiştim. Öyle ya, madem Didem Murat'ın "en değerli şeyi"ydi, öyleyse Didem yoksulluk ve yalnızlık çekerken, hastalanıp çocuğuna bir yuva ararken Murat neredeydi? Yıllar boyu Ali Nejat'la ilgili her şeyi takip eden Murat Didem'i neden izlememişti? Ali Nejat'ın bir gecelik macerası Didem'i "en değerli şey" seviyesinden aşağı mı düşürüyordu? Eğer öyleyse intikam peşinde koşmak nedendi? Ayrıca biz Didem'in Ali Nejat için tek gecelik bir macera olduğuna değil, kısa da olsa bir ilişki yaşandığına tanık olmuştuk şimdiye kadar. Didem'in doğum gününe denk gelen 8. bölümdeki flashbacklerde gayet mutlu bir Ali Nejat-Didem çifti görmüştük örneğin. Murat'ın tek gecelik dediği bu ilişkinin yaşandığı dönemde Ali Nejat'ın Eylül'le birlikte olduğu ve onu Didem'le aldatmış olduğu konusuna girmiyorum bile. 'Kendi yazdığını unutan senarist hastalığı'na bizim senarist de kapılmış anlaşılan…

Gökçe yavaş yavaş yakınlaşıyor Genco'ya. Genco'nun bu süreci oldukça iyi yönetmesinin de etkisi var bunda bence. Yaşananlar için ya da Emre'yi sevip ona güvendiği için Gökçe'yi hiç suçlamadı Genco. Yaşadıklarıyla mücadele etmesi için de hep destekledi, koruyup kolladı onu. Bunları yaparken kendi sevgisini de Gökçe'nin üstüne hiç yük etmedi, hatta bunu bir suç, bir günah gibi saklamaya, unutmaya, unutturmaya çalıştı hep. Ve Genco'nun bu olgun ve anlayışlı hali merakını cezbetti Gökçe'nin.

Bu adımın atılması için çok erkendi bence, ama Genco'yu pişmanlığa ve bu sevgiyi reddetmeye giden yoldan çevirmek için de çokça gerekliydi. Anlaşılan Gökçe'yi de bu sevgi iyileştirecek… Hiçbir şey yapmasa da bu sevgiyle kuşanıp sarılacak yaraları Gökçe'nin. Ne Emre ne de Genco'nun karşılıksız sevgisi yük olacak sırtına, Genco uzatmasa da yanında olduğunu, hazır olduğunu bildiği o ele tutunup ayağa kalkacak ve yürüyecek Gökçe… Sevginin böyle adım adım ve yalnızca sevmenin iyiliği ile büyümesinden daha değerli ne var ki hayatta?

Umut'un dayak atma seansının ardından bir çöp gibi yol kenarına bırakılan Emre artık geri dönmek istemese de onları izleyen gözlerin iyi niyetli olmadığı belli. Sanırım Emre bu kez de başkasının -ki eminim bu kötü niyetli gözler Murat'ın adamlarına ait- maşası olarak çıkacak Gökçe'nin ve Umut'un karşısına… Kördüğüm dediğin birkaç tekme tokatla çözülür mü zaten?

Olayın Gökçe tarafını çok iyi yönetmiş olsa da Emre tarafını idare etmeyi beceremedi Genco. Emre'yi patatese çevirmek yerine polise teslim etmeyi akıl edebilseydi, belki de sonsuza kadar kurtulacaktık Emre belasından. Oysa en geç sezon finalinde kendisiyle yeniden karşılaşacağımız kesinleşti artık. Böylece silah kozunu kaybeden Murat da Umut'a karşı yeni bir koz elde etmiş oldu.

Bu arada Neslihan'ın terapist olması galiba ilk kez gerçekten işe yaradı. Biz görmesek de Gökçe'yi kendisini kilitlediği odadan çıkarıp konuşturmayı başardı Neslihan. Umut'un ailesi ile Neslihan'ın böyle yakın ilişkiler kurması, bu ilişkinin Naz'ın Umut'la ve Ali Nejat'la kurduğu ilişkilerden daha sağlam olduğunun kanıtlarından biri. Demek ki Naz'ın yaptığı tek hata, kendisine uygun adamları seçememesi değilmiş. Yani sorun bizde değil, Naz'da imiş.

Konudan biraz kopacağım ama, annesinin defnedilmesinin ardından Neslihan'ın eve hiç gitmemesi size de tuhaf gelmiyor mu? Bizim kültürümüzde cenaze çıkan ev boş bırakılmaz. Ölen kişinin yakınları gelip kalırlar ve o evde yaşam olduğunu, yaşamın devam ettiğini gösterirler. Neslihan kendisi kalmadığı için ona taziye ziyaretine de gelen olmadı. Evet, anladığımız kadarıyla hiç yakını, akrabası yok ama arkadaşı da mı yok bu kadının? Annenin ölümü konusunun bu biçimde geçiştirilmesinden kendi adıma rahatsızım ben.



Bölüm etiketimiz "gitme" diyordu bize sol köşeden… Gidecek olan kişi Eylül, ona gitmemesini söyleyen kişi Enver. Ama Eylül gitmeye kararlı. Demek ki onu durdurabilmek için bir başkasının "gitme" demesi gerekiyor…

Enver, Eylül'ün gitmemesini istiyor. Kardeşini özleyecek elbette, ama aynı zamanda, onun kaçmasını değil, mücadele etmesini istediği için de kalması gerektiğini düşünüyor. Ama Enver, Murat ya da Naz gibi dayatmacı ve anlayışsız biri değil, baskı yapmıyor kardeşine.

Eylül gitmek istiyor, çünkü kalmak için bir sebebi yok. Enver'in ona ihtiyacı yok yürüdüğü yolda, Ali Nejat ise bir başka yolun başında. Eylül için umut yok. Ve anladığımız kadarıyla Eylül, "kalede kaleci var diye şut çekmeyelim mi yani?" diye düşünenlerden değil. Gitmek istiyor, çünkü yıllar boyu sevmekten bir an olsun vazgeçmediği adamı başka biriyle görmeye, onu böyle görürken gülümsemeye devam etmeye gücü yok. Bununla -ya da bunun için- mücadele etmeye de…

Mevzu aşk olunca, cümlede de 'mücadele' sözcüğü geçince ve bütün bunlar bir yerli dizinin konusu olunca ister istemez entrika ihtimalleri doğuyor aklımıza. Ama Eylül bunu yapmayacak. Ona mücadeleyi salık veren Enver de entrika çevirmeyecek üstelik. Onlar kendi yollarında doğruca yürürken yanlış olanlar çekilecekler yoldan ve onların yolu kesişecek sevdikleri ile. Bizim bu hikâyeden beklentimiz de tam olarak bu.

Eylül gidiyor, aşkı yüreğinde. Yüreğindeki aşkı bir kenara bırakmayı hiç düşünmediği için aşkının sembolünü bırakıyor ardında. Barış'ın mezarına bıraktığı o kolye Ali Nejat'ı sık sık görecek ve bunu gören kuşlar haber uçuracaklar Eylül'e, Eylül'ün yüreğine bahar gelecek yeniden… "Seni sevmekten hiç vazgeçmeyeceğim" demenin ne hoş, ne ince bir yoludur bu!

Kıyaslamalar demiştim ya… Ali Nejat Naz'la tartıştıkça Eylül'ü hatırladı, kıyasladı onları. Ve "hadi gidelim" diye direten Naz'a karşı, Eylül'e kocaman bir "GİTME" demek için düştü yollara. Biz o büyülü sözcüğü -büyülü, çünkü ardındaki suskunluk, "ben de seni sevmekten vazgeçmeyeceğim" anlamına gelecek- bu bölümde duyamadık ama, Ali Nejat'ın havaalanının her bir köşesinde yılmadan dolaşan gözlerinden okuduk defalarca… Gitme Eylül, başka bir dünya yok!

(Bu yazı ilk olarak 16 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)