30 Aralık 2016 Cuma

Biraz Dertleşelim

Biraz dertleşelim istiyorum; ama ben az söyleyeceğim, siz çok anlayacaksınız. Çünkü sadece konuşmak istiyorum, anlatmak değil, bağırmak değil.

Bir devrin sonu bugün, bir çağın kapanışı benim için. Yaşım kadar büyüttüğüm bir hayalin silinişi ufuktan, bugüne değin topladığım, biriktirdiğim, inşa ettiğim ne varsa kaybetmesi zeminini; boşluk…

İyiyim, tahmin ettiğim(iz)den, düşünebileceğim(iz)den çok daha iyiyim hem de, nereden geldiğini bilmediğim bir tebessüm var yüzümde.

Ağlamıyorum, tek bir damla dökmedim. Çünkü bilirsiniz, bir kapının önündeyseniz ağlamanızın bir anlamı, yaşlarınızın bir umudu vardır; kapı dediğimiz şey, kapanabildiği gibi açılabilir de. Ama kapı önü diye beklemekte olduğunuz yer, bir duvarmışsa yalnızca, ağlasanız da, oracıkta can verseniz de geçemezsiniz öte yana. Ben geçemiyorum, geçemezmişim, geçemeyecekmişim.

Ben acıdan beslenmeyi iyi bilirim, bunu bir acıya dönüştürüp yıllar boyu aynı melankolinin içinde yaşayabilir, yalnız bunun şiirini yazabilirim ömrümce. Ama bu sefer başka türlü olsun istiyorum, bu hikayenin türü melodram olmasın mesela. Başka türlü bir şeyler yapmayı, acıya gebe bu boşluğu başka türden bir şeylerle doldurmayı öğrenmek istiyorum.

Bunları yazıyorum, çünkü bugünü tarihte bir yerlere (günlüğüme mesela) yazmak yetmedi, çoğaltmak istiyorum. Gelecek sene bugün, Facebook zaman tüneli bana bunu hatırlatsın ve ben öyle bir noktada olayım ki, nostaljik yaşlar düşsün gözlerimden yalnızca. Gülüp geçelim sonra…

Bir fikriniz var mı acaba, ne yapmalı, hangi şarkıyı söylemeli, hangi şiire sığınmalı şimdi?

22 Aralık 2016

Shakespeare öldü, yeni şeyler söylemek zorundayız!

Yeni hiçbir şey yoksa, yalnız eskiler varsa
Demek ki beynimize oynanan bir oyun var,
Yaşamış bir çocuğu doğurmaya kalkarsa
Yaratma çabasıyla sancılanarak tekrar!*

Bu dizelerle başlar Shakespeare'in 59. sonesi: Güneşin altında yeni bir şey yoksa aklımıza oynanan bir oyun var demektir. Edebiyata ve tiyatroya katkılarıyla aklımıza oynanan bu oyunu bozmaya en çok uğraşan insanlardan biridir Shakespeare.Bundandır isminin bu kadar çok zikredilmesi, bundandır tekrar tekrar ona dönülmesi, bundandır onun oyunlarının er meydanı olması, bundandır herkesten çok ona nazire yapılması…

Belçikalı yazar Paul Pourveur da onlardan biri, ama bir farkla. Pourveur, güneşin altında yeni bir şey olsun isteyenlerden; bunun için öldürüyor Shakespeare'i, aşalım istiyor bunları. Shakespeare'i silme, unutturma, yok etme çabası değil bu; vitrine koyma veya tozlu raflara kaldırma çabası da değil. Aksine, hakkını verebilmek için Shakespeare'in, onu aşma, ondan öteye geçme çabası.

Yazarın, öldürmek için neden Shakespeare'i seçtiğini anlamak zor değil. Tiyatroya dair kurulmuş ne varsa üzerinde bunca yıldır dimdik duran bir figürü alaşağı etmeden, bütün o yapıyı yıkmadan yeni bir şeyler söylemenin imkânsızlığına kani olmuş bir yazar o. Shakespeare'in, onu markalaşmaya mahkum edersek ve böylece bulunduğu yere sabitlersek öleceğini bildiğinden, metinde öldürüyor Shakespeare'i, defalarca. Ve böylece yaşamaya devam ediyor Shakespeare, hak ettiği biçimde…

Yazarı müdafaa için: Shakespeare olsa onu bağışlardı.

Oyunun kahramanları Shakespeare ve eşi Anne ya da sıradan bir William ve sıradan bir Anna, fark etmez. Yeni bir biçimle, yeni bir şey söylemeye çabalayan bir metin bu. Daha kısa yollar varken uzun olanı gösteren bir dili var; ya da belki amaç yolu (hedefi) kaybettirmektir. Pourveur'ün dili amacını ifşa etmiyor. Biçim de öylesine kendine özgü ki, kitabı okuyup bitirdikten sonra bile tamamlanmıyor bir şeyler. Sayısız soru işareti ile kalıp düşünüyorsunuz bir süre. Ve yeniden başlıyorsunuz sayfaları karıştırmaya.

Ne oyuncuya ne de yönetmene direktifler vermiş yazar, ne de replikler yazmış. Çevirmen Şaban Ol'un deyimiyle, 'dramatik an'lardan mürekkep bir oyun bu. Anlatının nerede ve nasıl başlayıp biteceği, oyunun nasıl sahneleneceği, sahnede kaç oyuncunun yer alacağı ve diğer unsurların kendilerine nasıl bir yer bulacağı tamamen yanıtsız sorular olarak kalıyor metnin sonunda. Dolayısıyla oyunu izlemeden önce metnini okumayı önemseyen bencileyin seyirci için, okuma eylemi bittiğinde merak bitmiyor. Sahnede olacakları tahmin etmek hiçbir zaman mümkün değil; tiyatro sonsuz olasılığa gebe. Ama bu oyunda sonsuz olasılıktan fazlası var; alışıldık tiyatro yapma biçiminin reddiyesiyle birlikte gelen, yeni bir şeyler söyleme, yeni bir sahne yaratma, yeni bir oyun zorunluluğu…

Söylemiş olmak için: Hayaller her zaman gerçekleşsin diye kurulmaz.



İzmir'in az sayıdaki profesyonel tiyatro topluluklarından Tiyatro 4'ün, İzmir'in yeni ortak çalışma ve etkinlik alanı olan Originn'de oynanan ilk oyununu izleme fırsatı buldum. Çağdaş yorumların, yeni bir söz söylemenin peşinde olan Tiyatro 4'ün ruhuna fevkalade münasip olan 'Shakespeare Öldü. Aş Bunları.' Kağan Uluca rejisiyle sahneleniyor.

Oyun sürekli aynı anda duruyor gibi. Ya da aynı anın etrafında dönüp duruyor gibi. Hep aynı noktayı işaret edip duruyor gibi. Duruyor gibi, ama hareket de ediyor. İleriye ya da geriye bir hareket değil bu, bir dönüş de değil aslında. Başka açılar, başka pozisyonlar arayan bir hareket. Bu haliyle, aynı tarihin, aynı temanın, aynı sözlerin tekrar edip durmasıyla Ravel'in Boléro'suna benziyor oyun. Hareketsizliğin de bir hareket olduğu, karanlığın da aydınlığa hizmet ettiği bir reji ile, yeri ve zamanı iyi kullanan oyunculuklarla desteklendiğinde akışa dönüşen ve parçaları birleştirmemize izin veren bir hal alıyor. Kağan Uluca'nın şefliğinde, alışılmışın dışında bir orkestrasyonla yeni bir Boléro yorumu dinliyor gibi oluyorsunuz oyunu izlerken…

Originn'in sağladığı Stüdyo Sahne formatındaki mekân da bu oyuna, Kağan Uluca ve Derya Efe Uluca'nın sahnedeki yalnızlıklarının üzerini örten ve bu yalnızlığı başka bir oyuna dönüştüren bir güç veriyor. Kağan Uluca sahnede göz alan, sahnenin büyüsünü tek başına yaratacak bir güçle parlayan bir oyuncu; onun yanında Derya Efe Uluca'yı nispeten zayıf buldum, daha sakin, daha akışkan bir oyunculuk görmeyi tercih ederdim kendi adıma. Yine de bunu bir kusur olarak işaret etmekten imtina ederim, oyun her şeyiyle o kadar bambaşka ki, beni rahatsız eden şey, altı kalınca çizilmiş bir oynama biçimi de olabilir.

Seyirciyi müdafaa için: Umduğunu bulamamak her zaman hayal kırıklığı anlamına gelmez.

İzmir seyircisinin aşina olmadığı türden bir oyun ve sahneleme biçimiyle karşı karşıyayız, yine de yeni olana hevesli ve birlikte öğrenmeye, ilerlemeye açık bir seyirci grubunu kendine çekmeyi başarıyor Tiyatro 4. Shakespeare Öldü'nün de sabitlenmeye direnen, yaşayan ve sürekli değişip gelişecek bir doğası var. Naçizane fikrim, onu anlamak ve sindirmek için birden fazla kez, gelişimine tanık olmak ve katkıda bulunmak için ise belli aralıklarla yeniden izlememiz gerektiğidir.

Müstakbel seyirciye not: Oyun bu sezon İzmir'de birkaç sahne arasında (Atölye AçıKapı, Originn ve Açık Sahne) dolaşacak ve bildiğim kadarıyla Şubat ayında bir İstanbul turnesi de olacak.

*İngilizce orijinali: "If there be nothing new, but that which is/ Hath been before, how are our brains beguil'd,/ Which, labouring for invention, bear amiss/ The second burden of a former child!" Yazıda, Talat Sait Halman çevirisi kullanılmıştır.

(Bu yazı ilk olarak 21 Aralık 2016'da Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Çağdaş Bir Tragedya: Yanık

Çağdaş Bir Tragedya: Yanık

Aşağı yukarı 10 yıldır İzmir Devlet Tiyatrosu izleyicisiyim, bu 10 yılda onlarca oyun izledim, zaman zaman küsüp ara verdim oyun izlemeye, zaman zaman yüzümde bir tebessümle ayrıldım salondan, fakat hiçbir oyundan Yanık'tan aldığım tadı almadım daha önce. Uzun zamandır izlediklerimden memnun kalmamama rağmen tüm oyunları izlemekteki ısrarım nihayet sonuç verdi: İzmir Devlet Tiyatrosu üzerindeki ölü toprağını atmış, tiyatroyu tiyatro yapan ne varsa üzerine giyinmiş ve tüm gücüyle oynuyor sanki!

Lübnan asıllı Kanadalı yazar Wajdi Mouawad'ın yazdığı, Cem Emüler'in Türkçe'ye çevirdiği oyun, Barış Erdenk rejisi ile sahneleniyor. Yalnızca 'sahneleniyor' demek belki de haksızlık olur, çünkü 'oyun alanı' yalnızca 'sahne'den ibaret değil. Shakespeare'in o çok ünlü "Bütün dünya bir sahnedir."* repliğine nazire yaparcasına sahnenin ve dahi salonun her köşesi bir oyun alanına dönüştürülmüş ve sahne üzerinde çok sayıda sahne, çok sayıda mekan yaratılabilmiş, üstelik seyirciyi hiç yormadan. Dekor tasarımını yapan Emre Satı ve hareket düzenini ayarlayan Sibel Erdenk oldukça iyi iş çıkarmışlar. Mekan kullanımı gibi reji dili de seyirciyi yormayan cinsten. Bu da oldukça isabetli bir tercih, çünkü insana ağır gelen, iç çektiren, can yakan, acılı bir hikâye sunuluyor bizlere…

Yanık, içinden geçtiği sevgi ve nefret sarmalında rotasını hep sevgiden yana çevirmiş, hep anlamsız, kökensiz nefretlere yenilip yere çakılmış, yine de ayağa kalkıp savaşa devam etmiş ve sevmekten hiç vazgeçmediği halde bunu göstermeyi unutmuş, sessizleşmiş, renksizleşmiş bir kadının, Nevval Marvan'ın hikâyesi, çağdaş bir tragedya.

Yakın tarihin akışından beslendiği ve günümüze uzanan bir hikâye sunduğu için çağdaş; insan, kaderi yerine bütünüyle insana özgü olan kötülüklerle savaştığı, onlara karşı mücadelesinde yanına alabildiği tek şey sevgi olduğu ve yenildikçe yine sevgiye tutunup -yenileceğini bile bile- yeniden savaşa başladığı için de bir tragedya… Tanrılar, devler, büyücüler yok, baştan sona, bütün veçheleriyle insanlık var insanların karşısında, tüm gücüyle, sevgisi ve sevgisizliğiyle. Dünyayı cennete ya da cehenneme çevirmeye muktedir 'insan'lığıyla…

Savaşın nasıl bir yıkım olduğunu, 'insan'ın ise savaştan çok daha acımasız, çok daha büyük bir 'kötü' olduğunu yüzümüze acı acı vuran bu hikâyenin bu kadar etkileyici olmasının bir sebebi de oyuncuların benim hep aradığım o doğallığı sonunda yakalamış olmalarıydı. İzmir Devlet Tiyatrosu'nda benim en çok şikayetçi olduğum konu, kim olduğuna, nerede yaşadığına, nasıl bir hayat sürdüğüne bakılmaksızın tüm karakterlerin İstanbul Türkçesi ile konuşmalarıydı. Bu, karakterlerin kimliğini ortadan kaldırıp bütün kişileri tektipleştirirken seyirciyi de hikâyeden uzaklaştırıyordu. Nihayet bu oyunda her karakter farklı bir biçimde, yaşına, konumuna göre konuşuyor ve davranıyor. Böylece uzaklık hissi de oluşturmuyor.

Nevval'in 15, 35 ve 60'lı yaşlarını izliyoruz oyun boyunca. Fiziksel benzerlikleri bir yana, oyuncuların rolü yorumlayışlarındaki benzerlik de Nevval'i her koşulda kabullenmemizi sağladı. Ece Erişti, M. Aslı Sinke ve Şebnem Doğruer bize oldukça sahici, yaşayan bir Nevval sundular. Oyunda çok fazla karakter var fakat Nevval'den sonra benim en çok dikkatimi çeken ve en çok beğendiğim kişi Janine karakterini canlandıran Sevilay Çiftçi oldu. Kilit bir karakter olan Alphonse Lebel rolünde M. Sadık Yağcı oldukça iyi iş çıkarıyor, hatta zaman zaman sahnenin dağılan enerjisini toparlayıp seyirciyi yeniden hikâyenin içine çekiyordu. Sevda rolünde Hande Gürler ve Ebu Tarık rolünde Ömer Polat, önemli kırılma anlarındaki oyunculuklarıyla yıldızlaştılar.



15, 35 ve 60 yaşındaki Nevvaller bir arada; sahnede flashback'in tadı bir başka!

Oyunda merak unsurunun polisiyevari bir tavırla canlı tutulması ve esas hikâyenin adım adım finale taşınması, hem seyir keyfini arttırıyor hem de finaldeki acıyı biz yaşamışızcasına içimize işliyor. Metin içinde sorulan ve izleyicinin sorabileceği bütün -evet, BÜTÜN- soruların yine metin içinde, adım adım ve doğal bir akışla cevap bulması da muazzam. Hiçbir şey yoktan var olmadı, hiçbir çözüm gökten inmedi, her soru kendi akışı içinde ve doğallıkla buldu yanıtını. Böylece oyun sonunda sorular değil, yaşanan acılar kaldı geriye, kalbimizde bir yanık izi…

İzleme fırsatınız olursa bu oyunu mutlaka izleyin, pişman olmayacaksınız. Ve bir dost tavsiyesi, ne olursa olsun bu oyuna yalnız gitmeyin. Hem bu oyunu izlemesini sağlayarak birine iyilik etmiş olun, hem de gittikçe artan acıyı birlikte göğüsleyin. Bazı acılar tek başına karşı durmak için fazla güçlüdür ve acıya direnmek yerine onu anlayabilmek için birinin elinden tutmanız gerekir.

* "All the world's a stage." - As You Like It oyunundan.

(Bu yazı ilk olarak 15 Aralık 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

9 Aralık 2016 Cuma

'Üç Kız Kardeş' sınırları aşabilecek mi?

Hayal Perdesi Beyoğlu'nun Mayıs 2016'dan bu yana sahnelediği Üç Kız Kardeş, 4 Aralık'ta 5. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali kapsamında Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi'nde sahnedeydi. Anton Çehov'un en önemli oyunlarından biri olan oyun, Ataol Behramoğlu'nun çevirisi ve yönetmen Aleksandar Popovski'nin uyarlaması ile sahneye konmuş.

İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz sonrası takibe aldığım Hayal Perdesi, yine ismine yakışanı yaptı, hayalden bir perde koydu sahneye, önü, ardı sağı, solu hayal olan ve hayalleri sunmakla kalmayıp yeni hayalleri de teşvik eden… Ve tümüyle bambaşka bir hayale bürüyen en sağlam tiyatro metinlerini…

Popovski, Üç Kız Kardeş'i aynıyla, alıştığımız biçimde sahnelemek yerine bu üç karakteri başka türlü bir sıkışmışlığın içine sokmayı tercih etmiş. Kalabalık bir kadro yerine üç kadın oyuncu (Özge Özder, Selin İşcan ve Tuba Karabey) var sahnede, yine alışık olmadığımız bir sahne tasarımı ve kurgu ile.

Tiyatroda yeni şeyler isteyen, dramatik olanın sınırlarını zorlayan, teatral olmayanın peşine düşen Çehov'un yazarak yapmaya çalıştığı şey oldukça güç. Bunu sahneye koymak da bir o kadar zor. Sınırlarla derdi olan bir yazarın sınırları aşma arzusundaki karakterlerini siyasi sınırlara getirip bırakmış Popovski ve yeni sorular, yeni oyunlar büyütmüş buradan.

Sınırları aşma, dışarı çıkma, başka yerlere gitme, başka türlü bir yaşam sürme hayali kuran kız kardeşler, 'hayal perdesi'nde başka türlü bir sıkışmışlık, hareketsizlik içinde; cıvıl cıvıl fakat durağan, umutlu fakat çaresiz… Aslında hiçbir yere gitmeyen bir hikâyeyi aceleci bir zaman- mekân kurgusuna hapsetmek, umudu ve çaresizliği birbirine geçirmek ve ikisi arasında salınmayı becerebilmek gerçekten büyük iş.

Sahnedekiler, Almanya sınırını geçmeye çalışan tiyatrocular mı yoksa Moskova'ya taşınıp hayallerini gerçekleştirmek isteyen Olga, Mâşa ve İrina mı? Bu sorunun yanıtı sıkça birbirine karışıyor ve bu esnada rol ve gerçek, role girmek ve rolden çıkmak arasındaki ayrımlar da belirsizleşiyor. Sahnenin anlamı ve kapladığı alan büyüyüp küçülüyor, daralıp genişliyor ve bizler de eşine az rastlanır bir deneyim yaşıyoruz seyirci koltuğunda.

Popovski'nin zihninde dolanmayı, sahneye koyduklarının hayal edilişine tanık olmayı öyle isterdim ki… Düşünsenize, uygulamaya koyulmuş, gerçekleştirilmiş olanı böylesine çarpıcı ise hayal edildiği hali kim bilir nasıl büyülüdür!

Yalnızca 70 dakika süren oyun, metni bilmeyenler ya da oyunun alışık olduğumuz şekilde sahnelenişine tanık olmayanlar için karmaşık, anlaşılması zor ve sıkıcı bir hale gelmiş olabilir. Nitekim oyun çıkışında seyirciler arasında bu tür konuşmalar yapıldığını duydum. Fakat oyundan oyuna koşan ve metin, mizansen, reji arasındaki ilişkilerle uğraşıp duran benim gibi biri için oldukça keyifli, öğretici ve tatmin edici bir deneyimdi.

Farklı tür ve boyutlardaki sınırlarla, sınırları aşmakla ilgilenen oyun, Türkiye'nin sınırlarını çoktan aştı, katıldığı bütün uluslararası festivallerden olumlu eleştirilerle döndü. Dilerim seyircinin zihnindeki ve alışkanlıklarındaki sınırları aşmayı da başarır, çünkü Hayal Perdesi bunu sonuna kadar hak ediyor…



(Bu yazı ilk olarak 6 Aralık 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)