27 Şubat 2014 Perşembe

Boynu Bükükler 1

27 Şubat 2014

Hayallerimiz kırık dökük, boynumuz bükük...


Geniş Aile, Star TV tarafından Acun Ilıcalı’ya kurban edildiğinden beri Boynu Büküklerdeniz biz. 1917 Zekai’yi, Coğrafyacı Mürsel’i, Yetersiz Ulvi’yi, Koyu Bilal’i ve elbette Cevahir’i; özetle bütün Boyacıköy’ü unutmadık, sevgiyle andık, anılarla hoş tuttuk gönülleri. Senarist Cüneyt İnay’ın geçen yıl TRT için yazdığı Bir Yastıkta’yı o hevesle izledik, tatmin olmasak da takip ettik Geniş Aile hatrına...

Boynu Bükükler projesini ilk öğrendiğim andan itibaren yeniden bir umuda kapılmıştık. Geniş Aile’de, Zekai’nin kendisini üvey evlat zannedip tek başına Boynu Bükükler’i oynadığı 7. bölümü hâlâ hatırlıyor, hâlâ eğleniyorduk çünkü ve sanıyorduk ki o efsanevi bölüm gibi efsanevi bir dizimiz olacak. Üstelik yönetmen koltuğunda Ömer Uğur var yine, yine Bora Akkaş var, Mine Teber var, Ali Tutal var; üstüne de Ahmet Saraçoğlu, Murat Akkoyunlu, Güven Murat Akpınar ve Ege Aydan var. Umut ve hevesle dolmamız için bütün şartlar sağlanmış sanki...

Ama ilk bölüm koca bir hayal kırıklığı! Ve benim anladığım, gözlerimizi yerden kaldıramayacağız, boynumuz hep öyle bükük kalacak... Yine orijinal karakterler, güzel espriler var ama öyle çok klişeye bulanmış ki hikâye (hadi sayayım: (1) zengin oldukları için yaş 17 bile olsa 25-30’ları yaşayan savurgan liseliler; (2) Pis Yedili misali bir zengin-fakir çatışması; (3) paragöz lise müdürü; (4) herkesin hayran olduğu -illâ ki idealist- kadın öğretmen; (5) aynı kıza âşık olan iki oğlan, (6) tabii ki biri zengin, biri fakir; (7) herkesin bir lakabının olması; (8) dizide çatışacak insanların önce alakasız bir yerde karşılaşıp birbirlerinden nefret etmeleri – daha fazla sayamayacağım, bayıldım!), izlenecek tek şey olarak, tek orijinal karakter Mithat (Bora Akkaş) kalıyor geriye. Pek ihtimal vermiyorum ama dizi devam ederse, yalnızca onun sahnelerini izlerim ben de.

21 Şubat 2014 Cuma

Leo -kahrolası- DiCaprio!

Siz siz olun, bir filmi yalnızca Martin Scorsese yönetiyor ve Leonardo DiCaprio oynuyor diye izlemeyin. Özellikle de sinemada, hele de film üç saatse... Ne en büyük boy filtre kahve açabilir uykunuzu, ne de DiCaprio’nun (ya da Margot Robbie’nin, tercihe göre) güzelliğine kaptırabilirsiniz kendinizi... (Ben, Jean DuJardin’i bile tanıyamadım, o derece!) Geçerli bir sebep bulamıyorsanız izlemeyin. Yapmayın.

Spoiler olmasın diye çabalamaya gerek bile duymadan yazıyorum, zira film keyfinizi (!) baltalayacak kadar “özel” bir hikâye zaten yok filmde. “The Wolf of Wall Street” (Wall Street’in Kurdu), bizdeki adıyla “Para Avcısı”, herkesin cepten yediği bir film olmuş. imdb.com’daki puanının 8,5 olmasının başka bir anlamı olmasa gerek. (Varsa, n’olur bana da anlatın!)

Tertemiz, adeta bir çöpsüz üzüm sayılabilecek biriyken Wall Street’te çalışmaya başlayıp paranın önce kurdu, sonra köpeği olan ve envai çeşit pisliğe bile isteye bulaşan bir adam. Ne sevgiyi biliyor, ne şefkati, ne merhameti, ne de sadakati. “Dini imanı para olmuş” deriz ya, aynen öyle. Eh, tabii FBI düşüyor peşine, tökezlediği ilk anda da biniyorlar tepesine. Filmin hikâyesi bundan ibaret desem, yeridir. Bu bir sorun olmayabilirdi tabii, Marquez de Kırmızı Pazartesi’de işleneceğini herkesin bildiği bir cinayeti anlatıyor neticede, filmi sürükleyen şeyin merak duygusu olması şart değil. Neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın öne çıkar bazen. Ama üzgünüm, bu film, o film değil; bu filmi “sürükleyen” hiçbir şey yok!

İyi sahneler, iyi diyaloglar, iyi fikirler yok mu, var. İyi oyuncular yok mu, âlâsı var. Ama bunların hepsini toplayıp üç saate bölünce geriye kalan, Leonardo’nun nedense siyaha boyanmış saçları ve çirkin göbeği, uyuşturucu ve seks bağımlılığı ile para hırsı oluyor sadece. Ha bir de, 3 saat boyunca 3 bin kez duyduğumuz “fucking” sözcüğü. Yan yana gördüğüm her iki sözcüğün arasına bir “kahrolası” ekleyesim geliyor filmden çıktığımdan beri. (Ve farkındayım, çok kafayı taktım bu üç saat meselesine.)

DiCaprio bu sene Oscar’ı alır mı? Alır gibi geliyor bana. Hak etmediğini düşündüğümden değil, bütün kariyeriyle hak ediyor o ödülü, ama bu filmle alırsa gerçekten üzülürüm. Bir dahaki sefere alsın mümkünse...

18 Şubat 2014 Salı

Ne Diyosuun! 1


17 Şubat 2014

Cidden ne diyo bunlar?


Kendi adıma,  İlker Aksum’u özlemiştim; çünkü Canım Ailem’den sonraki dizilerini  izlemedim. Ne Diyosuun?’un tanıtımları da umutlandırmıştı beni açıkçası. Fakat ilk bölümü izlerken gözümü saatten alamadım, bu şey ne zaman bitecek diye.

İlker Aksum yine şahane, şaşırtıcı bir şey yok yani. Ayçin İnci de şaşırtmadı, yine hem güzel, hem de izletiyor kendini, öyle saatlerce bakabilirim ekrana o varken. Ayrıca, bir kadına bütün renkler mi yakışır? Dilara Gönder de hiç fena değildi bence.

Dizi, “Bir Ayrılık Komedisi” olarak tanımlıyor kendini. Ayrılık tamam da ben komediyi göremedim henüz. Potansiyel var ama henüz gerçekleştirememiş kendini. Zaten ayrılığı anlatmak dışında ne yaptılar, niye yaptılar, cidden 'ne diyo'lar, anlamadım ben.

Hikayenin anlatılış biçimini, zaman zaman ekranın donup karakterlerin konuşmalarını  ve sahne geçişlerini sevdim; bunları daha fazla görmek isterim. Ama böyle devam ederse, takip ettiğim değil, rastladığımda izlediğim bir dizi olur. Tabii, devam ederse...

* * *

Buraya yazmadan önce bir arkadaşımla paylaştım diziye dair ilk izlenimlerimi. O sırada fark ettim ki ben, How I Met Your Mother’ın ilk birkaç bölümünü izlediğim zaman da buna benzer şeyler söylemiştim, 2013 Mayıs’ında. 8 sezonu 8 ayda izledim sonra.

* * *

Bir de, niye iki tane u var acaba dizinin isminde?

14 Şubat 2014 Cuma

"Hâlâ Koynumda Resmin"



Sımsıcaktı sözlerin, hiç bitmesin isterdim; hiç sönmeyen gözlerin gibi kalsın hep yanı başımda. Ama zaman durmuyor biz öyle isteyince. Şimdi sen uzaktasın, gözlerin uzakta. Sözlerin belki hep aklımda ama söyleyişin uzaklarda.

Gecenin bir yarısı, izlemek istediğim bir filmi hatırlıyorum. Yüzlerce CD arasında aramaya başlıyorum, filmi değil, eski fotoğrafları buluyorum. Bizim fotoğraflarımızı. Arkadaşlıklarımızı, anılarımızı, kahkahalarımızı, bütün o güzelliklerin arasında yine de fark edilen hüznümü, sana özlemimi buluyorum... Ve bir fotoğraf: bir kolunla sarmışsın beni, öteki elinde kaybolmuş elim; sen eminsin kendinden, ben tedirgin bakıyorum. Muhtemelen o anda bile emin değilim bunların bir rüya olmadığından.

Şiir hep vururdu, şarkısı tuz basardı yarama. Şimdi bir kadın sesiyle çağlıyor ya, artık daha bir derinime işleyip uzanıyor sana.

Yalan da değil, hâlâ koynumda resmin, seninle uyuyorum.


FS/ 23.05.2013

4 Şubat 2014 Salı

“Utanmasam Hâlâ Beklerim”

Yine geldi bana “aaaa bu şarkı tam da beni anlatıyor” günleri…

Son bir ayda albümü 10 kez falan döndürmüşüm, her seferinde biraz daha beğenerek, Her Aşk Bir Gün Biter’i ise 120’den fazla kez. Last.fm’in sayabildikleri tabii bunlar. Evde, mp3 çalarda, radyoda dinlediklerim sayılamıyor. Oğuzhan Koç’un şarkı sözlerinde çıktığı en yüksek nokta, bence bu. Beni ilk ve hâlâ en çok vuran yeri ise başlıktaki cümlesi…

* * *


“Bir güne daha böyle başlamak
Pencereden bakıp hep boşlamak
Donar ellerim, susar dillerim”

Sıradanlaştı işte her gün, aklımda bir şeyler var ama değmez dile dökmeye. Daha öncekilere benzer şeyleri söyler dururum; şiirler şarkılar hep aynı.
“Utanmasam hâlâ beklerim”

Beklerim. Yine de beklerim. Olmayacağını, gelmeyeceğini, gelsen bile yürüyemeyeceğimizi bile bile beklerim. Başkalarını çoktan boş verdim, kendimden utanmasam beklerim. Ama hâlâ kendimden söz edebiliyorum, beklememeyi becerebiliyorum zaman zaman.

“Beni burada öpmüştün, yağmurlarda yürümüştük
Bana burada küsmüştün, Ağustos’ta üşümüştüm”

Anılarımızı saklayan, anılarımızla güzelleşen yerler var; sen varsın diye yine de güzelleşen, üşüsem bile neyse ki var olduğum, yine de senle olduğum yerler var. Bir zamanlar senin yanında bulunmuş olmanın güzelliği var bugünde hâlâ.

“Ben de bu yolları gide gele göreceğim, yok ki bir bildiğim”

Çokça konuşuyorum belki, ama bir şey bildiğimden değil, konu sen olunca, seni sevmek olunca susmayı beceremediğimden. Aslında senle ya da başkasıyla, her yaşadığım bir başka ve her birini yaşarken görüyorum. Gide gele, ine çıka, düşe kalka öğreniyorum.

“Serdeki acıları çekmek için yine bir zalimi seveceğim”

Acılarıma sebep zalimler yok hayatta, karşısına her çıkanı zalimleştiren bir aklım var benim. Yaralarım var, karşıma kim çıkarsa onda cisimleştirdiğim…

“Bir şey öğrendiysem eğer, karşılığı yokmuş meğer”

Hayalimdeki aşkın bir karşılığı yok dünyada, olmayacak, olmasına imkân yok. Çünkü her şey benim içimde, gerçeklik sandığım, benim içimde yaşadığım şey sadece. Bunca zaman tek öğrenebildiğim bu.

“Her aşk gibi bu da bir gün biter!”

Aşk dediğim yalnız benim içimdeyse, başladığı yerde bitebilir o da. Bugün değil belki, ama ‘bir gün’…


1 Şubat 2014 Cumartesi

Keremcem'in Unuttuğu Dizi



Yakında Fox TV’de başlayacak ‘O Hayat Benim’ dizisinin başrol oyuncuları Keremcem ve Ezgi Asaroğlu, bir gazeteye röportaj vermişler dizi ile ilgili. Buradan okuyabilirsiniz.

Diziyle ilgili düşünce ve beklentilerimi ilk bölümün yayınlanmasının ardından yazarım nasılsa, şimdi dikkatimi çeken bir şeyi paylaşmak istiyorum yalnızca.

Röportajda Keremcem, “Hiç aklımda yokken başlayan bir maceraydı oyunculuk. Şimdi beşinci albümümü çıkardığım sırada beşinci dizimi çekiyorum,” demiş. Albümleri sayıyorum, düetleri, teklileri bir yana bırakınca beş tane: Eylül, Aşk Bitti, Dokun, Hayata, Keremcem. Sonra dizileri sayıyorum: Aşk Oyunu (Yasemin Ergene ile), İki Yabancı (Hatice Şendil ile), Elif (Yasemin Allen ile), Tövbeler Tövbesi (Fulya Zenginer, Tuba Ünsal ve Cemal Toktaş ile), Merhaba Hayat (Vahide Gördüm, Yetkin Dikinciler ve Melike Güner ile) ve şimdi de O Hayat Benim – yani altı tane!

Merak ettiğim, Keremcem’in hangi diziyi unuttuğu ya da unutmak istediği...

Bir Yusuf Masalı 1-2-3


19-26 Ocak 2014
-TRT, her nedense, ilk iki bölümü aynı gün yayınladı.-

Bir Yusuf Resitali, Bir Sevda Şöleni...

Ne başucumdan ne de yüreğimden eksik ettiğim bir kitabın*adını veriyorlar bir diziye, ki bu bile yeterlidir izlemeye niyet etmeme, ayrıca bunun bir uyarlama ya da esinlenme olamayacağını da bildiğimden içim rahat... Tanıtımlarda İnan Ulaş Torun’u görüyorum üstelik, bir Yusuf olmaya o kadar uygun ki, değmeyin keyfime. Nur Erkul’u (Maria Züleyha) biraz donuk buluyorum henüz izlemeden, ama bu zaten Yusuf’un masalı, Yusuf’un sevdası, diyorum, ne olsa bozamaz büyüyü. Bir de iyi oynarsa, onca sevda masalı arasında kadının da sevdalı olduğu belki de tek yer olan bu hikaye uçmaz mı o zaman?

Dizi başlıyor, izlemekten keyif aldığım kimler kimler var daha: Burak Satıbol (Behzat), Tarık Ünlüoğlu (Cevdet Paşa), Emin Gürsoy (Terzi Yakup Usta), Tuba Erdem, Ömür Arpacı (Babür), Mehmet Usta (Aşçı İkram)... Şahane Trakya aksanıyla İnan Ulaş Torun’un bir önceki dizisi 6 Mantı’nın sevimli yüzlerinden Caner Kadayıfçı (Şerbetçi Danyal) var; yine 6 Mantı’dan Benian Dönmez var dadı kalfa rolünde, benim ilk kez Hayat Devam Ediyor’da gördüğüm Rozet Hubeş var, bu kez aksansız bir İstanbullu olarak. İlk kez bu dizide görüp duruşunu ve oynadığı karakteri epeyce beğendiğim İsmail Hakkı var Mangal Hasan rolünde.

Terzi Yakup’un oğlu Yusuf, babasının –nedendir bilinmez- kavgalı olduğu Cevdet Paşa’nın yeğeni Züleyha’ya vurulur. Onun peşinde savrulmaktayken bir gün Aşçı olur Paşa’nın konağına, ertesi gün casus zannedilip atılır zindana... Yine Hakan Haksun ve yine Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmadan anlatılacak kadim bir hikâye ve yine bir korku bende, Beni Böyle Sev’de olduğu gibi, bu masal da entrikalara kurban olursa diye. Üstelik saray da var burada, Paşa da var; şehzadeler, cariyeler yok belki ama koltuk sevdası var, iktidar hırsı var... Korkuyorum!

Masal zamansız olur diye mi acaba, dizinin hangi yıllarda geçtiği belirtilmemiş. Benim atmosferden anladığım, 20 yüzyıl başlarıydı ama TRT Web sitesi 18. yüzyıl diyor. Yine de henüz zamanını belli edecek bir ipucu göstermediler dizide. Tarihsel hataları görmek mümkün. Mesela Yusuf’un üzerindeki siyah monta dikkat ederseniz, 21. yüzyıl modasının izlerine rastlayabilirsiniz...

Bundan daha büyük bir hataya da Şerbetçi Danyal’in bir cümlesinde rastladık. 1. Bölümde, kendisine “Ben Cevdet Paşa’nın yeğeniyim,” diyen Maria’ya “Ben de Vekâlet-i Umumiye Nazırıyım” dedi. Osmanlı’da günümüzdeki bakanlıklara muadil devlet yapılanması 19. yüzyılda düzenlenmişti, ondan önce bakanlıklar yoktu ve dolayısıyla, 18. yüzyılda yaşamakta olan insanların gündelik dilde bakanlıklardan söz etmesi olası değildi. Değil ki ne idüğü belirsiz “Vekâlet-i Umumiye Nazırı”ndan söz edilebilsin. Aynı anlama gelen ve biri Osmanlı’da, biri de erken cumhuriyet döneminde yaygın olarak kullanılan “nezaret” ve “vekâlet”, sözcüklerinin neden bir arada kullanıldığını ve bu garipliğin nasıl olup da herkesin dikkatinden kaçtığını ise artık sormuyorum. Zira daha beteri var:  bir “Nezaret-i Umumiye” herhangi bir zaman ya da mekanda mevcut olmamıştır. O ne ki zaten öyle? Neyin genel bakanlığı?

Ayrıca, Macaristan’dan gelen Maria Züleyha’nın az biraz aksanı olsaydı keşke.

Dizi, dramadan çok komediye yakın durmayı tercih etmiş gördüğüm kadarıyla. Bunu da bütün unsurları karikatürleştirerek yapmaya çalışmışlar. Behzat karakteri, tipik bir “iktidar sahibi eniştesine sırtını yaslamış işe yaramaz dayı” olmuş, Fransa’da eğitim alan aşçı İkram Efendinin Mengen aksanlı olması yetmemiş, bir de sakar, eli ağır, basiretsiz olmuş bir de. Üzerinde bu kadar oynanmasına gerek yoktu bence, zira Yusuf’la aralarında çok ciddi bir fark var zaten: İkram Efendi bilerekyapıyor yemekleri, Yusuf hissederek.

Erken konuşmak istemiyorum ama, çok sevdiğim oyuncuları barındırması ve bir sevda masalı anlatması nedeniyle bu sezon ekranda görmeyi istediğim hikâye bu olabilir. Ama yine de korkuyorum entrikalara bulaşmak ile komediye esir olmak arasında salınmasından ya da bunlardan birine saplanmasından...

----

*İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, Şûle Yayınları