17 Haziran 2016 Cuma

Tek başına bir Ömer…



İşte en sevmediğim yere geldik: Dede ile görüşme meselesi. Buraya geleceğimizi baştan beri biliyordum, evet, ama gelmeyi hiç istemedim yine de. Hikâyemizin başlangıcını da Hulusi Bey'e borçluyuz belki, ama yine de bu anlara tanık olmayı hiç istemedim.

Ben sanırım ilk kez bu kadar iyi anlıyorum Ömer'i, ilk kez onun penceresinden bakabiliyorum olan bitene. Üstelik sadece anlamıyorum, biliyorum da nasıl bir cenderenin içinde olduğunu. Biliyorum, çünkü ben de yaşadım benzeri sıkıntıları ve türlü kumpaslarla benim de karşıma çıktı ve çıkmaya da devam ediyor "iyi niyet elçileri"…O yüzden birinci ağızdan paylaşmak istiyorum öfkemi, belki Ömer’i anlamanıza yardımcı olabilirim.

"Herkes ne çok konuşuyor!" Bu cümle benim sloganım gibidir, sık sık söyler, bu şekilde isyan ederim. Herkesin her konuda bir fikri var, olsun zaten, bize ne, değil mi? Ama "bize ne" deyip geçemiyoruz, çünkü herkese fazla geliyor o fikirler, illâ başkalarına da verecekler!

Ömer dedesiyle barışsınmış. Neden? Var mı mantıklı bir gerekçesi? Hayır. Ömer bunu istiyor mu? Hayır. Dedesi bunun için makul bir adım atmış mı? Hayır. O zaman?

Zaten bu "barışma" lafına da itirazım var benim. Sude yanına geldiğinde "Sen niye geldin buraya, bana sinir olmuyor muydun?" dediği türden basit bir küslük değil bu, bir adamın kendi hayatı hakkında verdiği bir karar, bir ilişki kesme, görüşmeme durumu. Yani bir savaş ya da mücadele değil ki sonunda barış olsun.

Adamın hakkıymış torununun mutlu gününe tanık olmak. Torununun en mutlu gününe destursuzca dalıp özel gününü zehir etmek de buna dâhil mi peki?

Ömer aklı başında, vicdanlı, sağduyulu bir adam. Bunda hemfikiriz, değil mi? Peki o zaman, kendi hayatıyla ilgili almış olduğu son derece kişisel bir karar için bu kadar tantana neden? Ömer başkalarına, misal amcasına gidip "Bundan sonra dedemle görüşmeyin" demiş mi? "Ben haklıyım o haksız, ben iyiyim o kötü" demiş mi? Adamın arkasından iş mi çevirmiş, yoluna taş mı koymuş, onun adına kararlar mı almış? Kocaman bir HAYIR! Dolayısıyla dededen başkasını ilgilendiren bir durum yok ortada. O zaman Ömer dedesiyle görüşsün diye bu seferberlik niye?

Ömer'in dedesiyle görüşmeme kararında haklı olup olmadığı hem dededen başka kimseyi ilgilendirmez, hem de bu aşamada konu bu değil. Haklı veya haksız, Ömer bir karar vermiş. Geri kalan herkese buna saygı duymak düşer. Hiç kimse kimseyi biriyle (ya da kendisiyle) görüşmeye zorlayamaz. Akraba olmak tek başına yeterli bir gerekçe değildir. "Çünkü aile bağları kandaşlıkla değil, sevgiyle örülür."* Arada kan bağı var diye hiç kimseyi sevmek, hoş görmek, affetmek zorunda değiliz.

Bunu konuşmak isteyebilirsiniz, bu kararın doğru olmadığını düşünebilirsiniz, bunun yeniden düşünülmesi gerektiğine inanıyor olabilirsiniz; o kişiye belli bir yakınlıktaysanız uygun bir dille fikrinizi dile getirebilirsiniz de belki, ama kimseyi bütün bunlar için zorlayamazsınız, ona emrivaki yapamazsınız, dayatmalarla sonuç almayı bekleyemezsiniz. Ve bütün bunları bilip de susuyorsanız, siz de bütün bu dayatmalara ortaksınız demektir. Ömer tümüyle haksız olsaydı ve hatta dedesine karşı suçlu olan Ömer olsaydı bile (belki de öyledir ama hiç sanmıyorum), kim onu dedesiyle görüşmeye mecbur bırakabilirdi? Hangi hakla?

Sıfatları ne olursa olsun bazı insanlar sadece gelip geçerler hayatımızdan, iyi ya da kötü izler bırakarak. Bazılarını da biz çıkarırız hayatımızdan ve o hikâye orada biter. Eğer yeniden başlayacaksa bu bizim irademizle olmalıdır.

En azından Ömer içeride dedesini görüp Defne'yi dışarı çağırdığı zaman mantıklı bir şeyler söylemesini istedim Defne'nin. Ama "Gerçekten mi?" diye soran Ömer'in aldığı yanıt: "Biliyordum ama engelleyemedim. Elimden bir şey gelmedi, üzgünüm." Bu sahneyi izlerken aynen şöyle yazmıştım diziyi konuştuğumuz arkadaş grubuma: "Basiretsiz insan kadar sevmediğim bir şey yok." Baştan beri Defne'yi anlayamamamın, hatta sevemememin sebebi de bu zaten: Defne'nin oradan oraya savrulup durması, düşünüp taşınıp kendi kararlarını verememesi. Bölüm sonunda Ömer de aynı yere vardı işte.

Yalnızca Ömer'e "Belki de inadının kırılması gerektiğini düşündüm birazcık, olamaz mı? Yıllar geçmiş, adam deli gibi pişman." dediği yerde kendisine ait bir cümle kurduğunu hissettim Defne'nin. Dedenin "deli gibi" pişman olduğu sonucuna nereden vardı bilemiyorum ama kendi annesinin de pişman olup gelmesini istediği için Ömer'in bu tavrına, tepkisine anlam veremediğini düşündüm. Ama "belki hep yanındaydı, senin haberin yoktu" dediği yerde yeniden koptu ipler bende. Dedenin Sadri Usta'yı Ömer'in karşısına çıkarması da hayatına müdahale etmenin başka bir biçimi, yani tam da Ömer'in öfkesinin doğduğu yer. Özrü kabahatinden büyük gibi bir şey yani.

Affetmeyi öğrenmek, o andan itibaren her şeyi ama her şeyi affedeceğimiz anlamına gelmez. Kaldı ki şimdiye kadar Sinan'ı, Yasemin'i, Sude'yi defalarca affetmiş bir Ömer'den bahsediyoruz. Belli ki dedesinin açtığı, zamanla, kendi kendine kapanacak türden bir yara değil. Ömer'i iyileştirmek ve bu ayrılığa bir son vermek için somut bir adım attığını da görmedik Hulusi Bey'in. Dolayısıyla konunun affetmekle bir ilgisi yok, en azından şimdilik.

Bu olayın, kiralık aşk oyunuyla aynı kefeye konulmasına da itirazım var. Ömer'in bugün verdiği tepkinin oyunu öğrendiğinde vereceği tepkiyi öncelemesi gerekmiyor. Çünkü Defne açısından her şey bir oyunla başlamış olsa da, Ömer de Defne'yi sevdi, onu hayatına alma kararını bizzat kendisi verdi, oyun değil. Oysa burada doğrudan Ömer'in hayatına, kararlarına müdahale edilmesi söz konusu.

Ömer'i dedesiyle görüştürmek isteyenlerin iyi niyetinden kuşkumuz yok, ama iyi niyetli olmak hiçbirimize, başka birinin hayatına, tercihlerine müdahale etme hakkı vermiyor. Hele böyle bir günde kimsenin Ömer'e bunu dayatma hakkı yok, Defne'nin bile. Kendimi Ömer'in yerine koyduğum zaman, o yüzükler hiç takılmazdı diyorum. Ben Ömer kadar soğukkanlı ve sabırlı biri değilimdir. Bu emrivakiyi kabul etmediğimi söyleyip çekip gidebilirdim. Ömer o anda kendisini değil, onu düşünmeyen Defne'yi düşündü ve kaldı orada. Ha, belki de beş karış suratla oturmak yerine gitmesi daha iyi olurdu, ama belki de, benim günüm zehir olduysa herkesinki zehrolsun diye düşünmüştür. (Abarttım, farkındayım.)

Defne şimdiye kadar Ömer'den pek çok şey sakladı, oyunlar oynadı ve hepsi için "Defne'nin bir bildiği vardır" diye düşünmesini istedi Ömer'den. Ama Ömer'in kırmızı çizgilerini, hassasiyetlerini bilen Defne, "Ömer'in bir bildiği vardır" diyemedi. 48. bölüm sonu-49. bölüm başındaki sahnede, Neriman'ın Ömer'i dedesiyle kahvaltıda buluşturma kumpasına engel olmaya karar verdiği zaman gerçeği söyleseydi Ömer'e, böyle olmayacaktı belki de. Oysa bir oyunu bozmak için bir başka oyun oynadı Defne. "Yengen seni dedenle bir araya getirmeye çalışıyor, beni de alet ediyor" demek bu kadar zor olmasa gerek. Neriman'ın "Ömer'e her şeyi anlatırım" şantajının işe yaramasını ise asla kabullenemiyorum. Etrafındaki herkes bu sırrı bilirken, bir kısmı serseri mayın misali ortalıktayken ve hatta oyun kurucunun bizzat kendisi bunu bir şantaj malzemesi haline getirmişken bu rüzgarda savrulmak niye? Eninde sonunda bir gün anlatacağın sırrı daha fazla saklamanın anlamı ne?

Yanlış anlaşılmasın, senaristi eleştirmek için yazmıyorum bunları. Aksine, Ömer'i de Defne'yi de son derece tutarlı bir biçimde kaleme alıyor olmasını alkışlıyorum. Dolayısıyla sürekli olarak bir şeylere "mecbur kalan" Defne'ye kusuyorum bütün öfkemi. Şimdiye dek fazlasıyla göz ardı edilen bu halinin üzerine gidilmesinde çokça fayda görüyorum. Kendi kararları doğrultusunda yürüyen bir Defne'nin, oyunu öğrenen Ömer karşısında güçlü durabilmesinin tek yolu bu.

Ömer küçükken de kaçar gidermiş, şimdi de kaçıp gidiyor, yani hiç büyümemiş biçiminde yorumlar gördüm. Ben aksini düşünüyorum, Ömer çocukken de dayatmalara karşıymış, şimdi de öyle. "Büyükler diye hep onların dediği mi olacak?" diyen küçük Ömer de mantıklı bir açıklama peşindeymiş, büyümüş Ömer de öyle. İso'nun, "Gençlik işte, hep bildiğini sanır gençler" lafı için dedeye verdiği ayar gibi, "Yaşını almışların düştüğü en büyük hatadır her şeyi bildiğini sanmak. Neticede hepimize tek bir ömür biçilmiş, yaşadığımız tek ömürden de her şeyi bilemeyiz, her şeyi göremeyiz, değil mi? Ama işte, demek böyle uzun uzun yaşayınca insan, çok biliyorum sanıyor."

Ayrıca neden hep Ömer eğilip bükülmek zorunda? Madem herkes kabul ediyor adamın dosdoğru olduğunu, onun gibi doğrulmak yerine onu eğmeye çalışmak niye? Bu hali bir kusursa eğer, ki bence de öyle, kendi kusurlarımızı göz ardı edip onunkine yüklenmek niye?

"Kirlenmek güzeldir" demiştim aylar önce, eğer Ömer kirlenmeyecekse mutlu son olmasın demiştim hatta. Aradan geçen zamanda Ömer bir nebze olsun kirlenmeyince -kirlenmekten kastım hata yapmak değil, elbette Ömer'in de hataları var- Defne'nin bu oyunlardan, planlardan temizlenmesini beklemeye başladım. Ama Defne gittikçe daha çok kirlendi, daha çok eğilip büküldü. Çünkü kendi hayatının iplerini tümüyle kaptırdı Defne, üstelik sadece Neriman'a da değil; biraz Ömer'e, biraz Yasemin'e, biraz Nihan'a, hatta Fikret'e ve Deniz'e… Oysa o 45 kilo haliyle kapıya dayanan tefecilerin üzerine atlayacak kadar yürekli bir Defne'miz vardı… Ömer'in değişmesini beklerken Defne'nin de güçlenmesini istemek çok mu şimdi?

"Aşk birine seni mahvetme yetkisi vermek ve bunu kullanmayacağına güvenmektir."**Aşkın en sevdiğim tanımlarından biridir bu cümle. O yetkiyi bir tek sevdiğinize verirsiniz, çünkü bir tek onun elinde güvende olduğunuzu bilirsiniz. Kullanmayacağını bile bile verirsiniz, çünkü her şeyinizle ona teslim olmadan olmaz aşk. Ona bu yetkiyi verdiğinizi de ancak o kullandığında anlarsınız, bir yandan da, aslında güvende olmadığınızı… Ömer de Defne'nin elinde güvende olmadığını anladı belki. O yetkiyi Defne'nin elinden almak için değil, güvende olmadığı hissiyle beraber o yüzük ağır geldiği için çıkarttı alyansını bence. Güven yaratamayan değil de güvenmeyen suçlu oluyor ama, her nedense…

Sonuçta, izlemeyi en çok reddettiğim konudan en sevdiğim bölümlerden biri çıktı. Ve Ömer o kadar az konuştu ki -hep olduğu gibi- ben bazı sahnelerde ekranın içinden geçip bunları bağırmak istedim Ömer'in çevresindekilere.

Tek başına bir Ömer bütün dünyaya adalet getiremez belki, ama kendi küçük çevresinde, kendi hayatını adil bir biçimde sürdürebilir. Ve size bir şey söyleyeyim mi? Tıpkı adaletsizlik gibi, adalet de bulaşıcıdır, yayılmacıdır. Ömer kendi hayatından başlar belki ama onu kuşatıp sınırlandırmaya çalışmazsanız adalet size de sirayet eder.

*Guillaume Musso, Seni Bulmaya Geldim
** Murat Menteş, Ruhi Mücerret

(Bu yazı ilk olarak 13 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Bu hayal gelip seni bulacak!

Kördüğüm 23. Bölüm Yorumu



Bir dizide herkesin sevmediği birileri olabilir ama ana karakterin bu kadar az sevildiği çok az iş vardır herhalde. Naz'ı sevmedik, sevemiyoruz. Bunda Belçim Bilgin'in donuk ve sürprizsiz oyunculuğunun da payı var biraz belki, ama esas sorun hikâye. Naz'ı sevemedik, çünkü tanımıyoruz, anlayamıyoruz. Anlatıdaki boşlukları, dizinin sonsuza yakınsayan bölüm süresini doldurmaya yetecek güçte ve esneklikte bir hikâyesi olmayan karakterin bir derinliği de yok. Dolayısıyla karşımızda bir 'karakter' yok. Herhangi bir yanını sivriltmedikleri için aslında bir 'tip' bile yok ortada. Bence artık ya Naz'ı bize sevdirmenin bir yolunu bulmalılar ya da bu karakteri hikâyeden usul usul uğurlamalılar. Şahsen ben, Naz'ın arkasından İzmir Marşı'nı çalmak için hazırda bekliyorum…

Geçen hafta yine çok zorlama bir yerde kalmıştık. Bölüm sonu olsun diye yok yere karşılaşmalar yaratılıyor, gerilim bile yaratmayan. Eylül Ali Nejat'ın evine gelmişti, kapıyı da açık bulup içeri dalmıştı, çekinerek de olsa. Ali Nejat sporunu yarım bırakıp aşağı inmişti, onların karşılaştığı anda da Naz gelmişti, "gelecek olursam ararım" diyerek çıktığı halde, aramadan. Dolayısıyla herkesin birbirinden habersiz olduğu bir karşılaşmaydı bu. Eylül "benim suçum" dedi ama kimse suçlu değil, çünkü ortada bir suç yok. Zaten bizim dizilere kalsa ilişkisi olan birinin bir başkasıyla karşılaşması, iki satır konuşması kategorik olarak suç sayılacak. Ama Kördüğüm bu alışkanlıklardan beslenmeyen bir dizi…

Bu zorlama sahneleri sevmiyorum ama bu malzemeleri hepimizin ezbere bildiği klişelere bulamadan kullanmalarını yine de seviyorum. Bu karşılaşmanın ardından gelecek alışıldık senaryoda Naz ya orada kavga çıkarırdı ya da kendini hiç göstermeden çekip gider ve bunun acısını Ali Nejat'tan ağır ağır çıkarırdı. Muhtemelen Eylül de "yanlış anladınız, aramızda bir şey yok" gibi cümleler kurardı, aslında tam tersini ima ederek. Şükür ki bunlardan mümkün olduğunca kaçınan bir dizi izliyoruz…

Naz'ı görür görmez, oraya gelişinin Ali Nejat'ın bilgisi dâhilinde olmadığını söyleyerek özür diledi Eylül ve kendini tanıttı. Naz bu esnada Eylül'ün boynundaki kolyeyi gördü, tanıdı ve konuşmaları için onları yalnız bırakması gerektiğini düşünerek çıktı evden. Bu karşılaşmanın yarattığı ufak gerilimden rahatsız olan Eylül de çıkıp gitti ardından. Yani yine bölüm sonunda olabileceği ima edilen şey olmadı. Fakat daha kötüsü, başka bir şey de olmadı. Bir anda gelen insanlar bir anda gittiler… Peki ama biz bu sahneyi niye izledik?

Eylül, Ali Nejat'a Barış'ın ölümüne sebep olanın bir kaza değil suikast olduğunu anlatmak istiyordu, fakat anlatamadı. (Dizide sıkça "kaza değil cinayet" deniyor ama, 'cinayet' yerine 'suikast' sözcüğünün kullanılması daha uygun olur.) Enver ise her şeyi açığa çıkarıp sorumluları bulmadan Ali Nejat'ın bunu duymaması gerektiğini düşündüğü için durdurdu Eylül'ü.

Oğuz, Murat'ın kasasını patlatıp içinde ne varsa Enver'e getirerek haftalar süren hareketsizliğini telafi etmiş oldu. Enver de bu tek hamle ile Murat'ın hem kopyasını yırtıp aslını saklayarak Ali Nejat'ı tongaya düşürmeyi planladığı sözleşmeyi, hem Umut'u tehdit ettiği silahı, hem de babasının defterini ele geçirmiş oldu. Kasayı patlatma olayında Oğuz'a yardım eden kişinin Amir olduğunu gördük ve Amir'in Enver için çalıştığından da emin olduk. 19. bölüm yorumunda birkaç saniyede bunu bize ima ettiklerini söylemiştim, haklı çıktım. Hikâyeyi bu gibi ufak detaylarla renklendirmelerini gerçekten seviyorum.

Amir gibi ufak bir rol için neden isimsiz ve tecrübesiz birini değil de Kaya Akkaya gibi becerikli bir oyuncuyu seçtiklerini de böylece anlamış olduk: 19. bölümdeki o bahsettiğim bakışı ve yine bu bölümdeki sözsüz performansı herkes ortaya koyamazdı. Dar alanda böyle dolu dolu oynamak herkesin harcı değildir. Hep söylüyorum, Kördüğüm'ün en güçlü yanı, kadrosunun çok iyi olması ve oyuncuların diyaloglar olmadan da bize sahnenin duygusunu ve anlamını verebilmeleri. Dizinin en zayıf yanının diyaloglar olduğunu da söylemiştim bir yerlerde. Ama oyuncuların performansı o açığı örtebiliyor ve diyaloglardaki sorun fazla göze batmayabiliyor.

Enver defteri okudu ve Murat'ın kendisine neden düşman olduğunu anladı. Genç ve tecrübesizken Tarık Bey'in hırslarına alet olmuş ve şimdi de bunun pişmanlığını yaşıyormuş. Yüzleşme sahnesinde bunu Murat'a da söyledi. Enver, vicdanında açılan bu yarayı kapatabilmek için el vermiş Murat'a, yanına almış, destek olmuş. Murat'a göre ise bu, yaptığı kötülüğü yüzsüzce devam ettirmekten başka bir şey değil. Sanırım ilk kez bu sahnede Enver'e karşı Murat'ı haklı buldum. Vicdanını rahatlatmak için yaptığı şeylerin Murat'ta daha büyük yaralar açacağını, onun acısını büyüteceğini ve öflesini bileyeceğini görememiş, düşünememiş Enver. Bazı vicdanlar ne kadar da kolay temizleniyor! Ve bu sahneyi iki oyuncunun da gözleri dolu dolu oynaması harikaydı.

Murat'ın Enver'e ve Tarık Bey'e beslediği düşmanlığı anladım, ama bu, başkalarını bu işe karıştırmasını haklı çıkarmıyor. Enver'i vicdansızlıkla suçlarken kendisinin Feyza'ya, Umut'a, Neslihan'a, Oğuz'a yaptıklarını bu kategoride değerlendirmemesi anlaşılabilir bir şey değil. Babasına olanlar konusunda Enver'e karşı haklı olsa da bu düşüncesizlik ve bencillik onu Enver'den uzak ara daha kötü biri yapıyor.



Eylül kaza konusunu Ali Nejat'la konuşmaktan vazgeçti ama bu sefer de Ali Nejat geldi onunla konuşmaya. Ne söyleyeceğini merak ettiğini söyledi ama biz biliyoruz ki Eylül'le konuşabilmekti esas isteği. Ve biz de şahane birkaç dakika izlemiş olduk.

Eylül-Ali Nejat sahneleri, Ali Nejat-Naz ilişkisinin nasıl da durağan olduğunu bize göstermek için çekiliyor sanki (Ayyy! İnşallah öyledir! ^^), öyle kendiliğinden akıyor ki sohbet (ve sahne), uzun uzun konuşsalar keşke diye geçiriyorum içimden, her karşılaşmalarında. Üstelik birbirleriyle çekinerek konuşuyorlar yanlış anlamalardan kaçınmak için, ama yine de özel şeyler konuşabiliyorlar. Eylül'ün boynundaki kolyeyi sorabiliyor örneğin Ali Nejat ve kendisi de "takmıyorum ama saklıyorum" derken utanıp başını önüne eğebiliyor. Eylül'ün "umarım çok mutlu olursunuz" derken içinden geçenleri saklama gayreti, Ali Nejat'ın bu cümleye manidar bir sessizlikle yanıt verişi, Eylül'ün "bu ikimizin hayaliydi" derken gözlerini kaçırıp sesini alçaltması hep beni heyecanlandıran ve başka bir yola girmekte olduğumuzu kulağıma fısıldayan ayrıntılar.

Araba projesi Ali Nejat için bitti ama buna Eylül inanamadı, bizim gibi. Ali Nejat'ın "Öyle olması gerekiyordu" cümlesinin aslında ne anlama geldiğini de şıp diye anladı Eylül ve hepimizin içinden geçen cümleyi kurdu yüksek sesle: "Seni birazcık tanıyorsam bu hayal gelip seni bulacak!" Ali Nejat'ın buna yanıtı, sıkça birbirine karıştırılan iki kavram arasındaki farkı, seçenekler arasından birini işaretlemekle bir tercih yapmak arasındaki ayrımı net bir biçimde ortaya koyuyordu. Naz'ın "ya projen ya da ben" tepkisi Ali Nejat'ı iki seçenek arasında sıkıştırmıştı ve Ali Nejat da bu baskıyı kabul etmişti, yani aslında seçim falan yapmamıştı. Oysa projesi, onun yıllardır kurduğu, üzerinde uzun uzun çalıştığı hayaliydi ve buna devam etmesinin bu şekilde engellenmesi, Ali Nejat'ın bir seçim yapması değil, onun adına Naz'ın karar vermesi demekti. Eylül bunu doğru bir yerden görebilseydi, "Yani bu hayalden vazgeçecek kadar çok seviyorsun onu" cümlesi yerine, "Yani onunla olmak için hayallerinden vazgeçmeni mi istedi?" gibi bir soru sorabilirdi. Ama benimki biraz art niyetli ve manipülatif bir cümle ve Eylül'ün profiline de hiç uygun değil. Hem de bunun başka biri tarafından dile getirilmesi değil, Ali Nejat tarafından fark edilmesi daha sağlıklı sonuçlar verir.

Eylül Berlin'e geri dönmeye karar verdi. Ayrılırken veda etmek istedi Ali Nejat'a, elini uzattı tokalaşmak için. Bu kez Ali Nejat yaptı hepimizin içinden geçeni, başından tutup kendine çekti ve sarıldı uzun uzun, kana kana. Gözlerini kapatıp saçlarını koklamasıyla da zenginleşen öyle içten, tutkulu ve özlem dolu bir sarılmaydı ki, başka sahneler izlemesek bile sadece o an yeterdi Ali Nejat'ın Naz'la değil Eylül'le birlikte olmasını istememiz için.

Genco'ya olan öfkesi Gökçe'yi Emre'nin karşısında savunmasız bıraktı. Yine 19. bölüm yorumumda Emre'nin hayatımızdan çıkması için "İllâ ki Umut'tan ya da Genco'dan -ya da ikisinden birden- bir temiz dayak yemesi mi gerekiyor?" diye sormuştum, sanırım bu hafta bana "evet" dediler. Gerçi hikâye bu kadar sündürüldükten sonra Emre'nin dersini alıp birdenbire yok olmasını beklemek saflık olur. Bir süre sonra, iyice bilenmiş halde geri dönecektir diye düşünüyorum. Umarım beni yanıltırlar.

Gökçe'nin perişan halde eve ulaşıp kapıda Genco ile karşılaştığında verdiği tepkiye dikkat edin. Şiddete uğramış bir insan bir anda işte bu kadar çaresiz ve savunmasız hale gelebiliyor. Şiddet sahnelerini abartmamalarını, bunu bize sadece hissettirmelerini ve o çaresizliği yaşatmalarını sevdim. Ama artık bu konuyu gerçek bir çözüme kavuşturmaları gerekir. Yani Genco'nun şiddet uygulaması ya da Umut'un tehdidi ile değil, hukuk yoluyla Emre'den kurtulmalıyız artık. Gökçe "kimse duymasın" dememeli mesela, Genco çok haklı, herkes duysun, herkes bilsin, şiddete sessiz kalınmasın artık. Şiddete uğrayan kadın bundan utanmasın. Yanında pek çok destekçisi olan Gökçe konuşabilsin ki destekçisi olmayanlar da cesaret bulabilsin ve Gökçe gibilerle dayanışabilsin.

Gökçe kapıda Genco'yu Emre sanıp aşırı tepki verince zaten ruhen bitmiş olan Genco, özür ardına özür diledi Gökçe'den. Özrüne lafım yok ama, "çok pişmanım" demesine takıldım. Pişman olma Genco, sen pişman olunacak bir şey yapmadın. Sen âşık oldun, aşktan pişman olunmaz. Emre'nin psikopata bağlamasının iyi tarafı da Gökçe'nin Genco'ya yaklaşması oldu. Böyle olmasa iyiydi ama, oldu artık. Bu dengeyi yeniden ve saçma sapan bir sebeple bozmazlar umarım.



Ve Tarık Bey… Ali Nejat'ın hisselerini Enver'e kaptıran Tarık Bey karşı atağa geçti ve mükemmel de bir planı var! Neden hisseler karşılığında kızını teklif etmesin ki Enver'e? Vay be! Şeytanın aklına gelmez!

Enver'in karşısına oturup da "Sana karşı koyamayacağın, çok arzuladığın bir teklifte bulunmak istiyorum" dediği anda belliydi o cümlede Feyza'nın adının geçeceği. Aaa! Yoksa şaşırdınız mı? Hisselerinin kontrolünü ele almak için kendi kızını akıl hastanesine kapatan Tarık Bey bu karşımızdaki. Gözden düşen damat adayına karşılık eski damadına bir şans vermiş, çok mu? Tek hamleyle hem hisseleri kaptıran Murat'tan kurtulacak hem de hisseleri geri alacak. Kusursuz bir plan!

Enver çok kızdı -kızmakta da yerden göğe kadar haklıydı- ama Zeynep iyi ki kaydetmişti o konuşmayı da Feyza babasının gerçek yüzünü görebildi. Zaten artık bu kadar saf ve pasif bir Feyza izlemekten sıkılmıştık. Artık savaş meydanında korkmadan yürüyen bir Feyza izlemek istiyoruz. Kardeşi, eski eşi, nişanlısı, babası… Hayatındaki tüm erkeklerin dâhil olduğu bu savaşta Feyza da yerini almalı, kendi hayatının iplerini de ele almalı artık.

Ve biliyoruz ki Ali Nejat da Enver de onu asla yalnız bırakmayacaklar bu kurtlar sofrasında. Haftalardır direndikten sonra gözyaşları içinde Enver'e sarılması da Feyza'nın hem yalnız olmayacağının, hem de mücadeleye katılacağının işaretiydi bence.

Son sahnede Tarık Bey kalp krizi geçirdi, ilaçlarını eline aldı fakat içemeyecek kadar kötüleşti ve yere yığıldı. Feyza evde değil, Ayşegül İbo ile birlikte dışarıda, Müşfik Bey Kaan'la bahçedeydi son gördüğümüzde… Bir tek Gülümser'in nerede olduğunu bilmiyoruz. Demem o ki, Tarık Bey'in ölmesi için her şey hazır! Öldürün demiyorum ama ortam pek müsait, ne yalan söyleyeyim… Tarık Bey'in o bütün dünyaya tiksinerek bakan halini özlerim, ama ölürse, yaptıklarının cezasını çekmeden, bedelini ödemeden öldüğü için üzülürüm sadece…

(Bu yazı ilk olarak 9 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

10 Haziran 2016 Cuma

Yarım kalan ne varsa toparlamak için geldim...

Kördüğüm 22. Bölüm Yorumu

Enver, başlıktaki gibi özetledi dönüş sebebini Ali Nejat'a. Ben de teması yarım kalmalar olan bir yazı hazırlamaktaydım Kördüğüm hakkında. Geçen haftaki yazımı yazamadım sağlık problemleri yüzünden... Küçük bir kaza sonucu zorlu, yorucu, acılı günler geçirdim ve geçirmekteyim hâlâ. Ağrılarım geçmeyince, Kördüğüm'ü izlemek de bana acılarımı unutturamayınca oturup yazmak da mümkün olmadı, kusuruma bakmayın lütfen. Şimdi yazıyorum, acım azaldığından değil de, izlerken unutamadığımı yazarken unutabilirim umuduyla…

Aradan geçen zamanda dizinin gidişatı hakkında uzun uzun düşünme fırsatım oldu. Vardığım nokta: Adı Kördüğüm, ama kendisi darmadağın, paramparça bir hikâye… Bu yüzden son haftalarda çok zorlanıyordum yazarken. 18. bölüm haricindeki tüm yazılarım eksikti biraz. Çünkü içimde oluşmaya başlayan boşluğu açıklayamıyordum yazarken. Ben istemeden beni içine alabildiği, ağlayıp içimi dökmeme vesile olabildiği için takip etme kararı almıştım diziyi. Oysa şimdi, ben hayata birkaç saat mola vermek istemişken, buna hazır biçimde oturmuşken ekran karşısına, yabancı bir hikâye gibi akıp geçiyordu ekranımdan.

‘Bundan sonra yazmasam mı’ diye de düşündüm bir süre. Tez yazmakta olan bir insan olarak, yazmak içimden gelmese de yazının başına oturmak zorunda olmanın nasıl bir işkence olduğunu iyi bilirim. İşkenceye dönüşmesindense dostça ayıralım yollarımızı diye düşündüğüm de oldu. Ama aklıma cümleler üşüşmeye devam etti Kördüğüm’e dair, yazmadan kurtulamadığım. Zaten yazmak, benim için tam da böyle bir şeydir, ben yazmaya oturmasam da yazı bana kendini dayatır, yemeğimden, uykumdan eder, geç de olsa yazdırır kendini.

Sonuçta o, izlediğim sürede beni dünyadan koparamadı ama ben de onu kendi dünyamdan çıkarmayı başaramadım, yani hâlâ buradayım. Ama madem içimi dökmeye başladım, buradan devam edeyim biraz...

Allah'ım n'apıcam ben bu kadınla bir ömür boyu?!!

Genel olarak, dizinin sadece Ali Nejat ve Naz etrafında dönmüyor oluşundan son derece mutluyum. Çünkü öncelikle Naz karakterini hiç sevmiyorum. Karakter bence iyi yazılamıyor, sürekli kaçan, ne istediği ve ne yapacağı kestirilemeyen, sallantıda biri. Bir bölümde gerekçesiz olarak reddettiği bir şeyi sonraki bölümde yine gerekçesiz olarak ve büyük bir mutlulukla kabul edebiliyor. Bkz. Evlilik teklifi. Niye reddettiği belli değil; iki kez reddettiği teklifi üçüncüde neye dayanarak kabul ettiği de belli değil. 

Yurtdışına yerleşme meselesi de ona keza. Ali Nejat bu fikri ortaya attı, Naz sıcak baktı, bu kadar. Sanki bunu uzun uzun konuşmuşlar, düşünüp tartmışlar ve bir karara varmışlar gibi bir de herkese ilan edip bundan türlü türlü drama çıkardılar. Madem konuşup anlaştınız, neden gideceğiniz yerin bir adı yok mesela? Neden bir şehir ve hatta ülke adı bile telaffuz edemiyorsunuz? Edemezsiniz, çünkü konuşmadınız bile.

Buna paralel olarak Ali Nejat'ın Naz'la ilişkisinin de altı bomboş. İş konusunda son derece makul ve sağduyulu olan Ali Nejat'ın söz konusu Naz olunca neden bu kadar tutarsızlaştığını ben anlayamıyorum. Bunu aşk ile açıklayamıyorum, çünkü cevabın aşk olabilmesi için bir derinlik gerekir ama Ali Nejat-Naz ilişkisinde bu derinlik yok. Hatta bana sorarsanız ortada bir ilişki bile yok. Hiçbir şey konuşmayan, birlikte vakit geçiremeyen, el ele bile tutuşmayan bir çift izletiliyor bize. Çift olarak yaptıkları ilk hareket de evlenmek olacak böyle giderse…

Bu 'ilişki' bu kadar temelsizken pek çok şey gibi Eylül'ün gelişi de büyük bir sarsıntı yaratabilir. Murat Eylül'den bahsederken Naz'ın suratının nasıl renkten renge girdiğini gördük, çünkü Eylül'ün adını bile duymamıştı o güne dek. Duyamazdı, çünkü hiç konuşmuyorlar, birlikte vakit geçirmiyorlar, birbirlerini tanımıyorlar.  Şimdi Eylül’ü deli gibi kıskanıyor ama bunu kendine yediremiyor Naz. Güya sevdiği, evleneceği, hayatını birlikte geçireceği adama bir an olsun göstermiyor gerçek hislerini.

Flashbacklerde görüyoruz, Ali Nejat-Eylül ilişkisi de, Naz-Umut ilişkisi de böyle değilmiş. Demek ki aslında ikisi de böyle karakterler değiller ama nedense bunlar bize gösterilmiyor. Bu gösterilmeyen -çünkü yaşanmayan- şeyler de her bölümde yeni bir problem olarak sunuluyor bize. Oysa haftalar boyu Hasan Amca'nın çilesini göstermek yerine Ali Nejat ve Naz sahneleri çoğaltılabilir, aralarındaki diyalog derinleştirilebilirdi…

Dolayısıyla hikâyenin daha çok Feyza-Murat-Enver aksına yoğunlaşmasından, bu aksa Tarık Bey ve Eylül'ün eklenmesinin ve Ali Nejat ve Eylül'ün Enver, Neslihan, Umut ve Oğuz'un da Murat dolayımıyla bu akışa dâhil olmasından son derece memnunum. Ana karakterlerin değil de Murat ve Enver'in geçmişlerini kurcalamak, onları böyle insanlar haline getiren nedenleri merak etmek daha çok hoşuma gidiyor Ali Nejat ve Naz'ın bir araya gelip gelip bir şey yapmamalarını izlemekten. Ama bütün bu akış içinde kadınların yalnızca kadın kimlikleriyle yer almalarından da bir o kadar rahatsızım. Naz, Feyza, Neslihan ve Eylül'ün bu akış içindeki yerleri erkekler tarafından belirleniyor. İşleri, aşkları ya da planları neyi gerektiriyorsa bu kadınlara oralarda bir alan açıyorlar ve kadınlar da yalnızca oralarda var olabiliyorlar. Oysa hepsinin bir mesleği var (Feyza'nınkinin lafı hiç edilmedi ama illa ki vardır - ayrıca şirkette hissesi var ve işlerle ilgilenmeye karar vermesinin üzerinden de 7 bölümden fazla zaman geçti) fakat biz onları yalnızca erkeklerin çevrelerinde, onların hikâyelerinin ya da planlarının içinde birer figür olarak görebiliyoruz, etkin bir rolleri yok. Ölüm döşeğindeki annesinin Neslihan'ı henüz iki kere gördüğü Umut'a 'emanet' etmesi, ona 'sahip çıkmasını' istemesi de bu şikâyetlerimde haklı olduğumu gösteriyor. Kördüğüm böyle bir dizi olmamalı...

Feyza’nın Kaan’dan uzak kalmak istemeyişini anlamak zor değil. Ama bunun için seçtiği yolu onaylayacak da değilim. Gerek Ali Nejat’la gerekse Naz’la her konuşmasında bencil ve buyurgan davrandı Feyza. Aldıkları karar üzerine konuşmadan, sormadan, dinlemeden, duruma yalnızca kendi açısından bakarak hareket ediyor ve herkesin de buna anlayış göstermesini bekliyor. Dolayısıyla da beklediği karşılığı alamıyor. Oysa benim çok duymak istediğim “Lütfen beni bırakıp gitme Ali Nejat” cümlesini yıllar boyunca uzak kaldığı kardeşini özleyeceği için kurmuş olsaydı, Ali Nejat da bir durup düşünürdü belki.

Barış’ın ölümünün bir kaza olmaması fikrine sanıyorum hepimizin ihtiyacı vardı. Zira Ali Nejat bunun acısını haddinden fazla çekti. Biz görmedik ama Eylül de çekmiş fazlasıyla. Enver ve Feyza’nın hayatlarının nasıl alt üst olduğunu da biliyoruz. Bu büyük acının darmadağın ettiği insanları bir araya toplamak için hikâyenin böyle bir manevra yapması gerekliydi. Bakalım Enver bu meseleyi kurcaladıkça altından neler çıkacak…

Flashbacklerde görüyoruz, Ali Nejat ve Eylül geçmişte çok renkli, çok özel anlar yaşamışlar ve aralarında müthiş bir uyum var. Bu bölümdeki karşılaşma sahnesi de muazzamdı. Şaşkınlık, mutluluk, merak ve çekingenlik iç içe geçerek zamanın bir yerinde birbirini gerçekten tanımış ve sevmiş kalplerin birbirinden tamamen kopmasının mümkün olmadığını gösterdi bize. Üstelik onlarınki gönüllü bir ayrılık da değilmiş... Eylül'ün hâlâ o kolyeyi takıyor olması, Ali Nejat'ın boynundaki o nefret ettiğimiz zincirin de Eylüllü zamanlardan kalmış olması insanın içinde çiçekler açtıran detaylar. Bu konunun derinleşmesini dört gözle bekliyorum.

Kaan'ın uzaktan kumandalı arabasının pili bitiyor ve Naz evde pil avına çıkıyor, seçtiği yer ise Ali Nejat'ın kitaplığı! Ama neden? Neyin nerede olduğunu bilmediği bir evde neden böyle bir şey yapar insan? Ve de neden kitaplık? Düşünüyorum, aynı şey benim başıma gelse ev sahibini arayıp sorarım evde pil var mıdır, varsa nerededir diye. Ya da çıkar alırım dışarıdan, bulunmaz Hint kumaşı değil ya! Sırf Naz'ın karşısına Eylül'e dair bir şeyler çıksın diye uydurulmuş bir sahne, inandırıcılık sıfır. Üstelik de kurcalamaya kendisi başladığı halde, "başkalarının eşyalarını izinsiz karıştırmamalıyız" diye bir de ders veriyor Naz Hanım!

Murat, yakın zamana kadar sinsice yaptığı planlarını artık açık açık yapıyor ve meydan okuyor Enver'e; çırak olarak kalmamak için ustasını öldürmek zorundaymış ya... Enver'in Ali Nejat'a yolladığı avukatı ustalıkla ortadan kaldırarak boynuzun kulağı geçebileceğinin sinyallerini de vermiş oldu. İhale hamlesini ve Feyza'ya evlilik teklif ettiğini öğrendikten sonra Enver'in boş durmayacağını hesaplayabilmişti Murat. Oysa Enver, Murat'ın yapabileceklerini öngöremediği için ona karşı önemli bir kozunu kaybetti. Ben bu savaşta Enver'in tarafındayım ama bazı cepheleri Murat'ın almasına da itirazım yok. Teoman Kumbaracıbaşı Murat'ı öyle güzel yaşatıyor ki karakterden nefret etsem de onu izlemeye her durumda bayılıyorum.

Bu arada, Murat'ın restoranda Eylül, Neslihan ve Umut'un masasına gelip onların keyfini kaçırması, herkes masayı terk edince de bütün hesabın Murat'a kalması şahaneydi, söylemeden geçmeyeyim.

Terapist Neslihan'a hiç inanmamıştım, bunu defalarca da yazdım zaten. Ama Feyza'nın Murat'la evlenme kararı aldığını öğrendiğinde arkadaşı için endişelenen Neslihan'a yürekten inandım. Bozguna uğramış hallerine bayıldığım Neslihan'ın merhametli ve yardımsever hallerini göreceğimiz günler yakın. Dilerim Umut da bunun bir kıskançlık değil dostluk hamlesi olduğunu çabucak anlayıp Neslihan'ın yanında durur.

Ali Nejat'ın sattığı şirket hisselerinin Enver'in eline geçmesi ve bunu duyan Tarık Bey'in çileden çıkması beni çok mutlu etti. Sürekli asık suratlı gezen memnuniyetsiz bir karakter olan Tarık Karasu'nun birkaç adım öteye geçtiğini görmek güzeldi, Tuğrul Çetiner'in o parlama anını bize yansıtma biçimini çok sevdim. Enver savaşı başlattı artık, bu gibi sahneleri daha çok görecek ve daha çok sevineceğiz. ^^

Aşk, gülünmemesi gereken yerlerde gülmemeye çalışmak gibi biraz. Kendini tutmaya çalıştıkça daha derine düşüyor insan. Genco da âşık olmamaya çalıştıkça daha çok saplanmış Gökçe’yi sevme fikrine. Bununla nasıl mücadele ettiğini, hissettiklerini kendinden bile saklamaya çalıştığını hep birlikte gördük zaten. İtirafını da bekliyorduk. Gökçe’nin Genco’ya böyle bir tepki vermesi de sürpriz değil. Genco zaten böyle bir tepki alacağını bildiği için susmuştu bunca zaman. Ama Gökçe’nin öfkesini başka bir açıdan değerlendirebilmemiz için bir ipucu verdiler bize bu hafta. Enver’le Murat’ın konuşmasını hatırlayalım; korku ve öfkenin insan vücudunda aynı hormonel etkiyi yaptığını, bu nedenle korku ve öfkenin sıkça birbirine karıştırıldığını söylemişti Enver. İşte, Gökçe’nin öfkesini de tam buradan okuyorum ben. Hissedebileceklerinden korktuğu ve nasıl bir karşılık vereceğini bilemediği için öfkeye sığındı.

Genco çok üzüldü ama anlaşılan o ki umut var. Yoksa sevmediği, sevmeyeceğini düşündüğü birine neden böyle büyük bir tepki verir ki bir insan? Seviyorsa seviyor, ne var yani? “Ben öyle hissetmiyorum, sana o gözle bakmıyorum” deyip geçer, konu da kapanır. Ama Gökçe’nin öfkesinin altından başka şeyler çıkacak.

Bu arada, Genco’nun dilinin çözülmesini bekliyordum, bu yüzden Gökçe’ye açılmasına değil de, açılma biçimine itirazım var. Genco hangi motivasyonla sabah sabah alkole verdi kendini acaba? Önceki akşam ne güzel vakit geçirmişlerdi birlikte, sabahın köründe ne oldu da kendini meyhanede buldu bu adam?

(Bu yazı ilk olarak 2 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)