23 Ocak 2015 Cuma

Abracadabra!



Gecesinde uyumayı, dolayısıyla uyanmayı da beceremeyen, ters tarafından kalkan bir Funda. Gün boyu “günaydın” diyene surat asmış, soru sorana ters ters bakmış, dokunanı yakacak bir tavır takınmış. “Barut gibi” deyiminin cisimleşmiş hali…

Akşam olunca eve gidemiyor tabii, biraz hava almak, muhabbet etmek, “dağıtmak” istiyor. Yakın arkadaşlarla bir akşam. Muhabbet henüz başlamamış, sıkıntı sözcüklere dökülememişken sesi açık olmasına rağmen gürültü sebebiyle duyulamayan telefonun ışıltısı çarpıyor gözüne. Ekranda isminin belirmesiyle bile yalnızca o geceyi değil, sonraki günleri de ışıtan biri. Yüreği ağzında bir Funda.

En coşkulu “alo”larından biriyle sesleniyor arayan kişiye, can sıkıntısını, kaygılarını anlatıyor şakıyan bir sesle. Bir dokunana bin ah anlatmaya meyilli ruh haliyle ezberden okuyor dertlerini, kullandığı ya da kullanmadığı her sözcüğün gerçek anlamını “duyan”, sıkıntıyı da neşeyi de samimiyeti de “okuyan” birine içini döktüğünün rahatlığıyla. Ona yalnızca anlatmakla bile teselli bulabiliyor, bu ne lüks, ne şanslı bu Funda!

Bekleyen arkadaşlar nedeniyle kısa süren konuşmada birçok şehrin ismi geçiyor, öyle bir anına denk gelmişler yaşamın. Ertesi sabah posta kutusunda, içinden onlarca şehrin ve milyonlarca insanın geçtiği yazılar buluyor Funda, eşlikçi melodi önerileriyle birlikte… İşte onlardan biri, Abracadabra,  bir dokunuşuyla kasveti dağıtabilecek güçte ve değerde birinin yaptığı büyüyü afişe ediyor…

19 Ocak 2015 Pazartesi

Bize hep masal anlat Burak!


Çocukluğumda bana masal anlattılar mı, bilmiyorum. Dinleyerek öğrendiğim bir masal yok, onu biliyorum ama. Bildiğim tüm masalları okuyarak öğrendim ve okumayı öğrendiğimde diğer kitapları da keşfettiğim için fazla masal da bilmem. Gene de severim masalları, daha doğrusu masal fikrini severim, her şeyin mümkün olmasını. Her şey mümkündür ama hep aynı şeyler olur bildiğimiz masallarda, nedense.

Burak Aksak’ı da severim ben. Çünkü onun yazdığı masalı çok sevdim. Onun  yarattığı dünyayı sevdim, yazdıklarının içine kendinden bir şeyler koymaktan çekinmeyişini sevdim, böylece ben de kendime bir şeyler katabildim o masaldan; küçük bir kuşum olduğunda hiç düşünmeden ‘Mecnun’ dedim ona, yakın arkadaşlarıma ‘müdür’ diye hitap etmeye başladım, bir seslenme sözcüğü olarak ‘hop’, bir ölçü birimi olarak ‘at’, bir sevgi sözcüğü olarak ‘gerizekalı’ yerleşti dilime (insanların zeka seviyelerinin onlara dair hiçbir bilgi vermediği bir dünya bu, bunu söyleyerek kimseyi aşağılayamaz, mutsuz edemezsiniz, masal dedikleri tam da böyle bir şey değil mi), sahilde durup hiç gelmeyecek bir gemiyi beklemenin umudunu taşımayı öğrenemedim belki ama renkli bir hayatın o kadar da ulaşılmaz olmadığını öğrendim. Bütün bunlarda (ve daha fazlasında) yalnız olmadığımı da biliyorum.

Bu yüzden de onu çok iyi tanıyor gibi hissederim ne zaman adı geçse. Bana Masal Anlatma, hiç tanımadığım birinin değil de, sanki yakın arkadaşımın, kuzenimin çektiği bir film. Öyle bir heyecan duyarak saydım günleri, filmi izlediğim güne sırf onu izlemek için uyandım mesela... Filme tarafsız bakmam da mümkün değil sanırım, ama söylemek istediğim çok şey var, susamam.

Bugün itibariyle üç kez izledim filmi, devamı da gelecek. Ben de tıpkı Jilet gibi, ‘seversem abartırım’ çünkü...

Öncelikle ilk uzun metraj denemesi bu Aksak’ın, bu nedenle bazı şeyler mazur görülebilirdi ama hiç gerek yok böyle bir toleransa, her şey yerli yerinde. Öyle ki, müşkülpesent bir izleyici olarak filmlerini ve kurduğu dünyaları çok beğendiğim yönetmenlerin çoğunun oyuncu seçimlerini hatalı bulan ben, bu filmde takacak kimseyi bulamadım, ‘bunun bu filmde ne işi var’ dediğim hiçkimse olmadı. Bir tek Tarık Ünlüoğlu’nu fazla teatral buldum, bu nedenle filmin gerçekçi olmayan tek kişisiydi diyebilirim Timur Arslan için. Gerçi mahalledeki herkes için karakter yazılmışken zenginlerin birer tip olarak kalması bilinçli bir tercih olabilir, ama yine de daha gerçekçi yorumlanmasını tercih ederdim Timur rolünün.

Masal anlatanların dünyasına burun kıvırıp bizim gezegenimizin bir parçası olmayı seçen bir film bu, ben de defaaten izliyorum, her seferinde daha çok gülüyor ve daha çok ağlıyorum, daha bir içime işliyor yaşananlar ve yeteri kadar çok izlersem o dünya gerçek olacakmış hissinden kurtulamıyorum. Beğendiği kadın onun kullandığı minibüse binsin diye okulun önündeki duraktan hemen önce dakikalarca bekleyen bir dolmuş şoförünün varolma ihtimali başlı başına bir masaldır bence, ben böylesine masal derim. Gerçek olamayacak şeylerin yaşanması değil, gerçek olamayacak kadar güzel şeylerin olması masaldır bana göre - dünya o kadar kirli ki. (Iyyyy! Klişeden ölen var be!) Eline bir tane iğne battı diye onlarca yıl uyuyup bir öpücükle (sıradan bir öpücük de değil, prensin öpücüğü olacak illa, yoksan uyanmaz hanfendi!) uyanan prenses değil, çağrılmadığı güne gidip evdeki herkesin açıklarını yüzüne vuran komşu kadındır masal kahramanı. ‘Normal’ denilen o ne idüğü belirsiz toplum baskısının sınırlarını zorlamayacaksan masal anlatma be kardeşim, sağımız kural, solumuz günah zaten.

Başkaları gerçek diye gözümüze sokmaya çalışsın entrikaları, oyunları, sahte çatışmaları... Sen bize hep masal anlat Burak! (Daha fazla kibarlık yapamayacağım, isminle seslenmek istiyorum sana Burak, sen de Funda diyebilirsin bana...)

Aklıma Takılanlar -1: ‘Neriman, Suriçi’nin en büyük yangını’

İlk izleyişimde mahallenin renklerinden biri diye düşünmüştüm Jilet ve Neriman’ın hikâyesini. Neriman’ın mahalleye dönme kararını da kentsel dönüşümün tersi yönünde bir hareket olarak okumuştum. Fakat kafamda oturmayan bir şeyler vardı. Timur Arslan’ın karısı olan bir Neriman, öyle giyinmemeli, saçlarını, tırnaklarını o biçimde kullanmamalı, yabancı insanlarla aynı masada öyle gider yapmamalıydı. Olmamıştı bu karakter. Zenginleri yazmakta sorun yaşadığını düşündüm Burak’ın.

İkinci izleyişimde, Neriman’ı mahalleye döndürenin zaten o olmamışlık olduğunu gördüm. Aynı olmamışlıkla karşılıyordu Jilet de onu, ‘topal diyorlar artık bana’ diyordu. Yalandı. Orası ‘öyle’ bir mahalle değildi çünkü, topal demezlerdi kimseye, deseler de aşağılamak olmazdı bunun anlamı, güzelleşirdi sözcük.

Sonra bunun da başka bir hikâye olduğunu okudum, dahası vardı, gelecekti, ne âlâ! Bu gözle üçüncü izleyişte daha çok ağladım çaresizce ‘Topal!’ diye seslenişine Neriman’ın...


Aklıma Takılanlar -2: Çekilen ama kurguda atılan sahneler

İlk izleyişimde fark ettim ki fragmanda gördüğümüz bazı sahneler filmde yoktu. Sonra okuduğum röportajlardan öğrendim ki süre çok uzun oldu diye filmden yaklaşık 20 dakikalık sahne atılmış. Aldı beni bir düşünce, acaba neleri kaçırdık diye. İkinci ve üçüncü seferimde, hangi sahneler atılabilirdi, hangileri başka sahnelerle bağlantılı diye sahne avına çıktım kendimce. Hiçbir sahneyi atamadım ve bu yönüne de hayran oldum filmin, hikâyesi böyle iyi örülmüş komedilere pek rastlanmıyor, ne yazık ki. Ve ben filmin DVD’sinin o atılan sahneleri de içermesini, hatta bir “Director’s Cut”versiyonu içermesini diliyorum bu masaldan.

Ayrıca zannediyorum içinde Emrah Kaman’ın bulunduğu daha fazla sahne vardı fakat atıldı, zira giriş jeneriğinde adının yazmasını gerektirecek kadar rolü yoktu Kaman’ın bizim izlediğimiz kurguda.


Aklıma Takılanlar -3: Göndermeler

Filmin başında animasyon eşliğinde anlatılırken geldiği masal, Ayperi’nin kanının damladığı yerde çiçekler açıyor hani. İşte L&M ikinci sezonda, Mecnun’un Sedef ve Şirin arasında kime vereceğine bir türlü karar veremediği, fakat doğru kişiye verildiğinde hiç solmayan masal çiçeği o... Bir de kavga sahnelerinde gördüğümüz duvar yazısı var: O gemi bir gün gelecek!

Rıza’nın annesi güne gider, ayıla bayıla yer mercimek köftelerini. Peki ne der köftelere uzanırken? ‘Aaa! Mercimek köftesi mi o? Bayılırım!’ Siz de Gülen Gözler’de Adile Naşit’in ‘Aaa Nane likörü! Bayılırım!’ repliğini hatırladınız mı benim gibi, “Beterin beteri var, haline şükret dostum” diye şarkı söylemeye başladınız mı içinizden?

‘İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız’ eşliğinde son durağa getirdiğinde minibüsü, her şeyi bırakıp sevdiği kızın peşine gidince Rıza, ‘Ah ulan Rıza’ dediğinde Jilet Abisi, aynı şeyi düşünmediysek, zaten aynı dili konuşmuyoruzdur ey okur.

Madam’ın ölümünün ardından annesini televizyona boş boş bakıp ağlarken gören Rıza, annesine sarılır önce, sonra televizyonu kucaklayıp Madam’ın evinin önüne götürür, maç yapan çocuklara kale direği olsun diye. Hooop! Oldu mu nur topu gibi bir Vizontele göndermesi?


Aklıma Takılanlar -4: Kurgu hataları

Rıza’nın kahvede ‘bildiğim her şeyi öğreteceğim Ayperi’ye’ dediği ve kahvedeki herkesin fütursuzca güldüğü sahnede, iki plan arası geçişte Cihan Ercan’ın oynadığı Kubilay karakterinin sevimli gülüşü art arda iki planda birbirinden o kadar farklı pozisyonlara atlıyor ki, fark etmemek imkânsız.

Bir de şu anlata anlata bitiremediğim gün sahnesinin en başı, Selma Hanım kapıyı çalıyor. Saçları örülmüş, o örgüden topuz yapılmış ve kırmızı çiçekli kocaman bir toka ile tutturulmuş. Gün sahnesi boyunca saçlar aynı. Selma Hanım günden çıkıp eve geliyor, o çiçekli toka gitmiş, saçlar tek örgü halinde sırtına sarkıyor.



2 Ocak 2015 Cuma

Yasaksa illâ ki söyle…



Aylar sonra Ankara. Eskimeyen Dost’un raflarında geziniyor gözlerim. Yılmaz Odabaşı’na rastlayıveriyorum apansız. Daha önce hiç görmediğim bir kitabıyla bakışıyoruz bir süre.  Aylardan Ağustos. 12 yıl aradan sonra meydana çıkmış yepyeni şiirler ve ben göz gözeyiz. Kitap Mayıs’ta basılmış ve benim hiçbir şeyden haberim yok. Doktora yapmaktan nefret ettiğim anlardan biri. Bunun reklam malzemesi yapılıp gözüme gözüme sokulmamış olmasına sevinmek için ise kitabı okuyup bitirmem ve diğer bütün detayların önemini kaybetmesi gerekiyor.

Yaşamı boyunca yasakların karşısında durmuş, bu yolda acılar çekmiş, bedeller ödemiş biri olarak Odabaşı, “Bana Yasak Sözler Söyle” diyor bu kez. Tam da kendi yasaklarımı çiğnemeye niyet etmişken olacak iş mi?

12 yıldır şiir yayımlamayan bir şairin yeni kitabı tedirginlik uyandırmıyor da değil. Ya eski şiirlerden bir seçkiyse bu? Yeni bir şiir kitabı yayımlamayacağını, “kendini oldurduğu kulvarlarda kendini taammüden yok etmeye azmettiğini” yazmamış mıydı en son? Raftan alıp incelemeye başlıyorum. İçindekiler listesinde tanıdık bir şiir yok, güzel. Rasgele bir şiir seçiyorum, almaya niyetlendiğim bütün şiir kitaplarına yaptığım gibi. “Hiçbir Ağıt Yokluğuna Denk Değil” isimli şiirin bulunduğu sayfayı seçiyor parmaklarım. Dizelerden önce öyle iki satır var ki, okuyor ve çakılı kalıyorum olduğum yere:





-Bazen hiç gelmeyecek biri de beklenir;
o bir düştür, yazgına, soluğuna eklenir...-





Ben ki sadece bir adım gerisinde duruyorum bir düşün, tam da o gün. Hiç gelmeyecek birini bekliyorum umutla. Elini hiç uzatmayacak birini. Hayatımdan hiç eksilmeyecek birini. Korkuyorum zaman zaman, ama yılmadan bekliyorum. Düşünüyorum ki en büyük düşümdür o an beklemekte olduğum, bir yol bulup da gerçeğe çıkarabileceğime hiç inanmadığım. Başkası anlamıyor bunu. Kimse yanıtlamıyor sorularımı. Ama şair ruhlara tercüman her zaman. O çoktan çözmüş bilmeceyi, not edivermiş işte bir kenara. Ben şimdi nasıl tutayım o yasak sözleri içimde?


12 Ağustos 2014


Aylar geçmiş, ben kimseyle paylaşamamışım yasak sözlere susamışlığımı, yaşlarıma yoldaş bir şairin yeni düşlerine kavuşmuşluğumu. Şimdi, yeni bir yılın başlangıcı, cesur yeni günlere taşısın diye beni –bizi– , daha görünür bir yerlere iliştirmeli okuduklarımı, düşündüklerimi.

Hayatın düşlere borcu bitmez de yasakların hayata borcu biter mi sanki?

2 Ocak 2015