26 Ağustos 2018 Pazar

Thoreau'ya Mektuplar 5: "Yaralıyam Değme!"


Sevgili Henry,

Sen benim rüyama yine gelmedin ama ben dolaylı yollardan da olsa seninle uğraştım rüyamda.

Bölük pörçük uykumda gördüklerimi birleştirip bir çerçeveye oturtmak, onlardan bütüncül bir hikâye yaratmak zor, o yüzden nasıl anlatacağımı tam olarak bilemiyorum.

Bir oda, odanın içinde koliler yığılı. Kolilerde eşyalar da var ama en çok dosyalar, kitaplar, fotokopiler, notlar var ve çoğu da seninle ilgili. Bir sınavda Walden'ın bölüm isimlerini yazmam gerekmiş mesela, onları ezberlemek için aldığım notlar çıkıyor bir yerden. Makalelerinin arasına günlük hayatımla ilgili notlar almışım her nedense ve o notlar, yakın zamanda hayatını kaybeden birinin ölümüyle ilgili bazı sırları aydınlatmakta kullanılacakmış. Ölen kişinin eşiyle bir yemek yemişim olaydan kısa zaman önce, aldığım notlarda o güne dair bir şeyler varmış ve bazı sırların çözülebilmesi için yemeği hangi gün, hangi saatte yediğimizi bulmak gerekliymiş. Bu bilgiyi de ölen adamın kızına vermeliymişim. Bunu bulmak için o odayı kurcalıyorum uzun uzun. Rüyanın sonuna doğru, bu bilginin bende olmadığını, çünkü o gün hesabı annesinin ödediğini, onun hesap hareketlerinden bunu bulabileceklerini söylüyorum kıza. Aslında aklımda "geçtiğimiz Cuma" gibi bir tarih varmış ama kanıtım olmadan bunu söylemek kafa karıştırabilir diye susuyormuşum. Peki bu notları neden senin makalelerinin kenar boşluklarına almışım acaba?

Odada bir yerden kardeşimin fotokopileri ve ders notları çıkıyor; ona soruyorum hangilerini muhafaza etmemiz gerektiğini. O ise her zamanki umursamazlığıyla bir-iki şeyi çekip alıyor ve geri kalanı atabileceğimi söylüyor. Ben onun atmak istedikleri arasından da bazı şeyleri seçip bir başka yere istifliyorum. Rüyamda bile "Belki ben bir gün bununla bir şeyler yaparım" düşüncesi bırakmıyor yakamı.

Kolilerden giysiler de çıkıyor, bir zaman onlarla da uğraşıyorum ama şu an aklımda değil onlar, silinmiş.

Rüyadan uyanmak üzereyken senin mezarının başında bir fotoğraf çektiriyorum!
Saçmalığa bakar mısın, Concorde'a kadar gelmişim, ki dünyanın öteki ucu sayılır, orada gezip görülecek onca yer, sana dair onca mekân varken ben mezarlıktayım! Neden? Ah bir bilsem…

Başka açılardan yorumlanıp anlam kazanabilecek detaylar var elbette, ama bütün bunların arka planında niçin sen varsın, bunu net olarak bilmiyorum. Bütün bu karmaşayı bir arada toplayacak bir şarkı seçimim de yok. Bu nedenle sana dinletmek istediğim bir türküyü seçtim bu kez. Görüyorsun ya, sadece anlatmak istediklerimle değil, sana göstermek, dinletmek istediklerimle de dopdoluyum.

Bu türkü, senin fiziksel olarak uzak, ruhen yakın olduğun bir parçasından dünyanın. Bu evrensel duyguyu yerel bir kompozisyon içindeki anlatıdan dinlemeyi seveceğini düşünüyorum. Ve elbette senin de benim gibi, sık sık bu duyguda kaldığını ve buna benzer cümleler kurduğunu biliyorum: "Yaralıyam değme!"

Sevgimle…

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Thoreau'ya Mektuplar 4: "Fincana Kahve Koydum, Gel"


Sevgili Henry,

Bugün, karşı konulmaz bir çağrım var sana: "Fincana kahve koydum, gel…"

Bir süredir ömrümce olmadığı kadar uzun uyuyorum. Son bir haftalık uykumla bir ay idare ederdim, öyle düşün. Yani uzuuuuun uzun rüyalar görmem, rüyamda seni uzuuuuun uzun görmem için her şey hazır -bir tek sen yoksun. Şarkının dediği gibi: "Sessizlik sensin geceleri…"

Geçen gün, tez danışmanıma senden bahsederken "Ben onunla yatıp kalkıyorum ama o benimle yatıp kalkmıyor" dedim. Bu cümleyi önceden hazırlamamıştım ama ikimizi en iyi anlatan ifade olarak bir anda döküldü dudaklarımdan.

Ben, her geçen gün daha çok katıyorum seni gündüzlerime de. Gün içinde ne yaşarsam rüyamda görürüm ya, seni de günümde çoğaltırsam gecelerime de gelirsin diye umuyorum. Sen gel diye konuşmuyorum elbette seni, herhangi bir konunun sana uzanmaması, herhangi bir sohbetin seni hatırlatmaması artık pek mümkün değil; eh, ben de seni anlatmaktan çekinmiyorum çoğunlukla, laf lafı açıyor derken ben senden konuşmaktan başka bir şey yapmaz oluyorum bazen. Adını vermeden bile senden bahsediyorum çoğunlukla.

Bugünlerde bir de senin arkadaşlarını, hemfikir olduklarını okuyorum; bazen, "Henry olsa bu cümleyi şöyle kurardı," diyerek, bazen de "Hımm belki Henry de bunu demek istemişti," diyerek. Yaşadığın dönemin ruhunu özümsemeye, insanlarını tanımaya, dertlerini anlamaya çalışıyorum. Bütün bunlar seni rüyama da getirebilirse ne âlâ!

"Anlardım aklından geçenleri, sustukça konuştuk sanki…"

Biliyor musun, canım sıkıldığında, üzüldüğümde, hayal kırıklığına uğradığımda devayı hep sende arıyorum ben. Aklımdaki soruyu senin günlüklerine soruyor, rastgele açtığım o sayfada cevabımı bulmaya çalışıyorum. Sen bazen direkt, tokat gibi bir yanıt veriyorsun, bazen dolambaçlı yollardan götürüyorsun beni sonuca. Bazen yaşlı gözlerle sarılırken buluyorum kendimi kitaba, bazen uzuuuuun uzun düşünmem gerekiyor anlamak için seni. Fakat her seferinde illâ ki bir yanıtım oluyor.

Şimdi de sen gel, kendin gel, birer kahve içelim, dertleşelim, ağlaşalım ve artık başka bir boyutta anlayabileyim seni.

Sevgimle…

3 Ağustos 2018 Cuma

Thoreau'ya Mektuplar 3: "Hele bi' başla"

Sevgili Henry,

Bu aralar her zamankinden çok haşır neşirim seninle, her zamankinden fazla da yazdım üstelik. İnanabiliyor musun? Ben çektim önüme klavyeyi, yazdım. Yazdığımdan fazlasını sildim belki, ama yazdım, yazıyorum. Ve sen hâlâ gelmiyorsun.

Ve bu aralar bazı popüler şarkılar takıldı aklıma, her gün en az bir kere dinlemeden edemiyorum. Biliyorum, bazılarına başka bir zamanda denk gelmiş olsam ikinci kez bile dinlemeyecektim; ama beni yakalamayı başardılar ve onlarsız geçmiyor günler. Şarkılar zaten böyledir, böyle olmalıdır; senin kapıyı açmanı beklemeden duvarlardan sızmalıdır. Neyse, konumuz bu değil.

Aklıma takılan şarkılardan biri, bu mektubu da yazmama sebep olan, Yalın'ın "Hele bi' başla" şarkısı. "Bizi yazsın diye değil şarkılar" cümlesine takıldım ilkin. Öyle ya, hayatlar şarkılar yazsın diye yaşanmıyor, iyilikler tarihe kazınsın diye yapılmıyor lakin şarkılar yine de bulup çıkarıyor, çoğaltıyor hikâyeleri. Şarkının tüm sözlerine dikkat kesilince başka güzel sözler de yakaladım ama dahası, şarkının video klibini baştan sona birkaç kez izledim bu sayede.

Orijinal bir fikir mi bilemiyorum ama kavgaların, anlaşmazlıkların ya da suskunlukların üzerine ışık tutma fikrine âşık oldum. Işık tutmak, sessizce yaklaşıp, hiçbir şey göründüğü kadar değil, demek gibi. Biraz da ışıkta bak, aslında o sorun o kadar da büyük değil, demek gibi. Bak, bu işin bir de bu tarafı var, demek gibi. Hem kendinin hem de karşındakinin yerine düşünürken çözümsüzlüğe hapsolduğunda bile nefes almaya hâlâ yer var, demek gibi. Her işin senin göremediğin karanlık bir tarafı var ve ne yaparsan yap olmaya da devam edecek, demek gibi.

Bu fikir bana derin nefesler aldırdı, beni ferahlattı ve nihayet gülümsetti. Bunun ardından "Hele bi' başla" cümlesi de ikna edici bir hal aldı. İster birine, ister kaleme, "hele bi' başla sarılarak", o zaman "dolmaz mı sayılı günler", dolmaz mı boş sayfalar? Bir yerden başlayabilirsem anlatmaz mıyım seni doya doya? 

Başladım işte, sarılmaya da, yazmaya da. Sen de geleceksin benim rüyama eninde sonunda. Şarkılar bunu anlatsın ya da tezim seni yazsın diye değil, ben bunu istediğim ve bunca çabalayıp hak ettiğim için.

Sevgimle…

17 Temmuz 2018 Salı

Thoreau'ya Mektuplar 2: "Rüyalarda Buruşmuşum"

Sevgili Henry,

Dün gece rüyamda, seni bir türlü rüyamda göremediğimi ve bunun bana nasıl dokunduğunu anlatıyordum sevdiğim birine. Aynı sahne, haftalar önce gerçekten yaşanmıştı, aynı kişiyle. O kişi bana, "Belki de bilinçaltı bir direniş gösteriyorsun," demişti.

İtiraz etmedim, edemiyorum, çünkü haklı bir yanı olduğunu biliyorum. Ben seni böyle, bu yazmak olduğum şekilde yazmak istemiyorum aslında. Senin şair yanını, âşık yanını anlatmak istiyorum yurttaş kaygılarını bir kenara bırakıp. Sana dair yazılanları, aklımdaki tonlarca soruyla okumak istemiyorum artık, cümlelerinin ardındaki düşünceleri söküp çıkarmakla değil, o cümleleri kuruşundaki hissiyatı, kaygıyı keşfetmekle uğraşmak istiyorum.

Öte yandan, yapmak zorunda olduğum ve yapmakta olduğum bu işi bütünüyle sevmiyor da değilim. Konu ne olursa olsun senden bahsetmek çok güzel çünkü. Ama yerleştirdiğim o hayali zirveden seni alıp da gündelik yaşam pratiğime katarak seni eksiltmekten, aramızdaki o bağı inceltmekten de çekiniyorum sanırım. Gaz alıp havaya uçmuşken seninle, yazmam gerektiğini hatırlayıp tek bir iğneyle düşüveriyorum belaya işte bu yüzden.

Bu mektubun şarkısı, rüya alemini benim tezi aklımdan uzaklaştırıp sana büründüğüm zamanlarımı anlatır gibi anlatıyor: bütün dünya uyumuş, saat farkı filan yok, yerde yatan adam sokak lambasını elini şıklatıp söndürebilir. Ve kendimi aklamak, haklı çıkarmak için söylediğim ne varsa dönüp beni de buluyor ve en çok beni acıtıyor; benim de başım acık ıslak.

Ben her şeyi görürüm rüyamda, en önemsiz şeyleri bile. Rüyamda görmek istediğim şeyi ya da kişileri görmekte de pek zorlanmam. Maç sonucuna kafayı takıp rüyamda skor bile görmüşlüğüm var, biliyorsun bunları. Bir tek sen dışında kalıyorsun bu genellemenin. Biliyorum, herkesten, her şeyden farklısın ama bana bu direnişin niye?

Senin hakkında yazılanları okurken gözlerim ağırlaşıyor bazen, günün hangi saatinde olursam olayım teslim oluyorum uykuya hemen, belki sen gelirsin rüyama diye. Gelmiyorsun.
 
Bu şarkıyı çok seviyor ve o âlemde yaşamayı istiyorum, ama lütfen bu şarkıdaki her şey gerçek olmasın, ben rüyalarda buruşmayayım, sen de eskime benimle birlikte. Gel, beraber açalım buruşuklukları, düzeltelim düşünceleri ve cümleleri…

Sevgimle…

22 Haziran 2018 Cuma

Yeni Bir Haziran

Adını anmadan geçmeyen günlerim, resmine bakmadan uyuyamadığım gecelerim vardı. Senle tartıyordum günü geceyi.

Sesini duyabilmek için yeni yeni hikâyeler yazar, ezberleri bozar, olmazı oldurmak için savaş verirdim. İki cümleye muhtaç ne çok zaman geçti...

Çölleşirdi ya dünya senden ses gelmedikçe; aylar geçti, yılları sayabilirim artık duymayalı sesini, senden bir haber gelmeyeli... Hâlâ açıyor çiçekler içimde, hâlâ şarkılar söylüyorum ben.

Sensiz renksizleşeceğini düşündüğüm her şey yine rengarenk, yine ışıl ışıl bakıyorum dünyaya.

Şarkıların, şiirlerin yeni hikâyeleri oluyor, olacak.

Seni hatırlatan anlar, senli anlar unutulmadı ama hatırlanma sıklıkları ve tahrip güçleri azaldıkça azaldı.

Umutlar da öyle… Mesela, en çok senin yanındayken inanmıştım köpek korkusunu aşabileceğime; şimdi köpeklerden eskisi gibi korkmuyorum artık, yolumu değiştirmiyorum onları gördüğümde, birkaç tanesine çoktan dokundum bile!

Resmin bilmem ki nerede…

***

Ben bunları yazalı aylar oluyor aslında, ama yazının tamamlandığını düşünmediğimden paylaşamadım. Tamamlanması için ne gerekiyordu, onu da bilmiyordum, düşünmemiştim, lakin buldum: Haziran gerekiyormuş, yeni bir Haziran!

Uzun yıllar boyu Haziran'ın 14'üne bağladım dileklerimi, senle ilgili ilk ve en büyük hayalim bir 14 Haziran'da düşlerimden daha da güzel biçimde gerçekleşti diye. Geçen sene ise "son" demiş ve dilek falan tutmamıştım. Bu yıl, takvimler 14 Haziran'ı gösterdiğinde aklımdan bunların hiçbiri geçmedi. Günler sonra fark ettim bir 14 Haziran'ın hissettirmeden geçip gittiğini…

Ve 22 Haziran, bugün… Hiç bilmediğim bir Marc Anthony şarkısına rastladım: "A Quién Quiero Mentirle"

Marc Anthony ne söylese dinlerim, o ayrı konu, ama şarkı arka planda çalarken ve ben başka bir işle uğraşmaktayken bile bir şeyler dokundu bana, sözlerini de bilmek istedim. Sağ olsun Marc Anthony hayranları ben gibilerin bu taleplerini hiç boş bırakmazlar, her şarkısının İngilizce çevirisi bulunur bir yerlerde; yoksa benim İspanyolcamla bu iş biraz zaman alırdı. Her neyse, Türkçeye de ben çevireyim; şarkının, "Kimi kandırıyorum ki/ Neden seni unutmuş gibi davranıyorum/ Senin geçmişte kaldığına/ Aklımdan ve ruhumdan seni sildiğime/ İnandırmaya çalışıyorum kendimi" gibi sözleri var.

Eskiden böyle bir şarkıya verilecek tek bir tepki vardı benim için: Ağlamak! Onu da zaten hiç düşünmeden yapardım, en kolay şey… Bugün önce bu tesadüfe şaşırdım, sonra güldüm uzun uzun… Şarkının sözlerine bir kez daha baktım sonra ve şöyle sözlerin de olduğunu gördüm: "Uzun zaman önce unuttum/ Senle olabilecekleri/ Sensiz, yeniden doğdum."

Geçmişi, anıları değiştiremiyoruz ama onları yorumlama biçimimizi değiştirebiliriz. Şarkıları değil de onlarla hissettiklerimizi değiştirebiliriz. "Bu şarkıların gözü kör olsun" demek yerine, o şarkıda gizli başka anlamları keşfedebiliriz. Ben, böyle bir günde böyle bir şarkıya rastlamışken o çok iyi bildiğim yollarda yürüyebilir, yeniden sürüklenebilirdim. Oysa biliyorum, "Hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Her şey hatırlandığı gibi."*

Ve ben artık Haziranları başka türlü hatırlayacağım…


*Barış Bıçakçı, Aramızdaki En Kısa Mesafe

Taranta Babu: "Bir öyle şaşılası dünya..."

Taranta Babu:

İç içe geçmiş acılar söz konusu, ayrı ayrı düşünmesi bile insanı yaralarken tek bir hikâyede katmerlenmiş trajediler…

Memleketinden uzakta ayakta kalmaya, insan kalmaya çalışan yazarı mektupların; kendi ülkesinde, kendi dilini dilediğince kullanamadığı için uzak diyarların dillerine merak salan aracısı Nazım'ın; çok sevdiği memleketi için yazdıkları yüzünden hakkında dava üstüne dava açılan Nazım… Ve dünyanın bir ucunda, bu üç trajediyi, hem de hiç bilmeden bir araya getiren, işgal altındaki memleketinde çocuklarıyla birlikte yaşam savaşı veren Taranta Babu.

Ve bizler, onu belli ki çok seven, çok özleyen eşinin birkaç özlem dolu tasviri dışında hiçbir şey bilmiyoruz Taranta Babu ve hikâyesine dair, bu da bizim trajedimiz.

Ve bunca trajediyi sunmak üzere sahnede bir palyaço var!

Cansu Fırıncı, hiç fire vermeyen bir performansla sunuyor palyaçoyu bize. Yalnız sahnedeki değil, salondaki her şeyi, dekoru, kostümü, ışığı, ekip arkadaşlarını ve hatta seyirciyi de kullanıyor, katıyor oyununa. Onu sahnede ilk izleyişim ama, hiçbir kuşku duymadan gidiyorum oyuna, çünkü hem televizyondaki performansına şahidim hem de Nazım Hikmet isminin ağırlığının bilincinde olduğunu biliyorum. Ve haklı çıkıyorum.

Taranta-Babu'ya Mektuplar, sahneye nasıl konduğunu fazlasıyla merak ettiğim bir eserdi, sahnede tek bir palyaço olduğunu öğrendiğimdeyse merakım katlanmıştı. Oyunu izlemeden önce, yazılanların ağırlığıyla palyaçonun yapabileceklerini zihnimde bir araya getirmekte zorlandım. Ama ilk bakışta çözemediğim bu gizemi oyun sırasında ve sonrasında uzun uzun düşündüm ve rejideki bu ince görüşe hayran oldum. Harun Güzeloğlu ismini de takip edilecekler listeme ekledim. Çıkarımlarım isabetli midir bilemem ama bu gizemli işi ben böyle yorumladım.



Makyajı, çorapları, ayakkabıları ve tiz perdedeki sesiyle dört başı mamur bir palyaço. Üzerinde bir üniforma, apoletlerle, madalyalarla, rozetlerle bezeli. Bir bavulu var elinde, hiçbir yere ait olamamanın sembolü, bir de trampet, ses çıkarmak için!

İşi güldürmek, en sevimli halini takınıp anlatmaya çalışıyor derdini, fakat gülmüyor seyirci, zira anlatılanların komik bir yanı yok. Seyirciyi güldüremedikçe hiddetleniyor, surat asıyor, dil çıkarıyor, tükürüyor. (Sahnede nasıl da özgür, daha ne diyeyim?!)

Bazen bir miğfer geçiriyor başına, çünkü bir savaştan, dünyanın dört bir yanında, çeşitli veçheleriyle süregiden, hayatlarımızı sömüren ve her defasında bize başka kılıflar içinde sunulan savaştan söz ediyor.



Geliyorlar, durmaksızın, ara vermeksizin geliyorlar, canımızdan önce umudumuzu, yaşama sevincimizi, özgürlüğümüzü öldürerek geliyorlar.

Geliyorlar ve bize bu uyarıyı bir palyaço yapıyor, peki neden? Palyaçoyu sahnedeki bir başka rolden, bir başka karakterden ayıran nedir? Son yıllarda birebir deneyimleyerek gördük ki, bunca acıya, haksızlığa, kötülüğe karşı ayakta kalmanın yollarından biri de gülmeyi unutmamak ve palyaçonun da böyle bir işlevi var. Ama ben bu yanıtla tatmin olmuş değilim, biraz daha düşünmek istiyorum.

Palyaçonun rol yapmaması, yapamaması, rol yapamayacak kadar dolaysız, oyunsuz olması belki. Yüzündeki boyalara rağmen maskesiz, hilesiz, sırsız, saf olması. Söylenmeyeni söyleyebilir, çünkü bir şeyin niçin söylenemez olduğunu anlayamaz. Başka birinin nezaketten, korkudan, utangaçlıktan ya da haddi olmadığından söyleyemediklerini dan diye söyleyebilir palyaço. Dolayısıyla, görünüşü ve davranışları nedeniyle herkesten farklı olsa da herkes adına konuşabilir.

Palyaço bu dolaysızlığıyla aslında bir ayna da tutar seyirciye, hem de bir dev aynası. Küçümsediklerimize, görmek istemediklerimize, göz yumduklarımıza, cüret edemediklerimize ayna tutar; belki de bu yüzden palyaço karşısında gülmemeyi marifet sayarız bizler.

Palyaço dokunabilir de seyirciye, ansızın sıfıra indirebilir mesafeyi, kişisel alan kavramı yoktur. Bir seyirciyi seçip diğerlerinden ayırabilir, oyununa katabilir rızasını almadan. Bu tahmin edilemezliği nedeniyle tedirgin edicidir, netamelidir. Oysa ona güvenebilirsiniz, çünkü o neyse odur, gizlemez kendini, gizleyemez, art niyet besleyemez.

Ayna tutuyor demiştim ya, asıl netameli olan biziz aslında. Palyaço sakınmaz hiçbir şeyi, pervasız ve patavatsızdır ve biz de bundan çekiniriz, çünkü sırlarımızı afişe edebilir, kusurumuzu gösterebilir, yaralarımızı görünür kılabilir, üzerimizdeki perdeyi kaldırabilir. Ve bütün bunlardan sorumlu tutamayız onu.

İşte, sanırım aradığım yanıt burada; bunca trajediyi bir palyaçodan dinliyoruz, çünkü hem gerçekleri duymak istiyoruz hem kendimiz temiz kalmak. Palyaçoyu bir günah keçisi ya da "Kral çıplak" diyebilen bir çocuk yerine koyabilir, arınabilir, özgürleşebiliriz onun sayesinde.

Yine de bu rahatlamayla paralize olmamamız, olup biteni unutmamamız gerekir. Oyunda, mektuplardan yalnızca birinin sırası bozulmuş, mektubun içeriğine yapılan vurguyu çoğaltmak için. Ve hatırlatmak için bize, neye karşı durduğumuzu ve umudumuzu canlı tutmamız gerektiğini…

Yazan: Nâzım Hikmet
Yöneten: Harun Güzeloğlu
Oynayan: Cansu Fırıncı
Palyaço Eğitimi: Ezgi Keskin
Yönetmen Yrd.: Burcu Akpınar
Kostüm: Nazan Ön (ZeZe)
Işık Tasarım: Alev Topal
Görsel Tasarım: Özgür Şahin
Makyaj ve Sahne: Harun Güzeloğlu
Gölge Dekor Tasarımı: Busenur Sevinçli
Işık: Mertcan Ertürk
Fotoğraf: Tahir Enes Akbuğa

(Bu yazı ilk olarak 17 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Eyvah Nadir: Eyvahsız bir yaşamın peşinde...

Ankara Devlet Tiyatrosu'nun 28 Kasım 2017'den bu yana sahnelenen oyunu Eyvah Nadir, geçtiğimiz hafta İzmir turnesindeydi. Cumartesi akşamı izleyip çok eğlendiğimiz oyun için eve dönüş yolunda Pazar akşamı için de bilet aldık; oyun öylesine mutlu ediyor seyircisini.

Eyvah Nadir, 'düzgün' bir yaşam sürmek isteyen sıradan bir yurttaşın adım adım yoldan çıkışının ve nihayet hayattaki misyonunu buluşunun hikâyesini, Nadir'in çevresindeki insanların bakış açısından, anlatıcı konumundaki modern bir meddah aracılığıyla sunuyor.

Oyuna bir meddah gibi giriş yapılınca modası geçmiş bir şeyler izleyeceğiz diye korkmuştum, zira eski tip anlatıcılığın bugüne dair bir şeyler söyleyebilmesi için bugünün dilini de konuşabilmesi gerekir. Ve neyse ki oyun bunu başarmış, hem ne dediğini iyi bilen bir anlatı olmasının hem de teknolojinin imkânları kullanılarak çağdaş bir meddah temsili olabilmiş.

Eyvah Nadir: Eyvahsız bir yaşamın peşinde...

En acıklı hikâyeyi bile muzip bir yönden gören metin, seyircisine kesintisiz kahkaha vaat ediyor. Sahnede 30'dan fazla tipe bürünen Koray Karaca, jest, mimik, tavır, entonasyon ve şan tekniğiyle her bir tipi ve dahi anlatıcıyı birbirinden ayırt ederek can veriyor hepsine, sahnedeki yalnızlığını eksiksiz oyunculuğuyla bezeyerek kalabalık ve renkli bir anlatı sunuyor. Bu tip kalabalığının gereksiz olduğu ya da 'seyirciden ucuz kahkaha koparmak' için yapıldığı gibi yorumlar okudum. Kesinlikle katılmıyorum. Her bir tipin birbirinden net bir biçimde ayırt edildiği sapasağlam bir oyunculukla sunulmaları yanında, oyun metninde Nadir'in bir karakter olarak var olmayışının vurgusunu da çoğaltan bir durum bu tiplemeler çoğulluğu.

İyi oyuncuları kötü metinlerde, kötü oyuncuları iyi metinlerde defalarca izledim ve her birinin ayrı birer işkenceye dönüştüğünü söyleyebilirim. Oyuncu ve rejinin ortalama sayılabilecek bir metni böylesine yukarı çektiği örnekleri ise, özellikle devlet tiyatrolarında çok az gördüm. Başka türlü bir reji ve oyunculukla bu metin vasatın üstüne çıkamayabilirdi, Nadir'in hikâyesi kendine "eyvah" dedirtebilirdi ama neyse ki öyle olmamış.

Koray Karaca'nın enfes oyunculuğunda can bulan onlarca tip, hepsi bize Nadir'i anlatıyor lakin Nadir bizimle hiç konuşmuyor, kendi hikâyesini onun ağzından hiç duymuyoruz. Onun gerçekte ne hissettiğini, ne istediğini, ne düşündüğünü bilemiyoruz. Bize anlatılanlardan yola çıkarak edindiğimiz hikâye, Nadir'in iyi bildiğimiz türden, orta sınıf, mazbut bir ailede, kimseye muhtaç olmadan, kimseye yük de olmadan, yani "eyvah etmeden" yaşaması öğütlenerek yetiştirilmiş, eğitimli, ahlâklı biri olduğu.

Fakat elbette Nadir de bununla sınanacak ve "Eyvah" demeyi öğrenecektir. Ben bu yolculukta, Nadir'in deneye yanıla, düşe kalka, ötelene ötelene ilerlemesini ve nihayet misyonunu diğerkâmlıkta bulmasını, kendisi için değil de başkaları için eyvah etmenin hikmetine varmasını; bunların didaktik bir biçimde anlatılmamasını, aynı şekilde ajitasyon da yapılmamasını, pek çok başka açıdan anlatılan hikâyenin izleyen seyirciye de alan açmasını çok sevdim.

Velhasıl Eyvah Nadir, hem gülmecesi hem de hikâyesiyle çekici, seyir keyfi yüksek bir oyun. Ekibe uzun soluklu bir yolculuk, seyircilere iyi seyirler dilerim...

Yazan: Ahmet Metin Önel
Yöneten: Ali Meriç
Dekor Tasarımı: Seyhan Kırca
Kostüm Tasarımı: Funda Karasaç
Işık Tasarımı: Osman Uzgören
Müzik: Can Atilla
Koreografi: Yıldız Venedik
Sinevizyon Sorumlusu: Numan Tutak, Burak Oral
Oynayan: Koray Karaca

(Bu yazı ilk olarak 8 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Yasak Elma: Gülüşünde hınzır bir soru var gibi*

Yasak Elma: Gülüşünde hınzır bir soru var gibi*

Yasak Elma'nın Alihan Taşdemir'inde, bazılarımıza Kiralık Aşk'ın Ömer İplikçi'sini anımsatan haller var. Veyahut biz Kiralıkçılar, çözülecek yeni bir bulmaca bulduk kendimize… Yine de bu asla bir karşılaştırma yazısı değil, Kiralık Aşk'ı, onun detaycılığını ve bütünlüklü proje tasarımını kıyaslayabileceğim bir iş bir daha ne zaman çıkar karşıma, onu bile tahmin edemiyorum. Benimki sadece, tanımaya yeni başladığım birini, daha iyi tanıdığım biri üzerinden anlamlandırma çabası.

Alihan da tıpkı Ömer gibi, kalın, kırmızı çizgileri olan, kuralcı, mükemmeliyetçi, dikkatli, özgüvenli ve içe dönük biri. Dışarıdaki dünyayla değil, kendi hayatında olup bitenlerle ilgileniyor, kendine ördüğü kozayı kolay kolay bir kenara atamıyor, güzel seviyor, kendisiyle birlikte sevdiğini de zorluyor ve kazanmak için ellerini kirletmiyor.

Ömer'i çok sevdim ve çoğu zaman ona hak verdim ama onu Alihan'la yan yana koyduğum her durumda kendimi Alihan'ın tarafında buluyorum; çünkü Ömer'i didaktik, Alihan'ı ise yalnızca ketum buluyorum. Ömer doğal bir gıcıktı, pek çok insanı zorlayan, bezdiren biriydi doğal haliyle, bir şeyi yapmadan önce uzun uzun düşünür ve bu bekleyiş insanı kanser ederdi, bu nedenle de az kişi vardı hayatında. Alihan ise adım atmadan önce yüzyıllarca düşünmek yerine olacakları yaşayıp görmeyi seçiyor, aksiyon almakta zorlanmıyor, ama hayatını kalabalıklaştırmamak için gıcığı 'oynuyor'.

Ömer birkaç özel insan dışında kimsenin ne düşündüğüyle ilgilenmez, kapılarını kapattığında dışarıda olup biteni umursamazdı, bütün bunlara tek kelimeyle kayıtsızdı o. Alihan kayıtsız değil, kendi düşüncelerini ilk sıraya koysa da çevresindekilerin düşüncelerini önemsiyor, çünkü kendini ne kadar korusa da çevresindekilerin başına bela olabileceğini, onların düşüncelerinin omzuna yük olabileceğini biliyor, bu yüzden de sert ve anlayışsız görülmek pahasına dişlerini göstermekten çekinmiyor. Zeynep, iyilik yaptığının başkaları tarafından bilinmesini neden istemediğini sorduğunda, "Hep iyi olmamı beklemesinler diye," demişti Alihan ve bir kıvılcım düşmüştü içime o an.

İkinci kıvılcım, Ender'in Zeynep ve Yıldız hakkında söylediklerini hiç ciddiye almadığında çaktı. Birini tanıma aşamasında insanın kafası karışmaya, soru işaretleri çoğalmaya pek meyillidir. Oysa Alihan güvenmeyi seçti, yanılmış olduğunu düşünmeyi değil. Buradan anladık ki Alihan'ın kalbi temiz, zihninde kuşkular yok. Bu, yerli dizi evreninde pek de alışık olduğumuz bir hal değil.

Üçüncü kıvılcım da, Lâl aklınca Alihan ve Zeynep'i basmaya geldiğinde çaktı. Alihan, Lâl'i saklamaya, Zeynep görmeden oradan göndermeye kalkışmadı. Lâl hayatına hiç girmemiş gibi davranmadı, yaşananları inkâr etmedi. Lâl onun için bitmiş bir hikâyeydi -bunu Lâl'in kendisine ifade etmek için doğru bir yol seçmediğini kabul ediyorum ama Alihan'ın doğru davrandığı durumda bile Lâl'in bu hale gelebileceğini tahmin etmek zor değil- ve saklanacak, çekinecek bir şey yoktu Alihan için. Ve Lâl Zeynep'in üzerine yürüdüğünde bile soğukkanlılığını korudu Alihan, o durumda kurduğu cümlenin "Lâl, rica ediyorum burdan git," olması bence çok değerli.

Bu yazı Yasak Elma hakkında ama ben hep Alihan'dan bahsettim, çünkü şimdilik tüm sahnelerinden keyif aldığım tek karakter Alihan. Alihan'ı biraz olsun tanıyabildiğimi düşünüyorum ama diğerlerini henüz hiç tanımıyorum, onları tanıdığım diğer insanlardan ve izlediğim diğer karakterlerden ayıracak özelliklerini henüz ayırt edemiyorum. Ve açıkçası, birkaç şey dışında, diğer karakterlerle ilgili merak ettiğim fazla bir şey de yok.

Yıldız böyle pervasızca kendini oyunların içine atarken Zeynep neden bu kadar özgüvensizdir, bilmiyoruz. Halit'i başta Ender olmak üzere tüm kadınlara, hatta kendi öz kızına bile tepkili olmaya iten şey nedir, bilmiyoruz. Zehra'nın neden babasına nazı geçmiyor, bilmiyoruz. Ender neden kendi sorunlarını çözmeye değil de Halit ve Yıldız'ın hayatlarını karartmaya çalışıyor, bilmiyoruz. Bu ve bunun gibi sorularım var, ama açıkçası yanıtlarıyla pek de ilgilenmiyorum sanırım. Alihan'ı tanırken Zeynep'i de tanımaya başlarsak yetinebilirim bununla. Zira Yıldız ve çevresinde olup bitenler ilgimi çekmiyor, Ender'in Yıldız'a yönelik bütün hamlelerinin boşa çıkmasına sevindiğim kadar sevineceğim yaptıkları Yıldız'ın ayağına dolandığında da. Ama o günleri görmek istememin sebebi o hikâyeyi merak etmem değil, o durumda Zeynep'in nasıl tavır alacağını görmek istemem, çünkü Zeynep'le ilgili fikrim ancak o zaman netlik kazanabilir. Eğer sevdiğim Alihan'ı bozmadan ilerletebilirlerse bu hikâyeyi, o günler geldiğinde başka karakterlerden de konuşuruz. O güne kadar herkese iyi seyirler, güneşli günler dilerim…

*Yıllardır dinlediğim, ama bana Alihan'ı düşündürdüğünde bir hikâyeye bürünen Avrasya şarkısı, "Fırtınalar Geldi", söz-müzik: Erhan Güleryüz

(Bu yazı ilk olarak 7 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

4 Mayıs 2018 Cuma

Thoreau'ya Mektuplar 1: "Seni Kendime Sakladım"

Sevgili Henry,

Öyle ya da böyle, bunca yıllık hukukumuz var seninle. Seni okumakla ve senin üzerine çalışmakla kalmadım, sana olan ilgimi akademik bir düzeyde bırakmadım, pek çok yerde hakkında konuştum, pek paylaşmasam da hakkında onca şey yazdım, seni birçok insana tanıttım, günlüklerinde kendimi buldum derken seni diğerlerinden önde ve ötede tuttum hep, bu nedenle sen benim için artık Henry'sin, Thoreau değil.

2008 yılının sonlarıydı seninle ilk karşılaşmamız. Şaşırtıcı değil, büyülemiştin beni güçlü cümlelerin ve müdanasız tavrınla. O günden bu yana hiçbir şey eksilmediği gibi senle kurduğum her temasta daha da büyüdü, seni tanıdıkça derinleşti, sağlamlaştı o büyü. Senin benim hayatımdaki yerin de giderek büyüdü; tezimin 'bir bölümü' değil 'tamamı' oldun, beni yeni yollara çıkardın, hiç tahmin etmeyeceğim bir dönemeçten geçirip en eski hayallerimin yoluna soktun, hem de hiç umudum kalmamışken.

Bugünlerde, mecburen de olsa, seninle yatıp kalkıyorum, adının geçmediği bir gün yaşamıyorum, malum ya, seni yazıyorum. Belki de seni bu kadar çok sevdiğimdendir yazdıklarımı paylaşamayışım ve seni kendime saklayışım.

Ama biliyorum, paylaşmalıyım, böylece çoğaltmalıyım da seni. Kendimi buna ikna edebilmem için senin de buna razı olman gerekiyor sanırım. Bana kendini yeterince açmadığını, tozu dumana katıp kaybolduğunu hissediyorum bugünlerde. Bunca teşrik-i mesaiye rağmen rüyalarıma gelmeyişini başka türlü açıklayamıyorum.

Yalnızca bu tezi yazabilmem ve bu yükten kurtulabilmem için değil, seni daha iyi anlamak ve anlatmak için de buna ihtiyacım var. Sana mektuplar yazacağım bu süreç boyunca ve seni çağıracağım. Biliyorum, geleceksin; yalnızca satır aralarından, sayfa boşluklarından değil, bilinçdışımdan da sesleneceksin bana. Böylece senin de onayladığın bir iş çıkarıp bitireceğim tezimi.

Bu çağrılarıma sevdiğim şarkılar eşlik edecek, her zaman olduğu gibi. İlk mektubumun şarkısı, "Seni Kendime Sakladım". İlk cümlesinden itibaren seni anlattığı için bana, bize yol açabileceğini düşünüyorum bu şarkının. Bu uzun yolun sonunda varacağım yer de burası üstelik. Esas yazmak istediklerimi yazacağım ondan sonra, kendime sakladıklarımı anlatacağım.

thoreau ile ilgili görsel sonucu

İntiharın Genel Provası: "Sen ölürsen insanlık ölür!"

İntiharın Genel Provası:

Tiyatro Adam'ın yeni oyunu İntiharın Genel Provası'nın İzmir'e geleceğini öğrenince ilk iş biletimi aldım, ikinci olarak da kitaplığıma koşup oyun metnini okudum birkaç kere. Duşan Kovaçevic'in kalemini Profesyonel ile tanıdıktan sonra Türkçeye çevrilen tüm oyunlarını edinmiştim birkaç yıl önce, ama okumaya sıra gelememişti oyunu izleme zamanı yaklaşana dek. Oyun, okurken bile insanı heyecanlandıran, yerinden kaldırıp evin içinde voltalar attıran, sahnede olabilecekleri hayal ederken dünyadan uzaklaştırıp bir başka galaksiye ulaştıran güçte. Hem kendimizi hem de dünyamızı sorgulatan ince eleştiri ve esprileriyle bütün bir hayatı kuşatabilen, en ciddi meselelerin gülmeceye, gülmecenin doruk noktasının tragedyaya yakınsadığı, gerçekle hayalin, neşeyle kederin ustaca harmanlandığı bir metin.

İntihar sözcüğünü bilen herkesin intihar hakkında düşünmüş olması gerekir bence, aksi olasılığı düşünemiyorum. Bir insanın bilinçli olarak kendi hayatına son vermesi, pek çok sebeple insanın dikkatini celbeden bir olgu. Özgürlüğü de savunsa, bir kadere yazgılı olduğuna da inansa, varoluş kaygıları da duysa insanın kaçamayacağı, düşünmemeyi seçemeyeceği bir durum bu. İntiharın kostümlü provasını izliyor olmak zorunlu değil, adı bile geçtiğinde tüm düşünceleri kendi odağına toplayacak güçte bir eylem intihar.

Oyunda çok sayıda intihar girişimi ve intihar etmek isteyenlerin çokça sebebi var; hayatın anlamsızlığından geçim sıkıntısına, varoluşsal buhranlardan devletin bireye yaptığı baskıya, yalnızlıktan işsizliğe sayısız sebep. Seyirci ya da okur olarak bunların hepsine hak verebileceğimiz gibi bazılarını diğerlerinden daha önemli ya da önemsiz görebiliriz. Ama eminim, bunları haklı bulsak bile her biri için karşı argümanlar geliştirebilir, yani intihardan vazgeçmek ya da niyeti olanı vazgeçirmek için sebepler de bulabiliriz.

Can sıkıntısı, keder, aşk acısı, hayat gailesi, tutulmayan sözler, bir türlü bizden yana dönmeyen çarkı feleğin, yoksulluk, işsizlik, açlık, hırsızlık, bireysel silahlanma, savaş... İnsanın ölmeye sebep bulması zor değil, ama bunların her birinin ardında, görülmesi bazen çok zor olsa da, yaşamaya devam etme motivasyonu da saklı. Şikayetlerimizde haksız değiliz lakin yaşamalıyız. Bunun en önemli nedeni, oyunda "Sen ölürsen insanlık ölür!" cümlesiyle belirtiliyor.

Yaşamak bir kereliğine sahip olduğumuz bir şans ve mutsuzken çoğunlukla unuttuğumuz şey, başkalarının hayatlarından da geçtiğimiz. Yani kendi hayatımızı sonlandırmayı düşündüğümüzde, aslında başkalarının hayatlarından da eksiltiyoruz; biz ölünce insanlık da ölüyor ve buna hakkımız yok.



Sahnedeki dört oyuncuyu hepimiz iyi biliyoruz, yüzlerine, oyunculuklarına aşinayız ve rollerine bürünebileceklerine dair herhangi bir kuşku duymaksızın oturuyoruz koltuklarımıza. Onlar da bu güvenimizi bir saniye için boşa çıkarmıyorlar. Tüm oyuncular sahnede birden fazla karaktere can veriyor ve bize başka başka yönlerini, geçişlerdeki kusursuzlukta ustalıklarını ve gözlerindeki parıltıda tiyatro aşkını sunuyorlar bizlere.
(Bir hatırlatma: An itibariyle Kadir Çermik Çukur'da, Fatih Koyunoğlu İstanbullu Gelin'de, Selen Öztürk de Payitaht Abdülhamid'de rol almaktalar, Erdem Akakçe'nin yer aldığı Tehlikeli Karım ise geçtiğimiz hafta final yaptı.)

Dekorda Barış Dinçel'in adını görüyoruz. Bu isim, benim için, bir oyunu izleme kararı vermek için tek başına yeterli, çünkü Barış Dinçel'in elini değdirdiği her yeri mucizeye dönüştüren bir dokunuşu var. Dekoru o tasarladıysa eğer, oyunu çeşitli sebeplerle sevmemiş olsam bile o akşam tiyatrodan mutlu ayrılıyorum çünkü en azından, sahnenin pek de görünmeyen yerlerindeki ufak detayları inceleyerek ve o detaylardaki yeni hikâyeleri keşfederek geçirmiş oluyorum zamanımı.

Bu sözlerle ne kastettiğimi, örneğin TolgShow'un herhangi bir bölümünü izleyerek de görebilirsiniz, zira sahnede ilk bakışta üç tane, fakat oyun içinde çoğalabilen sayıda oyun alanları yaratabilen o dekorda da Barış Dinçel'in imzası var. TolgShow'un ilk bölümlerinden birinde dekorun hiç tahmin etmeyeceğimiz bir yerinden iki kişilik yatak çıktığında şaşıranlar olmuştu, bense "O dekorda Barış Dinçel imzası var, olimpik havuz çıksa şaşırmam" diyerek sürdürmüştüm izlemeyi.

Yönetmen Emrah Eren, benim heyecanla okuduğum metni, her bir satırını bilmeme rağmen merak ve heyecanla takip ettiğim bir yorumla koymuş sahneye. Satır aralarındaki imkânları çok iyi değerlendirmiş ve metinde olmasa da oyunun akışını hiç bozmayan, durdukları yerde hiç sırıtmayan eklemeler yapmış oyuna, böylece oyunu daha yerel ve güncel hale getirmeyi başarmış. Bununla, Kovaçevic'in metninin evrensel olmadığını ya da demode kaldığını söylemiyorum asla. Aksine, yapılan eklemelerin, oyunun zamanı ve mekânı aşan doğasını vurguladığını söylemek istiyorum. Pek çok zaman kulağımı tırmalayan, gözüme batan eklemeleri bu oyunda hiç yadırgamadığımı, kendimden beklemeyeceğim bir coşkuyla karşıladığımı anlatmaya çalışıyorum.

Rastladığınız yerde es geçmemeniz, rastlayamıyorsanız yolunuzu düşürmeniz gereken bir oyun İntiharın Genel Provası. İzledikten sonra teşekkür etmek için bu sayfaya geri dönersiniz, o zaman devamını da okursunuz belki, ama şimdi, henüz izlememiş olanlardan özür dileyerek spoiler içerebilecek birkaç yorumla devam etmek istiyorum bu yazıya.

Oyun bizlere pek çok soru soruyor, bazılarını kendisi yanıtlarken bazılarını da bize bırakıyor. İlk soru, elbette, "Neden intihar etmemeliyiz?" sorusu ve buna verilen yanıtı önceki sayfada paylaşmıştım. İkinci büyük soru, oyun boyunca sıkça tekrar edilen, "Kurt neden ot yemez?" sorusu. Bunun da net bir yanıtı var oyun içinde.

"Kurt ot yemez, bunu onun için koyunlar yapar. Bizimle ilgisi nedir? Biz koyunuz, hayatımız boyunca kurtlar için otladık. İnsan derisine bürünmüş kan emici canavarlar için! Canavarlar ayaklarımızı, gözlerimizi, böbreklerimizi yediler, kanımızı emdiler! Çocukluğumuzdan beri..."

Hepimizin sistemin birer çarkı olduğunu söyleyen bu cümlelerin, konusu intihar olan bir oyundaki yeri nedir peki? Benim yanıtım, intihar eyleminin de çeşitli biçimlerde sisteme hizmet ediyor olması. İntihar hiçbir kültürde kabul görmeyen bir eylem. Dolayısıyla intihar edeni ötekileştirmek, marjinalleştirmek çok kolay. Böylece sistemin sorunlarını intihar eden (ya da intihara teşebbüs eden) bireylerin üzerine atıp sistemi temize çıkarmak da mümkün. İntihar teşebbüsü, ona tanık olanlar için kahraman olma imkânı demektir, bu da sistemi olumlamadan mümkün değil. İntihar eden kişinin sorunları da yanına götürdüğü algısı, geride kalanlara bir tür rahatlama sağlayabilir, bu da kalanların sisteme hizmet etmesinin devamını sağlar. Oyunun "İnsanlık Tarihi" temalı şarkısı da sanki bunları söylüyor satır aralarında.

Şarkı demişken, gerek oyunun tema müzikleri, gerekse oyuncuların şarkı ve enstrümanlarla oyun içinde yaptıkları müzikler yerli yerinde ve oyuna hizmet eden eserlerdi. Hem oyunun ve karakterlerin dertlerini anlatmayı, hem de acının içindeki umudu, direnişi göstermesi bakımından anlamlıydı müzik. Titanik filminde, gemi batarken çalmayı bırakmayan müzisyenleri hatırlattı bana bu tavır: Her şeyin sonuna gelmiş olabiliriz ama bu, son anlarımızı güzel yaşamamıza engel değil.

Bir diğer soru, sağlığın her şeyden önemli olup olmadığı sorusu. Sağlıklı bir bedene sahip olan bir insanın hayattan şikâyet etmeye hakkı var mıdır, yoksa sağlığını kaybetmiş olan biri, sağlıklı birine göre daha mı haklı olur intiharı düşünmekte? Oyun içinde bu sorunun yanıtı bence biraz belirsiz kalıyor, ama aklımızda bir soru işareti kalmıyor, zira eminim hepimizin zaten bir yanıtı var bu soruya.

Ve elbette aşk sorusu var, aşkı bulan nasıl düşünebilir bu dünyadan gitmeyi, sevdiğini üzmeyi, geride bırakmayı? Ki benim en çok haklı bulduğum fakat genelleme yaparak yanıtlayamadığım soru da bu.

Bütün gerçekçiliğine ve sorduğu bu büyük sorulara rağmen oyun asla kötümser bir mesaj vermiyor. İntihara meyleden hassas insanların dünyayı kötülere bırakmamaları gerekir; dertlere akıtılan gözyaşlarında, bu farkındalıkta umut gizlidir; sağlıklı bir bedende, sevebilen bir kalpte henüz açılmamış kapılar, çıkılmamış yollar vardır ve izleyenlerin kendilerince bulacakları başka başka sebepler var yaşamak için.

Oyunun ilk iki bölümünde de zaman zaman oyundan çıktığımız, bütün izlediklerimizin kurgu olduğunu hissettiğimiz anlar oluyor, fakat üçüncü bölümde, oyunun gerçekliğinden tiyatro sahnesinin gerçekliğine geri dönülmez bir geçiş yapıyor, sahnedekilerin birer 'karakter' değil 'oyuncu' olduklarını görüyoruz. Metinde oyuncular, dekorsuz ama dekor varmış gibi oynamaktan şikâyet ediyor, yönetmene çıkışıyorlar. Bu durum, oyuncuların karakterlerinden çıkmasından daha şaşırtıcıdır, çünkü zaten tiyatroda her şey, "mış gibi"dir. Oyuncularla seyirciler arasında, "mış gibi" yapılan şeyin gerçekliği üzerine anlaşılmıştır, oyun ancak böyle başlar ve oyuncu bize bunun gerçek olmadığını söyleyene kadar biz seyirciler dekorun eksikliğini düşünmeyiz bile.

Burada bir parantez açıp, Barış Dinçel konusuna geri dönmem gerek. Dinçel öyle bir dekor yapmış ki oyuna, oyunun içindeki tüm diğer oyun ve hareketlere yer açan, yönetmenin metinle biraz oynaması ve oyuncuların başka bir şeylerden şikâyet etmesini sağlaması gerekmiş. Ya da belki, Barış Dinçel'in harikalar yaratacağını bildiğinden, oyunu dekorsuz ya da minimal bir dekorla sunmayı hiç düşünmemiş. Genellikle bu türden değişikliklerden hoşlanmam, metne sadık kalınsın isterim ama izlediğim şeyden, son bölümdeki dönüşümden o kadar memnunum ki mızmızlanamıyorum bile.

Zaten metnin asla değişmemesi gereken ve elbette değiştirilmemiş olan son cümlesi de ben gibileri susturacak nitelikte: "Her şeye rağmen burası tiyatro." Yasaklara, baskılara, imkânsızlıklara, ciddiyetsizliklere, kötülüğe, çürümüşlüğe, yaşamın anlamsızlığına, dekorsuzluğa, işini savsaklayan yönetmene, egosundan sıyrılamayan oyuncuya, mızmız seyircilere rağmen burası tiyatro, burası yaşamak ve yaşatmak zorunda. Burası bize, yalnızca seyirciye de değil, yönetmenine, oyuncusuna, ışıkçısına, gişe görevlisine, herkese birden ayna tutmak ve zaman zaman o aynanın da ötesine geçmek zorunda.

(Bu yazı ilk olarak 1 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Son Zenne: Dünyayı rüyalarda görenler

Son Zenne: Dünyayı rüyalarda görenler

Bazıları dünyayı yalnızca rüyalarda görüyor. Bugünü yaşıyor, hem de aşkla, tutkuyla, ümitle yaşıyor ama yarını, gelecek güzel günleri düşlüyor... Ötekileştirilmedikleri, aşağılanmadıkları, şiddet görmedikleri, esir edilmedikleri, günahları ve sevaplarıyla, eksiklik ve farklılıklarıyla, sevdikleri ve nefret ettikleriyle kabul edildikleri, içine karışacakları bir hayatı istiyorlar.

Son Zenne, geçimini pavyonda dans ederek sağlayan bir zenne ile onun yanına sığınmak durumunda kalarak ona can yoldaşı olan taşralı Nesime'nin hikâyesi. İlk bakışta iki ayrı gezegenin insanı gibi görünen ama aslında sancıları, sevgileri ve düşleri benzeyen iki dünyalı onlar. Kendinde olmayanı karşısındakinde bulan, yaşamı birbirinden öğrenen, hayallerini birlikte büyüten iki sıradan insan, sizden, benden çok da bir farkları yok aslında. Ama toplumsal kodlar, öğretilenler, korkular, çekinceler onların hayatlarını ayırıyor bizimkilerden. Biz apartman dairelerine 'yerleşirken', onlara bir bodrum katına 'sığınmak' düşebiliyor.

Hayır, bu oyunun yaptığı asıl iş bu adaletsizliği sorgulamak değil. Çünkü Zenne yaptığı işi, yaşadığı hayatı, toplumun yadsıdığı cinsel yönelimini ya da içine düştüğü hastalıklı aşkı asla küçümsemiyor. O, her şeye rağmen halinden memnun, yaşamın tadını çıkarmayı biliyor, acının en dibinde sürünmeyi de bildiği gibi. Yaşadığı kötü tecrübelere, başına gelenlere kahrediyor zaman zaman ama bunu başka hayatlara gıpta ederek yapmıyor, gelecek hayalini başkaları üzerinden şekillendirmiyor. Nesime de ona keza. Bu nedenle de onların adaletsizliklerle savaşına değil, kaderlerini yenmek için adım adım ilerleyişlerine tanık oluyoruz.

Toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki eşitsizliği bütün çıplaklığıyla gösteren bir oyun Son Zenne. İnsanların saklamak, bastırmak, yok saymak istediklerini konu edinen ve esas bu yok sayma halini yok sayan, hikâyesini ve karakterlerini marjinalleştirmeden sunan, onları kamusal alana çıkararak görünür hale getiren bir anlatı bu. Yalnızca bu sebeple bile çok önemli ve değerli.

Hiçbirini sahnede görmesek de Son Zenne, anneler hakkında da çok şey söyleyen ve çokça soru soran bir oyun. Annenin evladına duyduğu sevginin koşulsuzluğunu ve evladını korumak isteyen annelerin çaresizliğini samimi ve sahici bir dille sorguluyor, ortak yaralarımızın derinliğini ve hassasiyetini vurguluyor.

Oyun 2016 yılında sahnelenmeye başladığından bu yana izlemeyi istiyordum, kısmet bugünlereymiş. En çok merak ettiğim şey, oyunu aklıma not ettiğimden beri takip ettiğim Yarkın Ünsal'ın sahne performansıydı ve bu merakımda ne kadar haklı olduğumu gördüm oyunu izleyince. Onunla ilgili söylenecek ilk şey, kesinlikle göz alıcı olduğu! Dans ederken sahnede devleşmesinden söz etmiyorum sadece, çünkü bu olmasa, Son Zenne'den söz etmezdim bile, ama oyunun neredeyse tamamında sahnede olan Yarkın Ünsal, gözünüzü diğer oyunculara kaydırmanıza engel olacak şekilde parlıyor. Yeteneği, role teslimiyeti ve gözlerinden taşan heyecanıyla televizyonun da keşfetmesi ve televizyon seyircisinin de gönlüne girmesi gereken bir oyuncu bence.

Kendisiyle ilgili fikrim televizyon dizileriyle sınırlı olduğundan ve onu hep anlayamadığım, hak veremediğim karakterlerde izlediğimden, Sevtap Özaltun hakkında fazlasıyla olumsuz bir fikrim vardı oyundan önce. Evet, oyunun afişindeki hali bile "Bende Ahsen'den (Canım Ailem), Derya'dan (Ulan İstanbul) ve Mine'den (Gülizar) fazlası var," diyordu, ama benim önyargım da gözlerimle görmeden kabullenmeyecek kadar güçlüydü. Ve Nesime'yi eksiksiz giyinen Özaltun bu yargımı tamamen değiştirdi oyunun sonunda. Yalan değil, oyun boyunca hem karakterin hem de Sevtap Özaltun'un bir açığını aradım durdum, ama bulamadım. Meğer kontrolü hiç kaybetmeyen, hiç düşmeden oynayabilen bir oyuncuymuş. Tek tip roller oynamanın en büyük dezavantajı da bu işte, size bakan gözleri de koşullamış olduğunuz için oyunculuğunuzu gösteremez oluyorsunuz bir zaman sonra. Oysa onu izlediğim ve her birinden ayrı ayrı nefret ettiğim kibirli, şımarık, şehirli kadınların hiçbirine benzemiyor Son Zenne'nin Nesime'si ve biz de böylece oyunculuğunu gönül rahatlığıyla alkışlama fırsatı buluyoruz Sevtap Özaltun'un.

Yarkın Ünsal ve Sevtap Özaltun'dan daha az görünse de hikâye içinde önemli bir yeri olan Şahin'i canlandıran Ayhan Bekdemir* de rolünün hakkını veriyor ve hem Şahin'den hem de onun karakterinde cisimleşen toplumun ikiyüzlü ahlakçılığından nefret ettiriyor.

Dünyanın tavan aralarında, başka hayatların bodrum katlarında görmediğimiz, duymadığımız, bilmediğimiz ya da başımızı öte yana çevirmeyi yeğlediğimiz ne hayatlar yaşanıyor kim bilir? Bu hayatları ve Son Zenne'nin hikâyesini es geçmemenizi öneririm, kendinizle ve içinde yaşadığımız toplumla yüzleşmek ve yeni dostlar edinebilmek için...

Yazan – Yöneten: Serdar Saatman
Oyuncular: Yarkın Ünsal, Sevtap Özaltun, Ayhan Bekdemir
Dekor – Kostüm Tasarım: Oğuz Şahin
Müzik: Zümrüt Şahin
Sahne Amiri: Onur Alagöz
Asistanlar: Batuhan Alpay, Efe Ediz Arlı

*2016'da BO Sahne'de başlayan yolculuğuna bu sezon Tiyatro Oyun Kutusu prodüksiyonu olarak devam eden Son Zenne'nin ilk iki sezonunda Şahin rolünü canlandıran Cansu Fırıncı'nın yerini üçüncü sezonda Ayhan Bekdemir aldı.

(Bu yazı ilk olarak 9 Nisan 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Dert bir değil ki ağlayasın…

Siyah Beyaz Aşk 23. bölüm yorumu

Deli bir değil ki bağlayasın, dert bir değil ki ağlayasın… İlk olarak nerede duyduğumu hatırlayamadığım bu sözü Abidin'in ağzından duyunca, "İşte hislerime tercüman olan ifade," dedim. Gerçekten, anlatmaya nereden başlayacağımı bilemediğim kadar çok derdim, silkelemeye nereden başlayacağımı bilemediğim kadar çok insan var bu dertlerin kaynağı.

Geçen hafta sayıp döktüğüm, olmasına kızdığım ve olmasından korktuğum ne varsa oldu bu hafta. Aslı'nın bebeği aldırmaması fakat Ferhat'a bunu söylememesi, ikisinin de kalpleri başka türlü konuşurken dillerinin başka söylemesi, Cüneyt'in son saniyede yırtması, İdil'in işgüzarlıkları, Handan'ın insanlıktan çıkmada rakip tanımaması hep aynı…

Beklemediğim şey, Gülsüm'ün öfke patlaması ve Abidin'in itirafıydı. Hem beklemediğim bir anda geldiği için, hem de gerçekliğine yüzde yüz inandığım için beni çok etkileyen, izlerken gözyaşlarımın akmasına engel olamadığım bir sahne oldu. Gülsüm'ün öfkesini kusarken yalnızca kendini suçlaması ve bu nedenle kendini iyi davranılmaya layık görmemesi, Abidin'in ona her koşulda destek olmaya çalışması, desteği sorgulandıkça sözcüklerinin tükenmesi, gözlerinin dolması ve nihayet bir süredir içinden geçirdiklerini ilk kez yüksek sesle söyleyebilmesi oldukça çarpıcıydı.

Abidin bunları daha önce kendi kendine bile itiraf etmediği için söylediklerinin kendi üzerindeki etkisi Gülsüm üzerindeki etkisinden bile fazla oldu. Bölüm boyunca hüznünü büyütüp durdu Abidin. Gülsüm'ün şaşkınlığı, bu sevgiyi, ilgiyi hak etmediğini düşünmesi, kendine kızmaya devam etmesi ve belki de Abidin'e karşılık veremeyecek olmanın ağırlığını hissetmesi onu iyice içine kapattı. Öfkesi dindi belki ama onun da gözyaşları dinmek bilmedi. Ve bu sahneleri tüm doğallıklarıyla, birbirlerinin önüne geçmeden, yolunu tıkamadan, hakkıyla oynayıp bize sundukları için Timur Ölkebaş ve Sinem Ünsal'a sevgilerimi ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Dediğim gibi, bu benim henüz beklemediğim bir gelişmeydi fakat hem izlediğim sahneden memnunum hem de bunun zamanlamasından. Çünkü Gülsüm, Cüneyt'in istediği her şeyi, bebeğin babasının kimliği öğrenilmesin diye yaptı. Şimdi Abidin'in bunu bildiğini öğrenmesi Gülsüm'ün elini güçlendirmeli, onu savunmasız olmaktan kurtarmalı. Dilerim Gülsüm, Abidin'in karşısında ezildiği, onun iyiliğinin altında kaldığı düşüncesinden bir an önce kurtulur ve olanları Abidin'le paylaşır. Böylece Abidin bir tuzak kurup Cüneyt'ten kurtulmanın yolunu açabilir. Abidin'in Cüneyt'i öldürmesini istemiyorum elbette, ama bir çözüm bulunmalı artık.

Tahmin edebileceğiniz gibi, AsFer konusuna hiç giresim yok. Aslı'nın avukatla görüşmesi, avukatın AsFer evliliğiyle ilgili hiçbir şey bilmeden bir protokol hazırlayabilmesi, Ferhat'ın gelip bu protokolü gık demeden imzalaması neden adım adım gösterildi hiç anlam veremedim mesela. Tek sevindiğim şey, Ferhat'ın avukatı bir tenhada kıstırıp dövmemesi veya davayı açmaması için tehdit etmemesi oldu.

Normal şartlarda bu boşanma yakın zamanda gerçekleşemez, çünkü yasalarımıza göre bir evlilik bir yılını doldurmadan anlaşmalı boşanma davası açılamaz. Avukatın hiçbir şey bilmediğini söylemem de bu yüzden; bir de tek celsede bitirecekmiş... Madem bütün aşamaları gördük, Aslı'nın avukata evliliğini ve boşanma gerekçelerini anlatışını da görseydik ve avukat da davanın açılamayacağını söyleseydi. O dava açılsa da bu çiftin boşanamayacağını, boşansalar da bunun hikâyeye bir katkısının olmayacağını zaten hepimiz biliyoruz.

Aslı ve Ferhat'ın yaşadığı gelgitleri anlıyorum, acılarını paylaşıyorum ve hatta bu inatlaşmalarına bile hak veriyorum zaman zaman. Ama ne hissettiklerini anlıyor olmam, yaptıklarını, söylediklerini anlamama yetmiyor bazen. Ferhat hep gururlu bir adamdı, gururu bizden biraz farklı tanımlıyor olsa da. Zaman zaman aşkı gururuna galip geldi ama çoğunlukla gururu seçti aşka rağmen. O nedenle bebeği aldırdığını düşünen ve ayrılma kararını destekleyen Aslı'ya "Gitme" dememesini anlayabiliyorum.

Ama yine de merak etmeden duramıyorum, acaba Ferhat Aslı'yı durdurup kürtaja engel olabilseydi, bebeğini aldırmasını istediği için Aslı'dan özür dilemeyecek miydi? Şimdi neden bunu istediği için özür dilemek yerine isteğini yerine getirmiş olan bir kadını suçluyor? Babasını gördüğü rüyadan aldığı tek ders, aslında baba olmayı istediği miydi? Bu kadar mı? Gururunu, kibrini, korkularını yakmasını söyleyen Necdet'i neden dinlemiyor? Kaybedecek bir şeyi kalmadığı için "kısmetse ölmeye" gönüllü yazılan Ferhat Aslan, gururundan, kibrinden ve korkularından niçin vazgeçemiyor?

Aslı ise gururundan bölümler öncesinde vazgeçmişti zaten, o yüzden şimdi gurur yapması beni pek de etkilemiyor.

AsFer'den daha az söz etmek istediğim tek bir konu varsa o da Jülide'dir herhalde. Geliş sebebi, kendisinden bile gereksiz. Anne giderken bir tek Leyla'yı almış yanına, çünkü Cem ve Aslı çok küçükmüş, gerekçeye bakın. Onlarca terk edilme hikâyesi okudum ve izledim, böyle saçma bir gerekçe ne gördüm ne duydum. Haksız yere evinden kovulmuş olması Aslı ve Cem'i ilgilendirmez, anne çocuklarını terk edip gitmiş. Sonra dönüp görüşmek istediğinde de Cem reddetmiş, bundan daha doğal ne olabilir? Cem'i sevmediğim malum, ama bu konuda hiç de haksız değil.

Peki sonra ne olmuş? Anne, yıllar önce terk ettiği çocuklarına karşı bilenmiş, yetmemiş, kendi çocuğunu da bu nefretle yetiştirmiş. Bu konuda da öyle başarılı olmuş ki torununa kadar sirayet etmiş nefret duygusu. Bravo gerçekten. Bir de bu anne, utanç içinde ölmüşmüş. Pardon, ama niye? Zaten terk edip gitmiş, öyle ya da böyle gittiği yerde başka bir hayat kurmuş kendine. Üstelik gerçekten de suçlu değilse utanmak niye? Neresinden tutmak istesek elimizde kalan bir hikâye, başka hiç derdimiz yokmuş gibi konuyu ve ilgimizi dağıtan bir yeğen. Canımın nasıl sıkıldığını anlatmaya halim yok. Şu atasözümüzü hatırlatayım, bence kâfi: "Ne kestin, koç; ne yedin, hiç!"

Aslı babasının evinde kalmak istediğinde Ferhat itiraz edecek oldu, Aslı küt diye verdi cevabını, "Bu bir toplumsal iteleme" diye. "Ağzına sağlık" dediğimiz bir andı ve güzeldi. Ama aynı senaryo bize "evliliği kurtarmak için çocuk yapmak gerekir", "kürtaj öcüdür ve ondan koşulsuz şartsız uzak durulmalıdır" gibi itelemeleri tek gerçeklik gibi sunmaya çalışmıyormuş gibi de yapamam.

Benim için oldukça yoğun bir hafta oldu, yazıyı tamamlamak da Cumartesi gecesini buldu. Siyah Beyaz Aşk'ı düşünecek vaktimin olmayışına sevindiğim bir yoğunluk olduk neyse ki, zira elim yazmaya gitmiyordu bir türlü. Fragmanları izlemedim, Pazartesi günü bölümü izleyebilecek miyim onu da bilmiyorum. Pazartesi akşamlarına program yapmak için iki kez düşünmeyeceğim artık. Bundan sonraki bölümler hakkında da yazar mıyım, gerçekten bilmiyorum. Şimdilik bunu bir veda sayın. Umarım böyle düşündüğüm için pişman olacağım ve hakkında eskisi gibi hevesle yazacağım bölümler bekliyordur bizi.

Herkese iyi seyirler, görüşmek dileğiyle…

(Bu yazı ilk olarak 26 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

3 Mayıs 2018 Perşembe

444: Aradığınız eyleme şu anda ulaşılamıyor!

Sıradan bir gece yarısı, sıradan iki kişi.
Çağrı merkezinin biri eski, biri yeni, iki çalışanı.
Yaptığı işi sevmese de hayatına devam edebilmek için işe de devam eden iki çalışan. Biri hayatı, toplumu, insanları sorgulamaktan vazgeçmiş, biri sorular sormadan kabullenmiş.

Eleştirdiği şeyin dışında ve uzağında durmadan lafını söyleyen, parmak sallamadan insanı kendini sorgulamaya iten; probleme işaret edip çekilmeyen, hatta doğrudan çözümü göstererek esas probleme parmak basan bir metin. Sıradan insanın gündelik problemlerine, hayat gailesine gözünü kapatmayan, bireyi topluma feda etmeyen bir anlatı. Teoman şarkıları gibi, tek kişilik, gülünç olduğu kadar acıklı, acıklı olduğu kadar gülünç, muzır, anlatacak çok şeyi olan, şaşırtıcı, etkileyici ve kendine özgü.

Bütün bunları ufacık bir sahnede, yalnızca iki kişinin hiç kopmayan, sizi hiç dışına atmayan akıcılıktaki diyalogunda görebiliyor, onlarla birlikte gülüyor, neşeleniyor, umutlanıyor, hüsrana uğruyor ve birer birer hatırlıyorsunuz pek çok şeyi, Altıdan Sonra Tiyatro'nun 444'ünü izlerken.

Hatırlamak bu oyunun en önemli sözcüğü. Unutmamak değil, çünkü unutmak zorundayız, çünkü ancak unutursak devam edebiliriz yaşamaya. Ama geçmişimiz hiç olmamış gibi de yaşayamaz, yolumuzu böyle çizemeyiz. Bu nedenle, hatırlamak da unutabilmek kadar gerekli ve önemli. Hatırlamak, bir çentik atmak zihnimize, onu sürekli omzumuzda taşımadan ama varlığını da bütünüyle silmeden aklımızdan...

“Bir nevi toplumsal hafıza olayı yani. Buraya yükledikçe de unutuyorlar işte bir sürü şeyi.”

Şehri AVM'lerle donatanları alkışlayacak değilim. Fakat nihayet biri, içeriye bir tiyatro sahnesi kurmayı akıl etmiş. İzmir'in en yenilerinden Ege Perla'nın ikinci katında kendisi küçük ama şehre katkılarının çok büyük olacağını yalnızca birkaç haftada gösteren bir tiyatro açıldı: Toy İzmir. 444 de İzmir'e ilk ziyaretini bu sayede yapmış oldu.

Saklayacak değilim, bu oyuna ilgi gösterme sebebim Yiğit Sertdemir'den başkası değil. Aylar önce şurada kendisinden uzun uzun bahsetmiştim, rolünü nasıl giyindiğinden, sakalının telinden sesinin tonuna kadar rolüne nasıl büründüğünden, rüyalara giren bir etki bıraktığından... Ben onun Cyrano'suna meftun olmuştum ve ardından nereye olsa giderdim... Bu arzuyla birkaç İstanbul ziyareti de gerçekleştirdim geçtiğimiz aylarda.

Durup düşünüyorum, hadi Cyrano olağanüstü biriydi, bir şövalye, bir silahşör, bir şair, bir kahramandı, ya bu çağrı merkezi çalışanı? Karakterin ne olduğu, neler söylediği, neye hizmet ettiği kadar, onu kimin giydiği de önem kazanıyor karşınızda iyi bir oyuncu varsa.

Oyunu izleyeli neredeyse bir ay olmasına rağmen yazıyı yazmam zaman aldı, çünkü Yiğit Sertdemir övgülerimi törpüleyebilmem ve bu törpüleme işini içime sindirebilmem zaman aldı. Törpülemek istedim, çünkü sahnede gördüğüm şey tam da olması gerekendi ve olması gerekeni yapan bir oyuncuyu alkışlarken bu fevkaladeliğin değerini düşürebilecek olmaktan çekindim. Sahneden hiç inmemesi, sahneyi düşünmeyi, yazmayı, yönetmeyi, oynamayı hiç bırakmaması gereken biri o.

Oyun boyunca Gülhan Kadim'e bakamadım desem yeridir, gözümü Yiğit Sertdemir'den alamadığım için. Ama Sertdemir'in rol çaldığını söyleyemem, zira Kadim'de kimseye rol çaldıracak göz yok. Ve onun muazzam eşliği olmasa Sertdemir'i izlemek bu kadar keyifli olmazdı, orası kesin.

Hatırlamak demiştim, kilit sözcük. Oyun, kendi konusu ve akışı içinde ufak tefek hatırlatmalar yapıyor insan ilişkileriyle, aşkla, arkadaşlıkla, politikayla, yaşamak istediğimiz ve yaşamak durumunda kaldığımız hayatlarla ilgili. Yaşamak istediğimiz hayata ulaşmak için yapabileceklerimiz, yapmayı denediklerimiz, yapmaktan vazgeçtiklerimiz ve yapmaya yeltenmediklerimiz var hepimizin. Buradan belki bir eylem çıkmıyor, aradığınız eyleme şu anda ulaşılamıyor belki, ama belki de en büyük eylem hatırlamaktır, örtmemektir yapılmaması gerekenlerin üzerini...



Yazan: Yiğit Sertdemir
Yöneten: Yaman Ömer Erzurumlu
Dekor-Kostüm Tasarımı: Aslı Can Kortan
Işık Tasarımı: İsmail Sağır
İşitsel Tasarım: Onur Kahraman
Teknik Tasarım: İhsan Dehmen
Afiş Fotoğrafı: Murat Dürüm
Afiş Tasarımı: Muzaffer Malkoç
Oynayanlar: Gülhan Kadim, Yiğit Sertdemir

(Bu yazı ilk olarak 21 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Böyle mi olacaktı?

Siyah Beyaz Aşk 22. bölüm yorumu


İçimden bir şeyler koptu gitti sanki, öyle bir boşluk... Öncesinde öfke vardı, hayal kırıklığı ve biraz da şaşkınlık vardı. Şimdiyse yalnızca boşluk... Benim her hafta heyecanla beklediğim, Pazartesi akşamlarımı kendisine göre planladığım, üzerine uzun uzun düşünüp cümleler kurduğum, sorularıma yanıt aradığım, sorularına yanıtlar düşündüğüm hikâye bu mu? Bu hikâyenin varacağı yer bu mu? Böyle mi olacaktı?

Baştan beri Siyah Beyaz Aşk'ın bende uyandırdığı duyguları yazdım bu sayfalara, hiç saklamadan. Aşkımı da, öfkemi de, hayal kırıklığımı da, itiraflarımı da gördünüz. Şimdi ise duygularımdan arındırmaya çalışıyorum cümlelerimi, çünkü elimi tutmaya başladı bu duygular. İki cümle yazıp yazıp kaçıyorum başka yerlere, 'yazma' diyor sanki bana bir şeyler. Ama yazacağım...

Kimileri çok sevindi, bir umut ışığı gördü bunda, benim de dâhil olduğum bir grupsa kesinlikle istemedi, amansız bir hastalığı bile yeğledi bu duruma, ama şimdi o gerçekle karşı karşıyayız: Aslı hamile! Korundular, korunmadılar sorularını bir kenara koyuyorum, zira hiçbir yöntem yüzde yüz korumuyor ne yazık ki. Ayrıca çevremizdeki insan kalabalığı bunu bize unutturuyor olabilir ama birçok olasılığın aynı anda gerçekleşmesini gerektirdiğinden her gebelik aynı zamanda bir mucizedir. Bu aksiyon ve duygu yoğunluğundan Aslı'nın günleri sayamadığını, periyodunun geciktiğini fark edememesini de anlarım. Ama kusura bakmayın, haftalardır bulantılar yaşayan bir doktorun kendisinden şüphelenmemesine dair sorularımı bir kenara atamıyorum, o kadar da değil.

Bu gebeliğin konu edilmesi sırasında gebelikle ilgili klişeleri art arda izlemeye başladık. Saymakla bitirebilir miyim bilemiyorum ama bir deneyeyim: Gebelikten zinhar şüphelenmemek, sırf gebeliğin ortaya çıkması için bir aksiyon yaşanması (bkz. ultra gereksiz trafik kazası, Ferhat'ın kaza yaptırmak istercesine rahatsız etmesi Aslı'nın içinde olduğu aracı), kazadan sonra Aslı'nın hayalini gördüğü kız çocuğu, o kazadan burnu bile kanamadan kurtulmuş olması, kurulmuş saat gibi bütün karakterlerin çocuklardan, anne baba olmaktan söz etmesi, dünyanın en aptalca inanışı olan evliliği kurtarmak için çocuk yapma mitinin ısrarla tekrarlanması, Aslı ve Ferhat'ın dizideki çocuklarla haşır neşir olmaları, Aile Bakanlığı Kamu Spotu için yazılmış ve yanlışlıkla senaryoya karışmış gibi görünen, Siyah Beyaz Aşk'ın akışına ve hayran olduğumuz tarzına uymayan diyaloglar... Var mı eksiğim?

Kürtaja niyetlenen kadını son anda durdurma çabası da, kadının son anda kürtajdan vazgeçmesi de, aldırmadığı halde aldırdım demesi de öylesine klişe ki… Hangisine üzüleceğimi, hangi aşamada öfkeleneceğimi bilemiyorum ve inanın, gelecek bölümde olacakları hiiiiiiç merak etmiyorum. Kürtaj olmadığını bilmek için müneccim olmaya gerek yok.

Satır aralarını sevdiğim dizim bas bas bağırır olmuş, hem de ne diye, "Evliliğiniz yolunda gitmiyorsa çocuk yapın" diye. Bu mudur? Handan Vildan'a bu cümleyi kurduğunda kızmış, ama Handan'ın böyle düşünmesini yadırgamamıştım. Ama ya Suna? Dizinin en aklıselim karakterine bu cümleyi söyletmeye yüreğiniz nasıl el verdi, aklınız bunu nasıl onayladı?

Kendisine yeni bir telefon alınan Aslı'nın o telefon yerine Gülsüm'ün telefonunu, üstelik de gereksiz yere kullanması ve Gülsüm'ün bile akıl edebildiği son aranan kişiyi silmeyi akıl edememesi, Ferhat'ın birkaç metre önünde taksiye binen Aslı'yı görmemesi ama Aslı'nın telefon görüşmesi yaptığını vahiy gelmiş gibi bilip son aranan numarayı araması, trafiğe takılması, polis çevirmesine denk gelmesi ve çok geç kalmaya ramak kalana kadar kliniğe ulaşamaması, kliniğin acil girişinin kapalı olması ve kapıları kırarcasına sarsan birine kimsenin çıkıp 'ne oluyor birader' dememesi...

Bakın daha Aslı ve Ferhat'ın duygularından söz edemedim bile. Zira söz edecek yerlerime sağlı sollu giriştiler, "Onların çocuk yapması lazım", "Size de bebek çok yakışır", "Senden çok kral baba olur", diye diye vurdular.

Yalnız iki şey çok hoşuma gitti bu konuyla ilgili. Birincisi, ikisinin de bu bilgiyi kimseyle paylaşmaması, bunu konu etmemeleri. İkincisi de Vildan'ın hem Aslı'yla hem de Ferhat'la konuşurken söyledikleri. Özge'nin bütün bunları bilmemesini dilemesi ve Aslı'dan çocuğunun babası adına özür dilemesi. Bu hafta hiç kızmadığım tek karakter de Vildan oldu dolayısıyla.

Oysaki Ferhat "Boşanalım" dediğinde, Aslı biraz duraksayarak, yutkunarak da olsa "Bence de" demişti ve fragmanların bana düşündürdüklerine rağmen ben yine de umutlanmıştım hikâyenin geleceği adına. Geçen hafta, bölüm boyunca Ferhat'tan kaçan ve kendine sığınacak yer arayan bir Aslı izlemiştik. Nihayetinde Ferhat, böyle olacağına boşanalım, hem sen rahat et, hem de benim karanlığım sana daha fazla bulaşmasın diye düşünerek, "Boşanalım" demişti. Ferhat az konuşan ve özellikle duygusal anlarda konuşmak için hep yanlış sözcükleri ve ifadeleri seçen bir adam. Cümlelerini öyle bir sıraladı ve bunları sıralamak için öyle yanlış bir zamanı seçti ki, karşısında her zamanki Aslı'yı değil, yorgun ve pes etmiş bir Aslı buldu.

Aslı, Ferhat'ın sözlerindeki doğruları ve yanlışları ayırt etmişti ama hem dermanı yoktu bunları anlatmaya, hem de Ferhat anlamayacağı için değil, anlamak ve görmek istemediği için umudu tükenmişti. Ferhat da ansızın ilk gün gördüğü adama dönüşünce ve her karşılaşmalarında odundan da odun olmaya harcayınca bütün enerjisini, Aslı pes etmekle doğruyu yaptığını düşündü. Ve bunun için Aslı'yı suçlayamayız.

Ferhat'ın hak ettiklerini Yiğit söyledi. Üstelik o da öfkelendiği halde doğrudan şaşmadı. Söylemesi gerekenden fazlasını söylemedi, olanları çarpıtmadı. Kendi yaşadıklarını, zamanında abisine söyleyemediklerini de sözlerine eklediği için öfkeliydi, ama sözünü söylerken kimseye haksızlık etmedi. Bence Ferhat da çok iyi biliyordu Yiğit'in haklı olduğunu ama kabul etmek işine gelmiyordu.

Ferhat bizim gördüklerimizi göremeyen, kendisine anlatılanları çözemeyen, etrafında olup biteni anlamlandıramayan bir adam değil. İlişkiler konusunda çokça acemi, kendisiyle sorunları çok büyük ve ne yapacağını bilmeyen herkes kadar da değişimden korkuyor. Bütün bunları mantığa büründürmeye kalkıştığında da kırıp döküyor etrafını. Bunu Aslı da görüyor, biliyor ama şu ara Ferhat'la uğraşacak hali yok.

Benim Aslı ile sıkıntım da tam burada başlıyor. Aslı Ferhat'tan umutsuz değil, tünelin sonundaki ışığı gördü. Ferhat'ın nasıl yalpaladığını biliyor, dilini bilmediği bir ülkede kaybolduğunu ve ses çıkarmaya cesaretinin olmadığını biliyor. Bir şeyler yapmak zorunda hissettiğinde Ferhat'ın kendini korumaya alacağını ve köşesine çekilince de can yakmak pahasına pençelerini çıkaracağını biliyor. Yine de Ferhat'ın ağzından "Gitme", "Yapma" gibi sözler duymaya çalışıyor, bunun için kendini de onu da yıpratıyor. Aşkı, birlikte yürüme ihtimalini, umudunu buralarda arıyor olması beni hem üzüyor hem de kızdırıyor. Aldıramadığı bebeği Aslı'yı daha duygusal, daha kırılgan yapmaz umarım.

Aslı'ya kızıyor olmam, aynı anda Ferhat'a da kızmama engel değil. Ferhat bu hafta odunlukta yeni çığırlar aştı, onun o az ve ters konuşan hallerini, kaba ama zekice laf sokmalarını sevenlere bile "yuh" dedirtti. Aklından ilk geçeni ya da kalbinin ona fısıldadığını yüksek sesle dile getirmek değil onun yaptığı, bunların sahici düşünceleri olmadığını bilecek kadar tanıdık onu. Ama bunu bilmek onu mazur görmemizi sağlamıyor. Bu cümleleri bile isteye söylediğini, can yakmaya kastettiğini görüyoruz, bunun altında Ferhat'ın çektiği acının büyüklüğünü de biliyoruz ve tam da bu yüzden kızıyoruz ona. Sevdikleri için gözünü kırpmadan canını verebilecek olan adam, acı çekmekten, değişmekten korktuğu için canını yakıyor sevdiklerinin, hem de bile bile. Buradaki çelişkiyi ne zaman göreceksin Ferhat Aslan?

Necdet Aslan'ı gördüğü, tokat üstüne tokat yediği rüyasında bazı şeyler çok netti. Babası bu kez lafı hiç dolandırmadan, "Gururun aşkından, verdiğin sözlerden daha mı büyük" diye sordu, içinde bulunduğu yangına odun atanın bizzat kendisi olduğunu haykırdı yüzüne. O boş sandığı kırıp ateşe atmadan, gururunu, korkularını, kibrini yakıp kül etmeden kurtulamayacağını da söyleyerek her zamanki yol göstericiliğini de yaptı. Bakalım Ferhat babasının sözünü dinleyecek mi?

Ayrılık görmeyi severim, severek ayrılanların acısını izlemeyi severim, o acıdan kendilerine nasıl bir yol çizeceklerini, o acıdan nasıl dersler alacaklarını ve acının onları nasıl insanlara dönüştüreceğini merak ederim. Çiftlerin uzak kalışından doğan hikâyeleri, aşkın çeşitli şekillerde sınanmasını, ama yine de her şeyin "onu" hatırlatmasını, herkesin "onunla" kıyaslanmasını görmek isterim. Acıda ne kadar derine inilirse, sorgular ne kadar uzağa varırsa kavuşmaların o denli coşkulu ve unutulmaz olacağını bilir, ayrılıkla, özlemle sınanan aşkların daha da güçleneceğine inanırım.

Fakat biz öyle bir ayrılık izlemekteyiz ki bu saydıklarımın biri bile yok içinde. Buyrun, ben size bir liste verdim, buradan seçip seçip kullanın, bunun da dışına çıkmayın demeye çalışmıyorum elbette. Ama sormadan da edemiyorum, nasıl bir ayrılık bu? Aslı ile Ferhat bile bile birbirlerinin canını acıtmaktan başka ne yapıyorlar ve bununla nereye varabilirler? Bir yere varamayacakları için gelmedi mi zaten başımıza bu hamilelik hikâyesi? Tekrar soruyorum: Böyle mi olacaktı?

"Ben de kendi evladımın ateşine odun topluyorum" diyerek kürtaj meselesine atıf yapmıştı bence Necdet Aslan. Kürtaja karşı değilim ama Hem Aslı hem de Ferhat aslında bu bebeği çok istiyorlar, bu belli, bu nedenle bebeğin kuru bir barışmaya değil de iki tarafın da gururunu ve öfkesini yenmesine sebep olmasını diliyorum.

Geri kalanlar içinde, Hülya ve Dilsiz dışında her şeyden çok sıkıldım. Bir süredir diğer karakterlerin hiçbirinde, Dilsiz'e "Var diye" teşekkür eden Hülya'nın içtenliğinin, hesapsızlığının, Dilsiz'in gözlerindeki şaşkınlığın mahcup tebessümlere dönüşmesinin tadı yok.

İdil Yeter'in Azad'la görüştüğünü ve aralarında bir şeyler olduğunu öğrendi, bir şeylerin peşindeydi ve bu bilgiyi elde etti. Ama gidip bununla Yeter'i köşeye sıkıştırmaya çalışması ne demek? Yeter'in hayatında birinin olması, ilgisini Namık'ın üzerinden çekmesine vesile olacağı için İdil'in daha çok işine gelmez miydi? Ve Yeter'in de bu hamleye öfkeyle karşılık vermesi neden? "Sana ne" deyip geçememesi, babasına yakalanmaktan çekinen 16 yaşındaki ergen gibi davranması, üstüne bir de Azad'ı arayıp, "babam ilişkimizi öğrendi, hemen evlenmeliyiz" demeye çalışır gibi dert yanması neden?

Yine de İdil'in Yeter'i kışkırtması, bu kez İdil'in yalanının ortaya çıkmasına yaradığı için bir gözümü kapadım diyebilirim. Namık'tan da daha büyük bir tepki bekliyordum açıkçası, 22 bölümdür hiçbir konuda elini taşın altına koymamış bir adamdan ne bekliyorsam...

Handan'ın Yeter'in Azad'la görüştüğünü öğrendiğinde suratının girdiği şekillere bayıldım. İdil bu konuyu kurcalamaya devam edecekse dilerim bulgularını da Handan'la paylaşmayı sürdürür.

Azad Baba'dan ne çok umutluydum geçen hafta. Ya Cüneyt'in cezasını kendi kesecekti ya da Ferhat'a teslim edecekti onu. Başka bir ihtimali aklımdan bile geçirmemiştim. Ama ne oldu, Azad Baba Ferhat'ın sorununu çözmek için değil, kendi intikamını almak için olaya dâhil olduğunu hatırladı ansızın. Cüneyt de bunca zaman hayatta kalmasına yaradığı için iyice keskinleşen şerefsizliğinin tüm nimetlerinden faydalanarak devam ediyor hayatına. Tam olarak öldürmeyen şey güçlendirir ilkesi çalışıyor burada, şerefsizlikten ölmedikçe daha da şerefsizleşiyor.

Gülsüm'ün bebeği Necdet ile Özge'nin doğum lekelerinin aynı olması detayı beni benden aldı sayın seyirciler. Yeşilçam icadı bu ilkel kardeşlik testi emaresine ne gerek vardı acaba? İleride bir gün, Vildan bazı parçaları birleştirecek ve o parçalardan biri de bu leke olacak demek ki. Ama gerçekten, ne gerek var?

Çok uzun zamandır kurguyla ilgili sıkıntılarımız var. Bölümün en güzel sahnelerinin arasına giren alakasız sahnelerden bezdik. Bu işlerle ilgili olan herkes bilir ki paralel kurgu başka şeydir, seyircinin beklediği sahneyi ya da replikleri geciktirmek için araya alakasız sahneler koymak başka şey. Ve yazık ki biz uzun zamandır ikincisini izlemekteyiz. Bunun bir sebebi kurgunun sorunlu olmasıysa bir diğer sebebi de yan hikâyelerin ana aksa iyi bağlanamaması. Cüneyt'in önlenemez şerefsizliği ya da Gülsüm'ün Cüneyt karşısında direnememesinin mevcut AsFer ilişkisine ya da gerginliğine katkısı nedir mesela?

Bir süredir Dilsiz'in sahneleri belirgin bir biçimde azaldı. Bu durumu, Fatih Topçuoğlu'nun oyun takviminin yoğunluğuna bağlıyorum ben, umarım yanılmıyorumdur, zira Dilsiz'e Cüneyt'ten daha çok ihtiyacımız var, hikâye açısından olmasa da manevi açıdan. Zira Hülya'nın da ima ettiği gibi, Dilsiz iyi ki var...Bu hafta Abidin'i de çok az görünce aynı yorumu yapmak istedim, acaba Timur Ölkebaş da bir oyuna mı başlıyor, o yüzden mi set yoğunluğu azalıyor? Onu tiyatro sahnesinde izlemeyi çok isterim ama bu daha az Abidin izleyecek olmak anlamına gelmesin lütfen.

Ve son olarak, yeğen kişisine birkaç sözüm var. Bak kızım, bizim öyle saçlarına sarı ombre yaptırıp kırmız ruj sürmekle kötü olunduğunu sananlara, masumiyet maskesi takıp kurbanının hayatına çat kapı dalanlara pabuç bırakmaya hiç niyetimiz yok. Ustura bile anladı senin sağlam ayakkabı olmadığını, biz mi anlamayacağız? Derdin ne bilmiyorum ama varlığını hissettirdiğin ilk günden beri seni sevmiyorum ve bu hikâyede yerinin olmadığını düşünüyorum. Aslı ile kan bağının olması da bu hissiyatımı güçlendiriyor. Dilerim tez elden layığını bulursun. Teyzen saftır, güleryüzün arkasındaki kötü niyeti görmek istemediği için seni sever, bağrına da basar muhtemelen, ama aynını bizden bekleme. Ferhat'a yürümek gibi bir niyetin varsa da yolun açık olsun, Ferhat Aslan sana nasıl cevap vereceğini iyi bilir nasıl olsa, git de burnunu tosla o duvara!

(Bu yazı ilk olarak 19 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Saat kaç?

Siyah Beyaz Aşk 21. bölüm yorumu

Saat kaç? 
O köprüde saat kaç?

Aslı'nın geçen hafta başladığı, bence zaten çokça gecikmiş olduğu sorgulaması bu hafta da devam ediyor. Geçen hafta Ferhat'ın başı kalabalıktı, Aslı da sorgulamalarını doğrudan Ferhat üzerinden yürütmüyordu. Bu hafta, ani bir aydınlanma sonucu, abisinin Ferhat yüzünden öldüğü sonucuna ulaştı Aslı. Vardığı noktada, söylediği sözlerde haksız değil. Acısını da öfkesini de anlamak benim için zor değil. Ama bu sorgulamayı yapmaya Aslı çok çok çok çok geç başladı ve buna oranla sonuca da çok çabuk ulaştı.

"Sen haklıymışsın, insan mecbur kalınca karanlık tarafa geçebiliyormuş," cümlesini duyar duymaz "Eyvah" dedim ben. Kızdığım, korktuğum her şey bir cümlenin içine sığdırılmış gibiydi. Aslı o tetiği çekmeye kendini mecbur hissettiğini söylüyordu ki bu, Ferhat'ın "sıkmayalım da ne yapalım" demesinden farksızdı. Karanlık tarafa geçmenin bu kadar kolay olması ve Aslı'nın bunu olanların zorunlu sonucu gibi görmesi, geçen haftaki sorgulamalarının boşa gitmesi anlamına geliyordu. Ve haklıymışsın diyerek bütün bunlarda bir sorun olmadığını, bunun hayatın olağan akışı olduğunu kabul ediyor gibiydi.

Oysa Aslı bu noktadan U dönüşü yaparak bir zamanlar neşter tutan, iyileştiren ellerle bugün silah tuttuğunu, can almaya kalkıştığını söyledi. Bunun farkına varmış olması beni bir nebze rahatlatmıştı ki Aslı bu sefer de bütün suçu Ferhat'a atarak sorumluluğu da onun omuzlarına yükledi. Tamam, Ferhat bütünüyle suçsuz değil, ama Aslı'nın söylediği kadar suçlu da değil, bu konuda tek suçlu da değil.

Ferhat Aslı'yı evliliğe zorladı, eve kapatmaya çalıştı, peşine adam taktı ve benzeri bir sürü şey yaptı ve biz de bunlardaki problemi uzun uzun konuştuk. Fakat Ferhat Aslı'yı baştan çıkarmaya, kışkırtmaya, kendine âşık etmeye çalışmadı. Kendisi âşık olduğunu fark ettiğinde onun aşkını kazanmaya da çalışmadı. Aksine, kendisini fark ettikçe Aslı'dan uzak durmaya, onu da kendinden uzaklaştırmaya çalıştı. Ferhat uzaklaştıkça bir şekilde yaklaşan da hep Aslı oldu.

Cem'le geldikleri son noktada da Ferhat'ın bir suçu yok. Hatta bence Aslı'nın da suçu yok. Açık açık bunu diyemedi ama Cem Aslı'ya, "Ya Ferhat ya ben" dedi, Aslı için bu, "Ya abim ya Ferhat" değil, "Ya abim ya ben" sorusuydu ve Aslı kendisini seçmişti. Bence de doğru olan buydu, çünkü ne kadar yakınınız olursa olsun kimse size böyle bir şey söyleyemez, böyle bir tercih yapmanızı isteyemez sizden. Dolayısıyla Aslı'nın üzüntüsünü anlasam ve pişmanlığına bir nebze hak versem de bu halleriyle Cem'in o son tavırlarını onaylıyor olmasını kabul edemem.

Ferhat'ın Aslı'nın karşısına çıkıp çıkıp "Bin arabaya" dediği yerlerde, Aslı'nın "'Bin şu arabaya' değil, 'seni seviyorum'," cümlesi çınladı benim kulaklarımda. Aslı, abisinin son sözlerini doğru kabul etti ve o yolda yürüyor şimdi. Bugüne kadar verdiği mücadelede başarısız olduğuna ve içinde bulunduğu durumun bir çıkışı olmadığına inanıyor. Bu yüzden de daha önceleri görebildiği, görebileceği şeyleri artık göremiyor.

"Artık seni sevmek istemiyorum," cümlesindeki acı bana çok dokundu, çok büyük, çok zorlu bir yoldan geçilerek kuruldu o cümle, hepimiz biliyoruz, şahidiyiz. Ama esas problem bu değil. Şu an Ferhat'ı sevmek istememekte sıkıntı yok, çok da uzak olmayan bir geçmişte onu sevmiş, sevmek istemiş ve değiştirebileceğine inanmış olmakta sıkıntı var. Aşk değiştirir, doğru. Ama Aslı, aşk değiştirsin istemedi, kendisi değiştirmek istedi Ferhat'ı. O siyah beyaz köprü sahnesinde Ferhat'ın söylediklerinde haklılık payı yok değil. Meslek aşkıyla ya da değil, Aslı Ferhat'ı değiştirmek istedi. Kasıtlı olarak onu başka biri yapmaya çalıştı.

Ben buna kibir demekten imtina ederdim ama bu düpedüz kibir, evet. Ve bu kibir sadece Aslı'ya mahsus değil. Hepimiz, Ferhat'ı Aslı'ya uygun görmeyerek, layık bulmayarak buna katkıda bulunduk, bulunmaya da devam ediyoruz. Aşk bir hakkaniyet meselesi değildir, okunu en olmayacak yere saplayarak bize her seferinde gösterir de bunu. Ama biz inatla ve ısrarla o gözlüğü takar, yakışıp yakışmadığına, birbirine layık olup olmadığına bakar dururuz çiftlerin. Oysa aşk yakışmayanda, uygun olmayanda, hak edilmeyende, layık olmayandadır. Azad Baba'nın dediği gibi, sevdayı sevda yapan da o imkânsızlıktır.

Yine de aşk değiştirir, çünkü insan değişen bir varlıktır, hayatta kalmak ancak değişimle mümkündür. Uyum sağlar, dönüşür, kavga eder, çarpışır, yaralanır ve başkalaşır. Bunlar aşk nehrinin kendi yatağında akışı içinde olduğu sürece ne kibirden söz edebiliriz ne de tek taraflı ölümden. Oysa önüne barajlar kurunca, suyun yatağına, akışına, rengine, tadına müdahale etmeye çalışınca, taşıdığı taşa toprağa, beslediği canlıya kusur bulunca, akarken berraklığına, yavaşladığı yerde bulanıklığına laf etmeye başlayınca başkalaşıyor her şey. Ve burada, Ferhat'ın akışını değiştirmeye çalışan Aslı kadar, Aslı ile birlikte akmaya direnen Ferhat'ın da suçu var.

Çok sık yapıyorum ama, yine hatırlatacağım bu hikâyenin en başındaki cümleleri: "Ateşin denize, siyahın beyaza, güneşin aya duyduğu aşkın imkânsızlığı gibidir Ferhat'la Aslı'nın aşkı. Oysa hepsi de gönüllüdür değişmeye, kendini var eden her şeyi bırakıp yeniden doğmaya, aşk için değişip bir olmaya. Aşk, imkânsızı mümkün kılmak, kaderi alt etmek için çırpınan aşk. Her aşk, Ferhat'la Aslı olma niyetiyle yola çıkar. Kimi doğar, büyür, ölür; kimi sevdaya dönüşür."

Şu an bulunduğumuz noktada kimsenin bir şeylere gönüllü olduğu yok. O köprünün üzerinde biz ateşten sakınan bir barut ile kıvılcımlanmaya direnen bir ateş gördük, lakin kaderi alt etmek için çırpınan bir aşk göremedik. Köprüde konuşulanlar konuşuldu mu gerçekten, yoksa uzun ve derin bir suskunluk muydu olup biten, bilmiyorum. Bilmek zorunda da değiliz diye düşünüyorum. Çok güzel yazılmış, hakkıyla oynanmış, iyi çekilmiş, dolu dolu, derinlikli bir sahneydi izlediğimiz ve net bir şey söylemesindense bize sayısız soru sordurmuş olması daha önemli.


Siyah Beyaz mı gerçekti yoksa renkler mi?

AsFer sahneleri, yazık ki bölümün tek güzel şeyiydi bana göre. İkisi arasındaki bu çözümsüz görünen gerilim dışında o kadar zorlama sahneler, iğne deliği tesadüfler vardı ki, zamanında izleyemediğim bölümü izleyip inlemeye bütün gecemi verdiğime üzüldüm sabaha karşı.

Omzundan vurulup kendini dışarı atan Cüneyt'i çok kısa süre içinde çatıda bulduk. Başka bir ihtimal yokmuş gibi Gülsüm'ün odasında aldı soluğu. Gülsüm de her zamanki pasifliğiyle karşıladı onu ve ne istiyorsa yaptı. Cüneyt Gülsüm'ü çözmüş tabii, hiç zor olmadı ikna etmek, aşk vaatleriyle kandıramayınca tehdit etti; Gülsüm de biri beni tehdit etse de onun dediğini yapsam, ne yapacağıma kendim karar vermek zorunda olmasam der gibi dolanan bir karakter zaten, hiç ikiletmedi Cüneyt'in isteklerini, bir kaçış yolu aramadı.

Abidin'e durumu anlatmayı deneyebilirdi, silahları değiştirmeyebilirdi, İdil'i peşine takmamak için sandviçi hazırlayıp odasına gidiyormuş gibi yapabilirdi, stilettolarıyla arkasından koşan İdil'in ayak seslerini duyabilirdi. Korkularına bu kadar teslim olan bir karakter o korkusuyla en trajik biçimde yüzleşecektir, bunun başka yolu yok. Ve sadece bu bölümde yaptıkları bile yeterli, o gün geldiğinde Gülsüm'e üzülmemem için. Tüm kredisini tüketti bu hafta. Doğru davrandığı tek yer, İdil'in şantajını Yeter'den saklamaması oldu. Neyse ki, elindeki kozu nerede ve nasıl kullanacağını bilmese de blöf yapmayı akıl edebiliyor Yeter, bu da bir şeydir.

Silah konusu baştan sona bir tuhaf zaten. Cüneyt'in silahını beline takmak yerine ortalıkta bırakması ve böylece kendi silahının hedefi olabilmesi, Aslı'nın "abimi vuran silah" dediği silahı Ferhat'ın oracıkta bırakması, Cüneyt'in o silahın orada bırakılacağından adı kadar emin olması, Gülsüm'ün birbirinin aynı iki silahı değiştirmemeyi düşünememesi yetmezmiş gibi bir de silahlar üzerine kendi parmak izini bırakması... Aslı o silahı ateşleyebilsin ve Cüneyt kolayca kaçabilsin diye evdeki herkesin bir sebepten dışarı çıkarılması da çok yapay. Yeter, Azad'la buluştu, tamam. İdil Handan'ı çağırdı, Vildan da yanında gitti, o da tamam. Abidin ve Ferhat katilin peşinde. Gülsüm zaten odasından çıkmıyor, ona da eyvallah. Peki ama Dilsiz'i pansumana götürmek nedir? Hem de sadece Hülya gitmemiş, Zeynep de yanlarında. Üstelik Dilsiz iyi, hastane dönüşü hemen aksiyona dalabilecek kadar iyi.

Namık'ın Cüneyt'e yardım etmeyi kabul etmesini de anlayamıyorum. Ferhat'ın Şahin'i öldürdüğü anın videosuyla daha kaç işten sıyrılabilir Cüneyt bilemiyorum. Namık'ın bunca zaman yok etmek ya da Cüneyt'in elinden almak için tek bir hamle bile yapmadığı bir videoya böylesine boyun eğmesi de anlaşılır değil benim için. Hem hani Vildan silmişti o videoyu? Kasa şifresi olarak 123456'yı kullanan Namık, telefondan silmekle videodan kurtulduklarına inanmamış mıdır yani? Ve bunca zaman, neden bunca insan Ferhat'a hiç söz etmedi bu videodan? Cüneyt'in en büyük şansı her şeyden yırtması değil, etrafında bu kadar basiretsiz insanın bulunması. Neyse ki Azad Baba var.

Aslı'nın pılını pırtını toplayıp gitme isteğini anlıyorum, kendine gidecek yer bulamayışını da. Bunlarla ilgili hiç problemim yok, gitmekle çözülmeyeceğini, sevmek istememekle sevginin azalmayacağını bilsem de. Sıkıntı, gitmeye karar veren Aslı'nın karşılaştıkları. Ferhat'ın adım adım takip etmesi bizim şaşıracağımız bir şey olmaktan çıktı, fakat bunu fark edip Aslı'yı uyaran taksicinin "beni karıştırmayın" demesi olmadı. Bu tarz meselelerde gerekli mesajı ince ince vermeyi bilen dizimiz, o taksiciye "rahatsız mı ediyor, yardıma ihtiyacınız var mı" dedirtebilirdi. Bazen de karışmak gerekir bizim dışımızda olan bitene, kendimizi korumak için göz yummamalıyız tacizi, zorbalığı gördüğümüzde.

Aslı hastaneye gittiğinde odasının boşaltılmış olduğunu gördü, başhekime gitmesine bile gerek yoktu ama gidip karşılığını da aldı. Aylar boyunca işini aksatan Aslı'nın işten çıkarılmasına itiraz edecek değilim. Ama Namık Emirhan'ın yatırım yaptığı bir hastane, Namık Emirhan'ın gelinini, öncesinde yazılı bir uyarı yapmamışken ve yine haber vermeyerek işten çıkarıyor, öyle mi? Bu hastanenin Türkiye sınırları içinde olduğundan emin miyiz? Gündelik pratiklerimiz bize, para kaynağı kişi ve yakınlarının haksız da olsalar korunduğunu gösteriyor çünkü.

Hastaneden de taksiyle ayrılan Aslı'yı, bir kenarda, bir banka oturmuş halde buluyoruz sonra. Görüntü tuhaf ama bir sebebi var, Aslı'nın gidecek bir yeri yok. Şu tesadüfe bakın ki tam da oradan Aslı'nın yakın arkadaşlarından biri geçiyor! Bu arkadaş, izlediğimiz sahnelerden birine göre 6 aylığına Amerika'ya gitmiş ve yeni dönmüş, bir diğerine göre ise Aslı ile yıllardır görüşmüyorlar. İkisi birden de olabilir tabii ama benim açımdan durum net değil. Üstelik bu sürpriz arkadaşla Aslı o kadar yakınmış ki, bir çırpıda bütün yaşananları anlatıverdi Aslı ona. Aslı hikâyesinin ne kadarını paylaştı bilmiyoruz ama Esra, boşanma konusunu açabildiğine göre pek de az şey anlatmamış. Zamanında Ebru'ya ya da Deniz'e anlatmadığı kadar çok şey anlatmış.

Aslı'nın gidecek yeri yok ve şansa bakın, Esra'nın abisinin bir oteli varmış. Cüneyt kadar şanslı olamıyorsanız Aslı kadar şanslı olmayı da dileyebilirsiniz, o da az şanslı değil bugünlerde... Telefonu üzerinden takip edildiğini bilen Aslı'nın o telefonu yanında gezdirmeye devam etmesi ve telefonu kapatmayı ancak otele varınca akıl etmesi, Aslı'yı telefonu vasıtasıyla bulabilecek olan Ferhat'ın Suna arayıp bilgi verene kadar yeniden takibe kalkışmaması, Suna'nın Aslı'nın yerini öğrenme biçimi, otele gelen Ferhat'ın Aslı'nın oda numarasını öğrenmesi, pencerede bir karaltı gören Aslı'nın balkon kapısını kilitlememesi... Cümleyi tamamlamaya bile dermanım kalmadı inanın. Akışı bu kadar zorlamaya ne gerek vardı gerçekten anlayamıyorum.

Esra'nın ortaya çıkışından itibaren hiçbir şey birbirine bağlanamadı sanki. Keşke hiç yoktan bir arkadaş belireceğine Deniz ortaya çıksaydı yeniden. Aslı restorana gidip Deniz'i uzun zamandır aramadığı için özür dileseydi ya da Deniz bir süreliğine bir yere gitmiş olsa ve geri dönseydi. İlla bir otel gerekiyorsa onun sahibi Deniz'in abisi olsaydı ve o abi de darmadağın olduğunu görebildiği, evli barklı bir kadına yaklaşmaya çalışacak kadar çapsız olmasaydı... Olsa bile Ferhat artık biraz olsun değişmiş olsa ve o kafayı atmasaydı. Ferhat'ın orada olduğunu arabayı görünce anlayabilen Aslı'nın bir de şiddet referansına ihtiyacı olmasaydı...

Bunlara o kadar takıldım ve canım sıkıldı ki, evin kadınlarından söz etmeye halim kalmadı. Sadece birkaç sorum var buraya yazmak istediğim, bu hafta da böyle olsun.

Suna acaba neden çalışmıyor? Eğitimli biri olduğu her halinden belli. Dizinin başında İstanbul'a yeni taşınmışlardı, yerleşmek, alışmak falan derken biraz zamana ihtiyaç duyulmuş olabilir, ama artık çalışmaya ya da en azından iş aramaya başlayamaz mı? Dizinin bütün kadınları evde oturuyor ve bu benim çok canımı sıkmaya başladı. Bu durumu değiştirmeye Suna'dan başlasak diyorum.

Bölümün tek fragmanında, Aslı'yı artık tanıyamadığını söyleyen bir erkek sesi duymuştuk. O adam kimdi ve bu konu bölüm içinde neden geçmedi?

Handan Hanım Azad Baba'ya göz koydu sanırım. Görünce kayıtsız kalamadı, gidip kendini hatırlatma ihtiyacı hissetti, bir yolunu bulup eve bile davet etti. Açıkçası Azad Baba ile ciddi ciddi ilgileniyor olması beni çok mutlu eder, zira karşılık alamayınca ne hale geleceğini görmeyi çok isterim. Hem belki bu sayede insanların bir kalbe sahip olduğunu ve kalbin de kırılgan bir şey olduğunu öğreniverir.

Esra'nın Ferhat'ın fotoğrafını görmek istemesi, onu anlattırmaya çalışması bizi biraz işkillendirdi. Acaba Esra Ferhat'ı önceden tanıyor ve bir şekilde onun yakınına gelmeye mi çalışıyor şimdi? Yoksa sadece gazetede görüp beğendi ve Aslı'nın boşanma ihtimali olduğunu öğrenince de ilgilenmeye mi karar verdi? Ve abisini de bu duruma alet mi etti? Yoksa bu yalnızca bir komplo teorisi mi?

(Bu yazı ilk olarak 12 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Korkmadığım için korkuyorum

Siyah Beyaz Aşk 20. bölüm yorumu
'Korkmadığım için korkuyorum' 

Aslı abisini özlüyor, daha da çok özleyecek. Aslı'nın acısı var ve bu acı hiç geçmeyecek. Biraz gözlerini kapatacak oluyor, anılar olmasa rüyalar üşüşüyor Aslı'nın zihnine. Gecenin bir yarısı özlem, acı, vicdan azabı ve sorgular bir arada. Oysa bazı geceler soru sormak için hiç de uygun değildir, bazı geceler yalnızca ağlamak ve zehrini boşaltmak içindir.

Cem ve Aslı son zamanlarda anlaşmazlıklar yaşıyordu, bu anlaşmazlıkların zirveye çıktığı bir noktada, Aslı'ya biraz bozuk, biraz kırgın olarak binip gitmişti arabasına Cem ve Aslı'nın aklında kalan son sahne de bu oldu haliyle. Aslı nar ayıklıyordu rüyasında, Cem ise bir şeyleri Aslı'ya hiç yakıştıramıyordu. Cem tribini atıp odadan çıkınca Aslı dönüp ellerine baktı, elleri kırmızıya bulanmıştı. Nar ve kan alegorisine bayıldım. Aslı son derece masum bir işle uğraşıyordu rüyasında, ama sorularla uyandı yine de. Çünkü Cem'in neyi kastettiğini rüyasında anlamadı ama gerçekte biliyordu. Ferhat'a "Korkmadığım için korkuyorum" dediği şeydi sorun. Eline silah almanın, bir insana ateş etmenin, ateş eden kişiye yardım etmenin ve sonra hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmenin nar ayıklamakla aynılaşmasıydı sorun. Ferhat'ın yanındayken hiçbir şeyden korkmamanın, bu kaosu kanıksamaya dönüşmesiydi sorun. Ve Aslı'nın sorgulamaları bununla kalmayacaktır.

Abisini özleyen ve sorulara boğulan bir tek Aslı değildi. Ama Aslı'nın aksine Yiğit, rüyasında sorular değil yanıtlar buldu. Necdet Aslan yine gülümseyişiyle içimizi açtı, insanlığıyla da kederimizi dağıttı. Onu gördüğümüz bütün sahnelerde ortak olan bir şey var: Necdet, çocukları için çok sağlam bir kerteriz noktası. Ne zaman yollarını kaybetseler, ne zaman akıllarına düşen soruların yanıtını bulamasalar, ne zaman çıkışsız hissetseler yolu aydınlatıyor, olasılıkları değerlendiriyor ve olması gerekeni işaret ediyor. Ve bunları öyle naif, öyle samimi bir biçimde yapıyor ki, değil direnmek, gösterdiği yolun doğruluğundan kuşkulanmak, kendi öz fikriymiş gibi sahiplenebilir insan. Necdet'in anlattığı hikâyelerin güzelliği kadar, Gökhan Soylu'nun bu kısacık sahneleri defalarca izlenecek kadar büyüten, derinleştiren incelikli yorumu da bu etkide pay sahibi. Hiç sakil durmayan hafif bir şive, yumuşak bir ses tonu, minimal hareketler ve izleyende karşılık verme isteği uyandıran bir tebessüm. Keşke her bölüm görsek, sık sık dinleyebilsek hikâyelerini... Bu arada, cast seçimine bir etkisi oldu mu bilmiyorum ama Gökhan Soylu ile Deniz Celiloğlu arasındaki fiziksel benzerlik de insanı gülümseten türden.

Yiğit'in rüyasındaki alegori biraz daha kolay anlaşılıyordu, zira hem Necdet iyi bir kılavuzdu hem de Yiğit'in sorusu kolay yanıtlanır bir soruydu. Suna'nın da dediği gibi, kime "abi" diyeceğine kanın değil, kalbin karar verir. Babanızın başka insanlar olması bunca yıllık kardeşliği rafa kaldırmaz. Kaldı ki, başka hiçbir bağınızın olmadığı birini de kardeş edinip sevginizi çoğaltabilirsiniz.

Bunu Ferhat'a söylemek konusunda Suna ve Aslı ile aynı şeyi düşünüyorum, ama Ferhat yıkılacağı, hem babasını hem de kardeşlerini kaybedeceği için değil. Onları kaybetmeyecek, kaybedemez zaten, ama bu başka bir hikâye. Ben de Ferhat'ın hayatında olsam bu sırrı ona söylemeyenlerin yanında olurdum, zira bu onların sırrı değil. Ferhat bu gerçeği yalnız ve yalnız Yeter'den öğrenmeli, Namık'tan bile değil. Öğrendiği zaman, bunu bilenlere kırılacaktır, haklıdır da, ama saklayanlar da eşit derecede haklıdır bence.

Esas mesele biyolojik babasının Necdet değil Namık olduğunu öğrenmesi değil, Necdet'in katilini azmettirenin Namık olduğunu öğrenmesi olacak. Ama bunun için biraz daha vaktimiz olduğunu düşünüyorum. Bence, Aslı'nın yaptığı sorgulamaları Ferhat'ın da yapması gerekir öncelikle. Ellerini temizlemek, geçmişini temizlemek gibi kararlar verdikten sonra bunu öğrenmesi daha büyük katkı yapar hikâyeye. Şu anda öğrense nasıl davranabileceğini biliyoruz Ferhat'ın, bunu bilmediğimiz bir noktada öğrenmeli, o zaman yeniden başlayan bir hikâyemiz olur.

"Erkeğin kararmış kalbine, çiçek açtırmaya yemin etmiş bir kadın düşer. Can alan el, hayat veren elle buluşur. Aşk en olmazı oldurur. Çünkü aşk bütün kötülükleri temize çeker, değiştirir, iyileştirir!" Böyle başlamışlardı anlatmaya hikâyemizi, beklentim bundan fazlası değil.

Repliklerin kıyısına köşesine ufak tefek itiraflar iliştirmişler bu hafta.

Bölümün hemen başında, ayaküstü çay içerlerken Dilsiz'in "Uykumu kaçıran şeyler var" deyişine Hülya, çok güzel, mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu bölümdeki diyalogları bununla sınırlı kalsaydı da bu sahneyi buraya yazardım emin olun, çünkü onların böyle ufak ufak adım atmalarına bayılıyorum.

Dilsiz vurulunca başka başka diyaloglar da duyduk, gündelik ama özel diyaloglar. Dilsiz'in Handan Hanım'ın karşısında - belki de bir laf yemekten korkarak - uzanıyor olmaktan çekinmesi çok sahici, çok bizdendi, televizyonda da pek rastlamadığımız türden bir incelikti. O salonda, ansızın büyüyüp görünür olan bir Hülya izledik bu sayede. Handan'ın ya da İdil'in söyleyebileceklerinden çekinmedi, Dilsiz'in canının yanmasını her şeyin önüne koydu ve Dilsiz'in kalkmasına engel oldu Hülya.

Dilsiz'in küçük itirafı ise Hülya ile baş başa kalınca geldi. Böyle ilgilenilmeye, yemeğinin ayağına getirilmesine alışık olmadığından, "Ben vurulayım ara sıra ya," dedi şaka yollu, arkasına da "Vurulduk ya zaten." cümlesini iliştiriverdi. Hülya da durur mu, "Tövbe de Ramazan." dedi bunun üstüne. Dilsiz'in şaşkınlığı uzun zaman geçmedi. 'Dilsiz Abi' ile başlanan yolculukta, 'Ramazan' durağına gelinmişti çünkü. Sevdiğinin ağzından kendi adını duyduğun ilk an büyülü bir andır. Bu yüzden Dilsiz'in gülümsemesi için Hülya'nın odadan çıkmasını beklememiz gerekti.

Azad'ın Yeter'i kurtarmak için araştırma yapması, sonra Adliye önünde o çıkana kadar beklemesi, bize anlattığı gençlik hikâyesini hatırlattı bana. Yıllar boyunca Yeter'i izleyen ve bekleyen Azad, Necdet öldüğünde neredeymiş, ne yapıyormuş acaba? Ondan bir beklentimiz olması ona haksızlık olur, kabul ediyorum, ama böyle inatla, tutkuyla beklemiş birinin o sıralarda ne yaptığını sorabiliriz yine de.

Serbest kalan Yeter'in kapıda yalnızca Azad'ı bulması çok acıklıydı aslında, ama Yeter, Azad'ı çok güzel biri gülümsemeyle karşıladı ve onunla geçirdiği süre boyunca da gülümsemesini yüzünden hiç düşürmedi. Ve yemek sırasında öyle bir laf etti ki, işte bu, dedim, bu da Yeter'in itirafı. Önce güven konusunu açtı, sonra da Azad'ın güven telkin eden cümlelerine "Biliyorum" dedi, "Nerden bildiğimi bilmiyorum ama biliyorum." İtiraf gibi itiraf. Bunca sene tek taraflı bir aşkı sürüklemiş bir kadına, kendisine benzeyen, sessizce bekleyen biri elbette güvenilir ve çekici gelecekti, geldi de.

Yiğit, Yeter'e 'anne', Ferhat'a 'abi' diyerek pek de gizli olmayan itiraflarda bulundu ve bunlar da hak ettikleri gibi coşkuyla karşılandılar; gözler doldu, kollar birbirini sardı ve muhtemelen geçen zamana iç çekildi. Ama Yiğit'in asıl itirafı, Suna'ya söylediği "Yıllarımı aldı benim, özlemi öfkeye çevirmek." cümlesiydi. Bu bir itiraftı, çünkü büyük bir özlemi gizlemeyen bir öfke, zamanla gücünü ve varlığını kaybedebilirdi, oysa Yiğit'in öfkesi ilk günkü gibi tazeydi. Daha ikinci bölümde şöyle yazmıştım: "Öfkesi böyle taze olduğuna göre Yiğit için aile konusu henüz kapanmamış." Yiğit, abisini her gün daha da çok özlediğini, özlemini bastırmak için öfkeye sığındığını itiraf ederek onayladı beni.

Ferhat'a kızgın olmasıyla Ferhat'ın babasının Necdet olmadığını öğrenmesi arasındaki bağlantıyı ben kuramadım. Bu nedenle abisine sarılmaya yer arıyormuş diye düşünmedim de değil. Ama sebep ne olursa olsun o kucaklaşma dünyalara bedeldi, orası kesin. Dışarıdaki abisine pencereden el sallayan kişi, savcı olmuş, çoluk çocuğa karışmış Yiğit değil, abisi tarafından terk edilen, tıfıl Yiğit'ti.

Ferhat'ın itirafı tek kişilikti, Aslı duymadı maalesef ama biz duyduk. İzlemeye, görmeye başladığımız şeylerin gerçekliğinden; en önemlisi de Ferhat'ın bütün bunların -Aslı'nın kendisini hangi koşullarda, kendisine ve Ferhat'a rağmen sevdiğinin- farkında olduğunu gördük.

Bütün bunları bilse bile, yine de kaybetmekten, terk edilmekten korkan küçük bir çocuk olduğunu da gördük Ferhat'ın. Hikâyenin başında Aslı'nın Ferhat'la kalmaya ses çıkarmama sebebi Cem'di, malum. Şimdi Aslı eğer Ferhat'la kalacaksa, yalnızca kendisi istediği için olabilir bu. Ve bunun için Ferhat'ı sevmesi yeterli olmayabilir, diye düşündü Ferhat, çünkü Aslı ona "Sen severken de öldürürsün" demişti bir zamanlar. Şimdi Ferhat dönüp soruyor, "Sence ben severken öldürür müyüm?" diye, masanın altında bacaklarını gergin gergin titretirken. "Beni terk edecek misin?" sorusuydu bu, bana kalırsa. Aslı'nın cevap verememesi de sorgulamaya devam ettiğinin işareti. Ama "Terk etmeli miyim?" sorgulaması değil bu, "Bu koşullarda nasıl devam ederiz?" sorgulaması. Ya sev ya terk et değil; birlikte yaşamayı nasıl başarırız meselesi. Dolayısıyla Namık'ın söyledikleri, Ferhat'ın korktukları ve Aslı'nın düşündükleri aynı şeyler değil.

Namık'ın itirafı yazık ki bir sevgiyi ifade etmekten çok uzaktaydı. Aksine, Yeter'in kendisine duyduğu aşka nasıl güvendiğini ve bu aşkı nasıl pervasızca kullandığını gösteriyordu, nezarethanede kurduğu her bir cümle ile. Her fırsatta incitmekten çekinmediği kadın, bir kez olsun bu aşkla hareket etmediğinde nasıl dünyası başına yıkılacak, kendisi düşerken o kadını da sürüklemeye çekinmeyecek kadar zayıf ve karaktersiz olduğunu itiraf ediverdi Namık, tek nefeste.

Yiğit'in rüyasıyla ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta, "Ben yem versem ne, vermesem ne, o gider, toprağı eşeler, bir solucan bulur." cümlesi. Burada Yeter'i ezmemiş, üste çıkmamış, yaptıklarını onun boynuna borç etmemiş, sadece ve sadece sevgi vermiş bir adam gördüm ben. "Ben olmasaydım, Yeter'le evlenmeseydim bile Yeter çocuğunu besleyip büyütmenin bir yolunu bulurdu," dedi sanki bu cümle ile.

Aslı'nın mide bulantıları devam ediyor, bu da ben ve benim gibileri tedirgin etmeye devam ediyor. Şu kaosun içine bir bebeğin gelme ihtimalinin ürkütücülüğü bir yana; 30 yaşını aşmış insanların korunma yöntemlerini biliyor ve uyguluyor olmalarını diliyor, eğer bir gün bebek sahibi olacaklarsa bunu planlayarak yapmalarını bekliyoruz. Bence haklıyız.

Cüneyt'in hem eve hem de Ferhat ve Aslı'nın üzerine eşzamanlı olarak adam salmasını anlayamadım. Zaten Cüneyt'in yaptıklarının büyük çoğunluğunu anlamıyorum. Silahlı adamlarla dolu bir eve yalnızca iki kişinin, birkaç ufak silahla saldırmasındaki tuhaflığa ne demeli? Yerli dizi evreninde ne baskınlar, ne ev taramalar gördük biz, taş taş üstünde kalmadı. Öyle olsaydı demiyorum ama, bu neydi ve Cüneyt'in kendi kumaşından seçtiği o iki beceriksiz hem Abidin'i hem de Dilsiz'i yaralamayı nasıl becerdi?

Ev taranırken Vildan, bebeği düşünüp direkt Gülsüm'ün yanına koştuğuna göre, haftalardır gıyabında bile konuşulmayan Özge'nin evde olmadığını düşünebiliriz. O yaşta bir çocuk yatılı okula da verilemeyeceğine göre acaba Özge nerede?

Bu hafta, Yiğit'in evinin önünde Ferhat'la Yiğit'i fotoğraflayan ojeli eller gördük. Cem'i öldüren palyaço ile Aslı'nın evinde dolaşanın aynı kişi olduğundan ve o kişinin kadın olduğundan hepimiz emin gibiydik, kadın olduğundan emin olduk. Ama kim olduğu konusunda benim bir tahminim yok, tek bildiğim, Aslı'nın ailesinden biri olmasını kesinlikle istemediğim.

İdil Handan'a benzemeye başladığından beri Vildan da daha şüpheci oldu. Annesiyle İdil'in bütün konuşmalarını manidar bakışlar atarak izliyor, ortama Cüneyt de girince kahkahalara sebep olan laflar ediyor. Adım adım büyüyen bir karakter oluyor Vildan, severek izliyoruz.

Baştan beri severek izlediğim kişi ise elbette Suna. O konuşurken serin bir rüzgâr esiyor saçlarımın arasından, ben dökülen sonbahar yapraklarını izlerken kahvemi yudumluyorum, sevdiğim bir şarkı çalıyor fonda... Öyle bir etkisi var üzerimde. Bazen tebessümle, bazen gözyaşıyla izliyorum ama her sahnesinde aklımdan geçen şey, Suna'yla tanışsam, oturup uzun uzun konuşsam düşüncesi oluyor. Hani bazen hiç tanımadığınız birine bütün hayatınızı anlatıp rahatlamak istersiniz ya, Suna'yı tanıyorsanız tanımadığınız birine ihtiyaç duymazsınız içinizi dökmek için. Çünkü o sizi önyargılarıyla dinlemiyor, kalbiyle dinliyor ve yaranızı görüp oradan ses veriyor. Onun söylediklerinde haklı olduğunu anlamak için düşünmeniz değil, içinize bakmanız gerekiyor. Sizi güzel gösteren, ama bakmayı unuttuğunuz bir aynayı tutuyor size. Suna iyi ki var...

Yeter'in İdil'in doktoruna gidip onu konuşturması ve bu konuşmanın kaydını alması güzel hareketti. Gelip bunu İdil'in yüzüne vurması da öyle. Ama İdil'de de Yeter'in bir sırrı var. Yeter bundan çekinmedi, çünkü artık korkacak bir şeyi kalmadı. Yeter'e karşı kuyruğu dik tutmaya çalıştı ama sırrı ortaya döktüğünde İdil'in de kaybedecek bir şeyi kalmayacak, bu durumda, Namık'ın ilgisini kendi üzerinden çekmek için bile Yeter'in sırrını söyleyebilir Ferhat'a. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin bu sırrın İdil'in ağzından dökülüp yayılacağı çok belli. Umarım yanılırız.

Bu arada, Yeter hakkında ifade vereni bulan Azad Baba Ayhan'ın nereye gittiğini de araştırıyordur inşallah.

Ferhat'ın oteldeki çatışmada sıkıştırdığı adamın elindeki tebeşir lekesi, bilardo salonuna baskın üstüne baskın ve şans eseri bile olsa defalarca kurtulan Cüneyt, sonra cebinden bilardo tebeşirinin düşmesi, Şahin'in adamından çıkan kurşunla Cem'i vuran kurşunun aynı silahtan çıkması falan bana biraz zorlama gelen sahnelerdi, belki de akışın sürekli kesilmesinden dolayı ama nihayet Cüneyt'in kuyruğundan tutulmuş olmasına şükrediyorum yine de. Aslı aydınlanmasını yaşarken Cüneyt'in gevşek gevşek Şahin meselesinden bahsetmesi de tuhaftı mesela ama adam şerefsizin teki olduğu için hiçbir şey sakil durmuyor üstünde, o ayrı.

Bölümün başından sonuna kendini sorgulamış olan bir Aslı o tetiği çekmez bence, muhtemelen kendini sorgulamaya devam ettiği bir hayali gördük biz. Tetiği çektiyse de isabet ettirmemiş olmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Cem'in ölümüyle Aslı da siyahlara büründü, dikkatinizi çekmiştir. Benim aklımdan şöyle bir şey geçiyor, bir zamanlar "fazla renklisin" dediği Aslı'nın böyle siyahlara bulanması Ferhat'ın dikkatini çekse, onu eski rengine kavuşturmak için kendisi de siyahlarından biraz olsun ödün verse, birlikte renklenseler...

(Bu yazı ilk olarak 5 Mart 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)