22 Şubat 2016 Pazartesi

Her gecenin sabahı, her kışın bir baharı…

Her gecenin sabahı, her kışın bir baharı…
Kördüğüm 7. Bölüm Yorumu

Umut oturuyor TV karşısında, bir dizinin sesini duyuyoruz biz. Naz eve geliyor, konuşmaları gerek, “Nereden başlayacağız şimdi?” diyor, tedirgin. Belli ki elektriğin yoğun olması, iplerin kopma noktasına gelmesi ürkütüyor onu. Umut’un ihanetinden annesine bahsetmemesinden de anlamıştık bunu zaten…

Derken aniden televizyondaki akış değişiyor. Ne dizinin bittiğini duyduk, ne magazin programının giriş müziğini ya da “az sonra” tanıtımlarını. Son dakika haberi girer gibi magazin programı düşüyor önümüze, Ali Nejat ve Naz’ın buluşması… Oldukça ciddi bir konuşma başlayacakken Umut’un televizyonu kapatmaması bir yana, bu magazin haberinin sırf diziye malzeme olsun diye Umut’un önüne “küt” diye çıkarılması çok sıkıntılı. Birkaç bölümdür her şey sıkıntısız akıp giderken mizansende böyle bir hataya düşülmesi beni üzüyor. Sırf gerginlik olsun diye böyle şeyler yapılmasını gereksiz buluyorum ben.

Umut’un tepkisi, evden çıkıp gidişi falan zaten beklediğimiz şeylerdi, bir sürpriz yok. Haberin ortaya çıkışının da, o konuşmanın bölüm başından bölüm sonuna ötelenmesi dışında bir faydası yok zaten.

Karasu Köşkü’nde ise hava güneşli. Kaan salondaki piyanoyu keşfediyor ve Feyza’yı ikna ediyor piyanonun başına oturmaya, yıllar sonra. Feyza çalıyor, söylüyor… Köşkte şaşkın ve umutlu bir sessizlik. Tarık Bey’i ilk kez gülümserken gördük, öyle bir sevinç hali. Bir tek Feyza’nın yüreğinde fırtınalar…

“Kın olmuş susuyorum, bir tek sırdaşım yok…” Feyza’nın çalıp söylemek için bu şarkıyı seçmesi pek manidar. Yanından bir an olsun ayrılmayan, neredeyse onunla birlikte yaşayan bir terapisti var ama içini dökebileceği bir sırdaşı, boğazının düğümlerini çözecek bir dostu yok… Görünen o ki bu boşluğu Kaan dolduracak her daim gülümseyişiyle, neşesiyle…

Yine bir dizi klişesi, genci yaşlısı, patronu emekçisi herkes görüyor ya da okuyor haberi, herkeste bir telaş. Bir anda herkesin gündemi bu haber oluyor, sanırsın yatakta basılmışlar!

Ali Nejat baba olma alıştırmalarına tam gaz devam ediyor. Birlikte resim yapmalar, berbere gitmeler, fotoğraf çektirmeler ve nihayet Kaan’ın yeni nüfus cüzdanı çıkarılıyor. Kaan kendisine oyuncak alınmış gibi mutlu. Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmiş bir çocuk olması ne güzel, Didem ne güzel yetiştirmiş çocuğunu tek başına… Tabii belki de tek başına olduğundan, annesinin koyduğu kuralları bozacak, onu gereksiz yere şımartacak insanlardan uzakta olduğundan böyle sorunsuz büyümüş de olabilir Kaan. Mutlu olduğu her anda annesini hatırlayıp hüzünlenmekten başka bir sorunu da yok şu an. Şimdiye kadar onun bu hüznüne de çok güzel karşılık verildi Ali Nejat, Feyza ve Naz tarafından. Acısını unutturmaya çalışmak yerine annesini hayatının bir parçası haline getirmeye çalıştılar. 

Bu arada Naz krediyi aldı, Genco aracılığıyla Kenan’a ulaştı ve ödedi Umut’a hiç söylemeden ve hatta Genco’nun söylemesini de engelleyerek. Kenan’ın dilinde bu, delikanlılığa sığmayan bir davranıştı, o da bunu diline dolayacaktı…

Ali Nejat ve Naz’ın birlikte olduğunu iddia eden magazin haberinde, arka planda Ayhan da vardı, görüntüler onun restoranının önünde çekildiği için. Ayşen bunu fark edince soluğu Ayhan’ın restoranında aldı. Alelade bir şeyden bahsedermiş gibi haberi sordu. Ayhan da birinin bunu sormasını bekliyormuş gibi döküldü her şeyi. Umut’un Naz’ı aldattığını da atlamadan… Ayşen bu sefer de Umut’a gitti koşa koşa, o her zamanki “kızımın hayatını mahvettin” konulu atarını yapmaya… Herkes ne çok konuşuyor böyle!

Tarık Bey emekli olurken şirketteki hisselerini ya da yetkilerini devretmemiş Ali Nejat’a,  yalnızca vekâlet vermiş. Şimdi apar topar iptal etti vekâletnameyi, Ali Nejat’ın başlamak üzere olduğu araba projesini durdurmak için. Ali Nejat, Umut’un ödemesini kendi hesabından yaptı, bunları babasına yetiştiren kişinin o olduğunu adı gibi bildiğinden Oğuz’u da sonra ilgilenmek üzere bir kenara not etti, şirketteki yetkileri olmadan projeye nasıl devam edeceğinin sinyallerini ise vermedi. Ama benim hissiyatım, bu konuda Feyza’nın desteğini alacağı yönünde.

Tamirhanede Genco ile yaptığı konuşmadan anladık ki Umut, Naz’la ilişkisi konusunda oldukça sağduyulu. İlişkilerinin çoktan bittiğinin ayırtına varmış, daha fazla yıpratmaya niyetli değil. Naz ise kararsız ve ürkek. O malum konuşma için evde buluştuklarında ikisinin de tavrı birbirini suçlar gibi değildi, ikisi de birbiri için bir şeyler yapma gayretindeydi. “Benim yüzümden ertelediğin hayatını yaşayabilirsin,” dedi Umut. Naz, hiçbir şeyi ertelemediğini söyledi. Çünkü o da Umut’un kendisi yüzünden hayallerinden vazgeçtiğini düşünüyor. Yani ikisi de sevgiyle, aşkla değil, yalnızca sorumluluk duygusuyla hareket ediyor. Umut’un da çok güzel özetlediği gibi, âşıklardı birbirlerine ama o sevgiyi büyütemediler… Ve ayrılık zamanı geldi, montunu alıp çıktı Umut, Demir Demirkan’ın “Gitti Gider” şarkısı eşliğinde, “gün olur her şey biter” ne de olsa…

“Âşıktık birbirimize ama biz o sevgiyi büyütemedik…”

Evden usul usul çıkan o ağırbaşlı, sağduyulu Umut, ilk iş olarak gidip Kenan’ın yüzünü gözünü dağıttı. Bu Genco için, bu karımın arkasından konuştuğun için, bu da kardeşimin yoluna çıktığın için…  “İçimde bir psikopat varmış, sayende ortaya çıktı” dedi bir de, böyle bir özbilinç yok! Herhalde gelecek bölümlerde Kenan’ı daha hırslı, daha saldırgan görürüz.

Ali Nejat’ın Kaan’ı alıp Hasan Amca’ya gitmesi benim hiç beklemediğim bir davranıştı. Yaşlı adam ve karısının mutlulukları görülmeye değerdi. Zaten Ali Tutal’ın her sahnesi ayrı bir seyir keyfi, keşke daha çok görünse. Asık suratlı Tarık Bey’in yaydığı negatif enerjiyi de dağıtır belki. Ali Nejat’ın özür dilemesine karşılık Hasan Amca’nın özrü, dengenin sağlanmış olması güzeldi. Hasan Amca’nın hem özür dilemesi, hem gösterdiği şefkat, hem de mezarlığı yaptırdığı için kendisine para verme gayreti Ali Nejat’ı birkaç saniyede yerle bir etti. Babasından görmediği şefkati ve ilgiyi neredeyse hiç tanımadığı bu adamdan görmek, babası şirketteki yetkilerini elinden alırken bu adamın kendi kefen parasını ellerine tutuşturması…

Bölüm boyunca bana en tuhaf gelen, Naz’ın Ali Nejat’a tepkili olmasıydı. Telefonları açmadığında diyecek bir şeyi yok diye düşünmüştüm. Telefondan istediğini alamayan Ali Nejat karşısına çıkınca da “Hayatımı mahvettin, her şey altüst oldu” diye bağırıp çağırıp çekip gitti, Ali Nejat’a konuşma fırsatı bile vermeden. Anladık derdi Ali Nejat'mış, çıkan haber değil. Sanki kameraları Ali Nejat çağırmış oraya, sanki kendisiyle ilgili açıklama yapmış gazetecilere… Saçma ve gereksiz bir asabiyet. Ali Nejat anlayamadı ama üzüldü, hatta yıkıldı…

Neslihan’a değinmeden kapatmak istiyorum bu haftayı. Onun yerine, beni en çok etkileyen konuyu, İbo ve Ayşegül’ü konuşmak istiyorum. İkisinin birbirlerine olan ilgilerini baştan beri biliyoruz. Geçen hafta İbo bir adım atmaya çalışmış ve karşısında taştan bir duvar bulmuştu. Ayşegül, ne yapacağını bilmediği ve hemen “evet” dememesi gerektiğini düşündüğü için “bir daha gözüme gözükme” demişti İbo’ya. Bir atasözümüzün dediği gibi, deli kıza cilve yap demişler, gelmiş halıya…

Hatasını anlayıp bir mektup yazmıştı Ayşegül İbo’ya ve orada tıkanmıştı hikâye. İbo, daha önce hiç mektup almadığı için nasıl karşılık vereceğini bilememiş. Belli ki Ayşegül’ün gelgitlerinden de korkmuş biraz. Köyde bir Ayşe Abla varmış, onu anlattı İbo. Bu Ayşe Abla çok güzelmiş ve çok sevdiği biriyle de evlenmiş. Çocuğu olmayınca kocası onu terk edip başkasına gitmiş. Ayşe Abla da deliye dönmüş. Çocuk görünce önce sever, sonra kovalar, sonra yakalayıp gene sever, sonra ağlaya ağlaya dövermiş. Çocuklar da ondan hep kaçarlarmış tabii. İbo merak edermiş bu ablayı, kaçmamış bir gün. Ayşe Abla onu ağlaya ağlaya döverken de hiç canı acımamış. Sonra Ayşe Abla da bir daha dövmemiş zaten. “Ben sopa yemekten korkmam Ayşegül, sokulurum aksine,” dedi, “bir tek kalp kırmaktan korkarım.” Ayşegül zaten bilemiyor nasıl davranacağını, kalkıp gitmeye yeltendi, gidemedi; İbo ona bir şeyler söylemeye çalıştı, diyemedi; o da İbo’nun yanaklarını aldı avuçlarının içine, yanağına bir öpücük kondurup kaçıverdi… Orada kalakalmış İbo’nun suratı görülmeye değerdi. Öyle bir hal ki dayak mı yemiş, öpülmüş mü belli değil… Ama bize buradan sıcacık ve çok gerçek bir hikâye çıkacak, orası belli.


Kadın bir öpücükle tokat etkisi yaptı ya la!
 
Şimdi Umut kararını verdi ama yine de kırık, Feyza zaten hep kırık dökük, Ali Nejat üzgün, Naz yorgun… Tam da Feyza’nın söylediği Fikret Kızılok şarkısındaki gibi, herkes bir harman, ekran karşısında bizler de… Ama dermanımız olmasa da [henüz], her gecenin sabahı, her kışın bir baharı [var].

(Bu yazı ilk olarak 19 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Mavi Deniz’den Yeşil Deniz’e bir dost selamı!


Mavi Deniz’den Yeşil Deniz’e bir dost selamı!
Bütün maceralar böyle başlar...
TRT’nin “naif ve zarif” komedi dizisi Yeşil Deniz, bu akşam 60. bölümü ile ekrana geliyor. Adını, köyün temel geçim kaynağı olan tarımın yapıldığı yeşil deniz gibi tarlalardan alan dizi, 90’lı yılların ortalarında (Mayıs 94’te başladık, şu an 96’nın ilk aylarındayız), İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Yeşilova kasabasında yaşayan dört gencin garibanlıktan kurtulma macerası etrafında bütün Yeşilova’yı anlatıyor, Yeşilova’nın güzel insanlarını...

Senaryosunu Ali Kara, İdris Meydi ve Serkan Birlik’in (ikinci sezonda yerini Teoman Gök’e bıraktı) yazdığı, Yahya Samancı’nın yönettiği TFT Yapım bünyesindeki dizinin başrollerinde Burak Serdar Şanal, Mert Turak, Ali Barkın ve Burak Alkaş yer alıyor. Onlara, Elvan Dişli, Semiha Bezek, Merve Akkaya, Şive Şenözen, Güneş Sayın, Erencan Vurucu, Berke Acar, Cemre Baysel gibi genç oyuncuların yanı sıra Nalan Okçuoğlu, Jale Aylanç, Emin Gürsoy, Nuri Gökaşan, İlker Aksum ve İbrahim Raci Öksüz gibi tecrübeli oyuncular eşlik ediyor ve her sahneyi bir keyfe dönüştürüyorlar. Geçmiş bölümlerde hikâyeleri sonlanıp dizimize veda edenleri de saymadan olmaz: Ahmet Somers, Renan Bilek, Zeynep Gülmez, Öykü Çelik, Melis Babadağ ve Murat Tavlı. Unutulmaz konuk oyuncular: Sümer Tilmaç, Salih Kalyon, Mahmut Tuncer, Ferda Anıl Yarkın, Of Aman Nalân.

‘Ağzını gırdımın garibanlığı’

İsmail, Süleyman, Emin ve Cemil –kısaca ‘sadıçlaa’*-, her biri öncelikle garibanlıktan, sonra aşktan fakat en çok da kendi şapşallıklarından muzdarip dört yakın arkadaştır. Hikâyemiz, İsmail’in Sedef ile evlenmek istemesiyle başlar. Sedef’in açgözlü babası Hicabi, kızını İsmail’e layık görmediği için bin dereden su getirir, razı olmaz evlenmelerine. İsmail iki yakasını bir araya getiremedikçe işler sarpa sarar, bizim sadıçlaa maceradan maceraya, oyundan oyuna, alavereden dalavereye koşar, ‘antin guntin işlee’ çevirirler… Sonuç bellidir çoğunlukla, çünkü onların kaderi baştan yazılmıştır, hayat dersi alınlarına kazılıdır. “Bize bu yeşil tarlalar bir tek şey öğretti: paran yoksa okuyamazsın, paran yoksa isteyemezsin, paran yoksa sevemezsin; ağzını gırdımın garibanlığı…”

 
Ve bütün maceralar eninde sonunda buraya varır...

Onlar yine de umutlarını yitirmezler, varılan nokta değişmeyecek olsa da kendi yollarını çizmek için çırpınır dururlar. Bize de onların bu neşeli ve benzersiz maceralarının keyfini sürmek kalır…

‘Yıldızlar bu gece çok güzel İsmail’

Bizim sadıçlaa yalnızca maddi değil, manevi eksiklerle de büyüdükleri için (Emin ve Cemil’in anneleri, Süleyman’ın babası yoktur, İsmail’se hem annesini hem babasını kaybetmiştir küçük yaşta), bir yanları hep çocuktur, hep oyun peşindedir. Makgayvır Sülüman’ın sevdiği ama açılamadığı Neşe’yi görebilmek için babası Hayati’nin aletlerini sürekli bozması da, Eskici Emin’in eskileri toplamak yerine Emine’nin sokağını arşınlaması da, İsmail’in bahçesinde define arayabilmek için belediye başkanının kızını kendisine âşık etme planı da enikonu oyundur işte, başlarına türlü türlü iş açılacak olsa da… Aksakallı dede olup rüyalara girmeye çalışan da, sevdiği tarafından reddedilen arkadaşlarını her şeyin bir rüya olduğuna inandırmak için bütün kasabayı seferber eden de, radyo sinyalleriyle oynayıp bir kadını ölen eşiyle konuşturan da yine bizim ‘sadıçlaa’dır. Ama her ne yaparlarsa yapsınlar niyetleri iyidir, tek dertleri sorun çözmek ya da birine yardımcı olmaktır. Herkesin yürüdüğü yolları tercih etmiyorlar diye, seçtikleri yollar da çoğunlukla uçurumlara çıkıyor diye onları sevmekten, izlemekten geçecek değiliz ya!

‘Seven adam kendini aşmaa bilcek’

Şimdi burada geçtiğimiz 59 bölümün özetini veremem tabii. Ama dizimizin en çok değindiği ve çok iyi işlediği, bütün veçheleriyle ele aldığı aşk konusuna değinmeden olmaz. Burada karşılıksız aşk da var, sevip kavuşamamak da, kavuşmak da var terk edilmek de, sevdiği halde reddetmek de var, aşktan umudunu kesip sevmeden evlenmeye razı olmak da, sevdiğiyle kaçmak da var iki aşk arasında kalmak da… Ve bütün bunların arka planında, aşka duyulan derin saygı, aşka boyun eğene gösterilen sonsuz anlayış da. Seven kalplerin, gerektiğinde sevgi uğruna kendinden vazgeçenlerin hikâyesidir bu; çünkü seven insan, kendini aşmayı bilmelidir.

‘Gari sizin de bi sadıcınız vaa’

Hikâyemizin kötü karakteri yok ama bu, herkes melekler kadar iyi demek de değil; zaman zaman yanlış yollara sapsalar da kimsenin tamamıyla kötü olmadığı bir kasaba Yeşilova. Art niyetlisi, servet düşkünü, kibirlisi de var elbette, ama geri dönülmez yollara varan kötülüklere güle oynaya koşan yok.

Ege şivesinin en tatlı tonlarından biri buradadır ama “şive komedisi” diye etiketleyerek basite indirgemeye yüreğim el vermez; çünkü yöresel şivelerin İstanbul Türkçesi konuşanlarca komik bulunan yanlarının üzerine gidip de komik olmaya çalışmaz. Oyuncular içinde şive kaçıran da bulamazsınız, kafasına göre şive yapan da. Ve herkes aynı tonlamaya sahip de değildir, her karakterin kendine özgü bir konuşma biçimi vardır.

Köylerde ya da küçük kasabalarda geçen dizilerde sıkça karşılaştığımız klişelere burada yer yoktur; kimse ‘kan davası’ ya da ‘namus davası’ peşine düşüp silahlara sarılmaz, sonu gelmez düşmanlıklar yoktur, çocuklar gelin edilmez, kızlar sevmedikleri adamlara zorla ‘verilmez’, kadınlar mal gibi alınıp satılmaz, kadınların okumasına, çalışmasına kötü gözle bakılmaz -hatta bir kadın, belediye başkanlığına aday olup seçilebilir-, köyün aslında bilge olan bir delisi yoktur, ‘el âlem ne der’ kaygısı ufak da olsa hissedilir bazen ama gerektiğinde o çok konuşan ‘el âlem’e dersini veren biri de çıkıverir meydana.

Köy kahvesinde dedikoduyu yasaklayan Fikri Abi karakterini, İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçısı İbrahim Raci Öksüz canlandırıyor.

Tebessüme, kahkahaya olduğu kadar gözyaşına da gark eder seyircisini Yeşil Deniz. Bazen aşk olur yaşların sebebi, bazen ayrılık, bazen ölüm, çoğu zaman da çaresizlik. Bazen kimsenin gücü yetmez olanı değiştirmeye, eli yetmez düşeni kaldırmaya. O zaman oturup dertlinin yanına, acısını, yasını, yaşını paylaşan da bulunur bu hikâyede. Derman yoksa da teselli çoktur Yeşilova’da.

Hikâyemiz 90’larda geçmektedir, 90’ların jargonu hâkimdir ama günümüzün dili ve anlatımı da eklenmiştir hamuruna. Erol Büyükburç’un “ben saksı değilim” serzenişinden, nikâh memurunun sorusuna “hayır” cevabını veren şakacı damada pek çok güncel konu kendine yer bulabilir burada. Sanki onlar geçmişte değiller de, bizim 2016’yı yaşadığımız anda onlar 1996’yı yaşamaktalar, biz onları televizyondan izlemekteyiz (tabii onlar da bizi izlemekte) ve bunun dışında bir iletişim mümkün değilmiş, birbirimizin dünyalarında yaşayamazmışız gibi. Çıkıp gitsem Birgi’ye büyü bozulacak, Yeşil Deniz puf diye uçup gidecekmiş gibi…

Yeşil Deniz evreninde gizli bir şeyler konuşmak için ağaç tepesinde buluşmak, olağan değilse de garipsenmeyecek bir harekettir.

Şimdi ben Yeşilova’nıın bu güzel insanlarını, hayra çıksın diye rüyamı suya anlatır gibi anlattım ya size, onlarca bölümün teşekkürü olsun, ‘gari sizin de bir sadıcınız’ olsun diyedir. Bir hatam, eksiğim olduysa affolsun, bu cümleler de İzmir’den Ödemiş’e, Mavi Deniz’den Yeşil Deniz’e gönderilen bir dost selamı olsun, Yeşilova’nın alâmetifarikası ‘sevgi saygı, aanayış’ eksik olmasın hayatımızdan…

*Düğünde gelin ve damada yardım eden kişi anlamındaki “sağdıç” sözcüğü, Ege Bölgesi ve Güney Marmara’da arkadaş, dost, birader gibi anlamlarda kullanılıyor.

(Bu yazı ilk olarak 15 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

15 Şubat 2016 Pazartesi

Gözyaşıymış insanın insana raptolduğu cevher*

Kördüğüm 6. Bölüm Yorumu

Umut’un Naz’ı, Ali Nejat’ın arabasında görmesinde kalmıştık geçen hafta, bana göre gereksiz bir tansiyondu bu. Umut peşlerine düştü düşmesine ama şirketten, Mert’ten telefon gelince sağa çekip takibi bırakmak zorunda kaldı. Demek ki hayaller üstün geldi acılara... Bu bir. Umut’un buradan kendine bir mağduriyet çıkarmasını engellediler, bu iki. Umut’un Naz’ı misilleme ile suçlamasına mahal vermediler, bu da üç. Bölümün hemen başında, geçen hafta kaldığımız yerden duyduğum rahatsızlığı telafi ettiler.

Gökçe ile Emre’nin ilişkisinin de aşk yalanlarıyla kandırılan fakir genç kız ve onunla gönül eğlendiren vurdumduymaz zengin oğlan klişesi gibi başlaması fakat esas kandırılanın seyirci olması, gençlerin birbirlerini sevmesi ve gayet normal bir ilişki yaşıyor olması da beni sevindiren bir başka nokta.

Feyza, Kaan’ı Barış sanıyor, Barış’ı koruyamadığı zamanın acısını Kaan’ı sarıp sarmalayarak çıkarmaya çalışıyor. Elbette o da biliyor Kaan’ın Barış olmadığını, ama Kaan’ı koruyabilirse Barış’ı koruyamamasının telafisi olacak belki de. Her ne kadar Neslihan, kendi çıkarları için -ve de Tarık Bey’in teşvikiyle- Kaan’ı Feyza’nın yanında tutmaya çalışıyor olsa da hepimiz biliyoruz ki, birileri aksini gerçekleştirmek üzere bu arı kovanına çomak sokmazsa, Kaan çok iyi gelecek Feyza’ya. Tabii Feyza da Kaan’a. Çünkü Ali Nejat’ın şahane bir baba olması yetmeyece, annesinin eksikliğini hep hissedecek Kaan.

Ali Nejat, baba olmayı öğrenirken çocuk olmayı da öğreniyor bir yandan. Önceki bölümlerde gördüğümüz kısacık ‘flashback’lerde, Tarık Bey’in, çocuklarının gerçek birer çocuk olmalarına müsaade etmeyen biri olduğuna tanık olduk. Anlaşılan Feyza ve Ali Nejat hiç çocuk olamamışlar. Şimdi alış verişte, hamburgercide, kahvaltıda yumurtaya yüz yaparken; yani Kaan’la birlikte olduğu her an, hem baba olmayı hem de çocuk olmayı öğreniyor Ali Nejat. Feyza, Barış’ın ölümüyle içindeki çocuğu da kaybetti belki. Ama hâlâ kaybetmediyse, onun da ilacı yine Kaan.

Ali Nejat’ın dünyayı Kaan’ın etrafında döndürme çabası eminim herkese tebessüm ettiriyor. Yalnızca iyi bir babanın yazılmış olması değil, İbrahim Çelikkol’un beni çokça şaşırtan oyunculuğu da bunda büyük bir etkiye sahip. Sesini, bakışlarını, elini, kolunu kullanışındaki şevkat ve hassasiyet gerçekten içimize işliyor. Gün geçmiyor ki İbrahim Çelikkol’dan pek de hazzetmeyen arkadaşlarımdan hayret içerikli mesajlar almayayım; “İyi baba figürü is the new sexy” diyorlar, ben aracılık etmiş olayım.


“İyi baba figürü is the new sexy” diyolla!

Naz, annesiyle konuşmak isteyince sanıyorum hepimiz boşanma konusunu açacağını düşündük. Oysa o, geçen bölümün başından devam etti yoluna, Umut’un Kenan’a olan borcunu ödeyebilmek için evi ipotek ettirmesi gerekiyordu, bunun için dil döktü annesine. Annesinin Umut’a karşı söylediği bütün olumsuz sözlere karşı da dimdik durdu Naz. Annesinin aksine, ilişkilerinde mağdur olan tarafın Umut olduğuna tüm kalbiyle inanıyor ve onun hayatını, hayallerini yaşamasına engel olduğunu düşündüğü için de kendini Umut’a karşı borçlu hissediyor. Geçen bölüm öğrendiği ihanet meselesini bu konuya karıştırmayışı da biz seyirciye atılan bir başka gol. Bu dizide, en çok da hemen hemen her konunun usul usul, sakince işlendiğini sevdiğimi söylemiş miydim daha önce?

Herkesi biraz da olsa anlıyorum ama Neslihan’ı hâlâ anlayamadım. Ortalıktan kaybolduğunda Ali Nejat’ın yanında Naz’ın da olduğunu biliyordu, alışveriş merkezinde Ali Nejat’ın Naz’a hediye aldığını da gördü. Bunların üstüne Ali Nejat’a “siz iyi bir babasınız ama Kaan’ın bir anneye de ihtiyacı var” demesi kadar yanlış bir hamle düşünemiyorum. Oğuz’la ne karıştırdıklarını tam olarak anlayamadık ama, oyun gereği Ali Nejat’a âşık gibi davranması gerekiyor diye düşünecek oluyorum, bu kez de gece evde tek başınayken Ali Nejat’ın resimlerine bakıp içlendiğini görüyorum. Nasıl olacak bu iş?

Hasan Amca’nın her sahnesinde pişmanlığına biraz daha inanıyorum, kalbim biraz daha acıyor. Çaresizce çırpınışını, ufacık da olsa bir şeyler yapmaya çabalamasını izlemek gerçekten insanı yaralıyor. Şahane bir kadro kurmanın yanında, o şahane oyunculara kendilerini gösterebilecekleri roller yazdıkları için de ayrıca tebrik etmek gerekir diziyi.

Umut’un otomobil projesi, temelde, dışa doğru açılan hava yastıklarına sahip, ultra güvenlikli bir araçmış. “Bununla siz bile birinin ölümüne sebep olamazsınız” dedi Ali Nejat’a. Biraz pervasız ama hedefi on ikiden vuran bir cümle oldu bu. Ali Nejat projeyi satın almaya karar verdi ve Umut da Kenan’a borcunu ödemek için gereken parayı bulmuş oldu böylece.

Bölümün bence can alıcı sahnesi yine Ali Nejat, Kaan ve  Feyza arasında yaşandı. Feyza’nın, yanında Barış varmış gibi hareket etmesine, Barış’ın sevdiği yemekleri Kaan’a yedirmeye çalışmasına ve hatta Kaan’a Barış diye seslenmesine Kaan’ın verdiği tepki çok yerindeydi. Zaten Kaan’a gerçekten bir çocuğun söyleyebileceği sözler yazılıyor, çok sahici. Ali Nejat, yine bütün şefkatini ve sükûnetini giyinerek yeğeninin ölümünü, yanında olduğu halde onu koruyamadığını ve Feyza’nın bu nedenle üzgün olduğunu anlattı. Feyza’nın oğlu da Kaan’ın annesinin gittiği yere gitmiş; Kaan bu hikâyeyi de gözyaşları ile dinledi.

Sonra birlikte Feyza’nın odasına gittiler ve Kaan, beni de ağlatan bir cümle ile aldı halasının gönlünü: “Lütfen üzülme. Benim adım Kaan ama istersen bana Barış diyebilirsin, benim için önemli değil. Ben hiç üzülmem ama sen de üzülme.” Feyza, acılar aleminden fani dünyaya döndü, sarıldı Kaan’a, sanki yalnızca Kaan’a sarıldığı anlarda nefes alıyormuş gibi bir susamışlıkla. Kaan iyi geceler dileyip çıktığında, Ali Nejat ve Feyza birkaç saniye bakıştılar; aynı çaresizliğe ortak olmanın acısını, aynı çocuğa vermek istedikleri sevgiye karmanın tuhaf ikilemiyle...

Bu bölümde gördük ki sevgiden ziyade acıların ortaklığı ya da benzerliğiymiş düğümlerin kaynağı, kördüğümün hammaddesi gözyaşıymış.

* İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı

(Bu yazı ilk olarak 11 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Çingene Boksör: Hatıra ister misiniz?

Çingene Boksör: Hatıra ister misiniz?

Yanıtınız ‘evet’se, Burak Sergen’in Çingene Boksör performansını görmelisiniz. Rike Reiniger’in yazdığı, Dr. Gülen İpek Abalı’nın Türkçeye çevirdiği, Emrah Elçiboğa’nın yönettiği oyun Ekim 2015’ten bu yana ülkenin çeşitli illerinde ve sahnelerinde sergileniyor.

Aslında, oyunun konusundan kısaca bahsedip size sadece Burak Sergen’i anlatmak istiyorum ben. Oyun, 1907-1944 yılları arasında Almanya’da yaşayan ve 1933’te Almanya yarı ağır siklet boks şampiyonu olan Yahudi boksör Johann ‘Rukeli’ Trollmann’ın hikâyesini, en yakın arkadaşının ağzından, hem acılı hem de neşeli bir yolla anlatıyor. Aslında bu, Çingene Boksör Ruki’nin hikâyesi olduğu kadar bize Ruki’yi anlatan arkadaşı Hans’ın da hikâyesidir. Sarışın bir Alman olan Hans’ın, “esmer tenli siyah saçlı” arkadaşı Ruki’nin çektiği acılara sadece tanık olduğu değil, “çingene” olmanın ağırlığı altında onunla beraber ezildiği bir hikâyedir. O yıllarda sürülen her hayat gibi, Almanya’nın içine düştüğü faşist çukurun çamurdan öyküsüdür de aynı zamanda; acılı, yaralı, çaresiz ve öfkeli…


DeepBlueIdeas Sanatsal Yapımlar sunar...
 
Burak Sergen sahnede tek başına ama Burak Sergen asla yalnız değil. Onun yeri sahneyle, sözleri oyunla sınırlı değil. Kendi bedenini, repliklerini, sahneyi, salonu ve hatta seyirciyi kullanışı o kadar benzersiz ve görülmeye değer ki, okurken çok sevdiğim bir romanı bitirir bitirmez yeniden başladığım anlardaki hislerimi anımsıyorum oyunun sonunda. Keşke “replay” (yeniden oynatma) tuşu olsa bir yerlerde, başa sarıp tekrar tekrar izleyebilsem… (Tiyatronun bir güzelliği de bu işte; ne kadar muhteşem olursa olsun bir sonu var ve bir süre için bile olsa tekrarı yok, her saniyesini yaşadınız yaşadınız, yaşamadıysanız kaybettiniz; yaşadıysanız tadı damağınızdan bir ömür gitmez zaten.)

Hep söylenen bir şeydir, televizyon ekranı insana 5 kilo ekler, insanlar olduklarından daha iri, daha cüsseli görünürler. Ekranda gördüğünüz birini çıplak gözle görüp “Aaa ne kadar kısa boyluymuş/zayıfmış/ufak tefekmiş” gibi cümleler kurmanız işten bile değildir. Ben bir tek Burak Sergen’de yaşamadım bunu. Onlarca dizide, yüzlerce bölüm boyunca izlediğim o iri, heybetli adam aynıyla karşımdaydı onu sahnede ilk görüşümde. Bunu söyleme sebebim, o kocaman adamın, sahnede 12 yaşında, ufak tefek, çelimsiz bir oğlanı canlandırırken inandırıcılığından bir zerre bile kaybetmeyişini, sahnede nasıl ufaldığını, gözlerimizin önünde, bir adımdan diğerine nasıl boyut değiştirebildiğini size ifade edebilmektir.

Tek kişilik oyunlar, eğer iyi yazıldı ve iyi oynandılarsa, sahnedeki oyuncuyu tek bir performansla bile değerlendirebilmenize olanak tanır. Çünkü aslında sahnede bir kişi tarafından canlandırılan birden fazla kişi vardır ve her biri birbirinden başka durmak, başka görünmek zorundadır. Böylece oyuncuyu her yönüyle görür, içinden çıkardığı karakterleri irdeleyebilirsiniz. Her bir kişide duygu, düşünce ve amaçlar da farklılaştığı için oyuncu sahnede büyük bir sınav verir. Boşluğa düşme, tereddüt etme, rolden çıkma, oyundan kopma şansı hiç yoktur, onun için oyun başlar, akar ve biter.

Söylemeye ne hacet, Burak Sergen -klişe tabirle- sahnede bunların dersini veriyor. ‘Tek başına ama yalnız değil’ demiştim ya, oyununa yalnızca sahneyi ve dekoru değil, salonu, seyirciyi, duvarları ve hatta fuaye alanını bile katıyor. Hans'ın hikâyesini izlemeye gitmişken, Hans'ın köyünde yaşayan insanlara, tribünlerde Ruki için tezahürat yapan ya da onu yuhalayan boks seyircisine dönüşüveriyorsunuz.

Bu dönüşümün merkezinde ise yine Burak Sergen var; kendisi de oyunun yönetmenine dönüşüyor zaman zaman. Bazen ışıkçıya laf atarken görüyorsunuz onu, bazen seyirciyi azarlarken. Oynadığı rolü soyunuyor belki yer yer, ama kendi kimliğini giyinmiyor, Burak Sergen olmuyor, oyuncu-seyirci-yönetmen arası bir yerde durup herkesi biraz silkeliyor… Sonra oyununa geri dönüp yumruklarını savuruyor sağlı sollu. İşte, doğaçlamanın tadını da aldınız, bu gördüğünüzün eşi benzeri yok, anladınız, başka birisi oynasaydı sahnede bambaşka bir şey göreceğinizden eminsiniz artık!

Oyundan yaşlı gözlerle çıktığımı söylememe de herhalde gerek yoktur artık…

Hatıra ister misiniz?

Hans anlatıyor, ailesiyle, komşularıyla, hemşerileriyle, en çok da Ruki’yle ilgili hatıralarını, unutmak istediği, unutmayı öğrenmeye çalıştığı hatıralarını, yaralarını, yaraladıklarını…


(Bu yazı ilk olarak 9 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

9 Şubat 2016 Salı

Saadet üstüne Saadet olmaz!

Saadet üstüne Saadet olmaz!
 Çifte Saadet - İlk Bakış

Müthiş hızlı bir girişle açıldı ilk bölüm. Mert’in ağzından ailesinin hikâyesini dinledik kısa ve tempolu bir anlatımla. Metin (Fikret Kuşkan) ve Perihan (Şebnem Bozoklu) severek ve kaçarak evlenmişler, Perihan’ın annesi (Bedia Ener) kaçmalarına yardım ettiği için o da onlarla. Metin ve Perihan çiftinin üç çocukları oluyor: Gülsen, Birsen ve Mert. Perihan, bundan 12 yıl önce Mert 6 aylıkken bir arkadaşının kına gecesi için şehirlerarası yolculuğa çıkıyor, bindiği otobüs kaza yapıyor, kazanın ardından Perihan’dan haber alınamıyor ve öldüğü kanısına varılıyor. Bu olaydan 6 yıl sonra Hülya (Dolunay Soysert) ile evleniyor Metin, ondan da İzzet adında bir çocuğu oluyor. Çocukların üvey anne eziyeti çekmediği, gelin-kaynana çekişmesinin yaşanmadığı mutlu bir evlilik, kocaman bir aile…

Mert’in bize bunları anlattığı 1-2 dakika ne kadar ilgi çekici ve hızlıysa bundan sonrası da bir o kadar yavaştı. Perihan, hafızasını kaybettiği için 12 yıl boyunca bir rehabilitasyon merkezinde kalmış. Bir sabah uyanıyor ve ta taaa! Hafızası geri gelmiş! Fakat her nasılsa bu kez de 12 yıl boyunca yaşadıklarını unutmuş…

Perihan eve geliyor, önce herkes şoke oluyor tabii. Doktorların, yeni bir şok yaşamasının onun için sakıncalı olacağı uyarısını yaptığını söyleyince Perihan, hepsi bir anda Hülya’nın varlığını Perihan’dan saklamaya karar veriyorlar. Bu plana Perihan’ın yakın arkadaşı, kapı komşuları Mürvet (ya da Mürüvvet, emin değilim – Bâlâ Atabek) ve oğlu Tarık (Bora Akkaş) da dâhil oluyor.

Perihan ve Hülya’yı birbirlerinden saklama mücadelesi ve Perihan’ın aradan geçen 12 yılda neler olduğunu öğrenme çabasıyla geçti bölüm, finalde de karşılaştılar. Oyunculuklara asla lafım yok, herkes gayet iyiydi. Ama benim için ortada ne takip edilebilecek bir hikâye var ne de bir komedi unsuru. Çıkış noktası iyi, hoş, ama kısır kalmış. Buradan ne kadar ileri gidilebilir, ben göremedim.


Perihan'ı aile albümüyle oyalayalım da soru sorup durmasın.

Zaten sonlara doğru dikkatimi iyice kaybettim, dikkatimi verebildiğim kadarında takıldığım yerleri not edip bitireyim:

● Evine gitmek isteyince bulunduğunda yanında olan çantasını iade ediyorlar Perihan’a. Çantada paraları var, altınları var ama cüzdanı/ kimliği yok. Şehirlerarası yola kimliksiz mi çıkmış yani?
● Perihan, tam da kaybolduğu günün 12. yıldönümünde hatırlıyor evini, ailesini. Yıldönümü sebebi ile bütün aile, aslında boş olduğunu bildikleri mezara gidiyorlar ziyarete. Evleneli 6 yıl olmuş ama mezarlığa gidip eski eşine yeni eşini anlatmaya bu yıl karar veriyor Metin, her nedense…
● Komik olsun diye yapılmış şakalar kağıt üzerinde nasıl duruyor bilmiyorum ama izlerken pek de komik değiller; “hengaver”, “atarlı panik” gibi laflar hiç güldürmedi. Biraz tebessüm ettiğim tek yer, Mert'in, "Nedir bu annelerin 'anne yemeği' takıntısı yaa!" cümlesiydi.
● Bâlâ Atabek’e neden ısrarla olduğundan 10-15 yaş büyük kadın karakterlerin giydirildiğini hiç anlayamıyorum. Başarılı olmadığını söyleyemem, ama yanılmıyorsam Beni Böyle Sev dışında hiçbir yerde olduğu yaşta ya da jenerasyonda bir rolde göremedik kendisini.
● Bora Akkaş gibi yetenekli ve çalışkan bir oyuncu varken elde, kendisine –yine- neden bir karakter değil de tiplemenin emanet edildiğini de anlayamıyorum. Diziyi izlemek isteme sebebim Akkaş’ın varlığıydı ama takip etme kararı vermeme yetmedi maalesef.
● Ailenin soyadı Saadet, dizi de ismini, bu soyadını taşıyan iki kadının varlığından alıyor… “Çifte Saadet” adını sevmiştim ama bu fikri beğenemedim.

(Bu yazı ilk olarak 6 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Yaralandığımız yerden iyileşmiyoruz her zaman...

Kördüğüm: Yaralandığımız yerden iyileşmiyoruz her zaman...
 
Kördüğüm 5. Bölüm Yorumu
 
Her zaman yaralandığımız yerden iyileşemiyoruz; belki de bu yüzden devam edebiliyor hayat. Başka bir dalda çiçek açtığında kendi kuruyan dalımıza ağlamayı bırakabiliyoruz. Baharın güzelliği unutturmuyor sert geçen kışı belki, ama kışın ardından bir başka baharın daha gelebileceğini öğreniyoruz...
 
Kördüğüm oldukça sakin ama derin bir bölümle ekrandaydı bu kez. İlk dört bölümdeki süratin ve olay bolluğunun aksine, yavaş ama emin adımlarla ilerledi. Bunu yapabilecek bolca malzeme varken elinde, hiç yüz vermedi ajistasyona. Olabilecek belki de en hafif yoldan, en nazik cümlelerle döktü ortaya en büyük yaralarını.
 
Havuzdan Kaan’ı kurtaran Feyza oldu, beklediğimiz gibi. Onu elleriyle kurularken sanırım ilk kez gülümsedi, içinden gelerek hem de. Kaan’ı kabullenmeye, iyileşmeye başlayacak diye düşündüm. Oysa daha derin bir yara oldu bu Feyza için, çünkü o Kaan’ı değil, kendi oğlunu kurtarmıştı ve bundan sonra oğlunu gözünün önünden ayırmamak olacaktı tek isteği. Islanan pijamaları yerine Barış’tan kalanları giydirirken Kaan’ın sorusuyla uyandı tatlı rüyasından: “Bu giysiler kimin?” Ve köşkte bir ölüm sessizliği...
 
Kaan bütün akşam Ali Nejat’ı beklemişti, yaptığı makarnadan yedirecekti ona. Babasının gelmeyişiyle bir terk ediliş daha yaşadı. Ali Nejat henüz idrak edemedi dünyanın en önemli işini yapıyor bile olsa, onu bekleyen bir çocuk varsa, o yemekten/toplantıdan daha önemlisi de vardır. Toplantıdaki adamlardan birine, bunu ilk kez söylüyor olmanın heyecanıyla, gözleri parlayarak “Oğlum var” dediğinde biz ikna olmuştuk onun iyi bir baba olacağına. Bunu hissederek söylediği sesinin titreyişinden belliydi, ama Kaan’ı ikna etmesi daha zor olacak. Çünkü Kaan’ın baktığı yerden bakınca, annesinin gökyüzüne gitmesi ile babasının akşam gelmemesi aynı şey; artık sevilmediğini, istenmediğini düşünmesine neden oluyor. Bunun üzerine Naz’a gidip ondan da ilgi göremeyince Kaan herkese küser, hiçkimse tarafından sevilmediğini düşünür tabii.


"Hayatıma girip beni babası yaptığı için çok şanslıyım."

Burada durup, Kaan’ı hüngür hüngür, salya sümük ağlatmadıkları için çok teşekkür ederim. Bizim dizilerimizin öfkeyi, üzüntüyü, acıyı büyük büyük hareketlerle, yeri göğü inleterek gösterme alışkanlığından gına geldi artık. Sessiz sessiz gözyaşı döken kırgın bir çocuk vardı ekranda ve biz onun hissettiklerini böyle de duyumsayabildik.
 
Naz’ın, Umut’un ihanetini öğrenişi, Umut’un inkar etmeye çalışması, Naz’ın tokadı ve Ali Nejat’ın bu sahneyi izleyişi... Naz’a yaklaşmasının o kadar da yanlış bir şey olmadığına böylece karar vermesi ve çekildiği inziva köşesinde bulması onu; biraz Kaan, biraz da kendisi için...
 
Otelde birlikte vakit geçirebilmeleri güzeldi de, yolun tamamen kapalı olması nedeniyle İstanbul’a dönememeleri hikâyesini ben yemedim. Yüzlerce kez izlediğimiz, kötü hava koşulları nedeniyle son vapurun kalkmaması klişesinin bir başka versiyonuydu bu da. Ne olurdu yani Naz, Ali Nejat ve Kaan’ı yanında görünce aniden İstanbul’a dönmek istemeseydi? “Ne kadar da teşneymiş elin adamıyla vakit geçirmeye” diye kötü kadın mı ilan edecektik kendisini? Kafa dinlemek için uzaklaşmış bir Naz’a Kaan’dan daha etkili bir ilaç olamayacağını hepimiz bilmiyor muyuz? Bir de üstüne, otelde tek oda kaldı klişesi... İki ayrı oda olsaydı ve Kaan uyumadan önce masal dinlemek isteseydi, Ali Nejat da masal bilmediği için Naz’ın kapısını çalsalardı olmaz mıydı mesela? (Bu fikrin de çok orijinal olmadığının farkındayım ama her şeyin bir zorunluluk gibi sunulmasından rahatsızım. O yüzden kızıyorum.)
 
Bölümün twitter etiketi #BuBenimSuçum’du. Sürpriz değil, gece olunca Candan Erçetin’i duymaya başladık, Onlar Yanlış Biliyor şarkısıyla:
 
“Puslu, soğuk hava, dökülen yapraklar/ En sevdiğim mevsimdi sarı sonbahar/ Artık değil/ Kalbimde hüzün, aynada üzgün yüzüm/ Beni tanıyanlar buna birisi sebep diyor/ Susuyorum...”
 
Bizde mevsim kış, hikâyemizdeyse zemheri; rengimiz kasvet grisi... Sabaha karşı göl kıyısında, puslu, soğuk bir ortam. Hani bu rengin tasviriyle başlayan bir roman okuyor olsam, derim ki ölüm geliyor, öyle ağır bir hava. Ama burada bu ortam, yeni başlangıçların habercisi. Güneşin doğmak üzere oluşu tesadüf değil. Naz ve Ali Nejat, usul usul birbirlerine açıyorlar yaralarını, korkularını, tedirginliklerini...

İsteseler bunları büyütüp feryat figan dökebilirlerdi ortaya, ayrı ayrı ve onlarca bölüm sonra. Tam da birlikte olacaklar diye beklerken biz, bu acıların ağırlığı önce birer şantaj malzemesi olup bükebilirdi boyunlarını, sonra birbirlerinin geçmişlerini öğrenen aşıkları ayrı yollara savurabilirdi. Yapmadılar. En çok bu noktada memnun oldum diziyi takip etme kararını verdiğim için. Hoşuma gitmeyen yanlar olsa da, düğümün çözülmezliğine ikna olamasam da bu hikâyenin tanığı olmak istediğim için. Bu kez başka yolların deneneceğinden umutlu olduğum için.
 
Ali Nejat’ın haklı korkularını öğrenen Naz, o kasvetin içinde umutla göz kırpan kırmızı şalın hakkını verdi, karanlığı arayan bir şey söyledi: “Onun sana ihtiyacı var ve o hiçbir zaman bu korkuyu anlayamaz.” Ve zaten kimse bunu anlamak zorunda da değil. Herkesin başka korkuları, başka yaraları var ama yaşamaya devam ediyorlar. Çünkü bu yolların geri dönüşü yok. Yaralandığımız yerden iyileşmek zorunda olmayışımızın da bir şans olduğunu görebilmek ve yola devam edebilmek gerekiyor. O küçük ve masum çocuğun elinden tutup korkuların üstüne gitmek gerekiyor.


(Bu yazı ilk olarak 5 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

5 Şubat 2016 Cuma

Kördüğüm: İlmek İlmek İşlerken Düğümlenen Hayatlar

Tanıtımlarda Naz Elmas'ı görünce bu dizi tutmaz demiştim, ekran bahtsızlığı malum. Üstüne diğer oyuncuların tutmayan işlerini de düşününce Perşembe gününde pek şansı olmaz diye düşünmüştüm ama yanıldım.
Hem gözyaşlarıyla hem de tebessümle izlediğim dördüncü bölümün ardından giderek yükselen izlenme oranlarını hak ettiğini de gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Baştan söyleyeyim, ne İbrahim Çelikkol’a ne de Belçim Bilgin’e bayılırım; ama yine de göz ucuyla bile olsa oynadıkları tüm dizilere bakmışlığım, filmlerini izlemişliğim var. Diziden beklentim düşük, ama kadrodan umutlu olarak başladım ilk bölüme. (Nasıl umutlu olmayayım, Alican Yücesoy, Rojda Demirer, Ferit Aktuğ, Ali Tutal, Murat Daltaban, Ege Aydan, Tuncer Salman gibi oynadıkları her yerde beğendiğim oyuncular var kadroda;  yetmezmiş gibi bir de Tülay Günal var. Hani Nazım’ı, Brecht’i oynayan Genco Erkal’a eşlik edip onun karşısında ezilmeyen, parıl parıl parlayan o büyüleyici kadın!)  Perşembe günleri takip ettiğim başka bir dizi de olmadığı için sıkılana kadar açık tutarım diye oturdum başına dört hafta boyunca. Ama dördüncü bölüm itibariyle artık sadık bir seyirci olarak Perşembe akşamlarımı Kördüğüm’e tahsis etmeye hazırım!
Kördüğüm, ilmek ilmek işlerken düğümlenen hayatları sunuyor bize, adım adım. Hikâyenin giderek çatallanması, ilk bölümün olaylara boğulmaması güzeldi, esas derdinin ne olduğunu tam olarak anlatamasa da. Bütün karakterleri tanıyacak, hikâyedeki yerlerini kavrayacak, ileride hangi ilmeklerin çözülmez düğümlere dönüşeceğini tahmin edebilecek kadar gördük herkesi, fazlası vardı, eksiği yoktu diyelim bu anlamda. Hikâyesini anlatmakta ise yavaş kaldı, hâlâ tam olarak hâkim değiliz konuya, ama umutluyuz, izlemeye devam ettiğimize göre…
Hatalarla dolu ilk bölümde çok takıldığım noktalardan biri, ünlü restoran sahibi, gurme Ayhan’ın (Ege Aydan), İtalya’da deniz ürünlerini öve öve bitiremediği bir restoranda yediği istiridyeden rahatsızlanmasıydı. Restorana ilk kez gidiyor değil, farklı türden bir yemeği ilk kez tadıyor değil, ama daha önce hiç bilmediği bir alerjisi ortaya çıkıyor ve boğulma tehlikesi atlatıyor. Bütün bunlar, Doktor Naz’ın (Belçim Bilgin) trakeostomi* yaparak onu kurtarması ve Ayhan’ın arkadaşı Ali Nejat’la (İbrahim Çelikkol) tanışabilmesi için yazılmış, orası belli. Ama ikna olamadık. Bu şekilde tanışmaları çok gerekliyse Ayhan gurme değil de pisboğaz bir restoran sahibi olabilirdi mesela, o restorana ilk kez gitmiş ve oradaki en eksantrik yemeği sipariş etmiş olabilirdi… Aynı sahneden devam edersek, Naz’ın, gırtlakta delik açmak için bulduğu makası sterilize etmek için masadaki viski bardağının içine sokması, ama sonra açtığı o deliğe soktuğu kalemi böyle bir işlemden geçirmeye gerek görmemesi takıldı gözümüze…
Aynı bölümde, hastalığının ne olduğu bulunamayan çocuğun bacağındaki AT kadar keneyi, kene ihtimali Naz’ın aklına gelene kadar kimsenin görmemiş olması da akıl alır gibi değildi. Bunun gibi detaylara laf edilmeyecek derecede iyi bir ilk bölümdü, bunların da esas hikâye ile (hikâye her ne ise) doğrudan ilgisi yoktu kabul ediyorum, ama Naz’ın hemen her bölümde bir veya birkaç hayat kurtarması gereksiz ve zorlama geldiği için konuşuyorum. Onun iyi bir doktor olduğuna ikna olmamız için bunlara hiç gerek yok; sanırım hepimiz, Kaan’ı (Aybars Kartal Özson) kan vermeye ikna ettiği sahnede emin olduk bundan. Ama madem böyle şeyler yazılıyor, çekerken de daha dikkatli olunmalı.


Naz (iç ses): Ne kadar da tatlı bir çocuk. Keşke benim olsa...

Yayınlanan ilk dört bölümden uzun uzun bahsetmek yerine bir noktada kördüğüme dönüşmesini beklediğimiz düğümlerden söz etmek istiyorum biraz;
Ali Nejat Karasu, tersane işleten büyük bir şirketin CEO’su; fakat aklı ilk yerli otomobili üretmekte. Araştırma için Milano’ya (onlar Milano’dalar ama nedense şehir ismi hiç geçmedi dizide, İtalya deyip geçtiler hep) gittiğinde Ayhan’ın atlattığı boğulma tehlikesi dolayısıyla yolları kesişmişti Naz ile. Babası Tarık Karasu’nun (Tuğrul Çetiner) şiddetle karşı çıktığı bu yerli otomobil üretimi fikrini kamuoyuna ilan etmek için, Naz ve eşi Umut’un (Alican Yücesoy) da davetli olduğu kendi doğum günü partisini seçiyor. Ama partide önemli bir açıklama yapacak olan biri daha var, Didem.
Didem (Naz Elmas), Ali Nejat’la yıllar önce bir ilişki yaşamış ve hamile kalmış. O dönemde Ali Nejat, şirketin finans müdürü Oğuz aracılığıyla kürtaj için Didem’e para vererek bebekten ‘kurtulmaya’ çalışmış ve onun için konu orada kapanmış. Didem’in ise bu paradan hiç haberi olmamış ve ailesini de karşısına alarak çocuğunu doğurup büyütmüş kendi başına. Oğlu Kaan’ın ufak bir rahatsızlık geçirmesi sonucu hastaneye gittiklerinde çocuk doktoru olan Naz ile kesişiyor yolları. Bu esnada Didem, beyninde tümör olduğunu ve yaşamak için çok az vakti kaldığını öğreniyor. Kaan için endişelenerek yıllardır görüşmediği babasına (Ali Tutal) gidiyor önce, reddediliyor. Ali Nejat’ın yolunu kesiyor, yine reddediliyor. Son çare olarak Ali Nejat’ın Esma Sultan Yalısı’ndaki dev doğum günü organizasyonunda alıyor soluğu. Elindeki silahı kendi kalbine doğrultup doğum günü hediyesini veriyor Ali Nejat’ın…
Naz, kendi çocuğunu doğumda kaybettiği için çocuklara karşı çok hassas; Kaan ve Didem’le daha önceden tanıştığı ve Didem’in ölümüne bizzat tanık olduğu için de Kaan için fazlasıyla endişeli. Ali Nejat’la da tanışmıştı zaten, ucundan kıyısından da olsa bu hikâyenin bir parçası oluyor o da.

Umut ise üniversiteyi yarıda bırakmasına rağmen babasından hatıra kendi arabasını yapma hevesinden hiç vazgeçmemiş. Şu an bir tamirhanede çalışıyor ama yalnızca boş vakitlerini değil, çalışma saatlerini bile buna vakfediyor. Ali Nejat’ın yerli araba üreteceğini açıkladığı andan itibaren ise hayallerine bir adım daha yaklaştığını hissediyor. Nasıl olur da Ali Nejat’a bu konuyu açarım diye düşünürken, Ali Nejat’ın da babasına ulaşmaya çalıştığını öğreniyor ve dâhil oluyor projeye. Gelecek bölümlerde yaşanacak olan Ali Nejat-Naz yakınlaşmasının çatışması buradan doğacak gibiydi ama Umut için yazılan ihanet hikâyesi bunu sıradan bir eşinden ayrılma ve başka birine ilgi duyma noktasına getirecek Naz için.


Umut'un yüzündeki "ben bir halt yedim ama inşallah Naz duymaz" ifadesine dikkat!
Bize öyle ya da böyle yıllardır devam eden bir evlilik sunuyorlar ama Umut ve Naz arasında şu an bir aşk olduğuna hiç inanamadım. Hatta birbirlerine karşı o kadar tahammülsüzler ki, bir zamanlar birbirlerini sevdiklerine bile ikna olamadım. Ali Nejat’ın karşısında Naz’ı yalnız bırakmak için yoktan bir aldatma hikâyesi ve ilişkiyi tek gece ile bırakmamaya kararlı, yapışkan bir kadın yazdılar Umut’a. İpler kopma noktasına gelmek üzere… Halbuki gerçekten birbirlerini sevmediklerini, bir arada mutlu olmadıklarını anlayıp medenice ayrılmayı başarabilen bir çift görebilirdik…
Ali Nejat’ın ablası Feyza (Tülay Günal), oğlu Barış’ı Ali Nejat’ın yarış arabasıyla yaptığı bir kaza sonucu kaybetmiş. O günden sonra ilaçlara ve Psikiyatrı Neslihan’a (Rojda Demirer) bağımlı, Ali Nejat’a düşman, depresif bir hayat sürmeye başlamış. Ali Nejat’ın bir çocuğunun olduğunu öğrenmesi ve babasının, Ali Nejat’ın araba sevdasını dizginleyebilmek için Feyza’nın psikolojik sorunlarını kullanarak şirketteki haklarını ele geçirmek istemesi Feyza’ya yeniden hayata karışmak ve mücadele etmek için bir sebep veriyor. Açıkçası, benim bu dizide çözülmesini en çok istediğim düğüm de burada. Kuralcı, takıntılı bir babanın elinde, muhtemelen en çok birbirlerine tutunarak büyüyen iki kardeşin bu şekilde birbirlerinden uzaklaşması ve kadının hayattan elini eteğini çekmesi bana çok acı geliyor. Bu nedenle Feyza’nın ortaya çıkışını izlemek için sabırsızlanıyorum.
İzlemekten en çok hoşlandığım bir diğer karakter de Kaan. İlk bölümden beri onun olduğu sahneler çok gerçekçi ve özenli yazılmış ve çekilmişti. Dizide pek çok travmatik olay yaşandı ama bunların hiçbirine tanık olmadı Kaan. Annesini kaybetmekle yüzleşmesi, çevresinde yaşanan olayların ona anlatılış biçimi gerçekten çok iyiydi, keşke her çocuk acılarla mücadelede böyle yetişkinler bulsa etrafında.


Kaan usta mutfakta...
Donuk ve soğuk Ali Nejat’ın da Kaan’ın gerçek babası olduğunu öğrendiğinde önce şaşkın ve ne yapacağını bilemez halde olması, bunu hazmettikten sonra ise içinden belki henüz kendisinin bile tanımadığı müşfik bir baba çıkarması dördüncü bölüm boyunca beni ekrana kilitledi, bu baba-oğulu izlemeye doyamadım. Bir gün İbrahim Çelikkol’u bu kadar beğenebileceğim hiç aklıma gelmezdi ama gözümü alamadım. Sevgi nasıl da güzelleştiriyor her şeyi… Kaan’ın olduğu her sahne çok güzeldi, güzeldi ama yine de sormak zorundayım, bu sahnelerin çekilebilmesi için bu çocuk haftada kaç saati sette geçiriyor acaba?
Bu kadar laf ettim ama Feyza’nın psikiyatrı Neslihan’ın Ali Nejat’a âşık olmasından (çünkü aşk üçgeni olmayan dizi olamaz) ya da Oğuz’la (Murat Daltaban) oynadığı oyun gereği öyle davranmasından; Oğuz’un Ali Nejat’ın arkasından işler çevirmesinden ve bu nedenle Ali Nejat’ın dostu ve birlikte çalıştığı Mert’le (Serdar Yeğin) çekişmesinden; Umut’un tamirhanede birlikte çalıştığı Genco’nun (Ferit Aktuğ), Umut’un kız kardeşi Gökçe’ye (Gözde Çığacı) âşık olmasından ve bunu kimseye söyleyememesinden; Gökçe’nin gecelerde gezme ve zengin arkadaşlarıyla alışık olmadığı ve gücünün yetmediği hayatlar yaşamaya çalışmasından bahsetmedim. Henüz bunlar birer düğüm olamadığından ve hikâyeye nasıl bir katkıda bulunabileceğini anlayamadığımdan. Zaten esas hikâyemiz nedir, onu da anlayamadım henüz. Dizinin reyting listesindeki yeri sağlamlaştığına göre bunları da anlayacağımız zamanlar gelecektir diye umuyorum.
Feyza ve Kaan'ın hikâyelerini izlemek istediğim için Kördüğüm’e devam etme niyetindeyim. Ayrıca Neslihan’ın giderek karanlıklaşan tarafını gördük, Rojda Demirer’in böyle bir rolde neler yapabileceğini görmeyi de istiyorum. Ama bana göre burada hikâyeleri birbirine, bizleri de ekrana bağlayacak büyük bir kördüğüm yok,  bir şekilde birbirleriyle ilişkiye geçen münferit düğümler var henüz. Kördüğüme ulaşmayı ve çözümüne tanık olmayı görebilmek dileğiyle…

* Nefes borusu tıkanan hastanın gırtlağına dışarıdan bir delik açarak nefes almasını sağlayan cerrahi işlem.

(Bu yazı ilk olarak 2 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

2 Şubat 2016 Salı

Göç Zamanı: Her gün bir mucize ile gelir...

Mardin’den enfes görüntüler ve Kapalıçarşı’dan öğrendiğimiz halı uçurma görüntüleri ile çıktı ekrana Göç Zamanı. Cennet ve Yılmaz’ın yarım yarım akan hikâyeleri nerede ve nasıl birleşecek, aslen onun peşindeyiz. İlk bölüm, ilk karşılaşmalarına giden yolu gösterdi bize.
Cennet (Vahide Perçin) çocuk yaşta Cemal’e (Ali Erkazan) verilmiş eş diye, Hanım’a (Tilbe Saran) kuma diye. Üç kız bir oğlan doğurmuş. Hem evin her işine koşmuş, hem halılar dokuyup para kazanmış ailesi için. Bu arada şiddetin her türlüsünü de yaşamış, pek çok kadın gibi. Sineye çekmiş, pek çok kadın gibi. Ve erken büyümüş, pek çok kadın gibi.

Vahide Perçin bu rol için 6 ay halı dokuma dersi almış.
 
Büyük kızı Zümrüt (Cansu Tosun) hukuk fakültesini kazanmış, Cennet’in tek derdi onu okutmak. Fakat babası, kumar borcuna karşılık kızını vermiş bir ağaya, evlendirecekmiş kızını, göndermez okula. Cennet topluyor bohçasını, alıyor kızlarını yanına, düşüyorlar yollara. İstikamet İstanbul, Zümrüt okuyacak…
Cennet’in dokuduğu halıları alıp İstanbul’a getiren eksper Artem Midyat (Engin Benli) biliyor kadının hikayesini. İstanbul’a gelirlerse onları destekleyeceğinin sözünü de vermiş. Artem’in yakın arkadaşı ve birlikte iş yaptığı Yılmaz Koçeri de (Talat Bulut) Cennet’in halılarının büyük hayranı zaten…
Dizimiz böyle başlıyor ve olabilecek en klişe biçimde ilerliyor, ne yazık ki. Kızları için ayakta kalmaya, onları da dik tutmaya çalışan bir kadının hikayesini izleyeceğimi sanırken bildik sahneler çıkıyor karşıma. “Namusunu temizlemek için” öz annesi ve kardeşlerinin peşine düşen bir oğul, Yemin (Gürkan Günal); Yemin peşlerine düşünce bilet aldıkları otobüse binemeyip Adana’ya giden bir kamyonetin kasasına sığınan Cennet ve kızları; bir tenhada aracı kenara çekip Zümrüt’e tecavüz etmeye yeltenen şoför; Cennet’in altın kesesinin trende bohçacılar tarafından çalınması; trendeki mağdur hallerini görüp yardım teklif eden kadının onları aslında bir batakhane olan bir otele yerleştirmesi…

Bu arada Yılmaz’ın sevmediği bir kadınla (Arzu Gamze Kılınç) evli olması, kadının sevgisizlik yüzünden paranoyak olması, Yılmaz’ın asistanı Hande’nin bu durumdan faydalanarak kadını iyice delirtmesi ve bir ilk bölüm klişesi olarak trafik kazası… Yılmaz’ın dünyanın en iyi insanlarından biri olduğunu anlamamız için yazıldığı yüz metreden belli olan bir hırsız çalışan vakası ve Yılmaz’ın çalışanıyla ultra-didaktik yüzleşme sahnesi… Buna paralel olarak, Cennet’in de, üvey annesi Hanım’ın altınlarını çalan kızı Kiraz’a (Elif Ceren Balıkçı) tokat atıp altınları trenin camından dışarı atması…


Cennet'in Kızları...
Hâlbuki senarist olarak Oya Yüce ismini gördüğümde nasıl da umutluydum. Yedi Numara’yı yaratan, Türkan’a o özenli sahneleri yazan, Oliver Twist’in öyküsünü dizileştirmeye (Düşler ve Umutlar) cesaret eden kadının bizi bu klişelere boğmuş olmasına inanamıyorum. Yine de beklentimi sıfırlamış değilim, çünkü şahane bir oyuncu kadrosu var ve klişe bile olsa tek bir sahnesi bile inandırıcılıktan ödün vermemiş 130 dakika izledim ben. (Artem’in kızı Leyla ile Yılmaz’ın oğlu Demir için buraya bir parantez açayım, çok az göründüler ama gözüme çok battılar; ikisine de dublaj yapıldığından şüpheliyim ve belki de bu hissiyat yüzünden onların sahnelerine odaklanamadım yeterince.)
Özetle, ilk bölümün konusu hoşuma gitmese de izlediğim şey beklentimin üzerindeydi. Elimizde, kredisi kolay kolay bitmeyecek bir senarist ve yapımcı, klişelerle başlamış olsa bile farklı yönlere akabilme, kendi yolunu çizebilme potansiyeli olan yan hikâyeler ve o hikâyeleri çok iyi taşıyabilecek oyuncular var. Bu insanlar bir araya gelip bu hikâyede mutabık kaldılarsa bir bildikleri vardır der, izlemeye devam ederim, dizinin ekranda kalma şansı oldukça. “Her gün bir mucize ile gelir...” cümlesini görmüştük dizinin en başında, yeni bölüm de yeni umutlarla gelir belki…

(Bu yazı ilk olarak 30 Ocak 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)