29 Aralık 2015 Salı

Nadide Bir Kadın, Nadide Bir Film: Nadide Hayat

Çağan Irmak’ın son filmi Nadide Hayat 18 Aralık 2015 tarihinde gösterime girdi. Demet Akbağ’ın başrolünü oynadığı film, eşini kaybeden iki çocuk, bir torun sahibi Nadide’nin hayatına nasıl devam edeceği sorusu etrafında şekillenen olayları anlatıyor.
Film, ilk olarak, “Bundan sonra ne olacak” sorusunu soruyor Nadide’ye ve seyircilere. Bu toplumda hep olduğu gibi, sizin kendi hayatınız hakkında sorulan sorulara bir yanıtınız olmasa da çevrenizdekilerin onlarca yanıtı vardır. Evde oturup yaşlanmayı bekle, torununu büyüt gibi yanıtların tamamı bir rüyanın içine toplanıp sunuluyor Nadide’ye filmde. Nadide bunlara pek meyilli değil ama başka bir fikri de yok. Kanaviçe işlemek, fotoğraf çekmek, koroya katılmak gibi etkinliklerde deniyor şansını, ama aradığını bulamıyor. Çünkü aradığı, vakit geçirecek bir şeyler değil, kendini bulacağı bir şeyler aslında…
Tam pes edip çocuklarının “torun büyütme” seçeneğini değerlendirmeye karar verecekken filmin başından beri bir yerlerde karşısına çıkan su kaplumbağası imgesinin peşine düşüyor ve böylece başkalarının hayatlarını yaşaması istenen Nadide, kendinden vazgeçip başkalarının hayatlarını yaşamaya başladığı yere, yıllar önce terk ettiği üniversiteye dönüyor.
Aradan 30 yıl geçmişken üniversitede tutunabilmek bir yana, bir de gençlerin nobranlıklarıyla, hocaların hırslarıyla, insanların hoşgörüsüzlükleriyle baş etmeye çalışan Nadide’nin oldukça eğlenceli ve bir o kadar da sahici hikâyesini izliyoruz bundan sonra…

Filmin konusu hakkında daha fazla konuşup izleyecek olanların keyfini kaçırmak istemem, burada durup konuyu biraz değiştirelim. Benim kanaatim, Nadide Hayat’ın, Çağan Irmak’ın Dedemin İnsanları’ndan bu yana çektiği en iyi film olduğu yönünde. Aradaki iki filmde, Tamam Mıyız ve Unutursam Fısılda da, beni tam olarak ikna etmeyen bir şeyler vardı, sanki çok uzak bir yerden sesleniyordu o filmler ve ben ne kadar istesem de yakınlaşamıyordum. Bir Çağan Irmak hayranı olarak da bundan büyük rahatsızlık duyuyordum.
Nadide Hayat ise bana çok gerçek geldi. Belki de bu aralar en çok sükûneti izlemeyi sevdiğimdendir, ama trafik kazası, hastane önünde saatlerce beklemeler, aldatmalar, birbirinin ardından iş çevirmeler, yalanlar olmadan da baştan sona merak uyandırıcı ve akıcı bir film yapılabildiğini görmek beni mutlu etti. Seyirciye bir felaketler silsilesi sunarak, alttan alta, “bak, sen de farklı olmaya çalışırsan başına böyle bin türlü iş gelir, ayağını denk al” mesajı vermek yerine, “herkesin ne söylediğini boş ver, cesaretini topla ve kendi hayatının iplerini kendi ellerine al” diyen bir film bu.
Evet, Nadide de zorluklarla karşılaşıyor bu yolculukta. Onun da baş etmesi gereken insanlar, “dişlerini göstermesi” gereken zamanlar var, ama bunu kimseyi incitmeden, seyirciye de mantıklı bir olaylar dizgesi sunarak yapıyor. Bu yüzden de nadide bir film.
Nadide rolünde Demet Akbağ’ın çok iyi olduğunu çeşitli tasvirler ve büyük sıfatlarla ifade etmeme gerek yoktur sanıyorum. Akbağ, eğer bir gün kötü oynarsa o zaman bunun bir haber değeri olacak. Yetkin Dikinciler de ona keza. Biraz ters ve dişli bir karakteri oynadığı için başlarda soru işaretleri bıraksa da hikâyenin akışı içinde ona yeniden hayran olmakta zorlanmıyoruz. Genç oyuncular da oldukça iyilerdi ama ben özellikle Efecan Şenolsun ve Irmak Örnek üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

Efecan Şenolsun’u Güneşi Beklerken’deki Can rolüyle tanımıştık. Çok fazla hareket alanı olmayan bir roldü o, ama Efecan da kötü değildi. Burada ise geçişleri olan bir rolde kendini gösterme şansı bulmuş. Kendi içindeki heyecanı ve coşkuyu bastıran, “içine dede kaçmış” durağan Cem’i de, kendi kendine vurduğu zincirlerden kurtulurken gözlerinden ateş çıkan Cem’i de başarıyla oynadı. Yetmedi, bir de üstüne şarkı söyledi, tadından yenmez oldu.

Filmde Aylin karakterini canlandıran Irmak Örnek’le ilgili olarak ise bizzat tanık olduğum bir anıyı paylaşayım. Irmak’la aynı üniversitede, aynı dönemde okuduk. Irmak o zamanlar da oyunculuğa tutkundu, tiyatro kulübünün en aktif üyelerinden biriydi. 2009 yılında Çağan Irmak bir söyleşi için bizim üniversitemize gelmişti ve Irmak ona, “Bir filminizde bana da rol verir misiniz?” diye sormuştu. Çağan Irmak ise, karakterleri şekillendirirken bir oyuncuyu gözünde canlandırarak yazdığını, bu nedenle tanımadığı insanlara rol vermeyi tercih etmediğini söylemişti. Irmak’ın uzun zamandır İstanbul’da olduğunu, şehir tiyatrolarında oynadığını ve hayallerinin peşinden ayrılmadığını biliyordum, bazı dizilerde de izlemiştim ama adını Nadide Hayat jeneriğinde görünce bu diyalogu hatırladım ve bu filmin, yalnızca Nadide’nin hayallerini gerçekleştiren bir film olmadığını görmekten ayrıca mutlu oldum.
Son olarak, filmden bir cümleyi burada alıntılamak isterim. Nadide’nin Cem’in sonunda kalbinin kırılacağı bir şeyin peşinde olmasından endişelendiği bir anda, Kaptan Yusuf ona şöyle der: “Her şeyin sonunda insanın kalbi kırılır.” Kalbimiz her an kırılabilir, ama bundan korkup yaşamaktan vazgeçmezsek nadide bir hikâyemiz de olabilir…

(Bu yazı ilk olarak 27 Aralık 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

14 Aralık 2015 Pazartesi

İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz: Aramızdaki Yabancı



İmparatorluk kuranlar, parklara çadır kuranlar, gecekondu yapanlar… Tehlikelerden, tehditlerden kaçanlar ya da daha iyi bir yaşamın umuduna tutunanlar. Ya da hem kaçan hem de umudu olanlar… 

Dünya üzerinde sözümüzün geçtiği, kapladığımız, uzanıp erişebildiğimiz yerler gün geçtikçe küçülürken kuyruğu dik tutma çabasının temsili İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz.


Boris Vian’ın kıvrak zekâsı, sivri dili, alaycılığı, pervasızlığı, umudu ve karamsarlığı bir arada. Kaleminin hassasiyetine hayranlığım her okuyuşta biraz daha artıyor; belli ki bu artışın bir sonu olmayacak. Çevirmen Ayberk Erkay’a da teşekkürlerim bitmez; yalnızca Boris Vian çevirileri bile yeterdi bu koca teşekkürü dile getirmem için, oysa onun çeviri külliyatında Camus, Molière, Koltes, Apollinaire gibi başka büyük isimler de var.

Oyunun metni için söylenecek ilk sözcük –Vian’ın tüm eserlerinde olduğu gibi, burada da- “büyüleyici”. Ama İmparatorluk Kuranlar’daki bir tür kara büyü. Koyu karanlık, karamsar bir ortam; adım adım kararmayı da sürdürmekte. Her aşamada daha kara, daha umutsuz, bu nedenle daha unutkan, daha belirsiz, daha deli, daha delirtici… 

Üst-orta sınıf bir aile, bir gürültüden kaçıyor; her defasında daha yukarıya, daha küçük bir eve. Peki, ama gerçekte neden, kimden kaçıyor, hangi sebeple? Bilmiyoruz. Biz ne dersek, ne istersek olabilir. İşlenmiş bir suçtan, bir düşmandan, yoksulluktan, açlıktan… Siyasi iktidardan belki, ya da toplumun dayatmalarından… Ne olduğu, neden olduğu belirsiz, ama gittiği yeri görebiliyoruz biraz: her an kaçmaya odaklanıldığından aslında zaman yok, bu yüzden yaşanamayan hayatlar, bir bir vazgeçilen düşler var sahnede…

Şümürz’ün ne olduğu, kim olduğu belirsiz. Hatta var olup olmadığı da… Ama oyunun en büyük parçası, olmazsa olmazı o: her şeye sebep olan gürültünün kaynağı, ya da gürültünün ta kendisi belki… Hayatımızın tam ortasında duran, bizi belirleyen korkularımız mı, etkisinden köşe bucak kaçtığımız tehlikeler mi yoksa? Sessiz kaldıkça canını yakabildiğimiz, ama ona acı verdikçe bizi ürküten mi? Yerimiz mi daralıyor yoksa o mu büyüyor günden güne? Daha uzağa gitmemizi söyleyen bir uyarı mı, yoksa hiçbir şeyin değişmeyeceğinin sembolü mü? Hayatlarımız zaten zamanla eriyip tükenecek mi yoksa onu yok etmeye çalışırken mi tükeniyoruz?
Vian bunları yanıtlamaz, o, karakterlerin yerini belirler ve noktayı koyar. Okur adına karar vermeye yanaşmaz. Herkesin başka bir karar verecek olmasını umursamaz, anlatmak istediğini anlatmış ve büyüyü yaratmıştır, sonrasıyla ilgilenmez. Bu yüzden onun oyunlarını sahneye koymak, onu yeniden oyunlaştırmaktır bir anlamda.

Hayal Perdesi’nin İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz yorumunu 9 Aralık’ta, İzmir’de izledim. Makedonyalı Aleksandar Popovski’nin yönettiği oyunda Reha Özcan, Selin İşcan, Ayşe Lebriz, Selin Tekman, Tuba Karabey ve Nihat Alptekin yer alıyor. Sven Jonke tarafından yapılan sahne tasarımı gerçekten çok iyi, birkaç metre koli bandı ile yaratılan dünya, tuğlalardan, tahtalardan daha gerçek, daha çarpıcı olmuş.

Oyun boyunca benim bütün dikkatim Reha Özcan’ın üzerindeydi, çünkü oyunun bütün yükü –bence- baba karakterinin omuzlarındaydı, hem gerçek, hem de mecaz anlamıyla. Ve sürpriz değil, Reha Özcan kusursuzdu. Ailesi adına tüm kararları veren güçlü babayı da, kendisiyle çelişen nutuklarını atan içi boş burjuvayı da hakkıyla canlandırdı. 

Anneyi oynayan Ayşe Lebriz’i ben fazla teatral ve hikâyeden fazla uzak buldum. Çizilen karaktere uygun olmayan bir yorum değil bu, dolayısıyla bu bir eleştiri değil, tanımdır sadece. Kendimce hissettiğim eksiklik, oyuncunun sınırlarını görememekti, bu da oyunla ilgili bir eleştiri değil yine. 

Zenobya karakterini canlandıran Tuba Karabey, zeki ve isyankâr genç kızı başarıyla oynadı. Selin Tekman da hizmetçi Cruche rolünde hatasızdı. Komşu Nihat Alptekin’i çok kısa gördük, öyle kısa ki görmesek de olabilirdi. Zaten karikatürize bir rol olduğu için hakkında konuşmak zor.

Şümürz, sahneden hiç eksilmeyen ve her perdede biraz daha büyüyen bir “şey”di. Selin İşcan, bu yokken var, varken yok “karakter”e gerçekten can verdi. Hiç konuşmayan, sürekli itilip kakılan ama yok edilemeyen, her türlü tedbire rağmen yine de paçalara dolanan Şümürz, sahnede büyüdü, büyüdü, büyüdü… Oyunun kendisinden daha büyüleyici olan, Şümürz hakkında düşünebildiklerimizdi zaten. Selin İşcan gibi güzel bir kadının, bilinmezlerle dolu, “bakılmayacak kadar çirkin” Şümürz’e bürünmesi ise hem büyüleyici hem de ürkütücü. Onun inlemeleri ve mimikleri ile oyuna kattıkları ise yepyeni bir Sümürz tartışması başlatabilecek yeni sorular koyuyor önümüze: Ya Şümürz de bizim ondan korktuğumuz kadar korkuyorsa bizden? Ya o da kaçmaya çalışıyorsa? Ya tehlike bizsek? Ya gürültüyü biz yapıyorsak? Ya Şümürz, kaçmayı başaramadığımız gölgemiz, bakmaya korktuğumuz aynaysa? Ya bütün bu trajedinin sebebi onunla yüz yüze gelmeyi beceremeyişimizse? Ya bütün aradığımız iki lafın belini kırmaksa? Konuşmayı becerebildiğimizde çözülecekse sorunlar?

 (Bu yazı ilk olarak 10 Aralık 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

8 Aralık 2015 Salı

Kirlenmek güzeldir, sevdiğinle birlikte yuvarlanacaksan çamurlarda…



Adımların rüzgârına kapılıp dakikalarca döndüğümüz o dans sahnesinin sonunda Defne ve Ömer’in ellerinden kopup duvara savruldum ben ve bambaşka bir sahnede açtım gözümü. Televizyon dizilerinin her birinin gerçekten efsane olduğu, dolayısıyla her birinin özlemle hatırlandığı bir dönem… Ekranda, her haliyle, büründüğü her karakterle, attığı her adımla efsane olan ve hâlâ adı geçtiğinde genciyle yaşlısıyla herkesin ilgisini üzerine çeken bir adam, Mehmet Aslantuğ... Kanımca –ki bu düşüncemde yalnız olmadığımdan eminim- yaşattığı en efsanevi karakter: Sedat Yalçın. Yoksa buralar hâlâ alev almadı mı? Sıcak Saatler diyorum, hu huuu? 

Ve Sedat Yalçın’ın en fazla çuvalladığı o sahne… Aşktan umudunu kesen Sedat, kendisini yıllarca seven, ayrıldıktan sonra da umutsuzca sevmeye devam eden eski sevgilisi Melek’e (İclâl Aydın) evlenme teklif eder. Melek reddeder. Reddeder ama nasıl reddetmek? Ben öyle reddedilsem evlilik sözcüğünü çıkarırım dağarcığımdan. Melek, özellikle de bizimki gibi toplumlarda evliliğin ne anlama geldiğini tek cümleyle ve KÜT diye vurur Sedat’ın yüzüne: “Çünkü evlenmek, elde etmenin en kolay yolu…”

Ömer’in “evlen benimle” (ki bu bir soru değil emir cümlesidir) demeden önceki cümlelerini hatırlayalım: “Daha ne kadar sabredeceğiz? Yeter! Sıkıldım bu gelgitlerden… (…) bu kadını hep yanımda istiyorum artık.” Evet, biraz cımbızladım, çünkü bu hoyratlığın karşısında diğer güzel sözler anlamını yitiriyor benim gözümde. Teklifin zamanlamasının yanlışlığı bir yana, bu sahip olma hırsı, henüz gerçekten tanıyamadığı bir kadını kafese kapatma hevesi bana yanlış geliyor, çirkin ve itici geliyor. Bu teklifi, Defne’yi Deniz’le dans ederken gördükten hemen sonra yapması, aklıma daha çirkin şeyler de getiriyor. (Boşuna üzülmeyin beyler, Ömer’in çıtayı yükselttiği falan yok!)


Bu Ömer, ilk bölümden beri cilalanıp parlatılıp kusursuz diye önümüze serilen Ömer mi gerçekten? Canı sıkılıp köşesine çekildiğinde Proust okuyan Ömer mi? Kendini ifade ederken bile Sabahattin Ali’nin naifliğine sığınan Ömer mi? Her şeyini bir kenara koysak bile adalet duygusuna şapka çıkarmaya devam edeceğimiz Ömer mi?

İşte böyle anlarda yeniden yeniden hatırlıyorum yıllarca duymaktan sıkıldığım, ama bir türlü kulağıma küpe olamayan o cümleyi: “Mükemmel adam yoktur Funda, olmayan bir şeyi arıyorsun sen!” Ve başlangıçta pamuklara sarmak istediğim Ömer’le ilgili olarak o ana kadar önemsemediğim bütün olumsuz detayları, bütün rahatsız edici yanları sıralıyorum zihnimde… Herkesin “abi”si Şükrü Abi’ye ismiyle hitap etmesi, tek bir açıklama bile yapmadan, iki cümleyle yanına çağırdığı İz’i değil karşılamaya gitmek, şoförünü bile havaalanına göndermeyecek kadar düşüncesiz olması, kendi kırmızı çizgilerine sıkı sıkıya tutunup başkalarının sınırlarını görmezden gelişi, dimdik, müdanasız ve anlaşılmaz halinde diretip çevresinde kim varsa kendi kurallarına mahkûm etmesi, sanki uzun uzun konuşmuşlar, bütün sorunların Defne’den kaynaklandığı sonucuna varmışlar gibi “seni anlamaya çalışmaktan yoruldum” tripleri, Defne’yi sürekli istekleriyle, sorgulamalarıyla bunaltması, hiçbir şey için hiç kimseye zaman vermeye yanaşmaması… (Vallahi ben yazarken bile o kadar bunaldım ki burada biraz ara vermem gerekti yazmaya.)

Şimdi düşünüyorum, ‘kusursuz olmanın neresi güzel’ diye. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar kitabındaki bir küçük hikâye geliyor aklıma: Neyine üflediği her eserde muhakkak bir hata yapan ve “Kusur benim imzâmdır!” diyen İbrahim Dede, günlerden bir gün bir eseri hiç hata yapmadan çalar. O kadar iyi çalmıştır ki, “Hücredeki ve kapı önündeki hiçbir kimse, daha önce bu kadar muhteşem bir musikî dinlememişlerdi”. Oysa sevenlerinin başı öne eğilmişti. Şöyle dediler: “Ney-i şerifinizle bu güne kadar üflediğiniz her şey, kusurlu olduğu için kusursuzdu. Ama şimdi üflediğiniz, kusursuz olduğu için kusurlu!”

Yani Ömer, tam da kusursuz olmaya, hata yapmamaya çalıştığı için kusurlu. Kusursuz olma çabası tam bir kontrol işi, yüksek bir bilinç hali. Ama insan bu kadar çok yükseldiğinde aslında daha açık oluyor hata yapmaya. Bu açıdan bakıldığında hata olarak görülebilecek şeyleri yapmamanın ise bir yolu yok, insan bu, her zaman zihnini o kadar uyanık tutamaz, her şeye birden hâkim olamaz. Ne kadar ince dilimlesek de ekmeğin hep iki yüzü var ve arkada kalan, kontrol edemediğimiz bir yüzümüz de hep olacak… Bütün çabamızı hata yapmamaya harcamak yerine, arada bir geriye dönüp, hata yapmış olabilir miyim acaba diye bakmak çok daha kolay ve insancıl bir yol. 

Eskimesin diye yeni ayakkabılarını giymeye kıyamayan çocuk gibi Ömer. O ayakkabıları giymedikten, hayata karışmadıktan sonra kusursuz olsan neye yarar, kime yarar? Ömer Beyimiz yalandan nefret ediyormuş, en tahammül edemediği şeymiş yalan, affı olmazmış, bak sen! Bu mudur yani? Kitaplığında inceliğin bin türlü haline yer veren Ömer, kendi hayatı için bu katıksız, içeriksiz, işlenmemiş düsturu mu seçmiş kendine? Her bir cümlenin yaşananlarla anlamlandığını görememiş mi? İnsanın niyeti iyi olsa dahi çıktığı yolda yanlışlar da yapabileceğini bilmiyor mu? Hata yapmak bir yana, insanın bazen, gerçekten de isteyerek yalan söyleyebileceğine tanık olmamış mı? Bana sorarsanız mümkün değil. Ama mücadele etmektense sahayı terk etmeyi, kirlenmemek uğruna hükmen mağlup sayılmayı kabul etmiş. 

Birkaç hafta önce güvenini yerle bir ettiği için yollarını ayırmak istediği ortağına, “sana güvendiğim için mağazaya rest çekebildim” dedikten iki gün sonra, “ben insanlara güvenmek üstüne kurmadım hayatımı” diyen bir Ömer var karşımızda. Bu güvensizliğinin bir nedeni olduğunu da düşünmüyorum üstelik. Tamam, genç yaşta yapayalnız kalmış ama o güne dek birbirini seven, birbirine güvenen bir ailesi olmuş, mutlu günler geçirmiş bir Ömer bu. Güven konusunda anlaşamadığı(!) Defne ise hem annesi hem de babası tarafından terk edilmiş biri. Yetmezmiş gibi abisinin yükünü de omuzlamış yıllar boyu. Yine de “senin bana sorgusuz sualsiz güvenmen lazım” diyebiliyor. Çünkü hata yapmaktan korksa da (hatta bu korkusu Ömer’le tanıştığından beri büyüyüp aklını tümüyle ele geçirmiş olsa da) yaşamaya devam eden, hata yaptığını hissettiğinde kaçıp kendisini fildişi kulesine kapatmayan, sevdiğini üzmemek uğruna kendi mutluluğundan geçebilecek kadar cesur bir Defne o. (Onun yalnızca kendine güvenmekle ilgili sorunları vardı. Ama şimdi yeni bir başlangıcımız, başka bir Defne’miz var!) 

Hikâyemizin/ Masalımızın/ Mucizemizin baştan başlayacak olması beni çok heyecanlandırmıştı. Belki bu sefer Ömer de biraz kirlenir, elinden geleni yapmaya çalışırken arada bir tökezler, düşmenin, yaralanmanın, hatalar yapmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlar diye umutlanmıştım.

Ama gördüm ki Ömer, aynı Ömer. Tek bir derece olsun sapmamış yörüngesinden. Kendi çizdiği çizgiler içinde, aynı sıkıcı hayatı sürdürmeye devam ediyor. (Evet, sıkıcı, çünkü bu adamın bir sosyal hayatı yok, insanlara karışma hevesi yok. Şirkete gitmek dışında bir gaye ile evinden dışarı çıkası yok. Maç seyretmeye, kahvede okey oynamaya gitmesini beklemiyorum elbette, ama bir kahve içmek için bile çıkılmaz mı dışarı? Çizim yaparken klasik müzik dinlemeye bayılan Ömer Beyimiz, neden bir kez olsun konsere ya da operaya gitmedi bunca zaman? Neden pahalı bir elbise yerine bir çift tiyatro bileti alıp uzatmadı Defne’ye? Neden dağ evine sığınmak yerine bir deniz kenarına gidip çakıl taşlarını denize fırlatmadı canı yandığında? Boşuna üzülmeyin hanımlar, Ömer de kusursuz değil, onun da eksikleri var, tüm erkekler ve kadınlar gibi.) 


Ben acıdan zevk alırım. İso’nun da bu bölümde pek güzel ifade ettiği gibi, aşkı bulduktan sonra acısını çekmeye de razı olurum, hatta belki de acısına, tatlısından daha teşneyim. İnsanların aşk acısı çekmesinden de keyif alırım. Küçük büyük tüm atışmalara, ayrılıklara, gözyaşlarına tanık olmayı severim. Onlarla birlikte uzaklara dalmayı, hüzünlenmeyi, ağlamayı severim. Bu yüzden en sevdiğim bölümler arasında sayabilirim bu bölümü de. Ama acının en yoğun yaşandığı bu bölümde bir tek gözyaşı bile görmemekten yine de rahatsızım. Ömer’in yalnızken bile ağlamak için kendini bırakmayışını hiç sevmedim. Bu nedenle gelecek günlerin vuslatı getirmesini de gerçekten istemiyorum artık. 

Bu hikâyenin, “biz çok farklıyız” diyen Defne’ye alaycı bir gülüşle karşılık veren Ömer’in “yine yeni yeniden” haklı çıkması ile nihayete ermesini istemiyorum. Defne’nin bize anlattığı mucizeye giden yol Ömer’le açılmış olsun, ama finali Ömer’siz olsun istiyorum. Defne yol üstüne yol alırken yerinde sayan Ömer’in aşılmaz duvarlarıyla baş başa kalmasını istiyorum. Kiralık Aşk’ın bize atacağı en büyük golün bu olmasını istiyorum. Ömer’in hiç kirlenmediği, bir kez olsun yere kapaklanmadığı, hata yaptığını kabul etmediği bir hikâyenin içinden geçeceksek eğer, Defne için mutlu son, Ömer’siz bir son olmalı. Ayakkabıları giymek isteyeceği “o gün” geldiğinde, ayakkabılar artık küçük gelmeli Ömer’e…

Sevdiğiyle birlikte düşecekse uçurumdan korkmayan biri, sevdiğine giden yoldaki taşları sorun etmemeli. Kirlenmek güzeldir, sevdiğinle birlikte yuvarlanacaksan çamurlarda…


(Bu yazı ilk olarak 5 Aralık 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)