4 Mayıs 2017 Perşembe

"Sevmek, arkasında durmaktır!"

Kara Yazı 5. Bölüm Yorumu

Anlayamadığım çok şey var ve öyle görünüyor ki, birçoğuna yanıt bulamadan, anlam veremeden vedalaşacağız. Hikâye ile ilgili sorularımın yanıt bulmamasını yayından kaldırılma kararına bağlayıp anlayabilirim. Yeni sapaklara doğru genişlemekte olan bir hikâyenin sonunda aksayan yanlar olacaktır, bu normal. Ama yayından kaldırılma/final yapma kararının böyle oyuncağa çevrilmesini nasıl anlayacağız?

İlk olarak, 5. bölümde final yapılacağı haberini aldık Perşembe günü ve son bölümü izleyecek olmaya hazırladık kendimizi. Fakat hafta sonunda dönen bütün tanıtımlar, saat 21:00'de final bölümünü değil, 22:15'te yeni bölümü izleyeceğimizi haber vermekteydi. Bölüm başladığında, yayından kalkacak bir dizinin final bölümünü mü yoksa devam etmekte olan bir dizinin yeni bölümünü mü izleyeceğimizi bilmiyorduk. Sonunda, dolu dolu bir 60 dakikanın ardından, küt diye bölüm sonu yazısını gördük ekranda ve final bölümünün gelecek hafta yayınlanacağını da ancak o zaman öğrenebildik.

Final bölümü olarak ilan edilen bölümü ikiye mi böldüler, hikâyeye yeni yollar açacak sahneleri mi attılar, bizi finale götürecek olan sahnelerin çekimi mi yetişmedi bilemiyorum. Tabii bunlar benim aklıma gelen ve makul bulabileceğim gerekçeler. Eğer bütün bunlar yalnızca bir planlama hatasının sonucuysa durum daha vahim demektir. Zaten Kara Yazı'nın ilk yayın tarihinin ilanından itibaren yaşananları bir bir sıralayıp "Seyirciler bir kanaldan nasıl soğutulur?" başlığıyla yayınlasam yeridir. Ama ne bunu yapmaya hevesim var artık, ne de seyirciler olarak önemseniyor olduğumuza inancım…

Hikâyemize dönelim. Yaren'in babasını kucağında bir bebekle ıssız bir binada bulmasında kalmıştık. Halil'e göre bu bebek, Derya'nın ailesine attığı bir kazık, ailesini harcamış olduğunun bir kanıtı. Halil için her şeyi, her durumu etiketleyip bir kategoriye sokmak ne kolay. Birkaç dakikalık bir şok yaşadı ama hemen yargısını verdi ve çıktı yola. Yaren de ardından koşuyor umutla. Mehmet de peşinden… (Bu noktada, işsiz güçsüz Halil'in bütün şehri taksiyle dolaşmaya nereden para bulduğunu mu sorayım yoksa ıssız bir sokaktan art arda iki boş taksinin geçmesindeki hikmeti mi? Bunları düşünürken hikâyeden kopuyorum sürekli, anlatmak istediğim bu.)

Yıl olmuş 2017, hâlâ istemediği bebeği cami avlusuna mı terk ediyor insanlar? Yanıtını duymak, bilmek istemediğim bir soru bu. Halil'in aklına ilk gelenin bebekten kurtulmak olmasında şaşırtıcı bir yan yok. Şaşırtıcı olan, yıllarca susmuş, sustukça kendi sesine yabancılaşmış, kendisi olmaktan adım adım uzaklaşmış olan Yaren'in dile gelmesi. Geçen haftaki Derya-Halil sahnesinden sonra yine enfes bir baba-kız sahnesi izledik, gözyaşlarını kontrolsüzce akıtan…

Zeynep Çamcı'yı ne kadar beğendiğimden daha önce söz ettim burada, Emre Kınay hakkında düşündüklerimi de anlatmıştım uzun uzun. Dolayısıyla bu sahneden beklentim oldukça yüksekti ve beklediğime de değdi. Hem duygu yoğunluğu hem de hikâyenin gideceği yöne etkisi bakımından önemli; iyi yazılmış ve iyi sunulmuş bir sahneydi.

İki noktanın altını özellikle çizmek isterim. Birincisi, Yaren'in dolu dolu gözleriyle, hiç duraksamadan, sanki bir an duraksarsa devamını getirememekten korkar gibi bir coşkuyla içini dökmesi, bunu yapmakta ne kadar acemi olduğunun göstergesi olarak da sallamayı bile beceremediği işaret parmağı. Ne kadar gerçek ve ne kadar yaralayıcıydı… İkincisi ise, Yaren bunları söylerken Halil'in yüzünün aldığı şekillerde duygularını birebir görebilmekti. Önce inkar, ardından hayal kırıklığı, sorgulama, kararsızlık, pişmanlık ve kabullenme… Hepsini Halil'in yüzünden okumak, bunlar için tek bir sözcüğe bile gerek olmaması muazzamdı.

Yaren'in söyledikleri, bütün hikâyenin özeti ve finali nerede göreceğimizin işaretiydi adeta. "Sevmek, arkasında durmaktır" dedi Yaren, kardeşlerinin, yeğeninin arkasında duracağını, onları yargılayıp bir kenara çekilmeyeceğini söyledi. Yaren'in bu ani aydınlanmasını ve Halil'in bu ani yumuşamasını finalin yakın olmasına bağlıyorum elbette, yoksa böylesi bir hesaplaşma ancak sezon finalinde görebileceğimiz bir şey olurdu. Oysa ben, böyle sahneleri keşke ilk bölümde de görseydik diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

Bana bunu düşündüren, bu hikâyede siyahtan başka renklerin de olduğunu gösteren iki sahne daha var bölümde; ilki, Yaren ve Mehmet eczanedeyken Mehmet'in Yaren'i güldürdüğü, gülmenin zararlı bir şey olmadığını söylediği sahne. Gülmek zararlı bir şey değil elbette, 'kara' bir hikâyenin bir parçasıyken gülmek/güldürmek de öyle. İkincisi ise, Mehmet'in evinde, Mehmet ve Oğuz'un kısacık sahnesi. Hem karakterlerin düşüncelerini ve konumlarını iyi anlatan hem de gerçeğin acılığına gülümseten bir sahneydi, başka bir renkti. Seyirciler olarak belki de en çok bunların eksikliğini hissediyorduk, görmeden vedalaşmadık çok şükür.

Elif'in Ufuk'la sevgilisini yakalamasının ardından, gecenin üçünde Karahan Malikânesinde yaşananlar, Halil ve Oğuz'un birbirlerine ne kadar benzediğini bir kez daha gösterdi bize. İkisi de çevrelerine bazı sınırlar çizmişler ve herkesin o sınırlı alanda 'oynamasını', suya sabuna dokunmadan yaşayıp gitmesini bekliyorlar. Ama hayat böyle bir şey değil, yaşamak bu değil. Bu koşullarda yetişen kişiler birey değil, Yaren'in pek güzel tanımladığı gibi, 'doğrudan şaşmayan hayat acemileri' olabilir ancak. Kendisi olmaya çalıştıkça babasıyla çatışan Mehmet ile her daim onaylanmak adına kendisi olamayan Yaren, bu durumun aynı yerden yaralı iki farklı sonucu işte…

Derya'nın oğlunu güvenceye aldıktan sonra üzerine atılan suçtan kurtulmak istemesi de finale gidiyor olmamızdan kaynaklanıyor elbette. Sonuçla ilgili tahmin yürütmek de zor değil. Baştan beri merak ettiğimiz şeyin aydınlanması, Erdem'in kurduğu tuzağa müdahalenin kim tarafından ve nasıl yapıldığının açıklanması kalıyor geriye. Bakalım Derya ne kadar, Mehmet ne kadar suçlu. Ve Yaren'le Mehmet'in, Derya ile de Erdem'in bir hikâyesi olabilecek mi?

İzlediğimiz kısımda Halil'in düşüncelerinin değişmesine vesile olacak çokça şey yaşandığı için onun Ali'yi kabullenmesi anlaşılmaz gelmedi. Hapisten çıktığında Derya'yı kucaklaması da beklediğim bir şey artık. Fakat Oğuz'un dönüşümü için hiçbir şey yaşanmadığından onun böyle katı ve ruhsuz kalmaya devam etmesini bekliyorum final bölümünden.

Sedef'e ulaşamayan Yaren'in neden Kadir'i aramadığını sordum kendi kendime ama Kadir'i o kadar tanımıyoruz ki, bununla ilgili olarak fikir bile yürütemedim. Dolayısıyla Kadir için bir son da düşleyemiyorum. Ama bakışlarına hayran olduğum bu adamı en azından bir kez daha görmek istiyorum finalde. Bakalım…

(Bu yazı ilk olarak 30 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Bir Yalnız Kalamama Hikâyesi

"Bir Hayvanat Bahçesi Hikayesi" oyunu üzerine...

Bir Hayvanat Bahçesi Hikâyesi: Bir Yalnız Kalamama Hikâyesi


Bazen yalnız kalmak isteriz, insanlarla çevrelenmişken bile. Dışarı çıkarız, ama dışarıdaki sesleri duymamak için kulaklıklarımıza sığınırız. Evimizde en rahat koltuğa gömülmek yerine bir Pazar öğleden sonrası, bir parkta oturup okumak isteriz kitabımızı, gazetemizi. Dışarı çıkma sebebimiz sosyalleşmek değildir; yalnızca dışarıda olmak, dışarıdayken de kendimiz olmaya devam etmek isteriz…

Yalnızlığı sevsek de insanlarla çevriliyiz, selamlaşırız, gerekirse konuşuruz, yardımlaşırız. Ama gerekmiyorsa da hiç konuşmayız. Kimseyle muhatap olmamak için mahalledeki bakkaldan değil de süpermarketten alışveriş yaparız mesela, ne kadar az diyalog, o kadar rahat bir kafa!

Ama bir de, siz kendi kendinize kalmışken, hiç gereği yokken, kendinize ayırdığınız zamanı çalmaya niyetlenenler olur. Gelip bir şeyler sorar, sessizce oturup kitabınızı okuduğunuz bankta yanınıza oturur, sizi kendileriyle konuşmaya zorlar bazı insanlar. Nezaket gösterip karşılık verirsiniz, onun sizi rahatsız etmesinde bir nezaketsizlik yokmuş gibi… Anlattıklarını dinlersiniz hiç ilgilenmeseniz de, çünkü nezaketten ötesi de vardır: Merhamet. Sizin tercihiniz olan yalnızlığın bazılarının zorunluluğu olduğunu bilirsiniz. Bilmediğiniz, iyi niyetinizin sizi bir felakete de sürükleyebileceğidir…

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Amerikalı oyun yazarı Edward Albee, ilk oyunu Bir Hayvanat Bahçesi Hikâyesi'nde bunları konu ediyor. Oyun, Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu - SAKM prodüksiyonuyla, Gökhan Erarslan rejisi ve Burak Sergen'in performansıyla Mart ayından bu yana sahnelenmekte… 1. Karşıyaka Tiyatro Festivali kapsamında İzmir'e gelen oyun, Bostanlı Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosu'nda seyirciyle buluştu.

'Oynaması' şart değil, "Burak Sergen sahnenin bir köşesinde oturuyormuş" deseler, onun nasıl 'oturduğunu' görmek için bile bilet alıp karışabilirim seyirciler arasına; kendisine yönelik ilgim ve hayranlığım bu raddede. İleride göreceğiniz memnuniyetsizlik ifadelerini, bunu aklınızda tutarak okuyunuz lütfen.

Onun bir oyuna hazırlandığını duyduğum anda ben de başlıyorum hazırlıklara… Oyunun metnini bulup okumak, eğer varsa yazarın oyun hakkındaki notlarına göz atmak, oyunla ilgili olarak yapılmış röportajları okumak gibi hazırlıklar bunlar.

Bu araştırmalarım sırasında, bu metni oynamanın Burak Sergen'in uzun zamandır istediği bir şey olduğunu ve Kerem Alışık'ın ikinci sezonda Kara Sevda kadrosuna katılması ve çekim aralarında Sergen ve Alışık'ın kurduğu diyalogun bizi bugünlere getirdiğini öğreniyorum! Kara Sevda, yalnızca hikâyesi, polisiye dozu, temposu ve ters köşeleriyle değil, kadrosunda bulunan tecrübeli tiyatrocuların oyunculuk çıtasını arşa çekmesi sebebiyle de çok değerli zaten benim için (düşünün bir, Rüzgar Aksoy, Zeyno Eracar, Zerrin Tekindor, Kerem Alışık ve Burak Sergen var dizinin kadrosunda, hepsi aktif olarak tiyatro yapmakta ve seyircinin hafızasına kazınan performanslar sergilemekte); ama Burak Sergen'ın SAKM çatısı altında bir iş yapmasına vesile olduğu için de kalbimdeki yerini derinleştirdi.

Yazar Albee, 1959'da yazdığı bu oyunu 2007 yılında güncellemiş ve Sergen de oyunu bu güncellenmiş haliyle sahneye koymak istemiş. Oyunun orijinal metnini okuyup güncellenmiş versiyonu izledikten sonra benim yorumum, yapılan güncellemelerin oyunun anlatmak istediği şeyi değiştirmediği fakat anlatım gücünü azalttığı yönünde.

Oyun, bir Pazar günü öğleden sonra Central Park'ta oturmuş kitabını okuyup piposunu tüttüren Peter'ın yanına yanaşıp ona hayvanat bahçesine gidişini anlatmak isteyen Jerry'nin sürprizlerle dolu diyalogundan ibaret. Yani en azından oyunun ilk yazıldığı hali bu. Bunu okuyunca, son 3-4 yıldır tek kişilik oyunlarla sahnede olan Burak Sergen'in neden bu oyunu sahnelemek istediğini anlamak zor olmadı. Sahnede bir Peter olmasa da Jerry parkta dolaşıp hikâyesini anlatabilir ve hiç garipsenmeyebilirdi. Peter'in varlığının oyuna bir katkısı olmadığını söylemiyorum; aksine, arka plandaki temayı işlemenin tek yolu Jerry'i biriyle diyaloga sokmaktır ve yazar, amacına ulaşmıştır. Fakat Peter'ın varlığı, bu oyunu Jerry'nin tek kişilik gösterisi olmaktan çıkarmıyor, söylemek istediğim bu.

Peter rolündeki Onur Kırat, Jerry'nin coşkulu paslarını göğsünde yumuşatmayı başarıyor; aslında gerildiği bir ortamda sakin kalmaya çalışan Peter'ın tedirginlikle özgüven arasındaki salınımını başarılı bir biçimde yansıtıyor. Oyunda eksik olduğunu düşündüğüm, anlatım gücünü azaltan şey bu değil. Burak Sergen'in zayıf kaldığını, onun yeteri kadar iyi bir Jerry olamadığını da söyleyemem. Ama sahne üzerindeki performansın bütününde bir eksiklik vardı ve ben bunu, sahneye bu iki kişi haricinde birilerinin daha konmasına ve bu birilerinin, arka planda kalmayıp oyunun en can alıcı noktalarına dâhil olmalarına bağlıyorum.

Peter ve Jerry'nin parktaki 'sohbet'inin arka planına, parkta koşanlar, yandaki banka oturup sigara içenler, kaykayla parktan geçen gençler, parkta yaşayan bir evsiz gibi tipler eklenmiş. Bu eklemeler parkı daha canlı ve gerçek kılmış; Jerry'nin zaman zaman onlarla sözsüz diyaloga girmesiyle de bu gerçekçiliğin ve Peter'in rahatsız edici tavrının altı çizilmiş. Buraya kadar hiçbir şikayetim yok, hatta oyunun ilk halinde olmayan bu eklemeleri sevdim bile diyebilirim. Ama bu oyuncular, Jerry ve Peter'ın diyaloguna dâhil oldukları anda benim memnuniyetsizliğim başladı.

Oyunun akışında birkaç zirve noktası var, bunlardan biri, Jerry'nin komşusunun köpeği ile arasında geçenleri Peter'a anlattığı bölüm. Oyunu okurken, aklımdan 'kim bilir bu sahnede Burak Sergen nasıl da devleşecek' diye geçirmiş ve Sergen'in hem Jerry'i, hem komşusunu, hem köpeği, hem de hamburgerciyi canlandıracağını hayal ederek heyecanlanmıştım. Ne var ki, Sergen'i Jerry ile sınırlandırmayı ve bu karakterler için başka oyuncuları kullanmayı seçmişler. Ne büyük hayal kırıklığı! Daha kötüsü ise, bu yan karakterlerin tamamının birden, Jerry'nin mücadele ettiği köpeğe dönüşmesi, Jerry'nin kendi hikayesinde başrolü köpeğin alması.

Umarım anlatabilmişimdir derdimi, hayal kırıklığımın büyüklüğünün sebebi sahnede izlediğim şeyi beğenmemem değil; aksine oyun bittiğinde oldukça da mutlu ayrıldım salondan. Şüphesiz ki iyi sahnelenmiş, derdini anlatmayı başarmış iyi bir oyun bu. Hayal kırıklığına uğramamın sebebi beklentimi fazla yüksek tutmuş olmamdır belki de. Gayet iyi oynadığı, koştuğu, arkadaşlarıyla paslaştığı bir maçta 3 gol atmadığı için Messi'yi suçlayamayız, değil mi? Ya da 300 yapabilen bir araçta 90'la gittiğimiz için mutsuz olmayız… Benim beklentim işte o noktadaydı, çünkü Adolf'te, 300'le giden bir Burak Sergen izlemiş ve sersemlemiştim oyun sonunda. Çingene Boksör'den tek perdede 5 gol yemiş ve çivilenmiştim oturduğum yere… Jerry de beni biraz tokatlasın, silkelesin, oturduğum yerden zıplatsın istemiştim. Mızmızlanmamın sebebi, beklediğimden daha sakin, daha akışkan bir oyun izlemiş olmam…

Şımarık bir seyirci olduğum ve bu kadarıyla yetinemediğim için başta Burak Sergen olmak üzere tüm emeği geçenler bağışlasın beni. Ve İzmir'e tekrar gelsinler ki ilk beklentilerimi zihnimden silip bir kez daha izleyebileyim oyunu, bu kez anın tadını çıkararak…



Künye:
Yazan: Edward Albee
Çeviren: Edanur Hancı
Yöneten: Gökhan Erarslan
Yönetmen Yardımcısı: Şahin Adıgüzel
Sahne ve Kostüm Tasarımı: Dilek Kaplan
Müzik Tasarımı: Hakan Şavklı
Işık Tasarımı: Hakan Hafızoğlu
Hareket Düzeni: Alpaslan Karaduman
Efekt Tasarımı: Ersin Aşar
Afiş Tasarımı: Aysun Kafkaslı
Fotoğraf: İlker Ergin
Reji Asistanları: Cansu Tuncer- Kemal Ağar

Oyuncular:
Burak Sergen, Onur Kırat, Şahin Adıgüzel, Edanur Hancı, Ayşin Ayata, Ferdi Taşkın, Merve Göydağ, Serkan Beşiroğlu

(Bu yazı ilk olarak 25 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Sana sığınamadım, yalana sığındım."

Kara Yazı 4. Bölüm Yorumu

Hak etmediği şekilde elinden alınan gününü Hayat Şarkısı'na geri verip Pazar akşamına geçtik. Burada yeni bir sayfa açıyoruz, dilerim sonuna kadar da gidebiliriz. En azından sezon sonuna kadar ve derli toplu bir final seyrederek. Kara Yazı'yı severek takip ediyorum, uzun uzun izlemek de isterim. Fakat koşullar el vermiyorsa kısa yoldan sona varmaya bir itirazım da olmaz, yeter ki gerçek bir son olsun, damağımda tadı kalsın…

Önceki bölümlerden seçilen kilit görüntüler eşliğinde, Derya'nın sesinden dinledik ilk üç bölümün kısa bir özetini; güzeldi. "Bir çakmak çaktım, alevleri herkesi sardı…" cümlesi de, Erdem'in Mehmet'e kurduğu tuzağı Sinan'dan kurtulmak için kullandığının itirafıydı bence. Ama henüz hikâyenin bu kısmıyla ilgilenmiyoruz.

Mehmet'in Yaren'i öpmesinde kalmıştık… Bu ani ve teklifsiz yakınlaşmanın bir tokatla nihayetleneceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok, merak ettiğimiz, daha sonra neler olacağıydı. Mehmet, neyse ki bu noktada alışıldık olana prim vermedi, tokadı yediği noktada kalmadı, Yaren'in peşinden gitti, kendini anlatmaya çalıştı. Mehmet, ancak bunun Yaren'in "ilk" öpücüğü olduğunu anladığında farkına vardı ne kadar büyük bir adım atmış ve Yaren'i ne kadar üzmüş olduğunun. Onun anlayabileceği de bu kadardı zaten. Fakat Yaren için "ilk"ini "çaldırmış" olmaktan daha büyük bir sorun var ortada. "Değer yargıları" derken neyi kastettiğini biliyoruz biz, çünkü Halil'i tanıyoruz. Ama daha geçen hafta, kendisine elbise giydirilip makyaj yapıldığında bir şeyler kaybettiğini düşünen Yaren'i de gördü bu gözler; yani o öfkede, Mehmet'in anlayabileceğinden fazlası var…

İstifa konusu da pinpon topu gibi bir kabul bir ret tarafına geçti, nerede durduğundan ben emin olamadım. Bu sorunun yanıtı da gelecekte…

Tokadı ve sonrasını az çok tahmin edebildiğimiz için esas merak konusu babaların karşılaşmasıydı, merak ettiğimize de değdi. Oğuz'un diyaloga giriş biçimi, kendisi için yazdığı hikâye ve böylece Halil'i dolaylı yoldan yüreklendirmesi gerçekten güzeldi. Oğuz'a alkış tutuyor değilim elbette ama, karşılaşmasını beklediğimiz iki büyük oyuncunun yan yana gelmelerine değecek önemde ve büyüklükte bir sahne yazılmış, kuşkusuz ki hakkıyla oynanmış ve ekrana eksiksiz yansıtılmış olduğu için güzeldi. Ve Oğuz'un katışıksız bir kötü, Halil'inse dolduruşa gelmesinin çok kolay olduğunu açıkça gösteren bir sahneydi.

Dizilerimizin vazgeçilmez klişelerinden biridir: Taksi lazım olur, karakterimiz yola çıkar, elini kaldırır ve hemen bir taksi duruverir. Bizler de, İstanbul gibi kalabalık ve düzensiz bir şehirde bunun her seferinde gerçekleşmesine şaşırır, ama bu şaşkınlığı kanıksamış olduğumuzdan hiçbir şey olmamış gibi devam ederiz izlemeye. Mehmet Karahan, bu klişeyi elinin tersiyle itti gözümüzün önünde. Her an omuzunda bir kadınla atlama ihtimali varmışçasına hazırda tuttuğu bir teknesi varmış meğer Mehmet'in, çünkü Oğuz Karahan'ın oğlu olmak bunu gerektirir!

Mehmet ve Yaren'in uzunca bir süre yalnız kalmaları yine de güzeldi, böyle böyle daha iyi tanıyacaklar birbirlerini, daha derinden bağlanacaklar birbirlerine. Ama acil durum ortaya çıktığında bile uzun zaman kıyıya varamamaları beni ikna etmedi. İşi ve parası olmadığı için amele pazarında şansını deneyen ve başarısız olan Halil'in, Beykoz'dan Bakırköy'e, Bakırköy'den de Sirkeci'ye taksi ile gitmesine ikna olmadığım gibi. Bir türlü karaya varamayan Yaren'in yardım istemek için Kadir'i aramamasına anlam veremediğim gibi.

Erdem'in Derya ile ilgilenmeye başladığını Volki bile anladı, ama Erdem direniyor. Oğuz'a yaklaşma amacını her şeyin üzerinde tuttuğu için Derya'yı bir beladan kurtarıp ötekinin ortasına bırakıyor. Ali'nin başına gelebilecekleri ise kendi tecrübelerinden bildiği için yine de Derya'yı kurtarmak için adımlar atabiliyor. Erdem, Oğuz'un sözünden çıkma iradesini gösteremese ve Derya'ya olan ilgisini zapt edebilse bile Ali'ye olan zaafı onu saf kötülükten uzak tutacak gibi görünüyor.

Oğuz'dan, Erdem'in babasının da bir zamanlar Oğuz için çalıştığını ve "iş bitirici" biri olduğunu öğrendik. Erdem'in yarası da bu cümlenin bir yerlerinde gizli. Zamanla göreceğiz…

İclal kadar nerede, hangi koşullar altında yaşadığından habersiz bir karakter az bulunur. Oğuz'un oyun kurucu, çevresindeki herkesin de birer kukla olduğunu bilmiyormuş gibi olaylara dâhil olmaya çalışmasına sadece gülüyorum. Melisa'yı teskin etmeye çalışmasına iki kat gülüyordum ki, Elif eve geldi ve Melisa'nın hak ettiği tepkiyi, dizinin de en dürüst tepkisini verdi, "Iyy, Melisa mı o?" diyerek ve Melisa'ya hiç görünmeden ortadan kaybolarak…

Elif, bu hikâyede hiç kimseden hiçbir şey saklamayan tek karakter. Bu özelliği onu bütünüyle iyi yapmaya yetmiyor; çünkü acılara göz yummuşluğu, gördüklerine, bildiklerine sessiz kalmışlığı da var belli ki. Ama kimseye güvenmiyor oluşu ve kaybedecek çok az şeyinin olduğunu bilmesi, onu daha cesur ve iyiliğe daha meyilli hale getiriyor bence. Elif'i daha çok izlemek istiyorum ben de.

Her şeyi başlatan tuzağı Erdem kurdu, ama o tuzağı kendi lehine kullanmaya çalışırken kendi kendisini hedef yapan ve böylece pek çok kişiyi oyuna katan kişi Derya oldu. Bu nedenle bu bölümde en çok Derya'yı izlemiş olmaktan memnunum. Gerek Erdem'le diyalogu, gerek Ali için Aslı'ya yalvarışı, gerekse babasıyla yüzleşmesinde çaresiz olduğu ölçüde kararlı, kaybedecek bir şeyi olmadığı için oldukça güçlü bir Derya izledik. Ali'yi her şeyin üzerinde tuttuğunu ve onun için her şeyi göze alabileceğini gördük. Detayları henüz bilmesek de neden bu noktaya geldiğini anladık. Az zamanda Derya'yı birçok yönden tanımış olduk ve Gülper Özdemir de Derya'nın içindeki fırtınaları satır satır işledi içimize.

Derya ve Halil sahnesi dizinin en güzel sahnelerinden biriydi. Yüzünde kocaman soru işaretleri ve içinde büyük bir öfke taşıyarak karşısında duran babasına karşı kendisini savunmadı Derya; çünkü o, kendisini savunmasını gerektirecek bir şey yapmamıştı. Bunun yerine kendisini anlattı. Yasin'i nasıl sevdiğini, onunla neler düşlediğini, düşlerinin nasıl yarıda kaldığını, bunları ailesiyle paylaşamamanın onu ne kadar üzdüğünü anlattı. Ve bütün bunlara Halil'in sevgisizliğinin, güvensizliğinin, katılığının sebep olduğunu… Halil'in o tetiği çekmesine engel olan şey de bunların doğru olduğunu bilmesi bence. Merhamet değil, sevgi değil. Haksız olduğunu bilmesi, görmesi…

Halil gibi düşünen babalar biliyorum, Halil'in yaşadıklarını yaşasa daha büyük olaylar çıkarabileceğini düşündüren… Sevgiyi göstermenin zayıflık olduğunu düşünen, sevmek isteyip de sevemeyen babalar gördüm ve sevmeyi öğrenemeden büyüyen çocuklar tanıdım. Derya, yine de sevmeyi becerebilmiş. Demek ki gerçekten sevilmiş, korkmadan sevebilmiş. Bakınız Yaren öğrenememiş sevmeyi, o yüzden anlam veremiyor Mehmet'in hem bir katil hem de fabrikadaki o sevecen adam olmasına. O yüzden göremiyor Kadir'in gözlerinde kendini…

Yaren'in göremediğini, Kadir'in de dile getirmekten korktuğunu Esma çoktan görmüş de ses etmezmiş meğer. İşi düşünce Kadir'in önüne bu kozu sürüverdi hemen. Ama başını eğişinden, gözlerini kaçırışından anladık; Kadir ne bu durumu Yaren'i elde etmek için kullanır, ne de Yaren'in rızası olmadan ona kavuşmayı kabul eder. Umudunu, cesaretini kıran Yaren'in kayıtsızlığı mıdır bilmem, ama Kadir bu durumun dile dökülmesinden bile rahatsız oldu sanki. Daha ileri yorumlar yapabilmek için Kadir'i daha sık görmeliyiz, yarım dakikacık değil!

Başta da söylediğim gibi, yeni bir sayfa açtık bence dördüncü bölümle. Geçen hafta ivme kazanmaya başlamıştı hikâye, bu hafta daha hareketli, daha bütünlüklü ve kendi sorduğu sorulara yanıtlar vermeye başlayan bir bölüm izledik. Aksayan bir ayağı, göze batan yanları olsa da bu bölümle birlikte hikâye rayına oturdu diyebiliriz. Emeği geçen herkese teşekkürler…

(Bu yazı ilk olarak 23 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Kadın olmak utanılacak bir şey değildir!

Kara Yazı 3. Bölüm Yorumu



Çok şükür biraz nefes aldık bu hafta. Hem hikâye akmaya başladı, hem de biraz tebessüm, biraz umut karıldı seyrimize. Hayal kırıklıklarım ve anlam veremediklerim de var hâlâ, ama en azından yalnızca oyuncular hatırına takip ettiğim bir dizi olarak kalmayacağının sinyallerini verdi Kara Yazı.

Akış başladı, ama hâlâ yavaş gidiyoruz, çok yavaş… 3 bölümde ancak 5 gün geçirdik, 6. günün başındayız. Arkamıza bakmadan koşalım demiyorum elbette, o türden bir hikâyenin içinde olmadığımızın farkındayım. Ama arada anlam veremediğimiz o kadar çok şey gördük ki, bunlar yerine neden bizi hikâyeye daha çok bağlayacak, karakterleri daha iyi tanımamızı sağlayacak sahneler görmedik diye sormadan edemiyorum…

Halil hapishaneye gizlice girdi ama kızıyla görüştüğünü duymayan kalmadı, bu nasıl gizliliktir ben anlayamadım. Üstelik Süleyman da o kadar çok ortadaydı ki, bu izinsiz girişten kimin sorumlu olduğunu da düşünmesi gerekmeyecekti hiç kimsenin, eğer Halil çekseydi o tetiği. Tetiği çekemedi diye de Halil'in vicdanlı, merhametli, iyi biri olduğunu ya da en azından 'iyileşebileceğini' düşünmedik bu arada. Olmuyor yani.

Derya'nın Kocaeli'de okumuş ve o sırada doğurmuş olması beni ikna etmedi. Geçen hafta da söylemiştim, Halil gibi birinin kızının başka bir şehirde okumasına izin vermiş olması tutarlı değil. İzin vermemesine rağmen Derya çıkıp gitmiş olsaydı, Halil bunun da peşini bırakmazdı bence. Daha fazla şey anlatmaları gerek buna ikna olmam için.

Benzer biçimde, Yaren'in Mehmet'in çocukluk videolarını izlediği sahnede, Oğuz'un bateri çalan Mehmet'in yanına gelip, "Kaç defa söyleyeceğim, adam gibi işlerle uğraş." demesine de takıldım. Oğuz böyle bir adam, evet, ama o bateri Oğuz'un haberi olmadan girmedi ya o eve? Hiç almasaymış o zaman, 7 yaşındaki çocuk bateri satın alıp gizlice eve sokmadı ya!

Bir de herkesin kendi durumuna dışarıdan bakıyor olabilmesini çok yapay buluyorum. Halil gidip Derya'ya travmalarını anlatıyor, Mehmet Yaren'e yaralarından bahsediyor, Yaren babasının neden böyle bir adam olduğunu net bir şekilde anlamış, Erdem küçük yaşta terk edilmiş olmanın kendisinde açtığı yaraların farkında… Herkes her şeyin bu kadar farkındaysa neden kimse aklıyla hareket etmiyor da travmaların yarattığı ruh haliyle hareket ediyor?

Yaren'e yakın olmak ve ona yardımcı olabilmek için Kadir'in de Aphra'da işe girmiş olmasını sevdim. Zaten Kadir ne yapsa seveceğim gibi görünüyor, umarım beni yanıltmaz. İşe girer girmez de Yaren'in açıklarını kapatmaya başladı. Yardımlarına Yaren'in hep ihtiyacı olacak gibi, ama Kadir'in Aphra'daki esas işlevinin Yaren'le Mehmet arasındaki kıvılcımı büyütmek olacağını düşünüyorum. Bazen Mehmet'in kıskanmasına sebep olarak, bazen de Yaren'i Mehmet'ten ve olayların ortasına düşmekten korumaya çalışırken aralarındaki çekimi güçlendirerek… Bu hikâyede Kadir'in Yaren'le bir şansı olmayacak, orası belli. Ama "fazla güzel olmuşsun" derken gözlerini kaçıran bu adamı fazla üzmeyin, lütfen…

Mehmet'i kim, nerelerde büyütmüş, hamurunu nasıl yoğurmuş gerçekten merak ediyorum. Çalışanlarıyla arasındaki her türlü hiyerarşiyi ortadan kaldıran ilişki biçimi, insanları tek tek selamlaması, hepsini tanıması, onlarla ilgilenmesi onu çok özel kılan detaylar. Sevgisiz bir baba ve onun kuklası bir anne ile böyle bir insana dönüşmek zor. Sevgisini hiç kimseden esirgememiş bir dadıları oldu sanıyorum. Zira Elif de bir o kadar sevgi dolu ve sevgiye hasret…

Mehmet Yaren'le bir başka ilgileniyor gibi, ama bunu da alışık olduğumuz kadın-erkek ilişkisi kalıplarında yapmıyor, onu korumaya, kollamaya değil, onu tanımaya çalışıyor; müdahale etmeden, kural koymadan ve hatta Yaren'in kafasındaki kalıpları da yıkmaya çalışarak yapıyor bunu, neyi yıkacağını bile bilmeden. "Güzelliğinle barış, kadın olmak utanılacak bir şey değildir" sözünü en çok bu sebeple sevdim.

Mehmet'i tanıdıkça Yaren ile Mehmet'in hikâyelerini daha çok benzetiyorum birbirine, zira babaların çocuklarına olan tavırları da birbirine çok benziyor. Oğuz'un "ben her şeyi ailem için yaptım" lafıyla Halil'in "ben her şeyi namusum için yaptım" ezberi arasında bir fark yok. Her ikisi de inandığı bir şey uğruna başta çocukları olmak üzere herkesi kırıp döküyor, hayatları karartıyor; başta kendileri olmak üzere hiç kimseye sevgi gösteremiyorlar.

Yaren de Mehmet'i tanıdıkça, onu izledikçe, onu dinledikçe düşündüğünden bambaşka bir adamla karşı karşıya olduğunu fark ediyor. Bu da zamanla, onu gördüklerine değil yaşadıklarına güvenen, deneyimleriyle öğrenen bir kadına dönüştürecek diye umuyorum. Çünkü Yaren şu an babasının çizdiği sınırlar içinde kalarak yaşamaya, onları doğru kabul etmeye odaklı bir hayat sürüyor. Makyajlı yüzünü aynada gördüğündeki ifade bize çok şey anlatıyor. Ve çok şükür ki o ifadeyi hatasız yansıtan bir oyuncuya emanet Yaren karakteri. Karakterin her duygu durumunu bize tereddütsüz gösteren Zeynep Çamcı'yı tebrik ederim.

Mehmet ise Yaren'in içindeki, Yaren'in kendisinin bile tanımadığı güçlü kadını görüyor. Benim anladığım, Mehmet'in Yaren üzerindeki etkisi o güçlü kadını herkesçe görünür kılmak olacak ve kendisi de ondan güç alacak. Yaren, Derya için girdi bu oyuna, Mehmet'in yanında olmaya çalışması da hep bir ipucu yakalayabilmek uğruna. Fakat Yaren'in aklındakileri bilmeyen biri, Yaren'in Mehmet'i kendisine âşık etmeye çalıştığını düşünebilir. Bir sıcak bir soğuk davranıp kafa karıştırmalar, sudan sebeplerle kendini Mehmet'in yanında bulmalar, gizemli cümleler kurmalar hep bu etkiyi bırakıyor Mehmet'in üzerinde. Bize de bu sessiz atışmayı keyifle izlemek düşüyor.

Mehmet Melisa'dan kurtulmak istemese de Yaren'e doğru çekilmekte olduğunun farkına varacaktı bir noktada. Karşısına ilk çıkan kişi Yaren değil bir başkası olsaydı onu da öper miydi bilemiyorum şu an, ama hem hikâyemiz hem de Mehmet-Yaren ilişkisi açısından bu zoraki öpücüğün oldukça işlevsel olduğunu kabul etmek zorundayız. Melisa hakkında ise söylenecek çok şey yok. Bir yerli dizi klişesi olarak esas oğlanın aslında sevmediği zengin, anlayışsız, gurursuz kadın…



Halil ve Oğuz'un ilk olarak nerede ve nasıl karşılaşacağını çok merak ediyordum; zira Emre Kınay ve Haluk Bilginer'i bir arada görecektik. Karşılaşma, benim beklediğimden çok başka bir zamanda ve çok başka bir şekilde gerçekleşti, üstelik henüz yalnızca selamlaştılar ama birbirlerine bakışları, vücut dilleri, tepkileri öyle çok şey anlattı ki. Halil'in sıkıntılı hali, çaresiz oturuşu, Oğuz'un gözlerinden taşan kibir… Onlarca satıra bedel birkaç saniye.

İletişim Fakültesinde sinema üzerine derslerimizden birinde hocamız şöyle demişti: "Senaryo filmi anlatmasın, film kendini anlatsın." Sözcüklerle anlatmak yerine göstermek gerçekten zor iş, ama kadroda böyle oyuncular varken bu zorlukla mücadele etmek çok daha kolay. İşte, şikayet ettiğim, anlam veremediğim onca şey varken Kara Yazı'yı ısrarla izliyor olma sebebim de bu…

Ve bu karşılaşmanın devamını da merakla bekliyorum…

(Bu yazı ilk olarak 11 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınanmıştır.)

Tuzak içinde tuzak

Kara Yazı 2. Bölüm Yorumu

İlk bölümü ne büyük bir iyimserlikle izlediğimden ve gelecekten ne denli umutlu olduğumdan bahsetmiştim. Bu nedenle yazının hemen başında söylemekte beis görmüyorum: Hayallerim her geçen gün daha fazla kırılıyor…

Kara Yazı, adı gibi kara, karanlık, kasvetli, kendi ağırlığını seyircinin üstüne bırakmaktan çekinmeyen, puslu bir hikâye. Ve itirazım asla buna değil. Hatta bu sıralar bu karanlığa teslim olup yaşlarımı dökmeye öyle çok ihtiyacım var ki, buna susamış bir halde oturuyorum ekran karşısına. Gözyaşlarıma eşlik etmesini bekliyorum hikâyenin; fakat o da ne? Ortada bir hikâye yok ki!

Erdem'in Mehmet'e kurduğu bir tuzak var, fakat tuzağın ardındaki motivasyonu tam öğrenemedik. Basit bir kıskançlık, çekememezlik ya da ilgi çekme arzusundan daha fazlasına işaret eden bir tuzak kurmuş olduğu için birkaç dakikalık flash backlerden daha fazlasına ihtiyacımız var Erdem'i anlama yolunda. Ve bu soruların yanıtı yok. Bizi ardından sürükleyecek olan hikâye belki de budur -ki öyle olduğuna dair bir yönlendirme de yapılmadı reji tarafından- ama bunun için de Erdem'in 'akıllı' biri olduğunu bilmeye ihtiyacımız var.

Eğer aynı iş yerinde birlikte çalıştığı ve hatta ortağı olduğu adama tuzak kuruyorsa, o tuzağın videosunu iş yerindeki bilgisayarda izlememeli mesela, üstelik de kulaklık takmaya bile gerek duymadan, yüksek sesle! Ve dahi sırtı kapıya dönük, bilgisayar ekranı da kapıdan girecek kişinin görüş alanında iken… Nasıl ki iyilerin cesur olmasını bekliyorsak kötülerin de akıllı olmasını beklemeye hakkımız var. Değilse buradan bir drama değil karakter komedisi çıkar çıksa çıksa; oysa Kara Yazı, bu tür nefes aralarına kapısını sımsıkı kapatmış gibi duruyor!

Kapıyı kapatmak demişken, Mehmet'in odasındaki güvenlik zafiyetinin farkına vardınız mı? Oda kapısı kartla açılıyor, tamam. Bu, anahtardan daha güvenli bir yol olarak tercih edilir, zira kapıyı kapattığınız zaman bir de kilitlemeniz gerekmez, kapıyı çekip çıkabilirsiniz. Bu sistemin dezavantajı, siz içerideyken de kapının kilitli olması ve dışarıdan gelenlerin sizin izniniz olmadan içeri girememesi demektir. Yani öyle Yaren'in yaptığı gibi çeki adamın suratına atıp kapıyı çarpıp dışarı çıktıktan sonra kös kös geri döndüğünüzde o kapıyı çat diye açamazsınız, açamamalısınız. Yaren'in "Kale gibi koruyorlar." dediği ofisler o kadar da iyi korunmuyor yani.

Yaren'in neyi aradığını bilmeksizin aradığı şeylerin şirkette olduğunu düşünmesine gülüyorduk ama, görüyoruz ki gülünecek daha basit meseleler var. Ortağına tuzak kurup videosunu yan odada izleyen de, patronun kilitli kapısını hiç tanımadığı insanlara açan temizlik görevlileri de, kilitli kapıdaki güvenlik zafiyeti de burada. Kanıtlar neden şirkette olmasın?

Derya'nın bir bebeğinin olmasını nerelere koyacağımı bilemiyorum. Öyle bir babayla, öyle bir yaşam tarzına sahipken hamileliğini, doğum yaptığını nasıl gizlemiş olabilir? Aklıma gelen hiçbir şeyi gerekçelendiremiyorum. 12 yaşındaki kız çocuğunun saçlarına takacak kadar paranoyak bir baba, yirmili yaşlardaki kızının başka şehirde okumasına, çalışmasına, ne bileyim hasta olan bir akrabaya göz kulak olmak için evden dışarı çıkmasına izin vermiş olabilir mi? Bunu ne kadar anlamadıysam, bütün bunları saklamış olan Derya'nın "Nasılsa babam beni reddetti, o zaman çocuğumu yanıma alıp hapishanede büyütürüm." diye düşünmesini de o kadar anlamadım.

Halil'in Derya'yı öldürmek istemesinde şaşılacak bir yan yok, adam son derece tutarlı hareket ediyor bu konuda. Tutarsız olan, senaryonun ve rejinin bize Halil'i sevdirmeye çalışıyor olması. Sürekli olarak "Başına bunlar gelmeseydi aslında çok iyi bir adam olacaktı." mesajı vermeye çalışılıyor. Ama mesele de zaten bu, başına gelenlere rağmen iyi kalabilmek, sevebilmek, güvenebilmek… Bunu yapamamış bir adamı anlamamıza gerek var, karanlıkla, kötülükle mücadelenin bir yolu olarak buna ihtiyacımız var; ama sevmemize hiç gerek yok. Dolayısıyla bu sahnelerin, Emre Kınay'ı izlemek dışında bir keyfi yok, üzgünüm.

Oğuz Karahan gibi bir adamın karısının bu kadar saf, bu kadar düşüncesizce hareket etmesini de anlayamadım. İclal hakkında hâlâ bir yorumda bulunamıyorum, ama açıkçası zihinsel bir probleminin olduğunu düşünmeye başladım. Attığı her adımda, hatta ağzını her açtığında Oğuz'dan bir karşılık alan İclal'in, hem Oğuz'un kendisine çizdiği sınırlar içinde kalmayı kabul etmesi hem de ondan habersiz işler çevirebileceğini düşünmesi, hiçbir şey değilse bir muhakeme eksikliğine işaret eder. Anlayamıyorum!

Her şeyin başlangıcı olan tuzağı kuran Erdem, Mehmet'le ilgili olarak istediğini elde etti, Oğuz'a daha yakın olmak için uzunca bir yolu da kat etmiş oldu. Fakat bu arada 'kardeşim' dediği, yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz Sinan'ı kaybetti. Ama nasıl? Sinan'ın annesinden, Sinan ve Derya'nın tanışıyor olduğunu öğrendik. Gerek Mehmet'le, gerekse Erdem'le konuşmalarından varabileceğimiz sonuç, bu işte Derya'nın bir parmağının olduğu. Kuru sıkı silahı (ya da mermiyi) gerçeğiyle değiştirme işini Derya yapmış olmalı. Ama nasıl? Ama neden? İşte, iki bölümden bana kalan yalnızca bu sorular…

Bölümde en çok hoşuma giden şey, Yaren'e şirketi gezdiren kişinin isminin Feride Karadayı olmasıydı, Karadayı'ya çakılan güzel bir selamdı bu bence, ama ben olsam Feride Kara yapardım ismini ve bu ismi yaşatırdım. Feride Hanım'ı da daha sık görürüz umarım, anılarla avunuruz hiç olmazsa.

Bir de Kadir tabii… Birkaç saniyelik bakışlarına günlerce bakmak istediğim. Yerini, çapını, kapasitesini bilen, büyük oynamayan ama gücü yettiğince Yaren'in yanında durmaya çalışan Kadir'i çok az görüyoruz ama, her bir saniyeyi kana kana içiyorum sanki, içimde öyle bir kıpırtıyla bakıyorum ekrana. Rolü biraz büyüsün ama bu sahiciliğini, o bakışlarındaki samimiyeti hiç kaybetmesin, büyüyüp kirlenmesin istiyorum, mümkünse…

(Bu yazı ilk olarak 4 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)