3 Kasım 2017 Cuma

Yeniden hoş geldiniz!

No: 309 - Yeni sezon ilk bölüm yorumu

No: 309: Yeniden hoş geldiniz!

Yeni sezon başladığında, yeni diziler kadar eski dizilerin yeni hallerini de merak ediyorum; diziyi takip etsem de etmesem de. No: 309'u 30 bölüm kadar izledikten sonra hep aynı konular etrafında dönmesinden ve komediyi hep aynı yerlerde aramasından sıkılıp bırakmıştım. Yine de neler olup bittiğinden haberdardım. Yeni sezonda hem Erdal Özyağcılar'ın gelişi, hem de ilk sezonda bahsi sıkça geçen ama bir türlü açılmayan konuların açılacak olması çekmişti ilgimi.

Baştan söyleyeyim, bölüm boyunca çok sıkıldığım yerler oldu. Komedinin hâlâ aynı yerde aranmasından, Erol ve Betül'ün entrika peşinde koşmasından, Erol'un Filiz'i sürekli aşağılamasından ve bunun bir komedi unsuru olarak kullanılmasından, Betül'ün hâlâ masum elti rolünü oynamaya çalışmasından ve bu zokanın Yıldız tarafından hâlâ yutuluyor olmasından, bir de Nergis'in 60 bölümde ufacık bir değişim göstermemesinden bezdim. Kanalı değiştirmedim ama kahve yapmak, saç kurutmak ve benzeri işler için reklam arasını da beklemedim hiç. Yine de öyle güzel sahneler izledim ki, ekran başında geçirdiğim zamana değdi. Daha sonrasını izlemek için isteklendirdi.

Lale'nin, babasının hediyesini Onur'a anlattığı sahne, ardından Songül'ün Yıldırımdan kurtardıklarının hikâyesi… Yıldırım'ın defalarca Songül'e gelmesi, her seferinde başka bir duyguyla oradan ayrılması… Songül için okuduğu tüyleri diken diken eden Attila İlhan şiirleri… Songül'ün hem öfkesini hem kırgınlığını hem de umutsuzluğunu ayrı ayrı anlatıp Yıldırım'dan kurtulmak istemesi… Yıldırım'ın tünelin sonunda bir ışık göremeyip pes etmesi… Onur'un kendi derdini ikinci plana atıp Yıldırım'ın yanına gelmesi, ona "baba" demesi ve kalması için bir motivasyon vermesi…

Bu sahnelerin her biri için paragraflar döşenebilir. Ama sadece anlattıklarıyla değil, replikleriyle, çekimleriyle ve muazzam oyunculuklarla dopdolu bu sahneler ancak izlendiğinde hakkı verilebilir. Erdal Özyağcılar ve Sumru Yavrucuk nasıl doğal, nasıl sade oynuyorlar, nasıl güzel akıyor onların sahneleri. Demet Özdemir nasıl içten anlattı zebercet taşının hikâyesini. Herkes ne güzel ağladı o salonda. Furkan Palalı ne güzel çekiyor kendini geri plana, konu Onur olmadığında. Düşünenin, yazanın, oynayanın, çekenin, ışığı, mikrofonu tutanın, makyajı yapanın, velhasıl bilumum fikir ve set işçisinin akıllarına, ellerine sağlık.

Onur'un Özge'den aldığı yaranın konu edilmesini uzun zaman bekledik. Duru'nun varlığı her ne kadar klişe de olsa ortaya çıkma biçimi beni rahatsız etmedi. Pelinsu sadece entrikalarıyla değil, dış görünüşüyle de öne çıkarılan bir karakterdi. Özge'de bu yolun seçilmemiş olmasına sevindim. Özge, Onur'un hayatından zorla çıkarılmış bir kadın olarak entrikalarla, intikam planıyla ya da bir çıkar peşinde olarak değil, gayet düzgün ve şık bir biçimde girdi yeniden Onur'un hayatına. Onur Sarıhan zaten ilk günden beri şahane bir adamdı. Şimdi, onun kendini hiç bozmadan geçmişiyle yüzleşeceğini bilmenin, bütün bu sıkıntıları nasıl aşacağını izleyecek olmanın heyecanı var bende.

Ana hikâyesi ilk sezonda bu kadar sündürülmüşken ve bu nedenle seyirciyi de epeyce yormuşken bu kadar sağlam bir hikâyeyle geri dönebilmek, kendini yeni bir dizi gibi izletmeyi becermek kolay iş değil. Zoru başarmışlar. İlk sezonla ilgili bahsettiğim sorunların tekrar etmemesini, Yıldırım'ın kendini affettirme çabasının Kurtuluş'unkilere benzememesini, Özge ve Duru'nun ortaya çıkışının Lale'den uzun süre gizlenmemesini ve bu ortaya çıkışın Lale tarafından olgunlukla karşılanmasını, Betül ve Erol'un da kendilerine başka meşgaleler bulmalarını dilerim ilerleyen bölümlerde.

Yeniden hoş geldiniz!

(Bu yazı ilk olarak21 Eylül 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Biraz kül, biraz duman, o benim işte…*

Yalaza - ilk bakış

Yalaza: Biraz kül, biraz duman, o benim işte…*

TRT 1, yeni sezon açılışını Cumartesi akşamı başlayan Yalaza ile yaptı. Dizi yayınından önceki ana haber bülteninde dizi ekibiyle yapılan canlı bağlantıda öğrendik ki, Sakarya'nın ilçesi Taraklı'da, insanların birbirlerine bir şeyler öğretmek için şaka yapmaları gibi bir adet varmış, yalaza da bu adete verilen isimmiş. Ben "didaktik şaka" diye kodladım zihnimde.

Dizinin proje tasarımı Osman Sınav'a ait. Bu yerel adeti bir diziye dönüştürme fikrini çok sevdim. Bir dizinin Amerika'yı yeniden keşfetmesini zaten beklemiyorum, bu ülkenin her yanı hikâye dolu, birini bulup çıkarmışlar işte! Osman Sınav sinema ve dizi sektörüne uzun yıllar hizmet etmiş bir isim, aklına da rejisine de aşinayız. Ama o, her seferinde yeni bir fikirle çıkagelmeyi başarıyor. Dış görünüşünde bile değişiklik yapmaya zahmet etmeyen gençler dilerim kendilerine buradan bir ders çıkarırlar.

Hasan Kaçan ve Kadir Çöpdemir'in mizah anlayışı bana göre olmadı hiç, içinde bulundukları işlerin çoğunu takip edemedim. Ama hem izlemeyi çok istediğim oyuncular vardı kadroda, hem de kışın komedi izlemeye susamıştım. Yani umutluydum Yalaza'dan. Ne yazık ki ilk yarım saatte anladım bu diziyi izleyemeyeceğimi. Bölüm hem çok temposuzdu, hem de derdini anlatmakta çok çok zorlandı.

Kasabada türbesi bulunan Yalaz Baba'nın ete kemiğe bürünüp geldiği, insanları camiye, ibadete yönlendirme temalı yalaza (şaka olanı) ilk 15 dakikada oldu ve bitti, bir daha da lafı edilmedi. Sonrasında İbrahim'e (Sinan Albayrak) kafayı takmış ve kancayı da takmaya çabalayan Nalan'ın (İpek Tuzcuoğlu) hamlelerinin ve babalarını Nalan'dan kurtarmak isteyen çocukların İbrahim'in ilk aşkı Alev'i (Didem Balçın) kasabaya getirme çabalarının sonuçlarını izledik bir saat boyunca. Bir saatin sonunda, şahane çekilmiş bir trafik kazası sahnesiyle biraz hareketlendik diye sevinmeye başlamıştım ki yeniden duruldu ortalık, akmaz oldu hikâye. Öyle de geldik bölümün sonuna.

Kazadan hemen önce, Nalan'ın yemeklerini yerken kafası güzelleşmeye başlamıştı İbrahim'in, nedenini anlayamamıştık. Beş vakit namaz kılan, düzenli ilaçları olan bir karakterin alkol tüketmesini beklemediğim gibi, dizinin TRT'de yayınlanıyor olması da bu ihtimali ortadan kaldırıyordu. Benim için bölümün tek sorusu buydu: İbrahim'e ne oldu? İbrahim'in mantara alerjisi varmış meğer, yemekteki mantar nedeniyle paralize olmuş geçici bir süre. Bunu bölümün sonuna doğru öğrendik fakat merak unsurunu sürükleyemedikleri için cevabı aldığımda soruyu çoktan unutmuştum ben. Sona vardığımızda, sona varmış olmanın mutluluğu dışında bir şey hissetmiyordum.

Karakterleri tanıtmadılar, hatta o kadar tanıtmadılar ki, herkesi zaten tanıdığımız varsayılarak yazılmış gibiydi replikler. Akışı sürükleyen bir olay da olmayınca o kimdi, bu neydi diye düşünüp durdum, özellikle de gençleri izlerken. Settar Hoca (Hasan Kaçan) ve Santral'in (Kadir Çöpdemir) bu hikâyedeki işlevi nedir, yalaza yapmak dışında ne yaparlar anlayamadım. Aynı şekilde, Erdal Cindoruk'un oynadığı karakter kimdir, necidir, neden kalıbının adamı değildir de bir tuhaftır anlayamadım. İbrahim'in çocuklarının Nalan'la derdi nedir anlayamadım. İbrahim'in büyük kızı Aysun'un sol elindeki yüzükleri anlayamadım. Bunların yanına eklenebilecek başka sorularım da var ama derdimi anlattığımı sanıyorum.

Oysaki uzun zamandır izlemediğim Sinan Albayrak'ı (şarkı söylediği sahneler şahane değil miydi?), her yerde, her haliyle göz alıcı olan Didem Balçın'ı (onu tiyatro sahnesinde görmelisiniz mutlaka), ağır abi rolüyle bambaşka biri olarak beni şaşırtan Mert Carim'i (Şahane Damat'ın Almancı Tufan'ı rolüyle tanımıştık onu), yine bambaşka bir karakterle karşımıza çıkan Aramızda Kalsın'ın Arife'si Gamze Karaduman'ı, İnadına Aşk'ın Doruk'u Tibet Tursun'u yeniden izlemeyi istiyordum. Ayrıca doğduğu gün ölen, ölümü de ilk aşkının elinden olan İbrahim'in 'diriliş'ten sonraki hikâyesini, sebebini bilmeden doğduğu yerden ve ilk aşkından koparılan Alev'in yaşadıklarını, gençliklerini ayrı geçiren ve bir trafik kazasıyla buluşan olgun âşıkların aşkla ve birbirleriyle mücadelesini izlemek, İbrahim'e duyduğu aşkın karşılıksızlığı yüzünden hiç umutsuzluğa kapılmamış olan Nalan'ı böyle ayakta tutan şeyi bilmek isterdim.

Kısmet değilmiş.

Hikâye belki de toparlanır ve akmaya başlar, yalaza adeti merkezi konu haline gelir ve dizi gerçekten komik olmaya başlar belki, ama ben burada vedalaşıyorum Yalaza ile. Yolu açık olsun…

*Bölüm içinde çalan plağa eşlik eden Sinan Albayrak'ın sesinden kısacık duyduğumuz, kendisine pek yakışan, karaktere de pek uygun Avni Anıl bestesi Nihavent şarkının ilk cümlesi. Güfte, Ümit Yaşar Oğuzcan'a ait.

(Bu yazı ilk olarak 19 Eylül 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Şapkadan Buray Çıktı!

Şapkadan Buray çıktı!

Bu yıl 86. kez düzenlenen İzmir Enternasyonel Fuarı, çoğunlukla İzmir ve çevre illerden gelen ziyaretçilerine geniş bir etkinlik yelpazesi sundu: Ücretsiz çim konserleri, tiyatro oyunları, caz günleri, sokak gösterileri, edebiyat sohbetleri, bilim şöleni ve hatta "Yıldızlararası Uzay Sergisi". Ben, hep olduğu gibi yine -ve yalnızca- tiyatro konusuna yönelttim tüm ilgimi. Fuar sonrasında size tiyatrodan bahsetmeyi düşünüyordum ki bir genç adam çeldi aklımı.

24 Ağustos Perşembe günü yalnızca tiyatro için gitmiştim Kültürpark'a ve aklımdaki tek plan oyunu izleyip evime dönmekti. Yine de oyundan çıktığımda, yarım saat önce başlayan çim konserine göz atmadan, o akşamın konuğu Buray'ın birkaç şarkısını dinlemeden fuar alanını terk edemedim. Çünkü Buray daha konsere başladığı an etkilemişti beni. Konser alanına en yakın salondaki oyunu izliyor olduğumuz için konserin tam zamanında ve coşkuyla başladığına tanık olmuştuk. Aynı sahnede daha birkaç gün önce, kendisinden belki 4 kat fazla seyirciyi sahne önüne toplamış olduğu halde konserine yarım saatten daha gecikmeli başlayan "tecrübeli" birinin şarkı söylediğini bildiğimden, Buray'ı daha ilk saniyede takdir etmiştim.

Oyun nihayet bittiğinde, Buray'ın sesine doğru gittik ve sahneyi sağ çaprazdan gören bir noktaya konuşlandık. Albümdekiyle aynı sesi dinledim, televizyondakinin aynısı sıcak, neşeli, kıpır kıpır ve samimi bir müzisyen gördüm sahnede. İşine hakim, seyirciyi nasıl yönlendireceğini ve nasıl mutlu edeceğini bilen, müzik tutkusunu, bu işten keyif aldığını -yani bütün bunları maddi kazanç, şöhret vb. amaçlarla yapmadığını- gösteren, göstermekten çekinmeyen biriydi sahnedeki.

Başka şehirleri bu açıdan bilmem, belki benzerleri vardır ama İzmir, ücretsiz açık alan (sokak, meydan ve çim) konserleri açısından zengin bir şehirdir. Yalnızca dolaşmaya çıkmışken bir pop yıldızının, yeni ünlenmekte olan bir rock grubunun ya da dünyaca ünlü müzisyenlerin ücretsiz konserlerine denk gelebilirsiniz, hiç haberiniz yokken. Duyuruları takip edip planlı olarak da gidebilirsiniz konserlere elbette.

Ben, konseri sanat merkezinde ya da açık havada, fakat illâ ki bir koltukta oturarak, hatta oturacağım yeri de özenle seçerek izlemeyi tercih ederim. Böyle olmayan bir konseri izlemek üzere evden çıkmaya ikna edilmem zordur. Denk geldiğim konserleri de çoğunlukla birkaç şarkıda bırakırım bu yüzden. Açık yüreklilikle söyleyebilirim, şarkılarını dinlemeyi sevsem ve kuşağının en iyi isimlerinden biri olduğunu düşünsem de o akşam yalnızca Buray konseri için fuar alanına gitmezdim. Ama iyi ki oradaymışım!

Müslüm Gürses'ten Sezen Aksu'ya, Volkan Konak'tan Gülşen'e pek çok şarkıcıdan seçimlerle zenginleştirilmiş repertuvarı, rakip gösterildiği yeni kuşak şarkıcıların şarkılarına da bu repertuvarda yer vermesi, gitarıyla ve orkestrayla ilişkisi ve hiç bitmeyen enerjisiyle Buray orada olanları hiç pişman etmedi.

İki şarkı arasındaki kısacık aralardan birinde, ellerinde deniz toplarıyla birkaç kişi sahneye çıkan merdivenleri tırmanmaya başladı. Topları eline alan Buray, mikrofona eğilip: "Ne geliyor?" diye sordu. "Mecnun geliyor!" diye yanıtladım ben, hiç düşünmeden. Aradaki bağlantıyı nasıl kurduğumu inanın bilmiyorum ama az sonra aynı cevabı Buray verdi mikrofondan ve elindeki topları seyirciye doğru atmaya başladı, "toplar yere düşmeyecek" uyarısıyla. Her ne kadar sahne önündeki seyirci, bu oyuna aynı coşkuyla karşılık vermese ve toplar kısa zamanda gözden kaybolsa da bu küçük oyun bana Buray hakkında çok şey söyledi.

Belki küçücük bir oyun, belki başka konserlerde de yaptığı bir jestti Buray'ın, belki pek çok insan çoktan unuttu bunu, ama ben özenilmiş, iyi çalışılmış ve dinamik bir sahne performansının yanında, halk konseridir, ücretsiz etkinliktir demeden işini yapan, yaptığı işe ufacık detaylarla anlam katan, seyircisine ve ona ayrılan zamana değer veren bir insan da gördüm.

Şapkadan çıkan bir tavşan gibi hem şaşırttı, hem keyiflendirdi, hem de bizzat o şapkayı tutan sihirbaz gibi oyununa kattı hepimizi; bize zamanı unutturdu, anılarımızın bir parçası oldu.

"İstersen" şarkısının her yerde çalmaya başladığı günlerde Buray'ı Kenan Doğulu'ya benzetmiştik çoğumuz. Konser sonunda bu benzetmenin Buray için yol gösterici olabileceği kanaatine vardım. Kenan Doğulu, uzun yıllardır Türkçe Pop müziğe emek veren, çeşitli yönlerden müziğimize katkı sağlamış önemli bir müzisyen ve oraya ait olduğunu her daim hissettiren bir sahne adamı. İlk şarkısından bu yana takip ettiğim ve canlı canlı da tanık olduğum için söyleyebilirim: 20 yıl sonra Buray Hoşsöz için de aynı şeyleri söylemememiz için hiçbir sebep yok.

(Bu yazı ilk olarak 1 Eylül 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Şevkat Yerimdar: Yerimiz mi dar yoksa yenimiz mi dar?*

Şevkat Yerimdar, iyi tanıdığımızı sandığımız, bu nedenle gerçek hayatta da ekranda da görmeyi tercih etmediğimiz insanlara benziyor. Ama değil. Şevkat'i tanımayanlar için onu biraz anlatmak, tanıyanlar için de yeni bir pencere açabilmek adına yazıyorum bunları…

 Uzaktan baktığımız her şeyi, bildiğimiz başka şeylere benzeterek tanımaya çalışırız, doğamız bu. Şevkat de uzaktan bakıldığında kaba saba, sığ, anlayışsız, maço, bağnaz bir adam. Ama yakınlaştıkça detaylar beliriyor, izledikçe tanıyor ve anlıyorsunuz farklı biri olduğunu.

Şevkat kaba görünen bir adam; ama kötü niyetli olduğu ya da kendini diğerlerinden üstün gördüğü için değil. Pek çok başkaları gibi, çoğumuz gibi, iş ortamında başka, kadınların yanında başka, kendi sosyal çevresinde başka kılıklara bürünmediği, her yerde aynı adam olduğu ve kibarlığa o genel geçer değeri atfetmediği için kaba bir adam. Koşullara göre şekil almadığı, kendi olmayı hep muhafaza ettiği için doğal hali insanlara kaba geliyor demek belki de daha doğru.

Yani Şevkat dürüst biri. Silahtan kaçan Pascal'ın Şevkat'e rastladığı sahneyi hatırlayın. Pascal'la silah zoruyla evlenmek isteyen kadının karşısında, üzerine silah doğrultulmuşken bile tetiğin ardındaki insanın suyuna gitmek yerine, içinden geçeni hiç eğip bükmeden, lafı dolandırmadan tüm çıplaklığıyla sözcüklere dökebiliyor. Pascal'a "evlenmeyi kabul et de kurtulalım" diyebilecekken, "bu kadınla evleneceğine öl gitsin" diyor.


Konunun kendisiyle bir ilgisi yokken bile silahın önüne atlayabilen birinden korkmayın!

Aslında Şevkat için, kabadan ziyade sert demeyi tercih ederim ben. Sert olması öğretilmiş, sert olma kimliği giydirilmiş üstüne. Geçmişini çok iyi bilmiyoruz henüz, ama onun gibileri tanıyor, biliyoruz. Belki erken yaşta babasını kaybettiği için üzerine atılan 'evin reisi' rolü onu erkenden büyüttü ve 'büyük adam' olmayı böyle anladı, belki yoklukla mücadele ederken zamanla pişti, belki sokağın sert koşulları nasırlaştırdı onu böyle, belki cüssesine yakıştırılan korumacı hali kabullenip giyindi üzerine, belki de ne yaparsa yapsın ardında bırakamadığı adalet duygusu, adil olmayan bu dünyaya karşı ayaklanmasına sebep oldu.

Ve sonuçta, haksızlığa tahammülü olmayan, adaleti de öyle çok uzaklarda aramayan bir adam çıktı karşımıza. Çoğu zaman mücadelesinde başarısız olsa da… Son bölümde, Pascal'ın Şevkat'e "Oğlum, bizim hayatımız ofsayt!" demesi bazı ışıkları yaktı zihnimde. Çünkü Şevkat'i en iyi özetleyen cümlelerden biriydi bu.

Şevkat'in hayatı ofsayt, o kadar doğru ki. Hep çok çabalayan, çok koşan, o kadar çok koşan ki makbul sınırı aştığı için hamleleri hep boşa çıkan bir adam. Ofsayt deyince ister istemez akla geliyor ama, Şevkat'i Ofsayt Osman'a benzetecek değilim burada. İyi niyetlilik ve kıymet bilirlik bakımından benzeseler de, Ofsayt Osman daha naif bir adam ve daha sade, daha dolaysız hikâyelerin kahramanıydı. Onun dünyasında entrikalar değil, -olsa olsa- yanlış anlaşılmalar değiştirirdi olayların akışını. Şevkat ise daha hesapçı, daha acımasız bir dönemin çocuğu, bu nedenle çok daha sert bir üslupla karşılıyor olanları. Belki bu yüzden de ara sıra golü bulduğu oluyor, olacak…

Şevkat'in golü bulduğu sahnelerden birini ikinci bölümde izledik. Mahallede bir kavganın eşiğinden polis sayesinde döndürülen Şevkat, yoldan geçerken "bak abi sana kızar" diye sindirilmeye çalışan bir çocuk ve annesine rastlar. Annesi, "kızarsın, di mi abisi?" cümlesiyle Şevkat'i diyaloga dâhil etmeye çalışınca olaylar gelişir.

Bereket ki Şevkat Yerimdar, sıradan görüntüsünün altında incelikli bir karakter saklayan özel bir adam ve farklılığını da her bir cümlesiyle koyuyor ortaya. Yaramazlık çocukluk hakkıdır diyor, çocuktur ister diyor, ben kendi yaptıklarıma bakmadan ona edeplilik taslayamam diyor. Sonra o kocaman adam çömelip çocuğun göz hizasına iniyor ve derdini soruyor. Annenin çocuğa çıkışma sebebinin maddi imkânsızlık olduğunu öğrenince de olabilecek en nazik biçimde yardımcı oluyor anneye, çocuğa bununla ilgili dersini vermeyi de ihmal etmeden.

Ders 1: Bir şeyi istiyorsan önce onu hak etmelisin.
Ders 2: Bencil olmamalısın, başkalarını da düşünmelisin.
Ders 3: Gerçek zenginliğin, bir çocuğun yüzünü güldürebilmekte gizli olduğunu bilmelisin.

Şevkat, didaktik bir karakter ama bunu insanı rahatsız etmeden, yine kendi üslubunca, duruma yedirerek yapıyor. Onun üzerine konuşmadığı bir ders de benden olsun bu noktada: Çocuk annesinin sözünü dinlemiyorsa ve bu bir sorunsa eğer; dışarıdan birinin çözebileceği, dışsal bir sorun değildir. Anne ile çocuğun özel meselesidir ve anne bunu kendisi çözmek zorundadır. Yolda karşılaştığınız, hiç tanımadığınız ve muhtemelen bir kez daha görmeyeceğiniz biri tarafından çözülemez, çözülmemelidir.

Şevkat'in en büyük sorunu, dizide ifade edildiği şekliyle, öfke kontrolünün olmaması. Ben bunu, duygusallıktan kaçmak olarak okuyorum. Onu sert bir karakter haline getiren bütün etmenler, duygularını saklaması gerektiğini de işlemiş bilinçdışına. Bu nedenle Şevkat, duygularını harekete geçiren bütün durumları öfkeyle karşılıyor, öfkesinin ardına gizliyor tüm hislerini. Dolayısıyla da öfkesi kontrol edilemiyor… Bu yüzden yeri dar geliyor ona, bedeni dar geliyor içinde kopan fırtınalara. Yeni de dar, toplumun onu hapsettiği sınırlardan taşıyor Şevkat, tüm gücüyle.

Bütün bu özellikleri onu, çevresinde olup bitene keskin karşılıklar veren, ne yapacağı tahmin edilemez biri haline getiriyor. Yakın çevresindeki insanlar da bir o kadar hareketli, hayat dolu ve 'çeşit çeşit' olunca, neşeli ve seyir zevki yüksek sahneler izliyoruz ardı ardına. Her bir olayın sonunda "uçurmuş herkes"* diyebiliyor ve en çok bundan keyif alıyoruz. Son bölümde, Esin'i havaalanından yolcu ettiklerinde; şimdi Niko bir ıslık çalıp uçağı geri döndürse hiç şaşırmam demiştim mesela.



Şevkat'in twitter profilinde, "Hayatın konusu yoktur" yazıyor. Bu diziyi diğerlerinden ayıran en önemli özellik de bu sanırım. Acaba ne olacak diye değil, acaba bu hafta hangi türden manyaklıklara güleceğiz merakıyla oturuyorum ekran karşısına ve Cuma akşamları, haftanın bütün tatsızlığı kahkahalarıma karışıp terk ediyor bedenimi…

*Sezen Aksu, Hadi Bakalım şarkısından; söz: Aysel Gürel

(Bu yazı ilk olarak 23 Haziran 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)