19 Ağustos 2015 Çarşamba

İlan-ı Aşk ve Kehanetler: Kiracı olamıyoruz, hiç değilse komşu olsak?



Hafta boyu saatleri sayıyorum hikâyenin bir parçasına daha vakıf olabilmek için. Sabahları erken uyanıp televizyonu açıyorum bir ipucu yakalayabilmek için, 45 saniyecik bile olsa. Her gün bir kısmını tekrar ediyorum gelecekle ilgili fikir üretebilmek için. Güya kafamı dağıtıyordum, gerçekleri bir yana koyup hayallere sığınıyordum, unutuyordum ya gerçeğin acısını; şimdi derdim zorum Kiralık Aşk oldu, ona yoruyorum kalan aklımı… 

Aslında çok basit bir öykü anlatılıyor, sonunu ilk bölümden tahmin edebileceğiniz; bu anlamda yeni bir şey yok. Ama yine de her sabah “Cuma’ya kaç gün var” diye sorarak çıkıyorum yataktan, bunu yaparken yalnız olmadığımı iyi bilerek. Peki, ama neden? 

Detaylar özelleştiriyor bu hikâyeyi; detaylar güzelleştiriyor insanları. Mucizesini bizimle paylaşmakta olan Defne’nin hikâyesi bu. Güzel, ama güzel olmasıyla şimdiye dek hiç ilgilenmemiş, bunun avantajını ya da dezavantajını kullanmamış, karşısına bununla ilgili bir hikâye çıkmamış bir kadın. Diziyi takip etmeyen ve ona “salak” demeye yeltenenler oldu etrafımda. Bilmedikleri şey, “zeka” gerektirdiğine inandığımız o çetrefilli dünyada yaşamadığı Defne’nin. Onun dünyasında entrikalar, yalanlar, kıvırmalar, kırk kişiye kırk ayrı oyun oynamalar yok; sade ve sadece hayat kavgası var onun. O yüzden başka bir dünyaya girince afallayıp kaldı, yadırgadı, uyum sağlamakta zorlandı; ama insanları ve dünyalarını yargılamadan, olduğu gibi kabul eden biri o. Hem babası hem annesi tarafından terk edilen biri o, akıl sağlığını koruyabilmek için bile olsa, dünyayı olduğu gibi kabul etmesin de ne yapsın? 

Yine de bir hatırlatma: Dizinin en başında, Defne’yi oyuna hazırlarken bir yerde “Sana Sabahattin Ali ve Sait Faik kitapları alacağız, arada sırada onları okurken görecek seni” diyen Neriman’a, “ ‘Bu saate kadar okumadın mı, cahil’ demez mi bu adam” diye soran da bizatihi o “salak” dediğiniz Defne’ydi.

Başka hayatların çok uzakta, büyük düşlerin de yalnızca düş olduğunu iyi bilen Defne, ancak yolu kötülüklerle gölgelenince, sevdiklerinin ayağına taş değince çıkabilirdi küçük ve sakin hayatından dışarı, öyle de oldu. Hem kendine hem de kurgusuna inanmadığı bir oyunun içinde buldu kendini bir nefeste. Ben böyle dönüşüm hikâyelerini, başka hayatlara uyum sağlama çabalarını izlemeyi çok severim, yalnızca bu sebeple bile takipçisi olabilirdim, ama Kiralık Aşk için bu sadece bir başlangıç, bir çıkış noktası.
 
Defne, bu yeni hayatın içinde, yolu kazara okyanusa düşmüş bir tatlı su balığı adeta. Hayatta kalmak için çok fazla şeye direnmek ve fazlaca değişmek, dönüşmek zorunda. Ait olduğu o ufak dereyi hiç unutmadan, geldiği yerden hiç çekinmeden değişiyor, dönüşüyor ve tam da bu yüzden, çevresini de değiştirip dönüştürüyor, ışığını saçıyor ayak bastığı her yere. O kadar çok şeye koşuyor ki bir girdap yaratıyor, akıntının da, ona kapılanların da farkına varmadan. 

Oyun, tam da Defne’nin yaratabileceğinden bile kuşku duyulan o girdaba Ömer’in kapılması üzerine kurulmamış mıydı zaten? Ama hayat -özellikle de Defne gibiler için- ne zaman o kadar kolay oldu ki?

Ömer, sahneye çıkmaktansa seyirci koltuğunda kalmayı, bir adım geride durup temkinli, korunaklı bir yaşam sürmeyi seçmiş bir adam. Hep ortalıkta ama en az görünen, bilinen o. Üçüncü bölümde Defne’nin Nihan’a söylediği gibi: İki tane Ömer var ve ikinciyi kimse tanımıyor. Bunu fark edebildiği için Defne bir adım önde herkesten. Ama o kadar yabancı ki kendi kalbine, bütün sorularının cevaplarını Ömer’in gözlerinde bulabileceğini anlayamıyor. Ona göre aşk, belki bir bulut tutar diye kendini uçurumdan aşağı sırt üstü bırakmak gibi. Ama onun verilmiş bir sözü var, hayal kurmak ona yasak, bırakamıyor kendini. 

Ömer’in de ondan kalır yanı yok aslında. Ucunda ufak da olsa bir ışık gördüğü tünelin öte yanının aydınlık olduğundan ve hatta o tünelden hiçbir engele takılmadan geçebileceğinden emin olmadan açmayacak kalbini o da. Sadri Usta’nın, Ömer’in Defne’sine Apollon’un Daphne’sini anlatması boşuna değildi. Mantığın, bilgeliğin, şiirin tanrısıdır Apollon, onun temsili Ömer de aklın tarafında duracak elbette. Defne’nin hislerinden emin olsa da açmayacak ona kalbini, onun da yaklaşmasını, yaklaşmaya karar vermesini, cesaret etmesini bekleyecek. Ne söylediğiyle değil, ne yaptığıyla ilgilenecek, ona göre belirleyecek tavrını. Kendini zorlamayı sever o, sevdiğini zorlamayı da sevecek.

Hal böyleyken, ben ve benim gibi gururlu aşkların peşinde, tek bir sevgiye ömrünü vermenin özlemindeki iki yüzyıl kadar geç doğmuşlar, adeta Gurur ve Önyargı’dan fırlayıp vücut bulmuş bir yaşam süren, Sabahattin Ali’den alıntılarla konuşan, canı sıkılıp köşesine çekildiğinde Proust okuyan Ömer İplikçi’yi pamuklara sarmalamak istemeyecektik de ne olacaktı?

Onlar da birbirlerini pamuklara saracaklar elbet, ama daha bekleyeceğiz, bekleyelim de zaten. Her hafta ekran karşısında içim içimi yese de, her bölüm sonunda böğrüme bir at oturmuş gibi olsam da kavuşmanın mümkün mertebe gecikmesini istiyorum, ta yürekten! Birbirlerine uzak da olsalar için için yanmalarını, başka hikâyelere kapılarını sımsıkı kapalı tutmalarını, uykularının kaçmasını görmek istiyorum an be an. Nilüfer gibi şarkısını sakin sakin söyleyen bir kadının içinden Hayko Cepkin gibi hırçın bir yorumcu çıkması gibi, ani haykırışlar, kırıp dökmeler olacak illâ ki, yüreğimize su serpmeye; ama ne kadar geç, o kadar iyi. Ömürlük bir aşk arayanlar için 2,5-3 aylık bir tanışıklık, insanın kendinden emin olması için bile çok az zaten, beklemekte fayda var. Böylesi hem Gurur ve Önyargı’nın verdiği ilhama daha çok yakışacak hem de kavuşmanın hazzı hepimiz için tarifsiz olacak.

Ayrıca hâlâ itiraf bekleyenlere de sormak isterim: Ayakkabı çalındığı zaman işten kovulan Defne’nin evde kös kös otururken, “Sevdiklerin seni doğru bilsin yeter” cümlesini duyduktan sonra Ömer’e koşması, hastalandığında yanından ayrılamaması; Ömer’in o kahvaltıyı hazırlaması, domatesleri ince ince soyması, acı olup olmadığını anlamak için biberleri tadıp kendini yakması, çay demlemesi, Defne’nin çayı tek şekerli içtiğini, bisküvinin yulaflısını sevdiğini bilmesi, o tek şekeri atıp elleriyle karıştırması (tek falsosu, çayı karıştırdıktan sonra kaşığı bardaktan çıkarmamasıydı ama olsun, o kadar kusur Mr. Darcy’de bile olur) yetmedi mi? Defne, “Ömer Bey’in sinyalleri ne zaman net oldu ki?” diye sorduğunda ne demişti Neriman: “O nettir de sen anlamamışsındır!”

Bu kavuşma geciktikçe bizler, başka kafa karışıklıklarına tanık olacağız. Ömer’in şüphelendiği, Necmi’ninse emin olduğu şeye, Sinan’ın hislerine yakından bakacağız mesela. Ben, Sinan’ın âşık olduğunu değil, fazlasıyla etkilendiğini düşünüyorum. Çünkü kalbi değil, aklı takıldı Defne’ye. İçine düştüğü çukurdan çıkmanın yolu olarak gördü Defne’ye âşık olma ihtimalini ve buna tutundu kurtulmanın hevesiyle. O kadar. Ömer’i bu kadar iyi tanıdığı halde onun hislerini fark edememesi de bu yüzden. Bir de Yasemin’in Ömer’e takıntılı olması var tabii. Muhtemelen Ömer’in Defne’ye karşı hislerini fark ettiğinde ya da öğrendiğinde ilk aklına gelen de bu olacak, ilgi duyduğu kadınların Ömer’le ilgilenmesi ona ağır gelecek belki. Ama Sinan, birbirini seven insanların önüne çıkabilecek biri değil. Yasemin gibi kötü yüzünü göstermekten kaçınmayan bir kadını severken “Aşk iyileştirir” diye düşünebilen biri kasıtlı olarak Ömer’le Defne’nin arasına giremez. Bu yüzden, Ömer’in ya da Defne’nin hislerinden emin olduğu anda Sinan geri çekilecektir. Bu noktada da hepimizin merakla beklediği Sude ortaya çıkıp hem Sinan’daki boşluğu dolduracak hem de şirkette Defne ve Koray’ın idare edemediği entrika işlerini kotaracaktır diye umuyorum.

Yasemin’in Ömer’e âşık olmadığını görmek için üçüncü göze falan ihtiyacımız yok zaten, onun derdi iktidar. Şirkette daha ön planda olan kişi Ömer değil Sinan olsa Yasemin’in yolu da aniden değişiverir. Fakat Sinan da o yoldan artık çıktığı için bu konu üzerine pek düşünmesek de olur. Sinan’ın Defne ile ilgilendiğini fark ederse yeniden ilgi odağı olmak üzere bir iki küçük hamle yapar belki, ama fazla uzamaz. Onun dersini verecek kişi İsmail olacak, hepimizin görmek istediği gibi. 

Yasemin, insanları aşağıdakiler ve yukarıdakiler diye ayıran ve halini, tavrını bu ayrıma göre belirleyen biri. Aşağıdakiler, sadece ondan aşağıda olmak için varlar sanki. İsmail ise kimseye müdanası olmayan biri olduğu için çekecek Yasemin’in dikkatini. Kendisinden aşağı gördüğü birinin nasıl olup da böyle rahat, hatta fütursuzca davranabildiğini anlayamadığı için bir merak unsuru oluşturacak İsmail, ve Ömer’le Defne’nin kavuşamayışı sayesinde biz bunu da keyifle izleyeceğiz.

Ben kendi adıma, Neriman ve Necmi’nin aşkına da tanık olmak, Necmi’nin “dalgakıranımdır, pusulamdır, ben onsuz kaybolurum” dediği Neriman’ı, bütün güzel kadınların peşinde koşan kart zampara maskesinin altında Sinan’ın halini Sinan’dan daha iyi anlayacak bilgeliği saklayan Necmi’yi tanımak isterim.

Herkesin onun gibi bir arkadaşı olmalı –gerçi bizim Koray ayarında bir arkadaşımız var, birlikte oturup “herkeslerden nefret ettiğimiz”, ama kendisi henüz kabul etmiyor bu benzerliği - diye düşündüğüm Koray’ın Passionis ve Nero dışındaki hayatını görmeyi çok çok isterim. Gençlerin dilinden bu kadar iyi anlayan, Seda Sayan’ın efsane atarına, Hande Ataizi’nin tuvalet penceresine sıkışmasına, Melek Yargıcı’nın “ben tekim” isyanına atıfla konuşabilen bir Koriş benimle aynı binada falan çalışıyor olmalı, daha uzak olamaz. Bu kadar yakındaki birini de daha iyi tanımam gerekir. Onu bu kadar savunmasız yapan nedir, herkesin kafasında birbirinden habersiz kırk tilkinin dolaştığı bir ortamda o böyle saf kalabilmeyi nasıl becermiştir, insanlardan nefret edebiliyorken arkalarından iş çevirmekte bu kadar başarısız olmasını neye borçludur, Neriman’la yolları nasıl kesişmiştir de böyle bir dostluk kurmayı başarabilmişlerdir; bunlar hep yanıtını bulmak için can attığım sorular. Ayrıca, bir ayakkabı firmasının neden tam zamanlı bir fotoğrafçı çalıştırdığını da bilmeliyiz, bunlar önemli.

Önceki bölümlerde bahsi geçen Sadri Usta’nın oğlu Burak’ın düğününe Defne ile giden Ömer’i görmek de pek eğlenceli olur mesela. Ömer, düğünlerde yalnızca harmandalı oynayan, salon erkeği çizgisinden taviz vermeyen bir burjuva mıdır yoksa mahalle düğünlerinde kasap havası oynarken Defne’ye eşlik edebilecek kadar halktan mıdır –umarım ikincisidir- bunu görmek Ömer ve Defne ile ilgili çok şey söyleyecektir bize.

Yeni ayakkabının İtalya lansmanı yapılsa ve Ömer’le Defne birbirlerini bu kez yabancı bir fon önünde görseler, şirketten ve Neriman’dan uzakta birbirlerinin başka yönlerini keşfetseler yine tadından yenmez. Bunun bir yaz dizisi olarak kalmayacağını biliyoruz nasıl olsa, derinliklerine dalınacak pek çok hikâye ve sayılacak çok gün var…

Hem daha Şükrü Abi’nin hikâyesini dinlemedik, ailesiyle, Ömer Abilerini çok seven çocuklarıyla tanışmadık; görünmez adam Vedat’ın dertlerine ortak olmadık, Defne ile Nazlıcan’ın çılgın bisküvi partilerinde neler kaynattıklarını göremedik, yolumuz uzun… 

Sempozyum için şehir dışına gittikleri ve Defne’nin sızıp kaldığı gece Ömer nerede ve nasıl uyudu, Defne’yi uyurken izledi mi uzun uzun, bunu bilmiyoruz. Aynı şekilde, mutfağı talan ettiği gece Defne’nin Ömer’in yastığını koklayacağını adımız gibi biliyorduk, Ömer’in Defne’yi uyurken izlemesi de o kadar emin olduğumuz bir şeydi, ama bize gösterilmedi. Eğer o gece ya da ertesi sabah Ömer yukarı hiç çıkmadıysa, sabah nasıl olup da Defne’den önce kalkıp giyinebildi, bunun yanıtı da yok. Defne’nin iki gün üst üste aynı giysiyle dolaşması da kimsenin dikkatini çekmedi mi yani? Ben bunların hepsi için birer flash-back istiyorum mesela…

Bu kadar laf ettim ama aşk oyununun ortaya çıkması durumunda neler yaşanabileceği üzerine bir şey söylemedim, bunu düşünmeyi hiç istemiyorum, bu konunun hızla işlenip ortadan kalkmasını istiyorum sadece. Bu tür oyunlar asla planlandığı gibi işlemez zaten, aşkla oyun olmaz çünkü. Elbette ilişkiler yaralanacak, sinirler gerilecektir ama bu engeli aşamayacaklarsa aşktan hiç bahsetmeyelim zaten, aşmalarının gerekçesi aşk olmayacaksa sonsuza dek susalım hatta… Yıldızlı göklerin dönmeye başladığı anı fark edebiliyorsak orada aşk yoktur ki.

Beceremeyeceğini düşündüğü için golf oynamayı reddeden Defne’ye, “Ben varım, korkma” demişti Ömer, “Yabancı yok aramızda, biz bizeyiz, bana rezil olmazsın” anlamında. Başına ne gelirse gelsin bu hikâyenin, ben varım ekranın karşısında, biz varız, birlikte yürürüz umarım masalın sonuna kadar. Ufak bir gün değişikliği dışında hiçbir şeye itirazım olmaz, malum ya, kış sezonu sahnelerin, perdelerin açıldığı bir zaman dilimidir, Cuma akşamları sahnenin önü yerine televizyon karşısında olmak diğer günlere göre çok daha zordur. (Sanat oburu yazar,  burada, “sahneye öyle insanlar çıkar ki, adımı unutur sanat merkezine koşarım, dizi ne ki” demek istiyor.)

Evet, bu bir ilan-ı aşk metnidir, benim bu dizi ile girdiğim gayrimeşru ilişkinin itirafı ve kehanetlerimin kaydıdır. İlişkim gayrimeşru, o yüzden kiracı ya da ev sahibi olma gayesi taşımıyorum. Komşu olmakla, perdeyi usulca aralayıp kaçamak bakışlar atmakla, boş bardağı duvara dayayıp sesler duymakla, duyduklarımdan yeni hikâyeler yaratmakla da yetinebilirim, olmaz mı?