30 Aralık 2016 Cuma

Biraz Dertleşelim

Biraz dertleşelim istiyorum; ama ben az söyleyeceğim, siz çok anlayacaksınız. Çünkü sadece konuşmak istiyorum, anlatmak değil, bağırmak değil.

Bir devrin sonu bugün, bir çağın kapanışı benim için. Yaşım kadar büyüttüğüm bir hayalin silinişi ufuktan, bugüne değin topladığım, biriktirdiğim, inşa ettiğim ne varsa kaybetmesi zeminini; boşluk…

İyiyim, tahmin ettiğim(iz)den, düşünebileceğim(iz)den çok daha iyiyim hem de, nereden geldiğini bilmediğim bir tebessüm var yüzümde.

Ağlamıyorum, tek bir damla dökmedim. Çünkü bilirsiniz, bir kapının önündeyseniz ağlamanızın bir anlamı, yaşlarınızın bir umudu vardır; kapı dediğimiz şey, kapanabildiği gibi açılabilir de. Ama kapı önü diye beklemekte olduğunuz yer, bir duvarmışsa yalnızca, ağlasanız da, oracıkta can verseniz de geçemezsiniz öte yana. Ben geçemiyorum, geçemezmişim, geçemeyecekmişim.

Ben acıdan beslenmeyi iyi bilirim, bunu bir acıya dönüştürüp yıllar boyu aynı melankolinin içinde yaşayabilir, yalnız bunun şiirini yazabilirim ömrümce. Ama bu sefer başka türlü olsun istiyorum, bu hikayenin türü melodram olmasın mesela. Başka türlü bir şeyler yapmayı, acıya gebe bu boşluğu başka türden bir şeylerle doldurmayı öğrenmek istiyorum.

Bunları yazıyorum, çünkü bugünü tarihte bir yerlere (günlüğüme mesela) yazmak yetmedi, çoğaltmak istiyorum. Gelecek sene bugün, Facebook zaman tüneli bana bunu hatırlatsın ve ben öyle bir noktada olayım ki, nostaljik yaşlar düşsün gözlerimden yalnızca. Gülüp geçelim sonra…

Bir fikriniz var mı acaba, ne yapmalı, hangi şarkıyı söylemeli, hangi şiire sığınmalı şimdi?

22 Aralık 2016

Shakespeare öldü, yeni şeyler söylemek zorundayız!

Yeni hiçbir şey yoksa, yalnız eskiler varsa
Demek ki beynimize oynanan bir oyun var,
Yaşamış bir çocuğu doğurmaya kalkarsa
Yaratma çabasıyla sancılanarak tekrar!*

Bu dizelerle başlar Shakespeare'in 59. sonesi: Güneşin altında yeni bir şey yoksa aklımıza oynanan bir oyun var demektir. Edebiyata ve tiyatroya katkılarıyla aklımıza oynanan bu oyunu bozmaya en çok uğraşan insanlardan biridir Shakespeare.Bundandır isminin bu kadar çok zikredilmesi, bundandır tekrar tekrar ona dönülmesi, bundandır onun oyunlarının er meydanı olması, bundandır herkesten çok ona nazire yapılması…

Belçikalı yazar Paul Pourveur da onlardan biri, ama bir farkla. Pourveur, güneşin altında yeni bir şey olsun isteyenlerden; bunun için öldürüyor Shakespeare'i, aşalım istiyor bunları. Shakespeare'i silme, unutturma, yok etme çabası değil bu; vitrine koyma veya tozlu raflara kaldırma çabası da değil. Aksine, hakkını verebilmek için Shakespeare'in, onu aşma, ondan öteye geçme çabası.

Yazarın, öldürmek için neden Shakespeare'i seçtiğini anlamak zor değil. Tiyatroya dair kurulmuş ne varsa üzerinde bunca yıldır dimdik duran bir figürü alaşağı etmeden, bütün o yapıyı yıkmadan yeni bir şeyler söylemenin imkânsızlığına kani olmuş bir yazar o. Shakespeare'in, onu markalaşmaya mahkum edersek ve böylece bulunduğu yere sabitlersek öleceğini bildiğinden, metinde öldürüyor Shakespeare'i, defalarca. Ve böylece yaşamaya devam ediyor Shakespeare, hak ettiği biçimde…

Yazarı müdafaa için: Shakespeare olsa onu bağışlardı.

Oyunun kahramanları Shakespeare ve eşi Anne ya da sıradan bir William ve sıradan bir Anna, fark etmez. Yeni bir biçimle, yeni bir şey söylemeye çabalayan bir metin bu. Daha kısa yollar varken uzun olanı gösteren bir dili var; ya da belki amaç yolu (hedefi) kaybettirmektir. Pourveur'ün dili amacını ifşa etmiyor. Biçim de öylesine kendine özgü ki, kitabı okuyup bitirdikten sonra bile tamamlanmıyor bir şeyler. Sayısız soru işareti ile kalıp düşünüyorsunuz bir süre. Ve yeniden başlıyorsunuz sayfaları karıştırmaya.

Ne oyuncuya ne de yönetmene direktifler vermiş yazar, ne de replikler yazmış. Çevirmen Şaban Ol'un deyimiyle, 'dramatik an'lardan mürekkep bir oyun bu. Anlatının nerede ve nasıl başlayıp biteceği, oyunun nasıl sahneleneceği, sahnede kaç oyuncunun yer alacağı ve diğer unsurların kendilerine nasıl bir yer bulacağı tamamen yanıtsız sorular olarak kalıyor metnin sonunda. Dolayısıyla oyunu izlemeden önce metnini okumayı önemseyen bencileyin seyirci için, okuma eylemi bittiğinde merak bitmiyor. Sahnede olacakları tahmin etmek hiçbir zaman mümkün değil; tiyatro sonsuz olasılığa gebe. Ama bu oyunda sonsuz olasılıktan fazlası var; alışıldık tiyatro yapma biçiminin reddiyesiyle birlikte gelen, yeni bir şeyler söyleme, yeni bir sahne yaratma, yeni bir oyun zorunluluğu…

Söylemiş olmak için: Hayaller her zaman gerçekleşsin diye kurulmaz.



İzmir'in az sayıdaki profesyonel tiyatro topluluklarından Tiyatro 4'ün, İzmir'in yeni ortak çalışma ve etkinlik alanı olan Originn'de oynanan ilk oyununu izleme fırsatı buldum. Çağdaş yorumların, yeni bir söz söylemenin peşinde olan Tiyatro 4'ün ruhuna fevkalade münasip olan 'Shakespeare Öldü. Aş Bunları.' Kağan Uluca rejisiyle sahneleniyor.

Oyun sürekli aynı anda duruyor gibi. Ya da aynı anın etrafında dönüp duruyor gibi. Hep aynı noktayı işaret edip duruyor gibi. Duruyor gibi, ama hareket de ediyor. İleriye ya da geriye bir hareket değil bu, bir dönüş de değil aslında. Başka açılar, başka pozisyonlar arayan bir hareket. Bu haliyle, aynı tarihin, aynı temanın, aynı sözlerin tekrar edip durmasıyla Ravel'in Boléro'suna benziyor oyun. Hareketsizliğin de bir hareket olduğu, karanlığın da aydınlığa hizmet ettiği bir reji ile, yeri ve zamanı iyi kullanan oyunculuklarla desteklendiğinde akışa dönüşen ve parçaları birleştirmemize izin veren bir hal alıyor. Kağan Uluca'nın şefliğinde, alışılmışın dışında bir orkestrasyonla yeni bir Boléro yorumu dinliyor gibi oluyorsunuz oyunu izlerken…

Originn'in sağladığı Stüdyo Sahne formatındaki mekân da bu oyuna, Kağan Uluca ve Derya Efe Uluca'nın sahnedeki yalnızlıklarının üzerini örten ve bu yalnızlığı başka bir oyuna dönüştüren bir güç veriyor. Kağan Uluca sahnede göz alan, sahnenin büyüsünü tek başına yaratacak bir güçle parlayan bir oyuncu; onun yanında Derya Efe Uluca'yı nispeten zayıf buldum, daha sakin, daha akışkan bir oyunculuk görmeyi tercih ederdim kendi adıma. Yine de bunu bir kusur olarak işaret etmekten imtina ederim, oyun her şeyiyle o kadar bambaşka ki, beni rahatsız eden şey, altı kalınca çizilmiş bir oynama biçimi de olabilir.

Seyirciyi müdafaa için: Umduğunu bulamamak her zaman hayal kırıklığı anlamına gelmez.

İzmir seyircisinin aşina olmadığı türden bir oyun ve sahneleme biçimiyle karşı karşıyayız, yine de yeni olana hevesli ve birlikte öğrenmeye, ilerlemeye açık bir seyirci grubunu kendine çekmeyi başarıyor Tiyatro 4. Shakespeare Öldü'nün de sabitlenmeye direnen, yaşayan ve sürekli değişip gelişecek bir doğası var. Naçizane fikrim, onu anlamak ve sindirmek için birden fazla kez, gelişimine tanık olmak ve katkıda bulunmak için ise belli aralıklarla yeniden izlememiz gerektiğidir.

Müstakbel seyirciye not: Oyun bu sezon İzmir'de birkaç sahne arasında (Atölye AçıKapı, Originn ve Açık Sahne) dolaşacak ve bildiğim kadarıyla Şubat ayında bir İstanbul turnesi de olacak.

*İngilizce orijinali: "If there be nothing new, but that which is/ Hath been before, how are our brains beguil'd,/ Which, labouring for invention, bear amiss/ The second burden of a former child!" Yazıda, Talat Sait Halman çevirisi kullanılmıştır.

(Bu yazı ilk olarak 21 Aralık 2016'da Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Çağdaş Bir Tragedya: Yanık

Çağdaş Bir Tragedya: Yanık

Aşağı yukarı 10 yıldır İzmir Devlet Tiyatrosu izleyicisiyim, bu 10 yılda onlarca oyun izledim, zaman zaman küsüp ara verdim oyun izlemeye, zaman zaman yüzümde bir tebessümle ayrıldım salondan, fakat hiçbir oyundan Yanık'tan aldığım tadı almadım daha önce. Uzun zamandır izlediklerimden memnun kalmamama rağmen tüm oyunları izlemekteki ısrarım nihayet sonuç verdi: İzmir Devlet Tiyatrosu üzerindeki ölü toprağını atmış, tiyatroyu tiyatro yapan ne varsa üzerine giyinmiş ve tüm gücüyle oynuyor sanki!

Lübnan asıllı Kanadalı yazar Wajdi Mouawad'ın yazdığı, Cem Emüler'in Türkçe'ye çevirdiği oyun, Barış Erdenk rejisi ile sahneleniyor. Yalnızca 'sahneleniyor' demek belki de haksızlık olur, çünkü 'oyun alanı' yalnızca 'sahne'den ibaret değil. Shakespeare'in o çok ünlü "Bütün dünya bir sahnedir."* repliğine nazire yaparcasına sahnenin ve dahi salonun her köşesi bir oyun alanına dönüştürülmüş ve sahne üzerinde çok sayıda sahne, çok sayıda mekan yaratılabilmiş, üstelik seyirciyi hiç yormadan. Dekor tasarımını yapan Emre Satı ve hareket düzenini ayarlayan Sibel Erdenk oldukça iyi iş çıkarmışlar. Mekan kullanımı gibi reji dili de seyirciyi yormayan cinsten. Bu da oldukça isabetli bir tercih, çünkü insana ağır gelen, iç çektiren, can yakan, acılı bir hikâye sunuluyor bizlere…

Yanık, içinden geçtiği sevgi ve nefret sarmalında rotasını hep sevgiden yana çevirmiş, hep anlamsız, kökensiz nefretlere yenilip yere çakılmış, yine de ayağa kalkıp savaşa devam etmiş ve sevmekten hiç vazgeçmediği halde bunu göstermeyi unutmuş, sessizleşmiş, renksizleşmiş bir kadının, Nevval Marvan'ın hikâyesi, çağdaş bir tragedya.

Yakın tarihin akışından beslendiği ve günümüze uzanan bir hikâye sunduğu için çağdaş; insan, kaderi yerine bütünüyle insana özgü olan kötülüklerle savaştığı, onlara karşı mücadelesinde yanına alabildiği tek şey sevgi olduğu ve yenildikçe yine sevgiye tutunup -yenileceğini bile bile- yeniden savaşa başladığı için de bir tragedya… Tanrılar, devler, büyücüler yok, baştan sona, bütün veçheleriyle insanlık var insanların karşısında, tüm gücüyle, sevgisi ve sevgisizliğiyle. Dünyayı cennete ya da cehenneme çevirmeye muktedir 'insan'lığıyla…

Savaşın nasıl bir yıkım olduğunu, 'insan'ın ise savaştan çok daha acımasız, çok daha büyük bir 'kötü' olduğunu yüzümüze acı acı vuran bu hikâyenin bu kadar etkileyici olmasının bir sebebi de oyuncuların benim hep aradığım o doğallığı sonunda yakalamış olmalarıydı. İzmir Devlet Tiyatrosu'nda benim en çok şikayetçi olduğum konu, kim olduğuna, nerede yaşadığına, nasıl bir hayat sürdüğüne bakılmaksızın tüm karakterlerin İstanbul Türkçesi ile konuşmalarıydı. Bu, karakterlerin kimliğini ortadan kaldırıp bütün kişileri tektipleştirirken seyirciyi de hikâyeden uzaklaştırıyordu. Nihayet bu oyunda her karakter farklı bir biçimde, yaşına, konumuna göre konuşuyor ve davranıyor. Böylece uzaklık hissi de oluşturmuyor.

Nevval'in 15, 35 ve 60'lı yaşlarını izliyoruz oyun boyunca. Fiziksel benzerlikleri bir yana, oyuncuların rolü yorumlayışlarındaki benzerlik de Nevval'i her koşulda kabullenmemizi sağladı. Ece Erişti, M. Aslı Sinke ve Şebnem Doğruer bize oldukça sahici, yaşayan bir Nevval sundular. Oyunda çok fazla karakter var fakat Nevval'den sonra benim en çok dikkatimi çeken ve en çok beğendiğim kişi Janine karakterini canlandıran Sevilay Çiftçi oldu. Kilit bir karakter olan Alphonse Lebel rolünde M. Sadık Yağcı oldukça iyi iş çıkarıyor, hatta zaman zaman sahnenin dağılan enerjisini toparlayıp seyirciyi yeniden hikâyenin içine çekiyordu. Sevda rolünde Hande Gürler ve Ebu Tarık rolünde Ömer Polat, önemli kırılma anlarındaki oyunculuklarıyla yıldızlaştılar.



15, 35 ve 60 yaşındaki Nevvaller bir arada; sahnede flashback'in tadı bir başka!

Oyunda merak unsurunun polisiyevari bir tavırla canlı tutulması ve esas hikâyenin adım adım finale taşınması, hem seyir keyfini arttırıyor hem de finaldeki acıyı biz yaşamışızcasına içimize işliyor. Metin içinde sorulan ve izleyicinin sorabileceği bütün -evet, BÜTÜN- soruların yine metin içinde, adım adım ve doğal bir akışla cevap bulması da muazzam. Hiçbir şey yoktan var olmadı, hiçbir çözüm gökten inmedi, her soru kendi akışı içinde ve doğallıkla buldu yanıtını. Böylece oyun sonunda sorular değil, yaşanan acılar kaldı geriye, kalbimizde bir yanık izi…

İzleme fırsatınız olursa bu oyunu mutlaka izleyin, pişman olmayacaksınız. Ve bir dost tavsiyesi, ne olursa olsun bu oyuna yalnız gitmeyin. Hem bu oyunu izlemesini sağlayarak birine iyilik etmiş olun, hem de gittikçe artan acıyı birlikte göğüsleyin. Bazı acılar tek başına karşı durmak için fazla güçlüdür ve acıya direnmek yerine onu anlayabilmek için birinin elinden tutmanız gerekir.

* "All the world's a stage." - As You Like It oyunundan.

(Bu yazı ilk olarak 15 Aralık 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

9 Aralık 2016 Cuma

'Üç Kız Kardeş' sınırları aşabilecek mi?

Hayal Perdesi Beyoğlu'nun Mayıs 2016'dan bu yana sahnelediği Üç Kız Kardeş, 4 Aralık'ta 5. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali kapsamında Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi'nde sahnedeydi. Anton Çehov'un en önemli oyunlarından biri olan oyun, Ataol Behramoğlu'nun çevirisi ve yönetmen Aleksandar Popovski'nin uyarlaması ile sahneye konmuş.

İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz sonrası takibe aldığım Hayal Perdesi, yine ismine yakışanı yaptı, hayalden bir perde koydu sahneye, önü, ardı sağı, solu hayal olan ve hayalleri sunmakla kalmayıp yeni hayalleri de teşvik eden… Ve tümüyle bambaşka bir hayale bürüyen en sağlam tiyatro metinlerini…

Popovski, Üç Kız Kardeş'i aynıyla, alıştığımız biçimde sahnelemek yerine bu üç karakteri başka türlü bir sıkışmışlığın içine sokmayı tercih etmiş. Kalabalık bir kadro yerine üç kadın oyuncu (Özge Özder, Selin İşcan ve Tuba Karabey) var sahnede, yine alışık olmadığımız bir sahne tasarımı ve kurgu ile.

Tiyatroda yeni şeyler isteyen, dramatik olanın sınırlarını zorlayan, teatral olmayanın peşine düşen Çehov'un yazarak yapmaya çalıştığı şey oldukça güç. Bunu sahneye koymak da bir o kadar zor. Sınırlarla derdi olan bir yazarın sınırları aşma arzusundaki karakterlerini siyasi sınırlara getirip bırakmış Popovski ve yeni sorular, yeni oyunlar büyütmüş buradan.

Sınırları aşma, dışarı çıkma, başka yerlere gitme, başka türlü bir yaşam sürme hayali kuran kız kardeşler, 'hayal perdesi'nde başka türlü bir sıkışmışlık, hareketsizlik içinde; cıvıl cıvıl fakat durağan, umutlu fakat çaresiz… Aslında hiçbir yere gitmeyen bir hikâyeyi aceleci bir zaman- mekân kurgusuna hapsetmek, umudu ve çaresizliği birbirine geçirmek ve ikisi arasında salınmayı becerebilmek gerçekten büyük iş.

Sahnedekiler, Almanya sınırını geçmeye çalışan tiyatrocular mı yoksa Moskova'ya taşınıp hayallerini gerçekleştirmek isteyen Olga, Mâşa ve İrina mı? Bu sorunun yanıtı sıkça birbirine karışıyor ve bu esnada rol ve gerçek, role girmek ve rolden çıkmak arasındaki ayrımlar da belirsizleşiyor. Sahnenin anlamı ve kapladığı alan büyüyüp küçülüyor, daralıp genişliyor ve bizler de eşine az rastlanır bir deneyim yaşıyoruz seyirci koltuğunda.

Popovski'nin zihninde dolanmayı, sahneye koyduklarının hayal edilişine tanık olmayı öyle isterdim ki… Düşünsenize, uygulamaya koyulmuş, gerçekleştirilmiş olanı böylesine çarpıcı ise hayal edildiği hali kim bilir nasıl büyülüdür!

Yalnızca 70 dakika süren oyun, metni bilmeyenler ya da oyunun alışık olduğumuz şekilde sahnelenişine tanık olmayanlar için karmaşık, anlaşılması zor ve sıkıcı bir hale gelmiş olabilir. Nitekim oyun çıkışında seyirciler arasında bu tür konuşmalar yapıldığını duydum. Fakat oyundan oyuna koşan ve metin, mizansen, reji arasındaki ilişkilerle uğraşıp duran benim gibi biri için oldukça keyifli, öğretici ve tatmin edici bir deneyimdi.

Farklı tür ve boyutlardaki sınırlarla, sınırları aşmakla ilgilenen oyun, Türkiye'nin sınırlarını çoktan aştı, katıldığı bütün uluslararası festivallerden olumlu eleştirilerle döndü. Dilerim seyircinin zihnindeki ve alışkanlıklarındaki sınırları aşmayı da başarır, çünkü Hayal Perdesi bunu sonuna kadar hak ediyor…



(Bu yazı ilk olarak 6 Aralık 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

25 Kasım 2016 Cuma

"Kalbimi çalmışsınız, sizinkine muhtacım..."

Kalplere dokunan bir oyun: Cyrano de Bergerac

Sahnede izlediğim bir hayal, günlerce, gecelerce bana eşlik edebilir miymiş? Edebilirmiş. Haline en çok üzüldüğüm âşığın daha yücesi, daha acılısı bulunur muymuş? Bulunurmuş. Shakespeare'den daha iyi balkon altında sevdiğine aşk sözleri söyleyen karakter yazılır mıymış? Yazılırmış. Bir oyuna hem komedi hem trajedi, hem dram hem fars, hem aşk hem savaş, hem politika hem hiciv, hem nesir hem şiir, hem iftirak hem visal sığar mıymış? Sığarmış. Bir oyun bir son gösterdiği halde çokçasını ima edebilir miymiş? Edebilirmiş. İnsan bir oyunu izlerken (ve de okurken) hem aklını hem de ruhunu katre katre döker miymiş gözlerinden? Dökermiş.

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın 7 Ekim 2015'ten bu yana sahnelediği Edmond Rostand'ın Sabri Esat Siyavuşgil tarafından Türkçeye kazandırılan ölümsüz eseri Cyrano de Bergerac'ı Kasım ayında Üsküdar Musahipzade Celâl Sahnesi'nde izledim. Oyun, aklımı başımdan, ruhumu bedenimden söküp öyle bir aldı ki, günlerdir etkisinden kurtulamadım; Cyrano'yu rüyalarımdan, Rostand'ın cümlelerini zihnimden, Yiğit Sertdemir'in sesini kulaklarımdan atamadım… Ruhum temizlendi, tazelendi, yenilendi… Artık Cyrano'yu tanıyan biri olarak dünyayı, şiiri, tiyatroyu ve elbette aşkı bambaşka bir gözle görüyorum. Öyle güzel, öyle büyülü, öyle kusursuz, öyle tatmin edici ki, büyük sıfatlar bulmaya çalışarak kirletmekten korkuyorum bu deneyimi…

Cyrano gözünü budaktan sakınmayan bir asker, bileği bükülmez bir kılıç ustası, ruhunun özgürlüğüne çomak sokacak her şeye ve bütün toplumsal değerlere karşı dizginlenemez bir isyankâr ve en önemlisi -en hüzünlüsü- saçının teline, kılıcının çevikliğine, kaleminin kağıda rastgele değdiği anda bıraktığı lekeye, birbiri ardına nefes almadan sarf ettiği cümlelerin arasındaki duyulmaz boşluklara kadar âşık fakat umutsuzca suskun bir söz ustası… Tepeden tırnağa ezber bozan bir karakter.

Balkonunda süzülen Juliet'ini izleyip "Elindeki eldiven olaydım da dokunaydım yanağına" diye iç geçiren bir Romeo değil, o denli pervasız ve saf hiç değil, ama yine de bir balkonun altında sevdiğine en güzel sözleri söylerken kalbi kanayan bir bahtsız o. İnsan, evladının tahtını yapabilirmiş ama bahtını yapamazmış; Cyrano öyle bahtsız ki annesi tarafından bile kabullenilmemiş, tahtını da kendi kendine yapması gerekmiş… Yaralı ve yarasını saklayarak yaşamayı seçenlerden o. Ve bunu kimseye müdanası olmadan, kurduğu her cümle, attığı her adım için savaşarak yapanlardan. Onun bütün hayatı koca bir savaş, herkesten ziyade kendi kendisiyle çarpıştığı…

Kusursuz bir adam tarifi yapmanızı istesem , Cyrano'dan daha iyisini, daha yücesini belki de düşleyemezsiniz. İyiliğin en üst seviyesinde yalnız başına yaşayan Cyrano'nun kusursuzluğundan ötesini hayal edemezsiniz.

Yine de -elbette- onun da bir kusuru var mutlu olmasını, arzu ettiklerine kavuşmasını engelleyen, o düşlenemez zirvede yalnız olmasına neden olan. Hayır, fiziksel kusurdan, Cyrano'nun dillere destan büyüklükteki burnundan bahsetmiyorum. Bu kusuruyla yaşamaya alışmış fakat onunla yüzleşememiş olan Cyrano'nun kendini içine hapsettiği bir çıkmaza dönüşen karakter özelliğidir burada sözü edilen. Zaten tiyatro, bu kusurlara ayna tutmak için var değilse niçin var?



Oyunun son repliğinde itiraf edilen bu kusurdan söz edip tadınızı kaçırmak istemem; bu oyunu izleyin ve bu muhteşem deneyime ortak olun isterim onun yerine. Bu kusuru yaşamının ve karakterinin belirleyicisi haline getiren Cyrano'nun, içinde yaşadığı toplumu, insanlar arasındaki ilişkileri, aşkı, dostluğu ve yoldaşlığı sorguladığı zaman ve mekânın ötesindeki özgün hikâyesi, defaatle izlenmeyi, üzerine uzun uzun konuşulmasını hak ediyor.

Cyrano büyük bir şair olduğu için mi en güzel sözleri bulup sevdiğinin kalbine dokunabiliyor yoksa şairliği, gücünü aşkının kudretinden mi alıyor bilemiyorum ama, onun şairlere özgü öngörüsü, her şeyin -duyguların bile- metalaştırılıp değiş tokuş edilebildiği bu çağda, her şeyi estetize etmiş bizlerin içine düştüğümüz çukuru yüzyıllar öncesinden görebiliyor. İç güzellik mi dış güzellik mi sorusunu soruyor ve aşkın bunlarla ilgisini sorguluyor kendi meşrebince.

İflah olmaz bir romantik olan bendenizi en çok etkileyen kısım, aşkta kaybetmeyi ta en başından kabullenmesiydi Cyrano'nun. Kaybetmeye mahkum olduğuna inandığı için kendindeki iyi yanları terazinin kefesine koymayışı -aşkın teraziye gelmez olduğu gerçeğini bir kenara koyabilsem de- beni derinden etkiledi. Savaşmadı değil, ama onun yaptığı adeta bir gölge boksu idi, kendine karşı savaştığı ve bu nedenle gücünü (ya da güçsüzlüğünü) asla sınayamadığı… Ve sonucu tahmin edebileceğimizi zannetsek de, Cyrano görünür olmayı seçseydi neler yaşanabileceğini asla bütünüyle bilemeyeceğiz ve bu da seyirci olarak bizlerin, Cyrano'dan daha fazla şey kaybetmemize neden oluyor.

Peki Cyrano bir kaybeden mi? Bu sorunun çok sayıda yanıtı var bence, çünkü aşkı aşk yapan, sonunda ne olduğu değil, sona giden yolda neler yaşandığı. Aşkta umutsuz olmak da illâ kaybedeceğiz anlamına gelmez zaten; "Mutlaka galip gelmek için çarpışılmaz ya!"


Yönetmen Mehmet Birkiye ve dramaturg Başak Erzi, kağıt üzerinde eksiksiz, kusursuz duran bu oyunu sahneye yansıtırken Rostand'ın ve Bergerac'ın ruhunu korumayı başarmışlar. Beş perde olarak yazılan bu uzun oyunu zaman zaman sahne eksilterek, zaman zaman oyunun temposunu yükselterek iki perdeye indirmiş, bunu yaparken de hikâye ve duygu akışını hiç bozmamışlar, Rostand'ın şiirindeki ritme ket vurmamışlar.

Yaptığı her işte sahneyi yepyeni ve bambaşka bir gezegenmişçesine, bir oyun alanı olarak yeniden yaratan Barış Dinçel'in bu anlatıya katkısı büyük. Kendi adıma, Cyrano'nun sahneye hareketli bir platform yardımıyla yaptığı havalı ve büyük girişi unutmam mümkün değil. Roxanne'in balkonu ve balkona nazır heykel, pastane ve masa düzeni, manastırın bahçesi; hepsi, karakterlerin içinde yaşadıkları dünyayı ve sahnenin duygusunu eksiksiz sunan mekanlardı ve sahneler arasında kolayca değişebilen dekorun kullanışlılığı, oyunun akışına ve seyircinin adaptasyonuna hizmet ediyordu.

Oyunun Tolga Çebi tarafından hazırlanan tema müzikleri ve oyun metnindeki şiirlerin balat formunda bestelenmiş halleri, bu dopdolu oyunda seyirciye hem nefes aldırma hem de onları gelecek sahnelere hazırlama rolünü üstlendi. Bu balatlardan birinin Cyrano'nun sesinde can bulması ise büyük bir sürpriz ve şahane bir sahne açılışıydı, sözünü etmeye doyamayacağım balkon sahnesinin hemen öncesinde… Zaman zaman koro rolünü de üstlenen bu müzikli akış oyunun bütünlüğüne de hizmet etti. Ayrıca müzisyenlerin, çalgıları ve sesleriyle sahnede bizzat yer almaları oyundaki gerçekçiliğin altını biraz daha çiziyordu.



Roxanne rolünde Ayşecan Tatari'nin yer aldığını öğrendiğimde beklentilerimi oldukça düşük tutmuştum, fakat Tatari'yi role son derece uygun ve falsosuz buldum. Yaşadığı dönemin kadınları gibi durağan, mesafeli ama asla çekingen değil; rolünün gerektirdiği gibi güzel, çok güzel ama bunun ardına sığınmamış; kendisine verilen küçük alanda rolünün hakkını ve rol arkadaşlarının karşılığını gayet iyi vermiş.

Ve Yiğit Sertdemir… Adını, kendisinden sitayişle söz edildiğini sıkça duyardım da, kendisine düzülen methiyeleri bunca hak ettiğini tahmin etmezdim. Tek kelimeyle: büyülendim! Oyunculuğu, koreografide, mimiklerde, tiratlardaki başarısı -ki tiratlarla dolu bir oyundur ve Sertdemir'i tiyatro tarihimize "tiratların ustası" diye yazsak yeridir- takdirlere sığmaz… Ama en çok da sesi… Cyrano'nun içinden geçtiği her duygu durumunu eksiksiz yansıtan ses kullanımı şiirlerin kalptenliğiyle bir araya gelince aklımı, ruhumu ele geçirdi; geriye gözyaşlarından ibaret bir ben bıraktı… Şimdi ben mırıldanıyorum o güzel baladı: "Kalbimi çalmışsınız, sizinkine muhtacım…"

(Bu yazı ilk olarak 22 Kasım 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

23 Kasım 2016 Çarşamba

Shirley: "Niye bu kadar çok yaşanmamış hayat var?"

Shirley bir kadın, sıradan bir kadın; anlatılan da sıradan bir hikâye, olağan şeyler. Oyunu bana bu kadar sevdiren de bu olağanlık. Alışılmışın içindeki yeni, küçük adımlar. Çünkü doğru açıdan bakıldığında tüm insanlar sıra dışıdır ve tüm yaşamlar anlatmaya değerdir…

Tebdil-i Mekan Prodüksiyon Tiyatrosu'nun yapımcılığında sahneye koyulan Shirley, İngiliz yazar Willy Russell'a ait. Oyunu Tebdil-i Mekan'ın kurucularından Evren Ercan Türkçeye çevirmiş. Oyunun yönetmeni ve tek oyuncusu ise her rolüyle bizi kendine hayran bırakan Sumru Yavrucuk.

Shirley bir eş, bir anne, bir komşu, bir dost, bir emekçi ve bir kadın… Hayat gailesinde, zamanın akışında geri plana attıkça kadınlığını unutmuş ve belki de zamanla kadınlığından vazgeçmiş bir kadın…

Ama Shirley, aynı zamanda çok neşeli bir kadın; çünkü bize sıkıcı gelebilecek o halini kabullenmiş ve onu da neşesine meze yapmayı becermiş. Kendi sınırları içinde, kendi rutininde yaşayıp giden bir kadın…

Çok tanıdık, çok bizden değil mi?

Shirley değil de Şermin desek mesela, hiç yadırganmaz, öyle de akar gider oyun.

Jehan Barbur bir şarkısında "Geç Kalmış" bir Şermin'den* söz eder, bilir misiniz? Oyun esnasında ve sonrasında hep bu şarkı eşlik etti düşüncelerime. İki kadının da çıkış noktaları fazlasıyla benziyor çünkü birbirine. (Hangi kadının hikâyesi bambaşka bir yerden başlıyor ki zaten?)

Şarkıda bekliyor Şermin, bir umudu var mı emin değilim ama, yine de pencereden ayrılmadan bekliyor işte, "kim gelecekse"?*

Shirley bekliyor mu bilmiyorum, ama onun da "aklı yüklü"*; mutfak duvarını arkadaş bellemiş kendine, ona döküyor bütün derdini. Ama Shirley, Şermin'in yapamadığını yapıyor ve bir adım atıyor evinden dışarı. Eşi olmadan, çocukları olmadan ve hatta yanında bir arkadaşı bile olmadan karışıveriyor hayata. Dışarı çıkıp nefes almanın, sahilde dolaşmanın, şarabın, yeni insanlar tanımanın, şehvetin ve güzelliğin tadını hatırlıyor; kendini yeniden keşfediyor. "Boş kalmış bir öykü"ydü* Şermin'inki, dolduruyor öyküsünü Shirley. Şermin "öyle yabancılaşmış, unutmuş yaşamayı"*, Shirley hatırlıyor ve çevresindekileri de katıyor yeni ve renkli yaşamına.

Shirley'i farklılaştıran, yalnızca evinden, düzeninden dışarı bir adım atması değil; geç kalmışlığın altında ezilip son sürat koşmak yerine tüm adımların ve geçmişteki o durağanlığın da tadını çıkarması ve o adımdan önceki hayatını tümüyle silip atmaması. Yani Shirley, hayatını değiştiren değil, sınırlarını ve ufkunu genişleten bir kadın aslında.

Sumru Yavrucuk'un defalarca izlenilesi, şahane bir performans sergilediğini söylememe bile gerek yok sanırım; saçının teline kadar Shirley olmuş bir kadındı sahnedeki ve Shirley'i bu kadar sahici kılan da buydu belki… Bir de, çeviri oyunların çoğunda karşımıza çıkan o başka yerlere ait olma hissinin olmayışı. Dedim ya, Shirley değil Şermin olsaydı adı, hiçbir şey eksilmezdi bu hikâyeden, öylesine bizdendi, çeviri kokmuyordu replikler.

Shirley sayesinde bir güzel kadınla daha müşerref oldum ben. Sahne üzerinde ama sahnenin dışında, sesiyle ve gitarıyla bize eşlik eden, zaman zaman da mizansenin bir parçası olup oyuna katılarak seyrimize renk katan Selmin Artemiz'i tanıdım ve takibe aldım. Dilerim başka hikâyelerde ve şarkılarda karşılaşırız yeniden…

Shirley hayati bir soru soruyor bizlere: "Niye bu kadar çok yaşanmamış hayat var?" Ve kendi yanıtını veriyor anlattıklarıyla; "yaşayın" diyor, "zorunda olduklarınızı değil, yaşamak istediklerinizi"

*Jehan Barbur - Geç Kalmış Şermin'in Yeri


(Bu yazı ilk olarak 7 Kasım 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Sonumuz da kördüğüm...

Kördüğüm 31. Bölüm (Final) yorumu

Sonumuz da kördüğüm...

Erken bir final bekliyordum ama, bu kadar erken, apar topar bir finali gerçekten beklemiyordum. Ama bu durum artık bir Fox Türkiye klasiği oldu, bundan sonra bu kanalda bir dizi takip etmeden önce daha fazla düşüneceğim… Erken ve apar topar bir final oldu, hikâyemize ve bu ekibe yazık oldu, ama sorularımızı mümkün olduğunca yanıtlayan, düğümleri çözen, klişelere bulaşmadan ilerleyen, tempolu, güzel bir final oldu.

Bölümün kurgusunda bazı kopukluklar vardı ama bunu da ani gelen final kararına bağlıyorum; böyle kördüğüm olmuş bir hikâyeyi bu kadar hızlı bir şekilde çözmek zorunda olmak, sahne eksiltip sahne eklemek eminim çok zor olmuştur.

Şimdiye kadar farklı tahminler yürütmüş olsak da Naz'ın katilinin Tarık Bey olması sanırım kimseyi şaşırtmamıştır. Motivasyonu konusunda şüphelerimiz olsa da Tarık Bey'in bunu yapabilecek tıynette bir adam olduğunu biliyorduk. Ali Nejat ve Feyza'nın gerçek babası olmayışı da aradığımız bu motivasyon olabilir. Bir de üstüne, Muazzez'i sevmiş ve karşılık alamamışsa mesela…

Enver'in kötü adam olmamasına, Melisa'nın da bunu görüp ona acı çektirmektense hayatının bir parçası olmak istemesine çok sevindim. Mehmet Aslantuğ'u bir hikâyenin kötü adamı olarak izlemeyi çok isterim, ama bu hikâyede hiç istemedim. Feyza'yı bu kadar severken ve Feyza'nın çevresinde bunca kumpas varken Enver kötü adam olmamalıydı, çok şükür ki olmadı.

Umut'u hapisten çıkaran kişinin Enver olmasına ben pek ikna olmadım, ama bunun, bizi finale çabuk ulaştıracak olan manevralardan biri olduğunu düşündüğüm için kızamıyorum. Böylece Neslihan'ın bağları çözüldü çünkü. Bu arada Tarık Bey de son hamlesini yapıp Murat'ı ayak altından çektiği için Neslihan ve Umut'un aşklarını yaşamasının önündeki engel de kalkmış oldu.

Gökçe'nin Naz'ın annesi olduğunu öğrendiğinde Cahide'nin bağırıp çağırmalarını görünce bir kez daha hak verdim Gökçe'nin evden kaçışına. En azından anne dırdırı çekmeden geçirdi hamileliğini. Aynı Cahide Hanım, Umut'un iş için Almanya'ya gideceğini öğrendiğinde de "Hay Allah!" dedi, bilmem dikkat ettiniz mi? Yani kadını memnun etmenin bir yolu asla yok.

Ben uzun vadede bir Gökçe ve Genco yakınlaşması umuyordum, ilginçtir Cahide de böyle düşünüyormuş. Ben Genco'nun adını duyar duymaz bir arıza çıkartmasını beklerdim. Gerçi ortada babasız bir bebek ve onu sahiplenmeye hazır bir Genco olmasaydı Cahide Hanım yine böyle düşünür müydü bilemiyorum ama en azından bu konuda net ve olumlu bir tavır takınması hoşuma gitti. Gökçe'nin çekincelerini de Genco'nun fedakârlığını da anlıyor ve çok haklı buluyorum. Bu nedenle final bölümü diye temelsiz bir yakınlaşma yaratmadıklarına çok sevindim. Hikâyenin o kısmının daha fazla zamana ihtiyacı vardı…

Kısacık da olsa Muazzez'in köşkte sosyalleşmesini izlemek güzeldi. Koca yürekli Kaan tabii ki babaannesini de hızla kabullendi ve hayatına dâhil etti. Ayrıca Muazzez'in Gülümser'le diyalogunu da çok sevdim. Bunca yıl ailesinin yanında olan, çocuklarıyla ilgilenen Gülümser'e olan minnettarlığını hiç çekinmeden sunması, Gülümser'in de bunu seve seve yaptığını göstermesi harikaydı.

Murat'ın gerçek yüzünü gören Feyza'nın Enver'e yaklaşıp yaklaşmadığının bir soru işareti olarak kalmasına da çok sevindim. Onlar benim hayallerimde daha uzun zaman yaşayacak ve elbette sonunda mutlu olacaklar…

Ali Nejat ve Eylül'ün karşılıklı ilan-ı aşkları çok güzel ve sahiciydi. Hikâyede bunun ötesinde bir adım atılmamasını da sevdim. Çünkü onların hikâyesi birbirlerine doğru değil de, yan yana, yaşama doğru ilerlemekteydi. Bunu da mutlu son klişelerine kurban etmediğimiz için mutluyum.

***

Kördüğüm alışık olduğumuzdan çok farklı bir ritme ve dinginliğe sahip özel bir dizi oldu televizyon tarihimizde. En trajik olayları, yerli dizilerin bizleri alıştırdığı abartı sosuna bulamadan, bağırmadan, kırıp dökmeden işlediler. Olayların ve karakterlerin çığırından çıktığı da oldu, yumruklar, tehditler de savruldu, silahlar da patladı ama Kördüğüm, yine de kendine özgü o sükuneti korumayı bildi.

Final bölümünde de bu özelliğini koruması, zembereğinden boşanan karakterlerin önüne geleni yıkıp geçmemeleri, en zor anlarda bile aklı başında adımlar atmaya gayret etmeleri, Kördüğüm'ün yarattığı bu dünyaya çok uygun oldu. Final bölümü klişelerine yüz vermeden ilerlediler; ne vıcık vıcık bir mutlu son, ne iç karartan bir kötü son, ne de yıllarca ötesine gidip hiç de ilgi çekici olmayan olaysız bir gelecek sundular bize. Sonumuz kısmen mutlu, kısmen kötü; bazen yarım, bazen eksik… Hayat gibi… Çünkü başka dizilerin yıllarca sonrasında buldukları dinginlik, Kördüğüm'ün alametifarikasıydı…

Ve her şeyin çözümlenmesiyle kapanmadı perde, çünkü hayatta hiçbir zaman aynı anda tüm sorunlar çözülüp yepyeni bir yarına başlanmaz. Burada da bazı sorunlar çözüldü, bazı acılar dindi; ama yanıtlanmayan sorular, kapanmayan defterler de kaldı bir kenarda; yani sonumuz da kördüğüm...

Kördüğüm'ün bittiği yerden yepyeni bir dizi de başlayabilir istenirse; hikâyemiz buna müsait. Zaten, 31 bölümde izlediğimiz hikâye ve karakterlerden iki dizi daha çıkarılabilirdi; öyle bir bolluk içinde ilerledik.

Kördüğüm benim için de oldukça ilginç, zorlu ve keyifli bir yolculuk oldu… Bu vesileyle bu hikâyenin zihinlerde tasarlanmaya başladığı andan bugüne kadar emeği geçen herkese, tüm seyirciler adına teşekkür ederim.

Bölüm yorumlarında oyunculara olan hayranlığımı ve emeklerine teşekkürlerimi sık sık dile getirdim, bu nedenle tekrara düşmek istemiyorum ama yine de söylemeliyim: Tülay Günal, Rojda Demirer, Teoman Kumbaracıbaşı, Mehmet Aslantuğ, Alican Yücesoy, Tuğrul Çetiner, Ferit Aktuğ, Gözde Çığacı, Tuncer Salman, Ali Tutal, İbrahim Çelikkol ve Aybars Kartal Özson başta olmak üzere tüm oyunculara teşekkürler, karakterlerini yaşadıkları ve bize de yaşattıkları için.

Her bölüm sonunda onlarca ekran görüntüsü aldım ve yazılarda kullanmak için aralarında seçim yapmakta da fazlaca zorlandım. Bu güzel hikâyeyi bize enfes görüntülerle sundukları için başta görüntü yönetmeni Erçin Karabulut ve yönetmen Gökçen Usta Çaylar olmak üzere tüm sanat ve reji ekibine teşekkür ederim, Kördüğüm aynı zamanda bir görsel şölendi.

Kördüğüm'ün hikâye anlatımına müziğiyle katkıda bulunan Tamer Çıray ve ekibine, en çok da viyolonsel sololarıyla kalbimde yaralar açan Çağ Erçağ'a teşekkür etmeden bitiremezdim.

Kamera önünde ve arkasında ter döken bu güzel insanlarla başka hikâyelerde karşılaşmak dileğiyle...

(Bu yazı ilk olarak 20 Ekim 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Bu dava burada bitmedi…"

Kördüğüm 30. Bölüm yorumu

30 bölümdür büyüklü küçüklü pek çok olaya tanık olduk bu hikâyede. Kimi zaman üzüldük, kimi zaman ağladık onlarla beraber, kimi zaman güldük, kimi zaman da çaresizliklerini paylaştık sessizce. Ben hepsine iyi kötü bir tepki verebildim, ama doğru ama yanlış bir yerde durabildim. Ama Genco ve Gökçe konuşmasının ardından ilk kez kalakaldım ekran karşısında, hiçbir tepki veremeden. Çünkü hiçbir şeye bu kadar hazırlıksız değildim ve Genco beni en beklemediğim yerden yakaladı…

Aklımdan en çok geçirdiğim, yanıtını ısrarla istediğim soruyu sordu Gökçe: "Ne hakla?" Daha o sabah, 'komşunun bebeği' diye tanıttığı bebeği bile Umut'tan saklamaya çalışan, daha birkaç saniye önce, "Bağırma Gökçe, zaten zor uyuttum bebeği…" diyecek tedirginlikteki Genco birden bire büyüdü, kendinden emin, vakur, ulu bir ağaca, yüce bir dağa dönüştü ve "Sen birine verecektin, ben aldım. Ölene kadar da bakarım ona…" dedi. Gökçe de benim gibi, söyleyecek, yapacak hiçbir şey bulamadı ve çıkıp gitti…

Karanlık sokaklarda soluklanmaya çalışırken, karşısına çıkan bu duruma içten içe memnun olduğunu ve zamanla bunu kabulleneceğini hissettim Gökçe'nin. Genco'nun kendisine uzun zamandır umutsuzca âşık olduğunu biliyordu ama bütün bu yaşananlardan sonra bu konunun sonsuza dek kapandığını düşünmüştü muhtemelen. Oysa şimdi, aşka dair, ikisine dair tek bir cümle bile kurmadan, verebileceği en büyük sözü veriyordu Genco ona. Gökçe buna istemsizce gülümseyebilir; çünkü Genco çok güzel seven bir adam. İncitmeden, zorlamadan, sevgisini Gökçe'nin üzerine yük etmeden… Hep vererek ve bundan hoşnut olarak… Şikayet etmeden, talep etmeden, sabırla…

Gelecek günleri bilemem ama, Gökçe'nin şu anda ihtiyaç duyduğu ne varsa kat kat fazlası var Genco'da ve Gökçe de bu sessiz sevginin büyüsüne kapılabilir, kendini, hayatı sevmeyi öğrenebilir yeniden, bu sevgiye Genco'yu ve bebeğini de katabilir… Aydınlık bir sabaha uyanıvermek hiç zor değil…

Ve Ferit Aktuğ ne kadar doğal, ne kadar sahici oynayan bir adam. Genco'nun en sıradan hareketi bile içimize işliyor onun sayesinde!

Umut'un Gökçe'nin dönüşüne verdiği tepki, önce sarılıp kucaklaması, sonra kızıp bağırması ve sonra oturup konuşması çok gerçekçi ve Umut'un gelgitli karakterine çok uygun tepkilerdi. Elbette ki yaşadıkları ortaya çıkana kadar Gökçe bu tür tepkilere, ardı arkası gelmeyen sorulara maruz kalacak. Yine de, geri döndüğünde yaşadıkları, gidişinin neden doğru bir karar olduğunu gösteriyor bize. Bebeği içine sokmak istercesine severken hakkında hiçbir şey bilmediği anne hakkında dırdır etmekten geri durmayan bir anneden gebeliği boyunca uzak durmak istemiş bir Gökçe'ye hak vermemek elde değil.

Ama Cahide de Umut da kötü insanlar değiller. Anlayamasalar da, hak vermeseler de, kızmayı sürdürseler de Gökçe'yi de bebeğini de bağırlarına basacak insanlar onlar. Zaten kim olduğunu bilmeden baş tacı ettiler bebeği. Ailenin bir parçası olduğunu öğrendiklerinde ilk tepkileri koşup sarılmak olmayacak belki, ama er ya da geç kucak açacaklar bebeğe de annesine de…

Üç bölüm önce bu dizinin başrol oyuncularından biri, karakterlerin de hemen hepsinin bir şekilde bağlantılı olduğu biri, hem de hiç beklenmedik bir şekilde öldü. Ama biz aynı bölümdeki birkaç feryat ve gözyaşı dışında bir acı görmedik. Sanki Kaan'dan başka kimse etkilenmedi Naz'ın ölümünden… Annesi daha Naz'ın 40'ı çıkmadan basmış gitmiş Kaş'a, Ali Nejat güya katilin peşini bırakmayacak ama bunu da acısından ya da adalet arayışından değil de bir sonraki aşamaya geçebilmek için yapması gereken bir ödevmiş gibi taşıyor omuzunda. Ayşegül gelip "Naz Hanım'ın eşyalarına dokunmadık ama adettendir, eşyaları dağıtılır…" dediği zaman Naz'ın eşyalarını karıştırmasını, en azından fotoğraflara bakmasını falan bekledim Ali Nejat'ın. Ama yok. Kayıtsızlığın kitabını yazıyor Ali Nejat bu sezon…

Katilin kim olduğu konusunda da, Feyza'nın tuttuğu avukatın beceriksizliği ve Kaan'ın bulduğu avukatın sıradanlığı konusunda da Enver, Ali Nejat'tan daha ilgili ve hareketli. Keza Eylül de hem hayalinin peşinde hem de Ali Nejat'a yardım etmeye çalışıyor, ama Ali Nejat'ın hiçbir şeye hali yok. Sanki kısa süreli tutukluluktan değil de uzun bir maratondan çıkmış gibi… Enver şüphelerinin peşine düşmese ya da Nihan işin ucunu bıraksa Ali Nejat Akyaka'ya dönüp kiteboard derslerine devam edecek sanki… Aksiyon istiyoruz, aksiyon!

Şükürler olsun Kaan okula başladı, inşallah bundan sonra da normal çocuklar gibi dertleri olacak ve cam kenarlarından uzaklara bakan melankolik bir tip olma yolunda ilerlemekten kurtulacak. Fakat Kaan'ın okula başlamasıyla ilgili kafamı kurcalayanlar var. Haliyle bir özel okula başladı Kaan ve sınıf arkadaşları arasında holding yöneticilerinin çocukları falan var. Epeyce üst sınıf bir ortamdan söz etmekteyiz. Fakat nasıl olmuşsa olmuş, öğretmenleri, derse girmeden önce sınıftaki çocuklarla ilgili hiçbir şey öğrenmemiş, hangi çocuğa nereden yaklaşacağı üzerine düşünmemiş, dan diye dalmış sınıfa sanki.

Ve yıllardır kurtulamadığımız "annen-baban ne iş yapıyor" takıntısı genç öğretmenimizi de almış pençesine. Öğrencilik hayatım boyunca en hoşlanmadığım şeydi annemin babamın ne iş yaptığından söz etmek. Çünkü bu konu benimle ilgili değildi ve karşımdakilerin de bu sorulara verdiğim yanıtlardan çıkarabilecekleri sonuçların neler olabileceğini asla anlayamazdım. Hâlâ da anlayamam ve hâlâ, bırakın mesleklerini, çoğu arkadaşımın anne-babalarının adlarını bile bilmem, eğer bizzat tanışmadıysam. Fakat bilirim ki öğretmenlerin bu sorusu hiç de masum değildir; babanız marangozsa sınıfın eskiyen sıralarının tamiri ya da yenilenmesi, anneniz terzi ise sınıf perdelerinin ya da masa örtülerinin dikimi kendisinden talep edilecektir örneğin. Tabii bunlar küçük ve çoğunlukla kimseyi yaralamayan örnekler… Peki ya anneniz ölmüş, anne yerine koyduğunuz öldürülmüş, babanız hapse girmiş, halanız kendini vurmuş ve dedeniz felç geçirmişse..? Siz bunları kendinizce atlatmaya çabalarken ya da bunlardan uzak tutulmaya çalışılırken dünyanın en acımasız yaratıkları olan bütün diğer çocuklar bütün bunları sizi yaralamak için kullanırsa?

Neyse ki Kaan'ın öğretmeni durumu geç de olsa anladı ve bizim uzun zamandır aklımızdan geçirip Ranini.tv takipçileriyle de sık sık konuştuğumuz bir şeyi önerdi Ali Nejat'a: Kaan psikolojik destek almalı. Evet, kesinlikle almalı. Hatta bunun yanına spor veya sanatla ilgili bir etkinlik de eklenmeli, Kaan yaşıtlarıyla daha çok zaman geçirmeli.

Murat'ın Ali Nejat'ı içeride tutamayan avukata ne yapacağıyla pek de ilgilenmiyorum ama avukata psikolojik işkence edişinden keyif almadım desem yalan olur. Adamın elini masaya koydurup etrafında bıçakla gezinmesine, kendisi keyifle yemeğini yerken tabağında sanki avukatın organları varmış gibi tedirgin edici bir iştahla konuşmasına bayıldım. Kızsam da, yaptıklarını onaylamasam da, seyir keyfi üst düzeyde bir iş çıkıyor ortaya Murat'ın her sahnesinde. Başta Teoman Kumbaracıbaşı olmak üzere emeği geçen herkese teşekkür ederim bir kez daha.

Ama Neslihan-Murat sahnesini izlerken aynı tebessümü yüzümde taşımayı sürdüremedim. Teoman Kumbaracıbaşı'nın keyifli oyununa enfes bir oyunculukla karşılık veren Rojda Demirer'e de her bölümde biraz daha fazla hayran olmadan edemiyorum. Öfkesini dışa vuramadıkça daha da pasif ve hareketsiz kalan Neslihan'ın çaresizliği her bölüm daha da işliyor içime. Öte yandan, Murat'ın kötülüğünün çok tatlı bir dozu olduğunu düşünüyorum. Neslihan ona karşılık vermediğinde "zorla olunca tadı tuzu olmuyor" deyip çekip gitmesinden söz ediyorum. Kötülükten gözü dönmüş biri olsaydı tecavüz de edebilirdi Neslihan'a. Ama Murat kötü olduğu kadar akıllı, bir o kadar da hayattan tat alan bir adam. Bir şeyi elde edemediğinde zorla almak yerine başka yollar denemeyi seviyor. Bu da alt edilmesi çok daha zor biri haline getiriyor onu.

Ama Neslihan'ın hareketsizliğine artık bir son vermek lazım. Umut sordukça susturdu, 'bana güven' dedi, Umut da güvendi ve sormadı, ama bu gizlilik elinde patladı işte Neslihan'ın. Sadece Umut'u üzmemek için susmadığını, Umut'un olanları öğrendikten sonra yapacağı ilk işin Murat'ın yakasına yapışmak olacağını biliyoruz; ama Neslihan'ın susması yalnızca Murat'ın işine yarıyor şu an. Eylül'le arkadaşlığına da güvenerek Enver'in yardımını istese mesela, hem Umut'un düşünüp taşınmadan Murat'a saldırmasına engel olabilir, hem de Murat'a karşı durabilmek için bir güç olur elinde. Hatırla Neslihan, seni bu hikâyenin içine zaten Enver sokmuştu…

Murat mesela hiçbir fırsatı kaçırmıyor düşman bellediklerine saldırmak için; kendisiyle hiç alakası olmadığı halde, sırf Enver'le çalışıyor diye ilgilendi Melisa'nın hikâyesiyle ve Enver'in işe alırken yapmadığı incelemeyi o bir günde yapıp çıkıverdi karşısına Melisa'nın. Melisa hiçbir şey söylemeden kaçtı Murat'tan ama bu şekilde kurtulamayacağını biliyoruz. Bakalım Murat'ın kirli hesaplarına dâhil olmayı mı yoksa Enver'i tanımayı mı seçecek.

Anladığım kadarıyla Melisa, oynamaya çalıştığı oyunu yönetebilecek güç ve zekaya sahip biri değil. O saatlerde aramaması gereken annesini azarlamak için telefonu açıp dışarı çıkmak yerine çalan telefonu susturup bir mesaj atabilirdi annesine örneğin. Ya da daha iyisi, telefonunun sesini tümüyle kapatabilir, böylece çalışırken telefonla rahatsız edip bölünmez, başka şeylerle ilgilenmeyen, işine sadık bir çalışan görüntüsü de verebilirdi. Neyse, artık Melisa'nın hikâyesi Murat'ın müdahalelerine göre şekillenecek gibi duruyor, bekleyip görelim.

Nihan peşine düşmese Naz'ı kimin, ne için öldürdüğünü de, Süreyya Hanım'ın hikâyesini de aylar boyu öğrenemeyeceğiz herhalde. Sanki başka kimse merak etmiyor bunları. Nihan'a bir ödeme yapmayı da düşünmedi hiç kimse. Kaan bile düşündü Nihan'a bir hediye almayı, ama Ali Nejat kadının gözlerine bakıp da samimi bir teşekkür edemedi.

Hem bu haller, hem de Nihan'ın beraberinde bir hikâye getirmemiş olması, Burcu Kara'nın geçici bir süre için bizimle olduğunu, kalıcı olmayacağını düşündürüyor bana. Yanılıyor olmayı isterim ama Ali Nejat için değil; Kaan için Nihan'ın varlığının önemli olduğunu düşünüyorum ben. "Bir daha kimseyi sevmeyeceğim" diyen Kaan'ın Nihan'a bağlanmak ve yeniden birilerini sevmek için Nihan'ın kalıcılığı önemli.

Neyse ki Nihan sürekli olarak "Bu dava burada bitmedi…" uyarısını yapıyor da hikâyemiz ilerliyor. Onun kararlılığı ve Süreyya Hanım'ın cesareti sayesinde Ali Nejat ve Feyza anneleriyle yüz yüze geldiler. Haftalardır kopmayan kıyametin kopmasını, Nihan'ın çaktığı kıvılcımın alev almasını ve hikâyenin biraz aksiyon kazanmasını bekliyorum artık. Kördüğümün ağır dramları sakin sakin işlemesini, o kendine özgü ritmini seviyorum ama yeni sezon fazla hareketsiz kaldık, artık biraz coşmalıyız!

Süreyya Hanım'la ilgili sorularımızın bir kısmı yanıt buldu: Kendisi hem Feyza'nın hem de Ali Nejat'ın annesiymiş ve asıl adı da Muazzez'miş. Ali Nejat fotoğrafı tanımadığına göre annesinden çok küçük yaşta ayrılmış olmalı. Ve bu ayrılığın -benim Tarık Bey tarafından uydurulduğuna inandığım- trajik bir hikâyesi olmalı ki Feyza bu kadar öfkeli…

Bu arada, Tarık Bey en az 6 aydır felçli olduğuna göre, onun emriyle yapılan ödemelerin araştırılmadan da ortaya çıkması gerekirdi. Oğuz da ortalarda olmadığına göre şirketin yeni bir finans müdürü olmalı ve o kişi çoktan fark etmeliydi bunları… Ve tabii, Tarık Bey gibi birinin, kayıtlı yollardan para aktarmadığı, pis işlerini yapan başka adamlar da vardır elbet, acaba onlar nerelerdeler? Naz'ın Süreyya'yı ziyaret ettiğinin kime ihbar edildiğini de henüz bilmiyoruz. Bu bölümde çok önemli adımlar atıldı, artık bazı düğümler çözülmeye başlanmalı…

Gözüme/Aklıma takılanlar:


  • Ali Nejat tutukluyken de boynundaki o çirkin zinciri çıkartmamıştı. Gözaltına alınmadan önce çıkarttırılmış olmalıydı polis tarafından. Unutulmuş. 

  • Ali Nejat'ın Kaan'ı okuldan aldığı arabanın plakası 34 ANK 43, ama eve geldiklerinde plaka 34 ANK 41. İki araba da aynı model olduğu için dikkatlerden kaçmış olmalı. 

  • Melisa karakterini canlandıran Gözde Mutluer'in ismi jenerikte yazmıyordu bu hafta. 

  • Köşkten çıkıp arabaya binerlerken Ali Nejat Kaan'a emniyet kemerini takmasını söylüyor. Sonraki planda, araba hareket halindeyken Kaan'ın kemerini takmadığını görüyoruz. Devamlılık hatası bir yana, yeğenini trafik kazasında kaybetmiş bir adam olarak Ali Nejat'ın daha dikkatli olmasını, kemeri kontrol etmeden yola çıkmamaya dikkat etmesini görmek isterdim ben. 

  • Ve yine bir zaman hatası... Ali Nejat, ara kararın çıktığı gün tahliye ediliyor, o geceyi Kaan'la birlikte otelde geçiriyorlar ve ertesi sabah Kaan okula başlıyor. Okul Pazartesi günü açıldığına göre Ali Nejat Pazar günü tahliye edildi demektir. Tahliye konusunda sıkıntı yok ama sırf Ali Nejat için Pazar günü bütün adliye personelini çalıştırmadılar ya?

(Bu yazı ilk olarak 13 Ekim 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

17 Ekim 2016 Pazartesi

"Bu bendeki seyir değil…"

Aylar sonra yeniden düşlerimdeydin, ne gereği varsa!

Rüyamda bile parçalara ayrılmışım, her bir parçaya bir görev tayin etmişim, hepsine birden yetişmeye çalışıyorum… Bir oradayım bir burada...

Son günlerde kafama takılan, aklımı karıştıran kim varsa senin yüzüne bürünmüş, nereye gitsem ya sen ya senin olmasını/sen olmalarını istediğim başka yüzler... Seninle konuşurken onlara söylüyorum, sana dokunurken bir başkasına sarılıyorum, çok tuhaf, fazla tuhaf; seni hiçbir zaman böyle bir karmaşanın içine sokmadım ki ben… 

Sen hep biraz daha yukarısındaydın bu kalabalığın, belirli ve sabitti yerin, değiştirmezdim… Ama sanki bu sefer ne ben teşneydim seni orada çakılı tutmaya ne sen istekliydin özel olmaya… Ve ilk kez, sen de gitmek istiyordun benden, sessiz ve usulca. Ben de yalnızca izliyordum gitmek isteyişini, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey yapmak istemeyerek. Canım sıkılıyordu ama canım yanmıyordu...

Zaten "penceren kör, kapın kilitli" ve ben o kapıyı çalmaktan, o pencereden içeri başımı uzatmaya çalışmaktan yoruldum. Bir kerecik olsun bir aralık buluverseydim belki de tüm varlığımla sızacaktım evinin her köşesine, seni yerleştirdiğim gibi yıllar yılı düşlerime. Ama ben artık kendi pencerelerimi sonuna dek açmak, her yeni mevsimi dolduramayacaksam da odamın içine, en azından hava almak istiyorum.

Oysa düşlerdi seni ince ince işleyen ruhuma, şimdi söküyor nakışlarını yine düşler… Artık "bu bendeki sevda değil"!

"Birlikte çözelim..."

Kördüğüm 29. Bölüm Yorumu

Tarık Bey'in kasasından çıkan silah, Ali Nejat'ın ruhsatlı silahıymış. Ayrıca Feyza'nın kendini vurduğu silah da, Naz'ı öldüren silah da oymuş. Yok mu arttıran? Neyse ki suçsuz adamı içeride tutmak için değil de dışarı çıkartmak için çırpınan cevval bir avukatımız var da, nanoteknolojiydi, kamera görüntüleriydi, tanık ifadeleriydi derken Ali Nejat için tutuksuz yargılanma kararını çıkarttırdı.

Nihan'ın devreye girişiyle hikâyemiz biraz hız ve hareket kazandı. Kaan'a verdiği sözü tutmak için Nihan çat Adli Tıp'ta, çat Eylül'ün yanında, çat bakımevinde, çat cezaevinde… Gelir gelmez epeyce yorduk kendisini, ama değdi, Ali Nejat artık dışarıda! Şimdi, Ali Nejat'ın esas karakter, İbrahim Çelikkol'un da başrol oyuncusu olduğunu hatırlama zamanı…

Ali Nejat'ın ilk günden beri hayranlık duyduğum sakinliği, bu süreçte tepkisizliğe ve depresif bir kaderciliğe dönüştü. Avukat konuştukça onun susması, ilgisizliği, avukatın yüzüne bile bakmayışı, onun heyecanına tepkisiz kalışı beni üzen ve hayal kırıklığına uğratan haller. Kesinlikle geçen sezon sonundaki öfkeli ve kırıcı haline dönsün istemiyorum ama bu kadar pasif de kalmamalı. İçerideki çaresizliğin elini kolunu bağlayışını bu şekilde karşılamış olabilir ama artık dışarıda olduğuna göre ipleri ele almalı.

Nihan'a yardım eden polis arkadaşı Selim'i de sevdim bu arada, umarım daha sık görürüz kendisini.

Bir taraftan Ali Nejat'ı içeride tutmaya çalışıp bir taraftan Tarık Bey'e psikolojik işkence yapmak için yeni yollar deneyen Murat şimdilik her ikisinde de başarısız oldu ama eminim yeni yollar deneyecektir. Yalnızca Ali Nejat'ı içeride tutmaya çalışması onu katil ya da azmettirici yapmaz ama ben hâlâ Naz'ın ölümünün sorumlusunun Murat olduğunu düşünüyorum. Neslihan üzerinden Tarık Bey'e psikolojik işkenceler yapması da Tarık Bey'in aslında felç geçirmediği ama numara yaptığı ihtimalini ortadan kaldırıyor bence. Murat, ona faydası olmayacak bir doktor ve bakıcı tutarak da iyileşmemesini garanti altına alıyor, dışarıya onun için her şeyi yaptığı mesajını da vererek.

Murat'ın Neslihan'ı sadece Tarık Bey'e işkence etmek için elinin altında tutmadığını bilecek kadar tanıyoruz onu. Umut ve Eylül'ün araba projesini hayata geçirmelerini önlemek için Neslihan'ı kullanmak istediğini de anladık. Neslihan Murat'ın tacizlerine direniyor ve Tarık Bey için de bir şeyler yapmaya çalışıyor ama Umut konusunda aynı direnci gösteremedi. Umut'a olan zaafı onu Eylül'den kıskanmasına yol açtı ama ben bu izlediklerimi pek ikna edici bulamadım. Neslihan tamirhanede neler olduğunu uzaktan izlerken Umut ve Eylül arasındaki şakalaşmanın arkadaşça da olsa bir sarılmayla noktalanması hiç gerçekçi değildi. Ne olup bittiğini anlayamayan Neslihan da doğal olarak rahatsız oldu bu durumdan. Sonra Eylül'ü evine çağırıp laf arasında Umut'tan bahsetmesi ve Umut hakkında olmadık şeyler söylemesi de beni rahatsız etti. Neslihan'ın çaresizliğini anlıyorum ama seçtiği yolu beğenmedim.

Neyse ki Umut ondan uzak olmaya ve bunun sebebini bilmemeye dayanamadı da barıştılar Neslihan'la. Umut'un "Birlikte çözelim" adımını atması çok önemliydi. Gizli kapaklı da olsa hikâyelerinin devam edeceğini bilmek güzel. Bakalım Murat bunu ne zaman ve nasıl keşfedecek ya da Umut bu ayrılığın gizemini ne zaman ve nasıl çözecek? Burada da tetikleyici unsurun Eylül olacağını düşünüyorum.

Feyza, Enver'in dolaylı yollardan Ali Nejat'tan satın alıp kendisine hediye ettiği şirket hisselerini Kaan'a devretmiş; babası olarak da hisselerin kontrolü Ali Nejat'taymış. Karas Holding'deki gücünü artırmak isteyen Murat'ın Ali Nejat'ı içeride tutmak istemesinin bir sebebi de bu olabilir. Babası tutuklu yargılanan Kaan için halası vasi tayin edilir, eniştesi olarak Murat da hisselerin kontrolünü ele alır… Murat'ın cinayetle bir ilgisi yoksa Ali Nejat'ı içeride tutmak istemesinin en büyük sebebi bu olur. Bu nedenle bu şirket hisseleri konusunun yeniden gündeme getirilmesi önemli.

Genco, bebeği Gökçe'nin anlaştığı aileye vermemekle çıktığı yola, bebeği nüfusuna da alarak tam gaz devam ediyor ama bir adım sonrasını düşünür gibi bir hali yok. Gece bebek yüzünden uykusuz kalıp gündüz tamirhanede güneş gözlüğüyle uyumaya çalışmasından anlayabiliyoruz bunu. Bebek dediğin iki gün o komşuda, üç gün bu komşuda, geceleyin evde… gibi bir düzen(sizlik) içinde büyütülmez. O şekilde büyüyen bir çocuğun psikolojisinde açılacak yaraların hesabını da kimse kimseye veremez.

Bölüm boyunca sürdürdüğü kararsızlıktan, içinde büyüyen merak ve merhamet duygularından ve bölüm sonundaki gözyaşlarından anladığımız, Gökçe çok geçmeden bağrına basacak bebeğini. Ama Genco'ya karşı aynı tavrı takınmayacağını öngörmek için müneccim olmaya gerek yok. Genco'nun iyi kalpliliğinden ve çok iyi bir baba olacağından sanırım hiçbirimizin şüphesi yoktur; ama bu meziyetler, Gökçe'nin hikâyesine bu şekilde dâhil oluşunu haklı çıkarmıyor asla. Gökçe ve Genco arasındaki iletişim tümüyle koparsa hiç şaşırmam, ama bütün bu pervasızlıkları yaptığı için kapı dışında kalan Genco'yu da savunamam. Gözyaşlarımı onunla paylaşabilirim sadece.

Enver'in Barış adına bir vakıf kurma ve Feyza ile yaşadıkları evi bu vakfın merkezi haline getirme fikrini ne kadar sevdiysem, Melisa ve beraberinde getirdiği hikâyeye de o kadar gıcık oldum. Biz geçmişi ne kadar çok merak ediyorsak o kadar yeni hikâye getiriyorlar karşımıza. Memnun değilim hiç…

Enver'in Feyza'ya ince ince tepki vermesine bayılıyorum. Bu kez kendisi arayıp çağırmasına rağmen yine de mesafesini korumayı ve kırgınlığını hissettirmeyi başardı ona. Villadan ayrılırken gülümseyerek "Görüşürüz" diyen Feyza'ya ifadesini hiç değiştirmeden "Teşekkür ederim" deyişi ne güzeldi… Ve Feyza'nın yüzünün düşmesi…

Fakat bu arada, Enver'in Feyza'ya başka bir şeyler daha imzalatmış olabileceğini de düşünmedim değil. Enver Bey de elini biraz kirletebilir…


Biraz da dertleşelim…

Reyting listesinde her hafta biraz daha gerilere düşüyoruz ve bu da bir yerinden bu hikâyeye düğümlenen bencileyin seyirciyi tedirgin ediyor. Bu kadar zaman devam etmişken, gerçek bir final izleyemeden, sorularımız yanıtlanmadan veda etmek istemiyoruz dizimize… Elbette seyirci başka bir şeyler izlemeyi tercih etmiş olabilir ama burada, diğer işlerin ilgi çekiciliğinin yanı sıra, Kördüğüm'ün giderek düşen temposunun ve eski düğümleri çözmek, sorularımızı yanıtlamak yerine düğüm üstüne düğüm atmasının, hikâyeyi iyice dallanıp budaklandırmasının da payı var.

Hep söylüyorum, Kördüğüm'ün en güçlü yanı, karakterlerini bize müthiş oyuncular aracılığıyla sunması. Dizinin bu kadar şahane bir kadrosu olmasaydı, her hafta Tülay Günal, Teoman Kumbaracıbaşı, Rojda Demirer, Ferit Aktuğ, Alican Yücesoy, Gözde Çığacı ve Mehmet Aslantuğ'u bir arada izlemenin hazzını verecek bir başka alternatif var olsaydı belki ben de vazgeçmiş olurdum bu düğümleri birbirinden ayıklamaya çalışmaktan, ama bu güzel insanların o karmakarışık düğümler arasında hareket etmeye çabalamalarını izlemeyi, hikâyenin sonuna ulaşmayı hiç istemeyecek kadar seviyorum. Yeni sezonda henüz bir numaralarını görmediğimiz İbrahim Çelikkol, Tuğrul Çetiner, Nurcan Eren, Tuncer Salman ve Burcu Kara'dan söz etmedim bile daha.

Bir de, bölüm öncesinde okuduğumuz bölüm özetlerinde spoiler verilmesi meselesi var… Haftalık özetleri yazan kişi, bölümü henüz izlememiş olanlara değil de bölümü kaçıran ve artık izleyemeyecek olan kişilere hitap ediyor gibi. İzleyerek öğrenmemiz gereken pek çok detayı daha bölüm başlamadan öğreniyor olmak hiç keyifli değil. Kaldı ki özette Melisa hakkında yazılanları bölümde görmedik bile. Ama bölüm özeti, kim bilir kaç bölüm sonra ortaya çıkacak olan gerçeği bize söyledi bile: Melisa, Enver'in gayrımeşru çocuğu imiş!

Geçen sezondan beri beni rahatsız eden zaman probleminden de söz edip bitireyim yazımı. Geçen sezon en büyük sorunumuz, zamanın çok yavaş geçmesi ve bir bölümde ortalama 36 saatlik bir zaman dilimini izlememiz, dolayısıyla da takvimin pek ilerleyememesiydi. Bu sezon bir bölümde 3-4 gün izlemeye başladık ve bu sorun ortadan kalktı. Fakat başka zamanla ilgili başka sorunlar çıkmaya başladı. Sezonu haziran ayının sonunda noktalamıştık, Eylül sonuna doğru kavuştuğumuzda 6 aylık bir zaman atlaması oldu, dolayısıyla Aralık ya da Ocak ayında olmamız gerekirdi, oysa görüntülerdeki mevsim yaz sonuydu. Bu hafta öğrendik ki Naz'ın ölüm tarihi 6 Eylül'müş.

Yetmezmiş gibi bebeğin nüfus cüzdanını da gördük ve doğduğu tarihin 25 Eylül olduğunu öğrendik. Burada iki hata öne çıkıyor. İlki, Emre ve Gökçe'nin ilişkisi Ocak sonu, Şubat başı gibi başlamıştı. Normalden çok erken doğurmadığını bildiğimiz Gökçe'nin ya Ocak ayı başında hamile kalmış olması ya da Ekim ayı sonunda doğum yapması gerekirdi. İkincisi ise, Gökçe doğum yaptığında Ali Nejat'ın gözaltında olmasıydı. Ali Nejat cinayetten 2 gün sonra tutuklanmış olsa, Gökçe de gözaltı süresinin sonlarında doğum yapmış olsa ulaşacağımız tarih en geç 11 Eylül oluyor. Oysa kimlikteki tarih 25 Eylül. Genco hastaneden alınan belgelerle nüfus kaydı yaptırdığı için tarihin yanlış yazılmış olabileceğini düşünmemiz için bir sebep yok.

Yani diyorum ki, azıcık daha dikkatli olunsa…

(Bu yazı ilk olarak 8 Ekim 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Bana biraz umut ver*

Kördüğüm 28. Bölüm Yorumu

Ali Nejat gözaltında ve Murat da onun dışarı çıkmaması için elinden geleni yapıyor! Cinayet aletinde Ali Nejat'ın parmak izi var ve bu da yetmezmiş gibi bu cinayet aleti, aylardır hareket edemeyen Tarık Bey'in kasasından çıkıyor! Bütün bunlar, cinayeti Murat'ın planladığını ve planın tıkır tıkır işlediğini gösteriyor bana…

Kapıdan her girişinde kendine kurşun sıktığı günü hatırlayan Feyza'nın neden köşkte kaldığını düşünüp duruyordum, ama o silah o kasadan çıkınca anladım: planını uygulamaya koyabilmek için Feyza'yı Murat ikna etmiş olmalı köşkte kalmaya.

Murat'ın kendisinin gidip Naz'ı öldüreceğini sanmıyorum, bu işin arkasında o varsa kesinlikle maşa kullanmıştır. Geçen hafta Naz'ın gelişini patronuna gammazlayan ve bu hafta da Süreyya Hanım'ın kaldığı yerdeki (hastane midir, nedir, ben anlayamadım) hemşire görünümlü kadına şiddet uygulayıp oğluyla tehdit ederek Süreyya Hanım'dan kimseye bahsetmemesini isteyen kişidir belki de Naz'ın "siz" dediği. Süreyya Hanım'ı ziyarete gittiğinde karşılaşmışlardır belki ve o nedenle öyle bir tepki vermiştir Naz.

Yine de "Katil kim?" sorusunun yanıtını almamız birkaç bölüm daha sürmeli diye düşünüyorum, Avukat Nihan karakterine ısınmamız ve onunla Ali Nejat arasında 'bir şeylerin' başlama ihtimalinin de doğması için. Bu, Kaan'ın bir süre daha ağlamasına yol açacak ne yazık ki, ama bu arada "bir daha kimseye 'anne' demeyeceğim" diyen Kaan'ın bir kadına daha yakınlaşmasının önü açılabilir.

Eylül ve Enver'in karakola gelişi, Eylül'ün Ali Nejat'a yardım etmek için çabalaması ve Enver'in hem yardım etmek istediğini hem de Feyza'yı tekrar tekrar görmezden gelişini izlemek çok keyifliydi. Enver'le iki satır laf edebilmek için bu kadar istekli olan Feyza'nın bir adım atmaya çalışmaması da tuhaf. Umarım kendini anlatmak için Enver'in peşinde koştuğu günleri de görürüz.

Umut'un Neslihan'dan tatmin edici bir yanıt alamaması beni en çok yaralayan şey oldu bu hafta. Telefonları açılmadı, yanına gelinmedi… En sonunda kendini Neslihan'ın kapısında buldu Umut. Hem Umut'un sözlerini duymak, hem de Neslihan'ın Umut'un boynuna sarılıvermemek için kendini nasıl tuttuğunu, mühürlediği dudaklarının nasıl titrediğini izlemek içimi acıttı.

Murat Neslihan'ı köşke yeniden sokmanın bir yolunu buldu ama dilerim bu da kendine kurduğu bir tuzağa dönüşür. Kapıları, telefon konuşmalarını dinlemeye pek bir meraklı olan Neslihan, Murat'ın neler karıştırdığını ortaya çıkaracak ipuçlarına ulaşır da hem Ali Nejat'a hem Feyza'ya bir faydası dokunur umarım.

Enver, Ali Nejat'tan Eylül'e biraz umut vermesini rica etmiş, yeniden gitmemesi ve yaşamaya devam edebilmesi için. Kendisi de Eylül'e bir başka umudu vermenin hazırlığındaymış. Dizinin ilk bölümünden beri sözü edilen yerli otomobil yapma hayalinin peşinden bu kez Eylül koşacak, Umut'la birlikte hem de. Ve bu hayal gerçek olamayacaksa bile bütün servetini harcamaktan çekinmeyecek bir abi olduğunu düşünüyorum ben Enver'in. Hikâyenin bu kısmı artık kesintisiz akmalı…

Umut'a kendi ekibini kurmasını söyledi Eylül. Böylece Genco ve İsot da hiç mutlu olmadıkları o işlere devam etmek zorunda kalmayacaklar. Söylemeden edemeyeceğim, Genco'nun İsot'u almaya gittiği kafe sahnesinde çalan romantik müzik ve Genco'yla İsot'un halleri gerçekten güldürdü. Bu kadar acının içinde çok iyi geldi.

Akşam vakti Umut'la konuşmaya giderken yanına alkol değil de gazoz ve çekirdek alan ve bu durumu, "artık çocuklara kötü örnek olacak şeyler yapmayacağız" diye açıklayan, çünkü kendisini, Gökçe'nin bebeğine babalık yapmaya hazırlayan Genco'yu pamuklara sarmak istiyorum. Ben zaten bu hikâyenin başından beri en çok Genco'ya üzüldüm, en çok Genco'ya ağladım. Şimdi de onun bu hallerini, bebeği ansızın sahiplenmesini, adını 'Naz' koymak istemesini, Gökçe'yi bu fikre alıştırmaya çalışmasını hem gözyaşları hem de tebessümle izliyorum.

Gökçe, hamile olduğunu öğrendiği andan itibaren bebeğin kendisine ait olduğunu hissetmemiş hiç. Duygusal bağ kuramamış, sahiplenememiş ve sevememiş. Yaşadıklarını düşününce, Emre'den bir parçaya böylesi tepkili olmasını anlamak zor değil. Bu nedenle bebeği evlat edinmek isteyen bir çift bulmuş. Dünyanın pek çok yerinde, devlet kontrolünde uygulanan bir evlatlık verme yöntemidir bu. Ne yazık ki Türkiye'de yasal yollardan bunu yapmak mümkün değil.

Genco, Gökçe'nin bir süre sonra pişman olabileceğini düşündüğü için bunu yaptığı iddiasında ama bence bu konuda bencillik ediyor. Böyle büyük bir karara, olayın taraflarından biri bile değilken müdahale etmesi bir yana, Gökçe'yi anlamaya çalışmamasına inanamıyorum. Evet, şurası belli ki Genco yepyeni bir sayfa açmak istiyor yeni başlayan bu hayatın yardımıyla. Ama Gökçe'nin adına böyle hayati kararlar vererek olmaz bu. Sonunda Gökçe'yi tamamen kaybetmesinden korkuyorum Genco'nun…

Kaan'ın bu hikâye içinde giderek daha önemli bir rol edinmesini, itici bir güç haline gelmesini seviyorum. Önce doktoru beğenmeyip dedesine terapist desteği verilmesine yol açtı, dolaylı da olsa; sonra da avukatı beğenmeyip yeni avukat buldu babasına. Feyza'nın göremediklerini 7 yaşında bir çocuğun şıp diye çözmesi bize çok şey söylüyor… İlerleyen zamanlarda bunları fark edecek olan Feyza'nın öfkesinin şiddetinden de korkuyorum şimdiden. Ve Avukat Nihan rolüyle hikâyemize katılan Burcu Kara hoş geldi!

Avukat Nihan'ı ben şimdiden sevdim. Şiddet gören kadınlara karşılıksız yardım etmesi onu başımın üstünde taşımak istemem için yeterli zaten. Kaan'ı ciddiye alması ve karşısına alıp konuşması da ilk görüşteki pozitif yargımı perçinledi. Ama bu hikâyeye ve Ali Nejat'ın hayatına onu kabul edebilmem için olayları çözmesi ve tarafını doğru seçmesi şart.

*Bülent Ortaçgil'in "Biraz Umut" şarkısından

(Bu yazı ilk olarak 29 Eylül 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Uğruna güçlü olmak istediğim kim varsa yanında hep çaresiz kaldım."

Kördüğüm 27. Bölüm Yorumu

Çalsın davul zurna, halaya duralım; şenlik kurulsun, bunu kutlayalım: Feyza yaşıyor! Feyza ölmedi, Feyza kurtuldu, Feyza gitmedi bu hikâyeden, Feyza sapasağlam ayakta! Bütün bu satırları böyle cümlelerle doldurabilirim, öyle mutluyum! Başka şey isteseymişim olacakmış, ama iyi ki başka şey istememişim de bu olmuş!

Feyza ölmedi de, nasıl ölmedi, bunu henüz bilmiyoruz. Ne ara Murat'la evlendi, ne ara Londra'ya yerleştiler, nasıl oldu da buradaki her şeyi geride bırakmayı seçebildiler, bunların yanıtı yok. Feyza neyse de, özellikle Murat nasıl ikna oldu gitmeye, ben onu merak ediyorum ama henüz bir ipucumuz bile yok.

Ali Nejat ve Naz ne ara ve nasıl yeniden birlikte oldular, evlenme kararını nasıl aldılar, Londra'ya gitmekten vazgeçen Ali Nejat Akyaka'da yaşamaya nasıl karar verdi ve Naz'ı buna nasıl ikna etti, bu esnada kendisi aslında Naz'la evlenmek istemediğini nasıl idrak etti, bunların yanıtı da yok. Bunları gören Enver ve Eylül'ün neden başka bir hayatı seçmediğinin yanıtı da… Geçen sezondan kalan sorularımızı yanıtlamak yerine yeni sorular sormayı tercih etmişler; yeni hikâyelerimiz var artık, zamanla eski sorularımız da yanıtlanacaktır.

Bir tek Umut ve çevresindeki hikâyeler kalmış geçen sezondan bize. Emre'nin ölümünün suçunu üstlenip hapse giren Umut ve onun için çırpınan Neslihan, Genco ve Cahide. Ve saklandığı yerden onları izleyip ağlayan Gökçe… Açıkçası bölüm boyunca beni en çok etkileyen de hikâyenin bu kısmı oldu. Neslihan'ın çaresizce Murat'a teslim oluşu ve Umut'un çıkışını uzaktan izleyip döktüğü gözyaşları… Aynı şekilde Genco'nun Gökçe'yi buluşu ve ona içten, her şeyi unutturup silmek istercesine kocaman sarılışı…

Naz'ın ölümüyle Umut'un hikâyesi Ali Nejat ve etrafında akan hikâyeden koptu ama Neslihan'ın Murat'a gidişiyle yeniden bağlanıyor. Murat'a karşı bildiğimiz tek güç Enver olduğuna göre, bir düğüm de oraya atılacaktır; zira Neslihan'ı kurtarmak istemese bile Murat'ın pisliklerini ortaya çıkarıp Feyza'ya göstermek isteyebilir Enver.

Bu bir sır değil, Naz'ın bu hikâyeden çıkmasını çok istedim, hatta belki en çok ben istedim. Üstelik ben ona sessiz bir gidiş ve bir mutlu son yazmıştım, bizlerden uzakta… Oysa daha iyisini yaptılar. Öldüğü için "daha iyi" değil elbette -ama geri dönme ihtimali olmadığı için ölmesi yine de iyi- ama esas karakterlerden birini usul usul göndermektense onun gidişini büyük bir soru işaretinin içine yerleştirip kalanları bu sorunun etrafında birleştirmek çok akıllıca, kutluyorum.

Belçim Bilgin'in diziden ayrılacağını bilmesek de Naz karakterinin öleceğini kestirmek zor değildi bölümün akışı içinde. Önce Murat'ın "O kadın Ali Nejat'a hiçbir zaman iyi gelmedi, bir an evvel ondan kurtulsak da hepimiz biraz rahat etsek," sözlerini duyduk. Ardından yalnızca evine uyumaya giden annesini yıllarca görmeyecekmiş gibi vedalaşan Naz ve annesinin halleri alıştırdı bizi bu düşünceye. En sonunda da Kaan'ın Naz'a "anne" demesiyle emin olduk ki Naz gidici…

Söz konusu cümlesinden ve geçen sezondaki performansından dolayı Naz'ın ölümünden Murat'ın sorumlu olabileceğini düşünüyorum ben. Didem'in yaşadıklarından ve ölümünden Ali Nejat'ı sorumlu tuttuğu için Ali Nejat'ın evleneceği kadını ortadan kaldırmayı planlamış olabilir. Hatta bu işi bizzat yapmış bile olabilir, çünkü Naz tanıyordu kendisini öldürmeye gelen kişiyi… Gerçi düşündüm de, bu dizide kötü ne olsa Murat'ı sorumlu tutmaya teşneyim ben, bu yüzden başkalarının açıklarını yakalayamıyor olabilirim. Ama bildiğimiz kadarıyla başka birinin de bir husumeti yok Ali Nejat'la.

Anlayamadığım şey, öldürmek için Ali Nejat'ın annesinin hikâyesinin içine çekmek gerekmiyordu Naz'ı. Yalnız olduğu herhangi bir zamanda da öldürülebilirdi… Bu da, sorumlunun Murat olmadığı sonucuna çıkartabilir bizi. Yani, gerçekten Süreyya Hanım'ın hikâyesini öğrenmeye başladığı için ortadan kaldırılmış olabilir Naz. O zaman da şu soruyu sormam gerekir: Madem bu kadına yaklaşan yanacaktı -çünkü hikâyesini kimsenin bilmemesi gerekiyordu- ve madem bu kadın bir tür göz hapsindeydi, o zaman neden birileriyle görüşmesinin önüne geçilemedi?

Naz'ın gitmesini istedim ve gitti, öyle ya da böyle. Ama şimdi, bunca acının üzerine Ali Nejat ve Eylül yeniden bir yaşam sürebilirler mi, küllenmeyen aşkları her şeyi aşmaları için onlara güç verebilir mi, emin değilim. Kopmayan, kopamayan bir bağları var ama bunu bir yaşama dönüştürmeyi başarabileceklerini iddia etmek zor. Ama bu hikâye, acıların kördüğümlenişinin hikâyesi, Ali Nejat'la Eylül neden yeniden birlikte olamasın?

Çocukluklarının çok da mutlu geçmediğini tahmin edebildiğim Eylül ve Enver -banyoya kilitlenme hikâyeleriyle dolu bir çocukluk pek de mutlu geçmiş olmasa gerek-, bir kez daha deneyebilecekler mi acaba mutluluğu? Murat'ın foyaları bir bir ortaya çıksa da Feyza için hamle yapmaya tenezzül eder mi Enver artık? Yoksa, selamını almayı bile zül saydığı bir kadından -ne güzel bir andı Enver'in Feyza'yı görmezden gelişi!- ne olursa olsun uzak durmaya güç yetirecek kadar büyük müdür gururu?

Ve Kaan'ın bitmek tükenmek bilmeyen acıları, yaraları… Annesinin yokluğuna alıştı, Naz ve Feyza'nın ilgisini koymayı denedi annesinin yerine. Derken halası gitti uzaklara. Naz'a öyle bağlandı ki, babası sırf onu mutlu etmek için evlenecekti Naz'la… Babasının başı beladan kurtulmuyor, iki gün oyun oynayıp mutlu olsalar üçüncü gün bir maraz çıkıyor. Kavga, dövüş, silahlar, polisler, kelepçeler… Üstelik etrafında bir tane yaşıtı, dengi biri yok. Yetişkinlerin arasında oradan oraya savrulup duran bir çocuk. Haliyle onun gözyaşları, herkesinkinden daha çok acıtıyor insanın canını… Ne vardı sanki çocuğun gözü önünde takmasalardı kelepçeleri Ali Nejat'a, durumu bildirip bir kenarda bekleselerdi hem oğluyla konuşmasını hem de cenazesini defnetmesini…

Düğünden önceki gün boyunca Kaan'ın kendisine hazırlanan sürprizin peşinde koşması ne güzeldi oysa. Hem bir şeylere erişmek için emek vermeyi öğreniyordu geri planda, hem de düğün organizasyonu gibi detaylarla dolu bir iş esnasında bir çocuğu oyalamanın en sevimli yollarından biriydi bu.

Enver'in Eylül'e söylediği, benim de başlığa taşıdığım cümlelerle noktalamak istiyorum bu haftaki yazımı, çünkü bu cümlenin -ya da itirafın diyelim- geçtiğimiz sezonun özeti niteliğinde olduğuna inanıyorum: "Uğruna güçlü olmak istediğim kim varsa yanında hep çaresiz kaldım." Yalnızca Enver değil, Ali Nejat, Feyza, Naz, Umut, Neslihan, Genco... Aklımıza gelen herkesin böyle özetlenecek bir hikâyesi var bu kördüğümde...Öyleyse yeniden ayağa kalkmanın, dirilmenin ve mücadele etmenin zamanı geldi demektir, çözülecek çok şeyimiz var. Ve sezon sonundan kalma sorularımız baki, yani daha çoook konumuz var!

(Bu yazı ilk olarak 22 Eylül 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Kördüğüm'ü Beklerken...

Hani jenerik görsellerinde birbirine dolanıp duran, en sonunda da kalp şeklinde bir kördüğümde ulaşan ipler var ya, işte o ipler, Feyza'nın kalbini çepeçevre kuşatıp sımsıkı saran acılar sanki. Feyza Karasu karakterini bu diziden çekip alınca geriye boşlukta salınan ip parçaları, bir araya gelip iyi ya da kötü bir hikâyeye dönüşemeyen insancıklar ve olaycıklar kalıyor, bana sorarsanız. Yeni sezon öncesi yayınlanan özel bölümü "evlat acısı" başlığıyla vermeleri de bunun kanıtı.

Adını Hümeyra'nın 1969'da yayımladığı Kördüğüm şarkısından alan dizinin, başlangıçta yine aynı şarkıdan alınan "Ya her şeyim ya hiçim" ismiyle tasarlanmış olduğunu hatırladım bunları yazarken. Ve bu ifadenin bu dizide Feyza'dan başkasını işaret edemeyeceğini gördüm. Didem'in intiharıyla başlayan hikâyemiz Feyza'nın intiharıyla (ya da intihara teşebbüsüyle) kapatmıştı sezonu. Oğlunun ölümünün ardından yaşamı askıya alan Feyza, Kaan'ın hayatına girişiyle yeniden canlanmıştı. Yaşama doğru attığı her adımda biraz daha güçlü, biraz daha umutluydu ve biraz daha sıkı tutunuyordu geleceğe. Kaybettiği çocuğunun ardından bir hiç sanırken kendini, bir başka çocuk için her şey olmaya çalışıyordu…

Sezon boyunca, 'evlat acısından daha büyük ne olabilir ki' diye sorup durmuştuk kendimize, birbirimize. Ve buna eklemlenen, bu acıyı kardeşiniz yüzünden çekiyor olmanın acısını yaşamıştık. Daha acısı da varmış meğer, onu da sezon sonunda göstermişlerdi bize: bu acıyı kendi babanız yüzünden çekmiş olmak, üstelik size bu acıyı çektirenin kardeşiniz olduğunu sanıyor olmak ve babanızın da hem sizin hem de kardeşinizin acısına seyirci kalmış olduğunu öğrenmek…

Silahı kalbine tutup tetiği çeken bir karakterin ölmemiş olması, belki de yalnızca Türkiye'de çekilen dramalarda olabilecek bir şeydir ve herkes gibi ben de böyle bir şey izlemek istemem. Fakat bütün hikâye Feyza'nın etrafında dönmekteyken bu karakterden vazgeçmek iyi bir fikir mi, gerçekten emin değilim. Hele bir de Feyza rolünü Tülay Günal'ın muhteşem performansıyla izliyor olduğumuzu, onun Teoman Kumbaracıbaşı, Mehmet Aslantuğ ve Tuğrul Çetiner'le sahnelerinden nasıl bir haz aldığımı hatırlayınca yalnızca "acaba" diyebilmek istiyorum… Feyza, babasına doğrulttuğu silahı kendi göğsüne çevirdiğinde Enver ona doğru ani bir hamle yapmıştı, durdurabilmek umuduyla. Hani diyorum, belki de namlunun açısı değişivermiştir son anda ve kalbine saplanmamıştır kurşun… Olamaz mı? (Lütfen olsun!)

Yeni sezon tanıtımında Tülay Günal'ın güzel sesinden "Her şey yarım kaldı yine, ne tuhaf"* diyen şarkıyı duyuyoruz. Yarım kaldığına göre, Feyza artık yok demektir. Ve demektir ki Feyza, kalbine sıktığı o kurşunla, İskender'in kılıcı misali, kesip atmıştır kördüğümün bir bölümünü…

Geriye kalan düğümler bu kez neyi merkeze alarak bir araya gelecek ve çözüme doğru yol alacaklar, işte ben en çok bunu merak ediyorum.

Kördüğüm'ü Beklerken...

Ali Nejat ve Naz ilişkisini hatırlayacak olursak (ki hiç hatırlamak istemiyorum aslında): Ali Nejat Naz'ı ilk görüşte beğenmişti zaten. Ardından merhametli bir doktor olduğunu öğrendi. Sonra da evli olduğunu. Ve onu uzaktan izlemekle yetindi sadece. Sonra bir oğlu olduğunu öğrendi Ali Nejat ve oğlunun da Naz'la arkadaş olduğunu. Hayatına bir türlü giremediği halde sürekli karşısına çıkan Naz'ı hiçbir zaman bir kadın gibi göremedi Ali Nejat. Arkadaşına yardım eden bir doktor, oğlunun yarasına deva bir anne oldu, ama Ali Nejat'ın yıllar süren yalnızlığına yoldaş olacak bir sevgili olamadı… 30'lu yaşlarını süren insanlardan beklediğimiz, liseliler gibi bakışmaları değildi bizim de. Biz elektrik ve tutku görmek istedik, göremedik.

Tutku yoktu da akıl var mıydı? Hiç emin değilim. Ali Nejat'ın kendisine yasak bir kadına nasıl yaklaşacağına bir türlü karar verememesinin de payı vardır bunda, ama Naz da Umut'la evliyken bile ilgisini saklayamadığı Ali Nejat'a hiçbir engeli kalmadığında da yaklaşamadı. Ali Nejat'ın karşılık göremedikçe adım atmaya çalışmasını, adım atmalarının da "ben sana âşık oldum" ya da "evlen benimle" den öteye geçmemesini ben zaten haftalar boyu anlamlandıramadım. Benzer şekilde, Naz'ın Ali Nejat'a hiçbir karşılık vermeyip sonra havalı bir evlilik teklifi alınca bunu büyük bir mutlulukla kabul etmesini de hiç anlayamadım.

Özetle, benim gözümde, Ali Nejat-Naz ilişkisi temelsizdi ve inandırıcılıktan uzak bir yol izledi. Öyle ki sezon sonuna doğru, Eylül'ün gelişinin de etkisiyle, Naz'ın bu hikâyeden çıkacağını bile düşünmeye başlamıştım. Ama hem sezon finalinde Naz'la ilgili hiçbir şeyin olmayışı hem de yeni sezona dair haberler gösteriyor ki beni bu konuda mutlu etmeyecekler… (Ya da belki Ali Nejat ve Eylül'ün yeniden başlayan ilişkilerini uzaktan izleyip kaybettiklerine üzülen bir Naz izleriz, kim bilir…)

Yüzüğü çıkarıp Ali Nejat'a iade ederken "Korkarım senin sadece kafan değil, kalbin de karışmış!" demişti Naz. Bu konu hakkında söyleyeceklerim var. Kalp karışmaz. Kalp yalnızca hisseder. Onun hissettiğini dile dökmek için akla ihtiyaç duyarız ve işler tam da orada karışır. Dile gelmek isteyen duygular düşüncelere bulanır ve ortalık karışır… Hisseden kalp değil de izleyen göz olarak ben kolayca dile dökebilirim olanları. Ali Nejat aklıyla, oğluna bir anne, kendisine düzenli bir hayat vs. ararken Naz'a kapıldı, ama ona hissettikleri aşk değildi. Eylül'ün gelişiyle bunu sorgulamaya başladı ve yanıtı da kalbinden aldı zaten. Naz'ın elini, saçını tutmaya davranmayan Ali Nejat'ın elinin, dudaklarının Eylül'ün yüzünde yolunu kolayca bulabilmesi; geçmişleri yüzünden değil, hissettikleri yüzünden…

Dolayısıyla Ali Nejat'ın tek meselesi babasıyla artık. Babasına söylediği son sözü hatırlatmalıyım burada, zira ikinci sezonun ana fikri bu cümle olacak gibi görünüyor: "Bir insanın başına senin evladın olmaktan daha büyük bir felaket gelemez."

Fragmanda Tarık Bey'i tekerlekli sandalyede görüyoruz, belli ki Ali Nejat'ın isyanı ve Feyza'nın intiharı sonrası felç geçirmiş. Tarık Bey'le ilgili olarak sezon finalinin ardından söylediğim şu sözlere ekleyebileceğim tek bir cümle bile yok:
"Bu hikâyede Tarık Bey'i kötü yapan şey bu 'kaza'yı planlaması değil. Onu kötü yapan, oğlunun seneler boyunca bu vicdan azabıyla yaşamasına ve bu sebepten iki kardeşin birbirinden uzaklaşmasına göz yumması. Sadece susmakla da kalmadı üstelik, her fırsatta bu olayı Ali Nejat'ın yüzüne vurmaktan ve Feyza'yı Ali Nejat'a karşı kışkırtmaktan da çekinmedi. İşte bence katışıksız kötülük tam da burada. Kendi afiyetini evladının çektiği acıya tercih etmekteki tereddütsüzlüğü."
Her şeyi başlatan hamleyi yapan ve hikâyedeki herkese türlü türlü acılar çektiren adamı bir tekerlekli sandalyeye mahkûm ederek kıstırmak ve acı çekerek, yavaş yavaş, sürünerek ölmesini sağlamak, ona yapılacak en büyük kötülük olsa gerek. Umarım ruhen acı çekmesini sağlayacak şeyler de yaşanır sezon boyu, bunu görmeye hepimizin ihtiyacı var.

Bir tahminde bulunamadığım Enver-Murat geriliminde olacakları, Murat'ın Tarık Bey'den alacağı intikamı ve Murat'ın Didem'e olan aşkının ikna edici detaylarını görmek için de ekran karşısında olacağım… Hadi, başlayalım artık!

 *"Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey" film müziği, söz-müzik: İlhan Şeşen

(Bu yazı ilk olarak 20 Eylül 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

19 Eylül 2016 Pazartesi

'O kız' okusun, siz okumasanız da olur...

23261079
Enver Aysever'in "Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı" romanı üzerine düşünceler...

Uzun zamandır bir kitabı okurken böyle çile çekmemiştim… Başladığım kitapları yarım bırakamamak, bir şekilde yarım bıraktıklarıma da geri dönüp baştan okumak gibi bir rahatsızlığım var, bu nedenle yeniden okumaya değmeyeceğini düşündüğüm kitapları ne olursa olsun bitirmeye çalışıyorum, bu kitap da onlardan biri.

Bence en büyük sorun romanın akmaması… Cümleler, olaylar, saptamalar, beklentiler art arda geliyor, evet, ama kitap ilerlemiyor. Sanki hep aynı anda -o ilk bakış ve ilk kıvılcımda- duruyor zaman, ötesine geçilemiyor. Bir romanın akması zorunluluğundan söz etmiyorum, yazar isterse roman boyunca o bir tek anı anlatmak da isteyebilir; ama o durumda bile cümlelerin bizi bir yerlerden bir yerlere götürmesi, yol boyunca da bizi çeşitli yollarla tatmin etmesi gerekir; ama maalesef!

Kitabın başlarında anlatıcı ve romancı vardı hikâyeyi gören farklı gözler olarak; anlatıcı yok olurken satırlar arasında, romancı hatırlatıyordu varlığını sık sık. Bu da epik bir tat katıyordu anlatıya - daha doğrusu, anlatıdaki yegane lezzet bu oluyordu. Sonraları unutturdu kendini romancı, anlatıcı yalnız kaldı ve anlatılan hikâyede bir özgünlük bulunmadığından, ardına düşülecek bir soru işareti de kalmadı.

Başlarda romancı tarafından ufak ufak iğnelenen anlatım biçimleri, ilerleyen sayfalarda anlatıcının başat üslubu haline geliyor. Sanki kitap okumuyor da popüler şarkıların video kliplerini izliyorum sessizce; üst üste binen ve hep birlikte hiçbir şey anlatamayan anların tarifleri yalnızca…

Anlatıcı, bunun İstanbullu bir aşk olduğunu söylüyor sık sık; hatta o kadar sık söylüyor ki, kendisini de inandırmaya çalıştığını düşündürüyor okuyucuya. Zira hikâyede, yaşanan aşkta, 'İstanbullu' bir şey yok. Türkiye'nin hangi şehri için yazılsa aynı şekliyle duracak bir hikâye bu. Etnik farklılıklar ve politik detaylar yetmiyor İstanbulluluğa ikna olmamıza.

'O kız' olmadığımdan emin olarak ama yine de isminin büyüsüne kapılarak almıştım elime kitabı, sonuçta da herkesin hemfikir olduğu noktaya geldim: Keşke 'o kız okusun diye' yazılmakla kalmayıp yalnızca 'o kız'ın okuyabileceği bir yere bırakılsaydı da benim vaktimden çalmasaydı bu kitap…

Bazen kurban katiliyle suçu bölüşürmüş*

Geçen yıl bu zamanlar derdim zorum, gecem gündüzüm Kiralık Aşk olmuştu, onu konuşup onu yazıyordum her fırsatta, her yerde. Kiralık Aşk, epeyce zamandan sonra yazmakla barıştırmıştı beni; onda bir şeyler vardı bana uzun uzun cümleler kurduran.^^

Yıl boyu da onu düşünüp yazmayı sürdürdüm zaten. Sezon finalinden sonra ise uzun bir sessizlik oldu Kiralık Aşk'ın dolanıp durduğu zihnimde. Fikirler birbirine küsmüştü sanki, onlarcası bir araya gelip de cümlelere dönüşemediler… Sorularım, itirazlarım ve beklentilerim dile gelemedikçe özlem büyüdü içimde. Yeni sezon tanıtımlarını görünce ve bana bu başlığı bahşeden şarkı ansızın yeniden çıkınca karşıma, bir şeyler uyanmaya, cümleler kurulmaya başladı zihnimde. Yeni sezondan önce, aklımda kalanları ve beklentilerimi yazmak istedim, özlemimizi dindirir belki biraz…

***

Öncelikle sezon finali hakkında söyleyeceklerim var. Türlü manevralarla saklanan kiralık aşk oyununun ortaya çıkışı ikinci sezona kalsaydı benim için büyük hayal kırıklığı olacaktı, bu nedenle kaldığımız noktadan çok memnunum ama… 'ama'larım var bol miktarda.

Defne'nin itiraf ettiği sahnenin tasarlanışındaki özgünlüğe ve çekimlerdeki güzelliğe şapka çıkarsam da bu şekilde bir itirafın Defne'nin karakterine uygun olup olmadığından emin olamıyorum bir türlü. Bizim 52 bölüm boyunca izlediğimiz, derdine ortak, macerasına yoldaş olmaya çalıştığımız Defne böyle nokta atışı konuşan, 52 bölümlük hikâyeyi 12 cümleye sığdıracak netlikte bir kadın değil, hem de böyle kupkuru cümlelerle...

52 bölümdür/haftadır düşünüyor olması gereken şeyi -bu sırrı Ömer'e nasıl açacağını- böyle düşüncesizce ortaya dökmesi tam Defne'lik bir hareket, kabul ediyorum. Ama böyle yanlış bir şeyi o kadar yanlış zamanda ve yanlış cümlelerle söylüyor ki, kapı aralığından lafın yarısını duyup harekete geçen dizi kahramanlarına benziyor Ömer'in karşı karşıya kaldığı durum. Ömer için, Defne ve gıyabında konuştuğu herkesin masumiyet karinesi ortadan kalkıyor bir anda. Bu nedenle o an vereceği tepki için Ömer'i suçlayamayız… (Başka şeyler için suçlayabiliriz, suçlayacağız da!)

Düğüne annesini çağırmak istemediğini söylediği zaman Ömer onu anlamış ve ısrar etmemişti. Defne de bunun üzerine, "Senin de benden beklediğin buydu, değil mi? 'Sen bilirsin' deyip müdahale etmemem…" diye sormuştu. O zaman Defne anladı sanmıştım düşüncesizlik ettiğini, hayatındaki en önemli kişi de olsa başkası adına karar veremeyeceğini… Oysa Defne, hiçbir şey bilmeyen Ömer'i nikâh masasına kadar getirmekle kalmadı, bir de kaynar sular misali hikâyesini döküverdi Ömer'in başından aşağı.
"Her şey bir oyunla başladı… Senin evlenmen gerekiyormuş… Neriman Hanım bunun için beni buldu… Bir teklifte bulundu, 200 bin liralık bir teklif… Abimin borcu vardı… Sinan Bey'den saklamasını istediler… Söyleyecek oldu… Sude öğrenince… Koray Bey de biliyordu… Necmi Bey oyun bitsin dedi… Ben sana âşık oldum… İşte bu yüzdendi kaçmalarım, çırpınmalarım, yalanlarım…"
Söylediklerine bakınca, o kısacık cümlelerin birinde bile sorumluluk almadığını ve bu meşakkatli yol boyunca kendisine eşlik eden herkesi bir çırpıda harcadığını görüyor ve kahroluyorum hâlâ. Ne bir pişmanlık ya da üzüntü ifadesi ne suçun kabullenişi… “Özetin özetinin özetini yapacak olursak durum bu, bak bu da nikâh memuru!” Hiçbir şeyden ders almayan Defne, şimdi başına gelecek her şeyi hak etmiyor mu?


Vay anam vay neler dönmüş Serhat yaa...

Burada durup, Defne'nin bu sırrı İso'ya anlattığı 11. bölümü hatırlamadan edemiyorum. Nasıl da baştan sona, tüm detaylarıyla, günahıyla sevabıyla her şeyi kabullenerek ve Ömer'i sevdiğini de ekleyerek ne güzel anlatmıştı dostuna… İso da ne güzel dinlemişti onu sessizce ve anlayışla… Tamam, Ömer'in bunları, İso gibi elini çenesine koyup film izler gibi takip etmesini bekleyemeyiz elbette, ama Defne ne anlatırsa anlatsın, onu yüzündeki o büyülü mutluluk ifadesiyle dinleyebilen bir Ömer var karşımızda. Ve ondan anlayış ve merhamet bekleyebilmemiz için böyle bir itiraf gerekliydi, Defne'nin o kupkuru lafları değil…

Oysa Ömer'in o melun yürüyüşten önceki sözleri tıpkı bir evlilik yemini gibi umut ve aşk doluydu:
"Defne… Bundan sonra hayatımız böyle olacak, bütün bu kalabalık dağıldıktan sonra biz kalacağız, ikimiz. Hayatımız boyunca birlikte olacağız. Aynı günü, aynı geceyi, aynı ömrü paylaşacağız birlikte, mutlulukla ve güvenle. Yıllar geçecek, eskimeden, eksilmeden yaş alacağız yine birlikte. Ve ben hâlâ şanslı hissediyor olacağım kendimi, yanımda sen olduğun için, senle bir olabildiğim için. İyi ki varsın sevgilim…"
Karşılığında, Ömer bunları söylemeden önce etrafa gülücükler saçarak nikâh anını bekleyen Defne'nin bomboş bakışları… Ve "Ömer benim sana bir şey söylemem lazım" deyişi, panikle… Defne bu lafın ardından hiç konuşmasaydı bile ben olsam koca bir soru işareti oluşurdu zihnimde ve hiç tereddütsüz "evet" diyemezdim nikâh memurunun sorusuna. Böyle bir aşk itirafı ve sonsuzluk yemininin karşılığı olarak dillerden sevgi sözcüklerinden başka ne dökülse çirkin olur çünkü…

Ve bana 15 Mart'ı hatırlatmıştı Ömer'in cümleleri. Annesinin ölüm yıldönümünü tek başına ve karanlıkta geçiren Ömer'in ışığı, umudu, geleceği olan sözler söylemişti Defne. Bir evlilik yemini edilecekse, en güzellerinden birini etmişti Defne:
"Bundan sonra 15 Mart'ta pazı dolması yapacağım. Sonra ışıkları açıp akşam birlikte yiyeceğiz. Sonra sen bana annenle ilgili anılarını anlatacaksın, ben de 'bunu anlatmıştın' falan demeyeceğim hiç… Acı tatlı ne varsa sabaha kadar konuşacağız. Sonra sarılıp uyuyacağız, yine birlikte. Sabah uyandığında yine yanında ben olacağım. Çünkü artık yalnız değilsin, ben varım. Bundan sonra yanında hep ben olacağım, gülerken, ağlarken ellerini hep ben tutacağım, hiç bırakmayacağım."
Ama sarıp sarmalamak, yaralarını iyileştiremese de yanında olup elini tutmak istediği adamı kocaman bir ateşin içine atıp tek başına çıkmasını bekledi…

Defne'yi istemeye gittikleri evde dedesini gördüğünde aldığı hale büründü Ömer'in suratı: öfke, hayal kırıklığı ve kandırılmışlık okunuyordu her ikisinde de… Ve hiçbir şeyden ders almayan Defne, bir önceki hatasından da ders almamış ve yanlış zamanda, yanlış yerde kurduğu birkaç cümle ile hepimizi birden üzmeyi başarmıştı.

Şimdi durup bakınca, bir tarafta ne olursa olsun güvenmeyi ve birlikte bir yola çıkmayı seçen Ömer, bir tarafta Ömer gibi bir adamın bekârlığa veda partisinde 'istenmeyen' şeyler yaşayabileceğini 'düşünebilen' bir Defne. Bütün ayrılıklarına sebep güvensizlikken o imzayı atmayı kabul eden, imzadan hemen önce de neyin üzerinde durduğunu bilmediğimiz o güvenin altını tüm gücüyle oyan bir Defne. Defne'nin hikâyesine yoldaşlık etmeyi kabul etmişken Ömer'in tarafını tutuyor olmak istemiyorum ama Defne'yi anlayacak ya da ona hak verecek bir şey de bulamıyorum.

"Ömer bunu hak etmemişti" de diyemiyorum zaten. Kendisine böyle bir oyun oynanmasını elbette hak etmedi. Ama müdahale edebileceği yerlerde etkisiz kaldı: Defne'nin bir şeylerden çekindiğini bile bile onu engelleyen şeyin peşine düşmedi, onu konuşturmadı. Zaten baştan beri hiçbir zaman konuşan, oturup lafın lafı açtığı amaçsız sohbetlerle sabahlayan, böylece birbirlerini enikonu tanıyan bir çift olmadılar. Buna rağmen akışına bırakmak yerine sürekli 'evlenelim' diyen de Ömer oldu. 20. bölümdeki evlilik teklifini izledikten sonra, yalnızca 5 aydır tanıdığı biriyle evlenecek karakterde biri olmadığını düşünmüştüm Ömer'in. Çünkü mükemmeliyetçiliği onu fazla sağlamcı ve bu yüzden de çoğu zaman hareketsiz hale getiriyor: Hata yapmamak için hiçbir şey yapmamak gibi bir şey… 'Evin kapısını kapattığında içeride de gerçek olabilen bir şey' ararken başladığı hikâyede, aradığını bulduğunda evin kapılarını bir an önce kapatıp kafasını rahat ettirmeye çalışan düz bir adama dönüştü Ömer.

Yani Defne Neriman'la, Ömer de Defne ile bölüştü suçu…

***

Kiralık Aşk yolculuğuna misafir olmaya karar verdiğimde bilmek, öğrenmek ve elbette görmek istediğim çok şey vardı. Ve 52 bölüm sonunda cevaplanmayan pek çok soru, anlatılmayan pek çok hikâye kaldı bende…

Ömer, Defne ile Sinan arasında bir şeyler yaşandığını düşünüyorken, "şirket çatısı altında duygusal ilişki yaşanmasını çok doğru bulmuyorum" demişti Defne'ye. Bunun Defne'yi Sinan'la görmek istemediğinden kaynaklandığını hiç düşünmemiştim ben, gerçekten şirkette 'özel' şeyler yaşanmaması gerektiğini düşünüyor sanmıştım. Evdeki sorunları evde bırakmak gibi yani… Ama Ömer Defne ile sevgili olunca bu sözlerini derhal unuttu. Defne de bunun hesabını hiç sormadı.

Benzer şekilde, Ömer de Defne'ye, Gurur ve Önyargı'yı kendisine neden Yasemin'in verdiğini sormuş ve yanıt alamamıştı. Soruyu yanıtsız bırakmakla kalmamış, bir de istifa etmişti Defne. Defne'nin o kitabı alabilmek için kitapçının raflarını temizlemesinden bu kadar etkilenen Ömer'in bu sorunun yanıtını almak için daha sonra hiç uğraşmamasını da hiç anlayamamıştım ben.

Neriman'ı sakinleştiren, Koray'ın hezeyanlarını dizginleyen Mine'yi tanımak istiyordum; Neriman'la yolları nasıl kesişmiş, bu gelgitli ilişkiyi nasıl kurmuşlar ve korumayı nasıl başarmışlar, bu kadar tantana ortasında sakin kalmayı becerebilmek için nasıl yollardan geçmiş, Neriman'ın yanında olmadığında neler yapar, nasıl yaşar görmek isterdim.

Defne'nin Passionis'e gelişiyle değişip gelişenin yalnızca Ömer, Sinan ve Yasemin olmasını değil; Passionis'in baştan aşağı yepyeni bir yer olmasını görmek istiyordum ben. Derya'yı tanımak, hikâyesini dinlemek, bir tip olmaktan öteye geçmesini izlemek istiyordum. Oysa Derya yalnızca oradan oraya laf taşımak için kullanıldı 52 bölüm boyunca.

Şirkette çokça işe yaradığı halde 'görünmez' olan Vedat'ı merak ediyordum. Henüz onu tanıyamadan Vedat gitti, yerine Zübeyir geldi, onun da hikâyesine vakıf olamadık. Koray'ın kaprislerini karşılamaktan ve şirketteki dedikodu akışına hız vermesinden başka bir katkısını da göremedik.

Ayrıca Defne'nin şirket çalışanlarıyla ilişkisi de çokça sorunlu. Nazlıcan, Derya, Vedat, Zübeyir, Ozan… Hemen hepsiyle yalnızca işi düştüğünde diyalog kurdu ve onlar -dedikodu malzemesi edinmek amacıyla bile olsa- kendisiyle konuşmaya geldiklerinde verdiği karşılık hep "sana ne", "uzattın ama", "çekil" gibi tek taraflı cümlelerle oldu. Oysa bu Defne, hiç tanımadığı Gallo ile bir günde kankaya bağlayabilecek kadar sıcak, minnoş bir insandı. Buradan bakınca Passionis'te Defne'nin gıybetinin yapılıyor olması o kadar da tuhaf gelmiyor; onların gördüğü, tanıdığı Defne işi düşmedikçe konuşmayan, patronlar dışında kimseyle arkadaşlık kurmayan biri…

Şirketin sık sık varoluş problemleri yaşamasından ve hep bir mucize ile kurtulmasından söz etmek dahi istemiyorum. Tabii Chérie'den de...

Defne'nin atacağı her büyük adımda yoluna çıkıp "200 bin lira" kozunu oynayan Neriman, Eymen'e verdiği paranın peşine niye hiç düşmedi? Sude'ye güya ilk görüşte âşık olan Eymen, neden bir anda yok oldu? Neden düşmedi sevgisinin ardına?

Fikret neden Deniz Tranba'dan aldığı çeki neden direkt Defne'ye verdi? Defne, o çekin üzerinde Tranba imzasının olduğunu bile bile neden bozdurmak yerine götürüp hemen Neriman'a verdi?

En büyük beklentim ve dolayısıyla en büyük hayal kırıklığım da Deniz Tranba oldu ilk sezondan. Devrim Yalçın'ın adını duyunca bile heyecanlanan biri olarak, henüz yalnızca sesini duyduğumuz 15. bölüm fragmanından sonra bir Deniz Tranba yazısı yazmaya başlamıştım bile, ama Deniz karakteri o kadar geri planda kaldı ki 30 küsur bölüm boyunca, ben o yazıyı tamamlayamadım zira Deniz'in hikâyesine dair ufacık bir fikrim bile yok. 'Ömer'in kışını getirme' iddiasıyla ortaya çıkan biri bu kadar kifayetsiz kalmamalıydı. (İkinci sezondan en büyük dileğim budur: Deniz'i tanıyalım ve ben o yazıyı tamamlayabileyim.)

Son olarak, yeni sezonla ilgili beklentilerimden ve tahminlerimden bahsetmek istiyorum biraz; ne de olsa kehanetlerde bulunarak çıkmıştım bu yola…

Yayınlanan tanıtımlarda Defne'nin karnında bebek, Ömer'in elinde yüzük avına çıkanlar oldu çok sayıda… Açıkçası ben, bizim yokluğumuzda kavuşan bir #DefÖm görmek istemiyorum. Bütün bu sorunların nasıl çözüleceğini görmek için komşu oldum bu hikâyeye, benim göremediğim bir yerde, nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde sorunları ortadan kaldırmış olduklarını görürsem hayal kırıklığı yaşarım. Zaten Ömer ve Defne o kadar az şey konuşup paylaşıyorlar ki, bir de dev bir kaya misali yolumuza çıkan bu sırrı nasıl aştıklarını görmeyeceksem neyi izleyeceğim?

Defne ve Ömer'i ayrı ayrı görmek istemeyenleri anlamıyor değilim, ama böyle bir sezon finalinden sonra öncelikle ayrılık görmek isterim. Zaten sorunlarını konuşarak çözmek yerine sorunların üzerinden atlayıp geride bıraktıklarını zannederek ilişkiye devam ettikleri için sürekli çatırdıyor bir şeyler, bir de oyun ortaya çıkınca her şeyin yerle bir olmasına şaşırmamak gerek. Ve sezon finalinde kalbimize sapladıkları o bıçağı birkaç tur döndürsünler içimizde, ne de olsa sonuçta kazanan aşk olacak, bu yolda beraberce acı çekmeye değer.

Defne ve Ömer'in evlenmediği, iptal olan düğün sonrası Ömer'in Roma'ya gittiği yorumunu yapmak çok kolay. Bir süre sonra Ömer herkesi Defne'ye benzetmeye başlayacaktır. Derken bisikletiyle geçerken uzun, kızıl saçlarını savuran bir kadına rastlanır, peşine düşülür, kadının yüzü görülür, Defne olmadığı anlaşılır… Ve artık dönme zamanının geldiği de…

Bu esnada Sinan ve Defne birlikte çalışmaya başlamış olmalı yeniden, Seda da şirketin yeni Konsept Danışmanı olsa gerek… Fragmanda gördüğümüz küçük kız çocuğunun Seda'nın kızı olduğunu düşünüyorum. Hatta Seda, Sinan'ın eski sevgililerinden biri olabilir ve küçük kız da Sinan'ın çocuğu olabilir -biraz klişeden kimseye zarar gelmez. Sinan karakterine babalık yakışacaktır.

Ömer'in "başlıyoruz kardeşim" sözünü Sinan'a söylediğini sanmıyorum -muhtemelen Pamir'e söylüyor- ama açıkçası bir başkasına "kardeşim" demesini kabul edebileceğimi de sanmıyorum. Buna ikna olabilmemiz için Pamir'in de geçmişten gelen biri olması gerekir. Zaten şimdiye dek diziye yeni katılan herkes geçmişten geliyordu: Feryal, İz, Gallo, Selim, Deniz…

Peki, Ömer neye başlıyor? Öncelikle bıraktıklarını yeniden elde etmeye çalışacak olmalı. Yeni bir şirket kurup pazardan pay alma mücadelesinde hem Sinan'la hem de Deniz'le karşılaşacaktır. Umarım bu yolculukta Ömer de kirlenir biraz. Aklıma gelen bir diğer ihtimal de Pamir'in, Passionis'te Ömer'in yerine gelen 'senior' tasarımcı olması. Malum, Defne daha 'junior'. Ömer geri döndüğünde Pamir'i kendi şirketine transfer ederek hem Defne'den uzaklaştırabilir, hem de rakibinin elini zayıflatabilir…

Pamir, Ömer ya da Sinan'la değil, Deniz'le de çalışıyor olabilir ama Deniz'in koltuğunu paylaşacak biri olduğunu sanmıyorum. Zaten sarsılmaz da bir bütçesi var, o yine tek tabanca takılıyordur. Ah bir de şu giyotinin hikâyesini öğrenebilirsek… ^^

Fragmanda Defne'nin söylediği ninninin yeğeni İso için olduğunu düşünüyorum. Defne'nin hamile olması ya da Ömer'den habersiz bir çocuk dünyaya getirmesi, izlemek istediğim en son şeyler bile değiller… Çocuk gibi bir zorunlukla değil, aşkla ve güvenle bir araya gelmeliler.

Bu arada, izlemek istemediğim bir diğer hikâye de Defne'nin annesinin ortaya çıkışı olur. Gitmesiyle bitmiş bir hikâye o bence, deşmeye gerek yok. (Ama deşilecekse, Defne'nin annesi olmaya en uygun oyuncunun Gülçin Santırcıoğlu olacağını düşünüyorum, naçizane.)

Ucundan, kıyısından tutturmuş ya da bütünüyle alakasız tahminlerde bulunmuş olabilirim, ama bu oyunu seviyorum. Tutturmuş olmak kadar yanılmış olmaktan da mutlu olacağım, zira bu hikâyeyi şekillendiren zihinlere, söze döken kalemlere güveniyorum… Ne çare, ben de çoktan bölüşmüşüm suçu katilimle, ta ilk bölümde!

"Şimdi seyrediyorum kendi sinemamı Haberin yok sonundan Ya da var mı filmin devamı?"*

*Betül Demir'in "Mıknatıs" şarkısından, söz: Sezen Aksu