25 Nisan 2016 Pazartesi

İstanbul Sokakları: "Ve mutluluk bir kibrit çöpü…"

İstanbul Sokakları - İlk Bakış

Caner Cindoruk ve Gizem Karaca'nın başrolleri oynadığı, Rıza Kocaoğlu, Naz Elmas, Derya Alabora, Mine Teber, Mehmet Çevik, Berkay Ateş, Güven Murat Akpınar gibi isimlerin onlara eşlik ettiği, Gold Film'in Show TV için hazırladığı yeni dizi Pazartesi akşamı ilk bölümüyle ekrandaydı. Senaryosunu Zülküf Yücel ve Zehra Yücel'in yazdığı dizinin yapımcısı Faruk Turgut, yönetmeni ise Faruk Teber.
Olaylara boğulmayan, derli toplu, sakin bir ilk bölüm izledik, bütün karakterleri biraz biraz tanıyarak. Nazlı (Gizem Karaca) atanamamış bir resim öğretmenidir ve aile bütçesine katkıda bulunmak için seyyar börekçilik yapmaktadır. Fırat (Caner Cindoruk) ise zengin bir ailenin oğlu ve şirketlerin yöneticisidir. Fırat börek almak istediğinde karşılaşır ve ilk görüşte birbirlerinden etkilenirler. Belki de tanışıp konuşacaklarken Fırat, silahlı adamların saldırısına uğrar ve doğuştan kalp hastası olan Nazlı onu kurtarırken bayılır.
Sonrası karakterleri tanıdığımız ve Nazlı ile Fırat'ın birlikte çok güzel olacaklarına ama birbirlerine neden açılamayacaklarına, neden birlikte bir yola çıkmayı tercih etmeyeceklerine ikna olmamıza yetecek kadar olay ve hikâye ile geçti. Sonunda ise soru işaretleriyle dolu açılış sekansını tekrar gördük.
Hikâye, seyirciyi hiç yormadan aktı geçti. İzlemeye 40 dakika kadar geç başlayıp izlerken bir yandan başka işlerle de uğraşmama rağmen içine girmekte hiç zorlanmadım. Bu yüzden tekrarını da izleyip eksiklerimi tamamlarken de sıkılmadım. Piyasada bağır çağır işler yapan onca dizinin arasında tutunabilir mi bilmem ama, ekranda kaldığı sürece diziyi izleme kararı almakta da hiç zorlanmadım.
Aramızda Kalsın'dan bu yana Caner Cindoruk'u yeniden ekranda görmek için sabırsızlanıyordum -gerçi o, tiyatro sahnesinde (Köpek, Kadın, Erkek) ve beyaz perdede (Çalsın Sazlar) bizi kendinden hiç mahrum etmedi ama ekrana çıkması, her hafta evimize konuk olması başka bir şey- ve bütünüyle iyi ya da kötü olmayan bu karakteri izleyecek olmaktan memnunum. Karakterler ikircikli, Fırat'ın cümleleri de öyle. "Benim tarlama karpuz ekenin bir tarafından hıyar çıkar", "Sen adam vurduğunda bela okurlar, ben vurursam sela" gibi aforizmik cümleleri sevdiğimi söyleyemeyeceğim.
Gizem Karaca'nın ekrana çok yakıştığını düşünenlerdenim. Nazlı'ya henüz çok inanmadım ama Benim Hala Umudum Var'daki Umut'tan ve Güzel Köylü'nün Gül'ünden farklı birini izledim ekranda, şimdilik bu da yeter. Ayrıca üniversite okumuş ama bunu bir marifetmiş gibi göstermeyen, zaten olması gerekeni yapmış bir karakter olmasını da sevdim Nazlı'nın. Kadınların okumasının bir istisna hali olmadığına dizilerimiz de alışsa iyi olur. Odasına çekilip Nazım Hikmet okuyan (Yatar Bursa Kalesinde), Edip Cansever'den alıntılarla konuşan bu kadını ben sevdim, uzun uzun izlemek isterim.


Şu çantayı tutuşundaki acemilik bile Gizem Karaca'nın oyunculuğu hakkında sağlam ipuçları veriyor.
Rıza Kocaoğlu'nun karakteri Cemil'i de sevdim. Belki Rıza Kocaoğlu'nu böyle şehirli, zengin ve marjinal bir karakterde görmeye alışık olmadığımdan özellikle konuşma biçimini çok garipsedim ama kötü adam izlemeyi severim, kaliteli kötü adam izlemeyi ise daha çok severim. Vivaldi ile uyanan, Fransızca konuşan, elit zevklere sahip bu adamı izlemek keyifli olacak. Ama bu marjinal karakterin sıradan kötülerden daha farklı türden bir kötü olmasını, örneğin maskeli, silahlı adamları sokak ortasında Fırat'ın üstüne salmaktan daha orijinal fikirlerle karşımıza çıkmasını bekliyorum. Ayrıca, hemen her dizide zenginler var, fakat ilk kez akıllı evi olan birini görüyoruz. Bakalım daha başka neler göreceğiz…
Naz Elmas'ın da şeytanın bacağını kırmasını ve hem dizinin devam etmesini hem de onun bu dizide devam etmesini istiyorum artık, çünkü nişanlısı Cemil'den hoşlanmayan, Fırat'a âşık olan ve bunları saklamayan Sibel'i de sevdim.
Derya Alabora, Mine Şenhuy Teber, Berkay Ateş ve Güven Murat Akpınar izlediğin her yerde beğendiğim, içinde bulundukları işe renk ve estetik katan muhteşem oyuncular; fakat ilk bölümde Nazlı'nın babasını canlandıran Mehmet Çevik'e hayran oldum. Nazlı'yı uyandırmak için odasına gittiği sahnede, kalp hastası olan kızının o sabah uyanamayacağını düşününce yaşadığı korku ve döktüğü gözyaşları, Nazlı uyanınca o perişan halini görmesin diye odadan kaçışı çok güzeldi ve bence dizinin en güzel sahnesiydi.
İstanbul Sokakları şarkısını çok severim ama jenerikte ve bölüm içinde defalarca kullanılan versiyonunu hiç sevmedim. Bize daha "şehirli" bir hikâye sunulduğu için bu arabesk versiyonu yakıştıramadım. Dizi içinde kullanılan diğer eserlere ve tema müziklerine daha uygun bir versiyon yapılabilirdi.
Sonuç olarak yaratılan dünyayı ve karakterlerin bize vadettiklerini sevdim, gelecek bölümleri merakla bekliyorum…

(Bu yazı ilk olarak 20 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

22 Nisan 2016 Cuma

Bir bahar akşamı rastlaşmayalım n'olur…


İzmir'de insanlar ilkbahar ve sonbaharı aynı sözcük çiftiyle karşılarlar: 'Ne giysek?' Ne giyilse ya sıcak ya soğuk gelecektir, ortayı bulabilmek ya gerçekten büyük yetenek ya da sadece şans işi. Havalar biraz ısınınca ortalıkta şortla gezmeye başlayan da, montunu bütün gün elinde gezdiren de, güneşli Eylül sabahlarında evden çizmeyle çıkan da, Ağustos'un en sıcak günlerinde bile çantasından şemsiyeyi eksik etmeyen de emin olun İzmirlidir. Bu insanların hepsi, bu hareketlerini gerekçelendirecek en az bir anılarını paylaşırlar, sorarsanız eğer.

Yarattığı bütün o akıl karışıklığına rağmen, İzmir'de İlkbahar ve sonbahar genellikle birkaç haftada gelip geçer hayatlarımızdan. Onlar geçer, kafa karışıklığı kalır bir süre daha...

Yazdan sonbahara geçişte yaşadığım kafa karışıklığı ve can sıkıntısını ayniyle tekrar yaşıyorum bugünlerde. Hayat gailesinin omuzlara yükledikleri ve 'bahar yorgunluğu' bir yana, sadece giyecek şey bulamadığım için bile yataktan çıkmak istemediğim günler bunlar. Okulu arayıp, "hayati bir meseleden dolayı bugün gelemeyeceğim" diyebilme şansım olsaydı bile diyemiyorum, çünkü bu yalnızca günü kurtarır. Ertesi gün aynı dert sil baştan: 'ne giysem' vol.2, 'giyecek hiçbir şeyim yok' vol. 26876532315.

Aynada kendini aslında olduğundan daha iyi ya da daha kötü görme durumunun ruh durumuyla paralel olduğu su götürmez, yani aslında aynaya, ne göreceğimizi bilerek bakar ve görmeyi beklediğimizi görürüz çoğunlukla. Özellikle de biz kadınlar… John Berger'ın dediği gibi, "erkek aynaya bakar, kendini görür; kadın aynaya bakar, dışarıdan nasıl göründüğünü görür".

Ama bazen de gerçekten aklımızda bir soru işareti ile yöneliriz aynaya, nasıl olduğumuzu görmek için. İkinci aşama olarak nasıl göründüğümüz onun ardından gelecektir zaten… İşte bu mevsimde, her sabah bir soru işareti ile bakıyorum aynaya ve her gün, bir öncekinden daha kötü bir yanıt alıyorum… Hani, gözlerimdeki karanlığa rağmen, yüzümü, saçımı, kıyafetimi beğenecek olsam, gene de şükredeceğim… Ama olmuyor. Ne yapsam ne etsem sorularıma olumlu yanıtlar alamıyorum aynalardan.

Yine de bir şekilde çıkıyorum işte evden, ne de olsa erken kalkmak, işe gitmek mecburiyetten… Aynalar benim tarafımda değil, hiç değilse evle iş arasında sokaklar olmasa, o sokakların her bir köşesine alışmış olmasam, sokaktaki kediler bile hangi köşeden döneceğimi biliyor olmasa, tanıdık bildik birilerine rastlama olasılığı olmasa… Savaş meydanına cephanesiz çıkmışım gibi bir ruh hali yaratıyor baharda sokaklar… Aynalarla sevişirken hiç böyle değildi oysa, herkes, her şey, her ağaç, her bina yabancıydı sanki, ben yabancıydım şehre ve kediler de ilgilenmezlerdi benimle ve sokak, bir olasılıklar deniziydi, hiçbirini tanımadığım ve 'hayatımın aşkı' dönebilirdi bir köşeden, burun buruna gelebilir ve evreni görebilirdik birbirimizin gözlerinde veya es geçebilirdik birbirimizi, neyi kaçırdığımızı hiç bilmeden… Oysa aynalar cevapsızken bütün yollar karanlıklara çıkıyor, her döndüğüm köşede duvarlar, olasılıklar bulut olur yağmamaya biriken.

Bir yaz akşamında ya da bir zemheri ayazında karşılaşmak her şeyden daha sıkıcıdır belki bazılarına -sevdanın ve şiirin ustası Ahmed Arif sevmezdi Aralık ayını mesela, netameli bulurdu- bana sorarsanız bir şiirin doğması için en uygun zamandır bunlar, asıl bahardır netameli olan, kararsızlıkları mesken edinen. Umudun uçarı baharlarda çiçek açtığını inkar edecek değilim ama çiçeğin meyveye dönebilmesi için yazın ya da kışın olgunluğuna, dinginliğine ve aklına ihtiyacı var bence. Yolumuz kesişsin istiyorum bütün kalbimle ama, dizginsiz baharlarda değil, durağan yazlarda, aklıselim kışlarda çık karşıma ey aşk!

Yakışıklı çocuğun yakın arkadaşı...

Kördüğüm 15. Bölüm Yorumu
 
Yerli dizilerin çoğunda, hikâyenin ana aksı başrollere kilitli ve bazı karakterler de yalnızca uzamakta sınır tanımayan bölüm sürelerinin doldurulmalarına hizmet etmek için var. Yan hikâyelerin konuları olmaktan bile o kadar uzaklar ki onları diziden çıkarsak akıştan hiçbir şey eksilmez. Kördüğüm’le ilgili olarak en çok sevdiğim şeylerden biri de bu, yani hikâyenin başrollerle sınırlı kalmaması, odağın sürekli olarak değişmesi. Son birkaç bölümdür ana karakterler Ali Nejat, Naz ve Umut değil de Feyza, Murat ve Neslihan gibi sanki. Ve hiç şikâyetim yok, hepsi şiir gibi oynadığından bu üçlüyü seçerdim ben de, tercih şansım olsa. Zaten aralarındaki çekim ve çekişme de hikâyemizin önemli bir parçası.
 
Murat’ın geçen bölümün sonunda sunduğu teklif Karas Holding’de hizip yaratmıştı. Ali Nejat, bu girişimin son derece riskli olduğunu düşünerek çekincesini belirtmiş, Mert ve Oğuz da Ali Nejat’a destek vermişti. Tarık Bey ise Murat’a güvendiğini ifade ederek bu işe olumlu baktığını ve itirazları dikkate almayacağını belirtmişti. Oğuz’un Ali Nejat’ın tarafında olması, benim, Murat’ı Enver Bey’in yolladığı tezimi çürütür nitelikte. Demek ki bu savaşın ikiden fazla tarafı var, kördüğüm diye de buna denir zaten.
 
Öte yandan, kendi çocuklarına güvenmeyen, onları her fırsatta eleştirmekten ve hatta aşağılamaktan imtina etmeyen Tarık Bey’in Murat’a bu denli güvenmesi de, Murat’ın babasının intiharında Tarık Bey’in etkisi olduğu fikrini güçlendiriyor. Bu konular daha da genişleyecek ilerleyen günlerde.
 
Umut’un holdingde belirivermesi Ali Nejat’ı şoke etti. Umut’un olanlardan haberi olmadığı için o, şirkette boy gösterme derdinde sadece.  Ali Nejat şoku atlattıktan sonra Umut’un Murat için çalıştığını öğrendi ve bu da Murat’ı aslında o kadar da iyi tanımadığının ikinci işareti oldu. İlki Genco’yu dövdürmesiydi malum. Böylece Murat’la ipleri koparma kararı aldı Ali Nejat. Bütün bunları gerçek bir sükûnetle yapıyor olmasına her seferinde şaşırsam da bu haline bayılmaya devam ediyorum Ali Nejat’ın. Hem televizyon ekranı hem de sokaklar, kimseyi dinlemeyen, sadece bağıran ve her işini bağırarak halleden insanlarla dolu artık; bunların ardından Ali Nejat’ın dinginliği bana çok iyi geliyor.
 
Ali Nejat Umut’un yaşadığını haber vermek için Naz’ın yanına gitmese bölüm boyunca hiç karşılaşmayacaklardı. Aslında öyle bir bölüm izlemek de ilginç olurdu, ama Ali Nejat’ın hemen ardından Umut’un da Naz’a gelmesiyle öyle güzel bir sahne izledik ki, başka olasılıkları düşünmek istemiyorum. Naz, Ali Nejat’a sarılmakta tereddüt etti ve sarılmamayı seçti, Umut’un yaşadığını öğrendikten sonra. Umut da bir kucak umutla gelip evde Ali Nejat’ı görünce bocaladı, gitmek istedi. O zaman kendini koyverip sarılıverdi Umut’un boynuna Naz, hem de kocaman kocaman bir sarılma. Ben bir “ohh” çektim o anda. Ali Nejat’ın bu sarılma sahnesine bakıp bakıp gözlerini kaçırması da tıpkı bir annenin, aşı yapılırken çocuğuna bakamaması gibiydi. Ürkek ve anlayışlı ve çok gerçek...


Ay bakamıycam!
 
Bu arada, Umut’un annesinden önce Naz’a gitmesine de dikkat çekmek istiyorum. Naz’ın Leyla’ya “Umut’u bir dost gibi, bir alışkanlık gibi seviyorum” dediği şey tam da bu bence. Çok acı ve yine çok gerçek.
 
Ali Nejat, Murat’la bütün iş ilişkisini bitireceğini ilan ettikten sonra araba projesini hayata geçirebilmek için son kez şansını denedi babasıyla. Tabii ki yine reddedildi. Neticede araba projesine maddi kaynak bulabilmek için tek çaresinin şirketteki hisselerini satmak olduğuna kanaat getirdi. Bu haber Tarık Bey’i çıldırttı elbette. Murat’ı ise heyecanlandırdı. Bakalım hisselerin sahibi Murat mı olacak yoksa Enver Bey mi girecek devreye?
 
İbrahim’in hikâyelerinin bağımlısı olmuştuk birkaç bölümde ama bu konu da ihmal edildi sanki biraz. Fakat Amir’i kenara çekip bir hikâye anlatacakmış gibi söze yumuşacık başlaması, ardından “Senin traşın gelmiş birader” diye sert bir çıkışla lafı noktalaması muhteşemdi. Hikâye anlatmadan da çok şey söyleyebiliyormuş İbrahim, ne hoş.
 
Evde bir çocuk varsa zaten hiçbir şey gizli kalmaz. Kaan iki cümle ile 15 bölümlük sırrı afişe etmeyi başardı. Neslihan, Enver Bey’le bir ilgisinin olmadığına Feyza’yı ikna ettiğini sanıyor ama bence Feyza bunu yemedi. Ayrıca Neslihan’ın köşkte prensesler gibi takılmasına birilerinin ses çıkarıyor olması da içimin yağlarını eritiyor. Hem evde çalışanlar bunu dile getirmeye başladılar hem de Feyza fırsat buldukça veriyor Neslihan’ın ağzının payını. Son haftalarda Neslihan sürekli olarak taca çıkarılıyor ve Tarık Bey’in son dakikada topu çevirmesi ile kendisini yeniden oyunda buluyor. Bu hafta da aynısı oldu ama fragmana güvenecek olursak Neslihan’ı gelecek hafta izleyeceğimiz yer olsa olsa yedek kulübesi olacak. Hadi inşallah diyelim. ^^
 
Bu arada, Neslihan’ın laf arasında adını verdiği Selma’nın kim olduğunu da çok merak ettim. Umarım yakın zamanda müşerref oluruz kendisiyle. Kadınlar arasında da yeni bir cephe açılmasına hiç itirazım olmaz.
 
Neslihan’ın Ali Nejat’a olan ilgisinin çıkış noktası neydi bilmiyorum ama Murat’la ilgilenmesinin tek sebebi, Murat’ın Feyza’ya ilgi göstermesi bence. Bu yüzden Murat’ı yatağa atarak Feyza’ya giden yolu kestiğini zannetti ama yine kendi kalesinde gördü golü. Murat’ın oyununu böyle pervasızca oynaması da benim dişlerimi kamaştıran bir etki yaratıyor, çok memnunum bu halden. Ali Nejat’a yönelik olarak büyüttüğü öfkesinin yalnızca yancı olmaktan kaynaklandığına ikna olmuş değilim ama yakışıklı çocuğun yakın arkadaşının geri dönüşünü izlemek yine de çok keyifli.


Şu surat ifadesinden her hafta bir doz alalım lütfen.
 
-          Olay örgüsüne lafım yok ama diyalogların güçlendirilmesi arzumu yineliyorum. Ali Nejat'ın ağzından "ne pahasına olursa olsun bu arabayı yapacağım" cümlesini her bölüm birkaç kez duyuyorz mesela. Umut da sürekli, "Ben onun için değil araba tasarlamak, kapı kolu bile çizmem" ve benzeri cümleler kurup duruyor. Tamam, bunlardan eminiz, artık başka şeyler duysak?
-          Ben dizi yavaş gidiyor dedim ve hızımız iyice azaldı. Geçen bölüm yaklaşık 30 saatlik bir zaman dilimini izlemiştik, bu hafta 24 saati bile dolduramadık. Bir arkadaşım üşenmeyip saydı, 25 Şubat’a denk gelen 8. bölümden bu yana sadece 12 gün geçmiş, yani bölüm sonunda 8 Mart gününün sabahında kaldık. Doğum günü kutlanan fakat doğum tarihi bizden esirgenen Ayhan da 5 Mart doğumlu bir balık burcuymuş bu hesaba göre. Bu durumda Barış’ın doğum gününe de 9 gün kalmış oluyor.
 
-          Fakat bu hesabın doğru olmadığını bize gösteren iki şey yakaladık: İlki, Naz ve Umut’un boşanma davasının Cumartesi gününe denk gelen 5 Mart’ta görülmüş olması. İkincisi ise, 31 Mart tarihinde yayınlanan 13. Bölümde Gökçe’nin telefon ekranında 24 Mart tarihinin görülmesi. Dizide geçen günleri bu şekilde sayamayacağımızın farkındayım ama aradan hiç zaman geçmiyormuş hissi çok rahatsız edici, örneğin Genco'nun yüzündeki yaralar 3 bölümdür aynı tazelikte. Bizim de kafamız karıştı, bir yerlerde bir tarih geçse de rahatlasak.
 
-          Karas Holding binasının içindeki kocaman ağacı görünce çok mutlu oluyorum her seferinde. Bina dikmek için ağaç kesmek yerine bunu düşünenleri tebrik etmiş olayım, ellerine, yüreklerine sağlık.
 
-          8. bölümde okula başlamıştı Kaan, sonra bir daha okul lafı edilmedi. Kaan okula gidiyor da bizim haberimiz olmuyor diye de düşünemiyoruz, çünkü sabahları evde saklambaç oynanabiliyorsa Kaan okula gitmediği için. Çocuğu okula gönderin bence, saklambaç haftasonu da oynanabilir.
 
-          Ali Nejat’a giydirilen gömleklerle ilgili bir şikâyetim var. Gömleklerin kolları o kadar dar ki Ali Nejat yürüyen bir hava yastığı gibi görünüyor. Ekranda geniş pazulara sahip pek çok oyuncu var, hiçbirinin gömleği böyle bir görüntü yaratmadığına göre bunun bir çözümü vardır diye düşünüyorum.


Kol, kol değil, hava yastığı...
-          Naz’ın çalıştığı hastanede başka bir uzman çocuk doktoru yok galiba, gelir gelmez bütün hastaları taburcu etti, her şey onun dönüşünü bekliyormuş gibi.
 
-          Hasan Amca’yı iki haftadır göremiyoruz, tabii aslında zaman pek de geçmediği için Kaan özlememiş olabilir dedesini ama biz özledik.
 
(Bu yazı ilk olarak 14 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

15 Nisan 2016 Cuma

Yaşasın Kötülük!

Kördüğüm 14. Bölüm Yorumu

Umut, bugüne kadar 'aptalca' diye nitelendirilebilecek bir sürü şey yaptı. Bunların en aptalcası o silahı Ali Nejat'a doğrultması ise, ikincisi de o silahı orada bırakıp gitmeye kalkışmasıdır. Neyse ki bütün aptallıkları yuvarlanıp büyüyerek bir çığ oluyor ve tam da Umut'un tepesine düşüyor yine. Ama çığ bu, düştüğü yer öylesine büyük ki, Umut'la beraber pek çok hayatı tarumar edecek.

Evlerde telaşlı bir sabahla başlıyor yeni gün. Feyza yine çiçekler açıyor, Murat'la kahvaltıya gidecek. Bunu öğrenen Neslihan'da o donuk ifade beliriveriyor yeniden, sorgu başlıyor: "Bu yakınlığınızın özel bir sebebi var mı yoksa sadece birlikte vakit geçirmekten keyif mi alıyorsunuz?" Feyza'nın yanıtı hazır: "Sana ne Neslihan? Bu konuyu niye seninle konuşayım ki?"

Feyza zaten hep direkt konuşan biri oldu, dolaylamalar onun işi değil, o herkese karşı açık ve net. Hatta bazen gereğinden fazla açık ve net, bu nedenle istemese de kırıcı olabiliyor; ama bu bölümde, hemen hemen her karşılaşmalarında Neslihan'a söyledikleri gerçekten Neslihan'ın hak ettikleriydi. Neslihan'ın yaşadığı tedirginliğin boyutundan, Feyza'nın durumunu Enver Bey'e anlatacak kadar tutuşmasından da anlayabiliriz Feyza'nın ne kadar haklı olduğunu.

Genco'nun dövülmesinin Ali Nejat'la bir ilgisi olmadığını biz zaten biliyorduk, kendi işi olduğunu da Murat itiraf etti bu hafta, Ali Nejat'ı rahatlatmak istemişmiş. Ali Nejat çok kızdı, ama çok kızmış hali bile dizideki herhangi birinin normal halinden daha sakindi. Ali Nejat karakterinin sakinliğine gerçekten hayranlık duyuyorum, İbrahim Çelikkol da bunu çok iyi yansıtıyor, bazı durumlarda sakin kalmak, tepki vermemek için kendini tutar insan, ama gözlerinden çıkan alevlerde görürüz bunu, Çelikkol'da bu yok, o gerçekten sakin kalabiliyor ve ben hayranlıkla izliyorum. İşte bu sahnede biraz olsun sinirli -ya da daha az sakin, diyelim- olmasını bekliyordum. Umarım bu sakinliğin sonunda "Yavaş atın çiftesi pek olur" atasözünü hatırlatmazlar bize…

Murat'ın Genco'yu dövdürme işini itiraf etmesinin ardından, Umut'la da anlaştığını ve bu intiharın da bir tezgah olabileceğini düşünmüştüm. Genco'yu dövdürmesi de dikkatleri üzerine çekmemek için olabilirdi. Çok da yanlış düşünmemişim, hesap edemediğim tek şey Umut'un dik başlılığıymış. Ama Umut, dik başlı olabilmek için fazla aptal ve dikkatsiz. Bütün kozları ortaya saçarak kazanma ihtimalini kendi eliyle sıfıra indiriyor. Doğal olarak, Murat'ın birlikte çalışmak için Umut'u ikna etmesi hiç de zor olmadı.

Umut, Murat'la anlaşmak zorunda kalınca Umut'un bir süre ortada görünmeyerek herkesi öldüğüne ikna edeceğini, sonra yenilenmiş bir imajla başka biri gibi ortaya çıkabileceğini düşündük. Sakallarını kesip bir kemik çerçeveli bir gözlük takabilir, giyim stilini değiştirebilir ve 'yeni tasarımcı' kimliğiyle karşımıza çıkabilirdi. "Umut'a ne oldu?" sorusuyla uzun süre boğuşmamıza izin vermedikleri gibi, beklediğimiz türden bir tarz değişikliğini de hemen bu bölümde bize sunmaları harika oldu. Bazı yaraları ısrarla deşseler de bazı büyük olayları gereksiz yere büyütmedikleri için de çok seviyorum bu hikâyeyi…

Ayrıca, Murat "cinayet" lafını ettikten sonra Umut'un bir aslandan kediye dönüşmesi, ne istediğini bilen, kaybedecek şeyi olmayan ve bu yüzden bağırıp çağıran bir adamdan alttan altta ve korkarak bakan bir adama dönüşmesi, bölüm sonunda Karas Holding'e geldiğinde de Ali Nejat'a yönelttiği meydan okuyan,  "Gidişim suskun olmuştu ama dönüşüm muhteşem olacak" diyen bakışları, yani Alican Yücesoy'un bütün bunları yalnızca gözleriyle anlatabilen oyunculuğu muhteşemdi.

Murat'ın zaferleriyle dolu bir bölüm oldu bu, Feyza'yı kendine âşık etti, bunu yaparak Neslihan'ın ilgisini kendi üzerine çekti, Ali Nejat'a sözleşmeyi imzalattı, Umut'u işbirliğine "ikna etti", Oğuz'u gıcık etti ve Tarık Bey'i yanına çekti. Daha ne olsun? Bütün bunları başka başka rollere, ses tonlarına, bakışlara ve mimiklere bürünerek yapan Teoman Kumbaracıbaşı'na da kucak dolusu sevgiler göndereyim buradan.

Böyle iyi yazıldığı ve bir o kadar iyi oynandığı zaman 'kötü' karakterleri izlemeyi başrollerden daha fazla seviyorum ben. Motivasyonunu henüz tam çözemesek de Murat bu hikâyenin karanlık tarafında duruyor. Ve ana karakterlerimiz böyle aptal, düşüncesiz ve hareketsiz oldukça da kötüler kazanacak. Hiçbir şey yapmayarak lekesiz kalınabilir ama buna iyilik diyemeyiz, bu yaşamamak demektir. Kötüler en azından yaşıyor…

Aklıma takılanlar:
  • Geçen haftaki yazıdan sonra bir Twitter kullanıcısı, Naz'ın "Umut benim en yakın arkadaşım" lafına gıcık olduğunu yazdı. Benim en çok sevdiğim repliklerden biri aslında bu cümle. Ama bana bu yorumunu ileten kişi çok haklı. Bu adam senin en iyi arkadaşın da neden oturup iki satır muhabbet edemiyorsunuz? 40 bin lira borcu ödeyemeyen adam hangi parayla gidip cip aldı kendine, niye sormuyorsun?
  • Kaya Akkaya'yı üç bölümdür görüyoruz Murat'ın adamı olarak, kendi adıma çok da mutluyum onu izliyor olmaktan. Ama jenerikte ismi geçmiyor, acaba neden? Ama hem Hatırla Gönül'deki "işin" aynısını yapıyor olması (zengin ve güçlü birinin "adamı") hem de oradaki tipinin hiç değişmemiş olması hiç hoşuma gitmiyor.
  • "Şirketin bir kadın bakışına ihtiyacı var." Bir kadının sadece kadın olduğu için dışlanması kadar, sadece kadın olduğu için kendisine "ihtiyaç duyulduğunun" düşünülmesi de ayrımcılıktır. Feyza telefonun öteki ucunda eridi ama ben hiç memnun olmadım. Evet, ben de Feyza'nın şirketle ilgilenmesini istiyorum ama sadece kadın olduğu için değil. O şirkette Ali Nejat kadar onun da hakkı olduğu ve bu işleri kotarabilecek kapasitede biri olduğu için.
  • Gökçe'nin her fırsatta Emre'ye atarlanmalarından ben çok sıkıldım, Emre'nin de bu tavırlara neden katlandığını anlayamıyorum zaten. Gökçe'nin her çıkışında alttan alması, haklıyken bile özür dilemesi çok sıkıcı. Böyle yapan erkekler, kadınların sürekli trip atmasından da şikayet etmemeliler, çünkü kadını, istediği olmadığında ağlayan çocuklara dönüştüren, onların bu dik duramayan halleri oluyor biraz da. Dik duran bir Emre ve ota çöpe arıza çıkarmayan bir Gökçe izlemek istiyorum ben, çünkü birlikte çok güzeller…
(Bu yazı ilk olarak 7 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Gallo'yu Anlamak: Fikret'in Büyük Çaresizliği

Karşımda Ömer gibi bir adam bulmak istediğimi sandığım zamanlarda kendimi Defne'nin yerine koyduğum oldu benim de. Ama benim aşk hikâyem/hikâyelerim Defne'ninki ile hiçbir açıdan benzeşmediği için bu özdeşleştirmeden kısa sürede vazgeçtim. Ben kendimi çoğunlukla karşılıksız aşk tahterevallisinin yerdeki kanadında, ayakları yere basan ama ağırlığınca hantallaşıp hareketsiz kalan tarafında bulduğumdan, Kiralık Aşk hikâyesi içinde kendimi Sinan'la, Sude'yle, İz'le ve hatta Fikret'le eşleştirmem çok daha kolay ve dolaysız oldu.

Şimdi sizleri, ona hak vermesek bile, Fikret Gallo’yu biraz olsun anlamaya davet ediyorum.
Bana imkânsız geliyor ama, belki de vardır birine hiç uzaktan bakmayan, ulaşamayacağı birini hayal etmeyen, ulaşabilecek bile olsa hareketsiz kalıp yalnız hayallerinde sevmeyi tercih etmeyen birileri… Hani, siz değilseniz bile, eminim çevrenizde görmüşsünüzdür tek başına, uzaktan uzağa, camdan cama seven birilerini… Öyle düşünün…

Bir gün biri çıkıyor karşınıza; sizinle aynı işi yapan, kafası benzer biçimde çalışan, benzer değer yargılarını paylaşan, akıllı, vicdanlı ve güzel biri. Kapılıyorsunuz, onun bir dahli olmasa da. Aşkı başlatan âşık olma fikri değil midir zaten? Bir fikir düşüyor aklınıza… Onu tanıdıkça, yanında, yakınında oldukça büyütüyorsunuz içinizdekileri… Evet onun hayatında biri var, evet başka türlü akıyor onun hikâyesi, yolu başka, ufku başka… Ama kıvılcım çakmış bir kere, kim ister içinden volkanlar taşarken küle dönmeyi?

Karşılıksız aşkın kutsal kitabı der ki: "Önce aşk vardır. Hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar."* Fikret de kaptırdı kendini Ömer'e. (Zaten tümüyle kapılmasak da hepimiz zaman zaman erimedik mi Sinyor İplikçi'nin karşısında?) Fikret de bir umuda tutundu ve düştü içine bir ateşin… Karşılaştıkları ilk gün, bakışları ve cümleleriyle Ömer'in bu umudun kıvılcımlanmasına çanak tuttuğunu da inkâr edemeyiz. Yani önce aşk vardı, gerisi, yani Ömer'in hayatında birinin olması, hayatındaki kişinin kimliği ve sair detaylar ondan sonra geliyordu… Anlaması zor değil.

Bir düşünün lütfen, bırakın âşık olmayı, hoşlandığınız ya da beğendiğiniz birinde, sevdiğiniz bir ünlüde, okuduğunuz bir romanın ya da izlediğiniz bir filmin bir karakterinde kendinize dair detaylar bulmaktan, onlarla ortak özelliklere ya da zevklere sahip olmaktan tuhaf bir mutluluk duymadınız mı hiç? Fikret'e olan da bundan pek fazlası değil…

Simurg'u verdiği kişinin Ömer olduğunu öğrenince iyice alevlendi Fikret'in aşkı. Çünkü kafası karıştı, çünkü bunu bir işaret olarak okumak, her şeyi bununla anlamlandırmak istedi. Kutsal kitabımızın dediği gibi: "Birine âşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. Basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işareti olur çıkar."* Fikret'in bulduğunu sandığı işarete "ne alakası var" yorumunu yapanlara da hatırlatmak isterim, geçmişe döndüğümüz bölümde Ömer'le Defne'yi karşılaştırarak bu işaret arama fikrini bizlere bahşeden de dizimizin ta kendisidir.

Kendisine aşk oyunu oynanan kişinin Ömer olduğunu, Ömer'in sevgilisinin de Defne olduğunu öğrendiğinde Defne'ye söylediklerine de hak vermiyorum, ama anlıyorum. İster istemez bir kıyas yapıyor zihninde ve bu terazide kendisinin daha ağır çektiğine inanıyor. Aşkın hakkaniyetle bir ilgisi olmadığını biliyor aslında, bundandır Defne'nin sırrını ifşa etmeyişi, ama yine de kendi sırrını -ki bu bir sır bile değil, ufak bir detay sadece ve bu detayın böyle büyüyüp bir sırra dönüşmesinin sorumlusu da Defne- ne olursa olsun ortaya dökmek istemesi de yine o umuda tutunabilmek ve en azından o umudu elinde tutabilmek için sadece... Bana kalırsa bunu yine de söylememeli, çünkü elindeki tek kozu bu ve onu da oynarsa umudu da silinip gidecek...

Şimdi ben Fikret'i anlıyorum ama sonunda Ömer Fikret'le olsun demeye çalışmıyorum. Tam tersi, Ömer'in Fikret'le olmayacağından emin olduğum için çok iyi anlıyorum. Siz de hak vermeseniz bile anlayın istiyorum Fikret'i, sonuçta hepimiz, "Aşkın insanı zenginleştirdiğini biliyorduk, fakirleştirdiğini de bilelim."*

*Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz

(Bu yazı ilk olarak 6 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

7 Nisan 2016 Perşembe

"Gözlerinin içine başka hayal girmesin"

Kördüğüm 13. Bölüm Yorumu

İzmir'de bahar demek, çeşit çeşit festival demek! Bir etkinlikten ötekine koşarken dizileri zamanında izlemek de pek mümkün olmuyor. Kördüğüm'ün dün akşamki bölümünü bu sebeple kaçırdım ama bütün geceyi sette geçirdim, rüyalarımda. Öyle de bir bağlılık ve sorumluluk duygusu yaratmış bende. Sabah ilk iş izlemeye koyuldum ama çalan telefonlar, gelip gidenler, yanıtlanacak e-postalar derken biraz uzun sürdü bölümü sona erdirmem. Gün be gün insanlıktan çıkan Umut'un o son sahnesi canımı sıksa da bölüm bittiğinde şapşal bir tebessüm buldum suratımda. Aşk, dışarıdan bakıldığında bile nasıl da ısıtıyor kalpleri…

Geçen hafta, en çok Tarık Bey'in Kaan'la nasıl vakit geçireceğini merak ettiğimi söylemiştim. Beklenilen oldu ve köşke, hem de Tarık Bey'in odasına, kocaman bir akvaryum ve bir sürü balık geldi. Kaan "teşekkür ederim dedecim" diye sarıldığı zaman Tarık Bey'in sarılmayı bile bilmediğini üzülerek gördük. Ama Kaan, konuşmasına müşfik tonlar katmayı, gülümsemeyi öğrettiği gibi bunu da öğretecek ona. Feyza'nın pek yerinde tespitinde özetlediği gibi: "Demek ki bu evin ihtiyacı olan şey sevgiymiş. Onun saf, koşulsuz sevgisi…"

Murat'ın gelişiyle Feyza'nın çiçekler açması, cıvıldamaya başlaması bana çok iyi geldi. Çaresizliğin, umutsuzluğun kuyusunu giderek derinleştirip kendine daha derin, daha da derin bir yer edinmeye çalışırken Kaan'ın gelişiyle uyanmaya başlaması, kardeşiyle arasına ördüğü duvarları yıkması, babasına ve Neslihan'a meydan okuması derken sırada aşk vardı Feyza için, ona da kapılıyor yavaş yavaş. Murat'ın, karşısına çıkan her kadına ilgi gösteren bir adam olduğunu, güvenilmez bir adam olduğundan daha önce anlamıştık zaten. Ama sonu acılı olacak bile olsa Feyza'nın son kabuğunu da kırmasına, adım atmasına, hamle yapmasına, rakiplerine meydan okumasına ve savaş alanını çarpışmadan terk etmeyecek olmasına sebep olacak enerjiyi kazandırdığı için Murat'ın Feyza'nın hayatına ve hikâyemize çok doğru bir yerden dâhil olduğunu düşünüyorum.

Akşam yemeğinde hem Feyza ve Murat arasındaki elektriğin Ali Nejat tarafından fark edildiğini ve bu durumun Ali Nejat'ın çok da hoşuna gitmediğini gördük hem de Murat'ın, babasının intiharından Tarık Bey'i sorumlu tutuyor olabileceğine dair bir ipucu yakaladık. Fakat intikamı niçin Tarık Bey'den değil de Ali Nejat'tan almaya çalışıyor, orası hâlâ soru işareti…

Ali Nejat ve Naz'ın yemeğe çıkması, o restoranın da -tesadüf bu ya- Cahide Hanım'ın iş yapacağı restoran olması, Ali Nejat tam elini Naz'ın elinin üstüne koymuşken -Naz'ın eli de masanın üzerinde öylece durup bekliyormuş Ali Nejat'ın tutmasını- Cahide Hanım'ın bunu görmesi, yaşanan bir ana değil de fotoğrafa bakar gibi önünü sonunu görmeden ve dinlemeden Naz'a saydırmaya başlaması, sonra yemeyip içmeyip bunu hem Ayşen'e hem de Umut'a yetiştirmesi… Bütün bunlar olurken ekrana "klişeeeee" diye bağırasım geldi. Böyle sakin sakin akabilen bir hikâyede bu tür yükselişlere hiç gerek olmadığını düşünüyorum. Cahide Hanım bu kararı desteklemeseydi de Umut kabul ederdi boşanmayı zaten.

Mert arayıp Umut'a "ya tazminatı ödersin ya da bu tasarımlar bizim" deyince Umut'un aklına gelen tek çözümün Ali Nejat'ın atölyesini yakmak olması da bir o kadar gereksiz bir yükseliş bence. Sonuçta Umut kaçtı, Genco enselendi. Yine hastanelik oldu, yine Cahide Hanım'ın evine, Gökçe'nin yanı başına mahkum oldu, yine inceden inceden çekecek aşk acısını. Bencil Umut, güya en yakın arkadaşım dediği adamın gözlerindeki aşkı göremediği gibi acıyı da göremiyor, yetmezmiş gibi kendisi de yük üstüne yük koyuyor adamın omuzlarına…

Ali Nejat kendini uzun zaman tuttu Naz'a karşı. Bu esnada Naz'ı tartma şansı da oldu ve benim "istemem yan cebime koy" diye özetleyeceğim bir halde olduğunu gördü. Şimdi, aradaki engeller de kalkmışken, yavaş yavaş yaklaşıyor Naz'a. Yaklaşıyor ama hep aynı sözcükler ve aynı cümlelerle. Birisi yeni sözler ekleyebilir mi acaba diyaloglara? İbrahim Çelikkol'un gözleri daha çok konuşuyor dudaklarından… 

Umut'un silaha baka baka içmesi, kendi kendini doldurup Ali Nejat'ın evine gitmesi, orada gördüklerini zihninden büyük puntolarla geçirip kendine yeni mağduriyetler çıkarması, sonunda o silahı Ali Nejat'a doğrultması ve Kaan gelince bile indirmemesi baştan sona saçma ve gereksizdi. Saçmaydı, çünkü hem Murat'ın Ali Nejat'ı bitirme teklifini reddeden bizzat kendisiydi hem de Naz'ın Ali Nejat'a âşık olduğundan Naz'dan daha fazla emin olmasına rağmen boşanmayı kabul etmesinin bu sonuca yol açacağını da en iyi kendisi biliyordu. Ve gereksizdi, çünkü hepimiz biliyoruz ki Umut o tetiği çekmeyecek… Belki kendisi beceremeyecek kaldırdığı kolunu indirmeyi -ben, İbrahim'in Umut'u görüp müdahale etmesini bekliyorum mesela- ama o silah patlamayacak, patlasa da kimseye zarar vermeyecek.

 
Âşık olma ihtimali bile nasıl parlatıyor insanın gözlerini...

Bu hafta itibariyle dizimiz 13. bölümü atlatıp ikinci sezon onayını da aldığına göre, şimdiye kadar aklıma ya da gözüme takılıp da söylemekten geri durduğum şeyleri söyleyebilirim artık. Bence Kördüğüm'ün en zayıf noktası, diyalogların yeterince güçlü olmaması. İkincisi ise sahne ya da plan geçişlerinin bazen birbirinin tutmaması. Sadece bu iki noktaya biraz daha dikkat edilerek çözülebilecek bazı sorunlardan kısa kısa bahsederek bitireyim:
  • Naz henüz kahvaltı sofrasındayken Ali Nejat'la konuştu ve öğle yemeği için sözleştiler. O sırada Cahide Hanım hazırladığı börek çörek ne varsa toparlıyordu bir restorana götürmek için. Emre onu arabayla bıraktı gideceği yere, restorana girince ne görelim, az önce kahvaltı masasında oturan Naz, şimdi Ali Nejat'la öğle yemeğinde! Zamanın bu kadar yavaş aktığı dizide bu hızın fazla olması bir yana, bu karşılaşma tutarlı da değil.

  • Umut ve Genco atölyeyi yaktılar ve ayrı yönlere doğru kaçtılar güvenlik görevlileri kovalayınca. Umut önce bir köşeye sindi, sonra arabasına atlayıp uzaklaştı oradan. Tamirhaneye geldiğindeyse nefes nefeseydi, acaba neden?
  • Feyza ve Murat telefonda akşamki partiyi konuştukları zaman Murat, Feyza'yı evden alacağını söylemişti ve Feyza da buna çok sevinmişti. Akşam bir de baktık ki Feyza tek başına gelmiş partiye. Acaba neden? Peki, Feyza'yı almaya gitmeyen  ve geldiğinde de yanına gelene kadar Feyza'ya yanaşmayan Murat, Neslihan'ın gelişini nasıl haber aldı da kapıda karşılayabildi onu?

  • Parti çıkışında Naz taksiye binerken hemen hemen aynı diyalogu iki kez yaşadı Ali Nejat ve Naz? "Gelmen beni çok mutlu etti." "Ben de mutlu oldum geldiğine"den başka cümle yazılamadığı için mi, bir taksiye doğru yürürken, bir de taksiye binerken çekilen iki ayrı planın art arda eklenmesiyle mi yaşadık acaba bu sorunu?

  • Bu dizide zaman çok yavaş geçiyor. Hikâye yavaş akıyor demek istemiyorum, çünkü dizide en çok sevdiğim şey bu sükunet. Ama bir bölümde bir ya da iki gün geçiyor ancak. Tarih falan da geçmediği için aklıma takıldı. En son Didem'in doğum gününde, yani 25 Şubat'ta yayınlanan 8. bölümde tarihten haberdardık ve eşzamanlı gidiyorduk ama o günden bu yana kaç gün geçti bilmiyoruz. Barış'ın doğum gününün 17 Mart'ta olduğu söylenmişti daha 3. bölümde, sanırım henüz oraya gelmedik. Ayhan'ın doğum günü kutlandı ama kimse tarih söylemedi. Üstelik Ayhan burçlar konusunda takıntılı biri ve onca burç muhabbetinin içinde kendi burcunu hiç söylemedi. Tanıştığı birinin burcunu tahmin edemezse rahat edemeyen Pınar Hanım da Ayhan'ın burcunu tahmin etmeyi nedense denemedi.

(Bu yazı ilk olarak 1 Nisan 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Hiç bozulmamış yasaklar gibi…"

Kördüğüm 12. Bölüm Yorumu

Yaygın kanıya göre Türk erkekleri şöhret oldukları ya da parayı buldukları zaman iki şeyi çok hızlı yaparlar: eşlerinden ayrılmak ve arabalarını değiştirmek. Tasarımları için Ali Nejat'tan 500 bin TL alan Umut, hemen o bölümün sonunda ayrılmak istemişti Naz'dan. İki bölüme kalmadan da gitti kendine koca bir cip aldı. Haksızlık etmek istemem, bizim hikâyemiz başka dinamiklerle yol alıyor; ama hikâyeden sıyırınca elimizde kalan tam da bu. Zaten bu yaygın kanıya varma sebebimiz de zengin ya da şöhret olanların arka plan hikâyelerini bilmeyişimiz değil mi?
 
Belki Alican Yücesoy'u çok sevdiğimden, belki çocukluk aşkıyla birlikte olan yetişkinlerin uzun soluklu ve çevrelerine umut saçan hikâyelerine gıpta ettiğimden, belki de Umut ve Naz'ın ayrılığı için alışılmadık bir yol izlenmesini umduğumdan, Umut'un gerçekten iyi niyetli, şefkatli, 'sağlam' bir adam olduğu fikrine çok erken kapıldım ben. Öfkesini sık sık ve ölçüsüzce dışa vurmasına rağmen çirkinleştiğini, o güzel gözlerin ardında bayağı bir adam gizlediğini görmeyi de hep erteledim. Oysaki, en basitinden, hamile karısını, hamile olduğu için "kutlama" yemeği diye meyhaneye götürecek ve içemeyen kadının karşısında rakıları 'hüp'letecek kadar düşüncesiz bir adam işte…
 
Eve gelip konuşmak istediğinde ben de Naz gibi, "Evet, dinliyorum" dedim; "Evrenin sırrını verecek de olsan zerrece umurumda değil, ne konuşacaksan konuş ve bir an önce çek git" anlamında… Umut yine kendisinin bile inanmadığı bahaneleri sıraladı önce, lafı Ali Nejat'a getirdi sonra. Umduğu karşılığı bulamayınca da kırıp döktü hem evdeki eşyaları, hem de Naz'ı. Umut'tan nefret etmemin 10 sebebi, hepsi tek bir bölümde, art arda!
 
Ama yetmez, bir de tüy dikmesi lazımdı, onu da yaptı. Bebeğin düşmesine de sebep oldu, tam oldu. Naz için ortada bir kördüğüm kalmamış oldu böylece, zaten pamuk ipliğine dönmüştü kalan bağlar, onlar da koptu gitti…
 
Kördüğüm:  
 
Ablasını hastanede ziyarete giden Ali Nejat, Feyza'yı piyano çalıp şarkı söylerken buldu, işte bölümün en güzel, en mutlu anları… Feyza'nın babasından uzaktayken ya da ona direnirken daha iyi, daha sağlıklı olduğunu bakalım ilk önce kim fark edecek? Bana kalırsa 'Tarık Bey sorunu'nu çözmenin yolu, Feyza'nın Ali Nejat'a taşınmasından geçiyor. Üstelik böylece Neslihan'dan da kurtulmuş oluyoruz. Süper olmaz mı? (Dizinin yayın ömrünü en az yarıya indirecek böylesi hareketlerden elbette itina ile kaçınacağız, biliyorum. Ama umut fakirin ekmeği işte…)

Bir bölümü de Tülay Günal'a hayranlığımı belirtmeden geçeyim diyecek oluyorum ama sağ olsunlar bu konuyu hiç es geçmiyorlar. "Sen Benim Şarkılarımsın"ı çalıp söylerken Günal'ın İlhan Şeşen'den de Zuhal Olcay'dan da hiç etkilenmemiş olduğunu fark ettiniz mi siz de? Kendi gibi, kendi yorumuyla, yeni anlamlar, yeni düşler katarak söylediği şarkı su gibi akıp geçti. İngilizcede "speaks for itself" diye bir deyim vardır, kelimesi kelimesine çevirdiğimizde "kendisi adına konuşmak" anlamına gelir. Yani bir şey, varlığıyla kendisini o kadar iyi ifade eder ki, üzerine bir şey söylemenize gerek yoktur. İşte, Günal'ın performansı o kadar duru ve 'kendi adına konuşuyordu' ki, müzik altı görüntüye bile gerek duyulmamıştı. Onu piyanonun başında izleme keyfinden de mahrum kalmadık böylece…
 
Bu keyifli anların canlı tanığı Ali Nejat, ablasını hastaneden çıkarıp Kaan'ın yanına getirmekle kalmadı. Şarkıdan da aldığı ilhamla Naz'ın yanında buldu kendini. Hiç bozulmamış yasakların bozulma vaktiydi artık, çünkü artık o yasak, o kadar da yasak değildi… Ali Nejat ve Naz'ın hiçbir şeyi açıkça konuşmadan, ama birbirlerinden son derece emin olarak bir yola çıktığını görmek bana iyi geldi. Bu düğümlerin böyle yavaş yavaş atıldığını görmek beni hikâyeye daha çok inandırıyor. Umarım ani hız değişimleri yaşanmaz…
 
Murat hem Feyza'ya ilgi göstererek, hem Umut'u yanına çekmeye çalışarak (ve bunun için Demir'i de kullanarak), hem de Ali Nejat'a art niyetli bir anlaşma önererek Ali Nejat'ın yanında değil karşısında olduğunu bize net bir biçimde gösterdi. Geçen hafta, bunların Enver Bey'le de bir bağı olabileceği teorisini atmıştım ortaya. Bu hafta bu teorimi güçlendirdiğini düşündüğüm iki ufak ayrıntı yakaladım. İlki, Murat ve Ali Nejat konuşurken Oğuz'un Ali Nejat'ın odasına girmesi ile yaşandı. Ali Nejat ve Oğuz arasındaki atışma devam ederken Murat ve Oğuz arasında kısacık bir göz teması oldu, saklamak istedikleri bir temas. Buradan, birlikte bir iş çevirebilecekleri sonucu çıkmak zorunda değil elbette ama bana yetti. İkincisi ise Oğuz'un Neslihan'a sorduğu, "Enver Bey'in sadece bizimle çalıştığını mı zannediyorsunuz?" sorusuydu. O diğer kişilerden biri niçin Murat olmasın? Zaten Murat ve Demir'in aynı tarafta olması da benim teorimi güçlendirmişti… Ne kadar tutturabildiğimi zamanla göreceğiz…  

Kaan'la Feyza'nın arası da düzelmişken çocukcağızın hayatını zorlaştıracak tek şey olarak Tarık Bey çıktı sahneye. "PİYANO OYUNCAK DEĞİL!" "BAŞKALARININ ODALARINA GİRİLMEZ!" "YEMEK YERKEN MASADAN KALKILMAZ!" Bir gün içinde aynı nemrut suratla ve sert tavırla üç kez karşılaştı Kaan, yine de ağlamadı, çekinse de kaçmadı Tarık Bey'den. Oysa adamın ekrandan bile taşan öyle delici ve ürkütücü bakışları var ki, ben bile yorum yazarken "Tarık" diyemiyorum, hazır ola geçip önümü ilikliyor ve "Tarık Bey" yazıyorum. Gözüne batmamakta fayda var, neme lazım…

Ben, Umut'a Ali Nejat'ı bitirmeyi teklif eden Murat'ın alacağı cevabı değil, Tarık Bey'in Kaan'la nasıl vakit geçireceğini görmek için merakla bekleyeceğim gelecek haftayı… Bu arada Tülay Günal'ı bir kez daha sahnede göreceğim içinse daha çok heyecanlıyım. Siz "Sen Benim Şarkılarımsın" sahnesini tekrar tekrar izleyedurun, ben canlısını izleyip geleceğim...^^
 
(Bu yazı ilk olarak 25 Mart 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)
 
 

Aşk, ölüm kapını çaldığında biter...

Kehribar - İlk Bakış
 
Aşk, ölüm kapını çaldığında biter… 

Yarım kalmış bir Romeo &Juliet hikâyesi… Toprak kavgası yüzünden birbirine düşman olan ailelerin çocukları kara sevdaya düşmüş. Bu aşk barışa vesile olsun demiş Yarımcalı Ailesi, kalkıp gitmişler Leyla'yı istemeye. Leyla'nın babası razı olmamış bu birlikteliğe, devam ettirmiş düşmanlığı. Orhan ve Leyla kaçmış ve birbirlerinin olmuşlar ama bu kez de Leyla'nın ağabeyi Musa çıkmış karşılarına. Kavgada Orhan kolundan, Musa bacağından yaralanmış. O zaman "git" demiş Leyla, "polisler alır seni, bir daha göremem, ortalık durulsun gel al beni, ben seninim, her zaman".

Leyla'yı, içinde büyüyen hatırasını hiç bilmeden bırakıp gitmiş Orhan. Leyla bu sebeple evlenmiş biriyle ama hiç dokunmamış kocasına. Almanya'ya sığınan Orhan da vatandaşlık alabilmek için evlenmiş Adile ile onun çocuğunu öz çocuğu gibi büyütüp yetiştirmiş; o da karısına hiç dokunmadan geçirmiş yılları… Ve ikisi de ne aşkı ne umudu bırakmış geride, hiç kapanmayan bir yara gibi taşımışlar kalplerinde…

Musa o yaradan sonra topal kalmış, askere gidememiş, kasabaya rezil olmuş, yani bu coğrafyada "erkekliğe" atfedilen ne varsa eksik kalmış onda, Leyla ve Orhan'ın aşkını büyüttüğü gibi, o da Orhan'a öfkesini büyütmüş yıllar boyu. İzini bulup Almanya'ya gidip öfkesini yüzüne kusacak, ardından bir aracı Orhan'ın üzerine sürecek kadar.

Günlerce hastanede kalıyor ama ölmüyor Orhan ve yine Leyla'yı görüyor rüyasında, kendinde değilken bile Leyla'dan geçmediğinden. Ve çoğalıyor soruları, 'acaba'ları… Bir de üzerine kanser olduğunu öğreniyor. İşte, memlekete dönüş vakti gelip çatıyor böylece…

Sonrası bolca kin, nefret, intikam, şiddet ve gözyaşı…




Bu kadar çok öfke kusan, gözünü budaktan sakınmadan aklına ilk geleni en şiddetli biçimde dışavuran bir hikâyeyi ben genellikle takip etmem. Ama 20 yıl hiç görüşmeden birbirlerini sevmeye devam eden karakterleri de seve seve izlerim. Çelişki içindeyim.

Gürkan Uygun'u böyle rollerde görmekten çok sıkıldım, ama bu kadar âşık bir adamın onca yıl nasıl ayakta kaldığını merak ediyorum. Sahnede nasıl cıvıldadığını görmesem gerçek hayatında da durağan, sıkıcı bir kadın olduğuna inanacağım Ayça Varlıer yine hareketsiz gibi görünen bir karakterde olsa da, kocasının boğazına çöküp ağzına geleni söylediği sahnede bir ışık gördüm. Belli ki evine kapanıp olacaklara razı gelen bir kadın olmayacak Leyla, bunu da izleyebilirim.

Sinir bozucu adamları mükemmel oynayan Necip Memili'yi hem kızıp hem severek izlemeye devam edebilirim. Başlangıçta sünepe bir adamken içinden çıkardığı öfkeye de, kardeşine gösterdiği özlem dolu şefkate de bayıldığım Veli'nin (Umut Karadağ) hikâyesini görmek için de izleyebilirim. 26 yaşındaki Fırat Altunmeşe'nin 19-20 yaşında, yeniyetme bir delikanlı olduğuna inandığım için de bu hikâyeye misafir olabilirim.

Bize oldukça akıcı ve derdini net bir biçimde ifade eden bir ilk bölüm sunduğu için Kehribar'a emeği geçen herkese teşekkür eder, iyi yolculuklar dilerim. Hikâye ve anlatım biçimi benim için fazla "erkek", Necip Memili, Ahmet Uz, Şebnem Gürsoy ve Sibel Taşçıoğlu'nun karakterleri fazla tanıdık,  buna karşılık Aslıhan Güner'in canlandırdığı Bahar karakteri "yeni" duruyor, Leyla çizgi dışına çıkabileceğinin sinyallerini veriyor, Özge Özder'in vurucu bakışları ve rengarenk saçlarıyla can bulan Adile ise bu hikâyenin en çok merak ettiğim kadını.

Kafam karışık olduğu için ben takip kararımı birkaç bölüm daha izledikten sonra vereceğim ve bu sürede daha az şiddet sahnesi, daha fazla barış çabası ve daha çok karakter hikâyesi görmeyi umut edeceğim. Böylece belki ben de yolcular arasına katılabilirim…

(Bu yazı ilk olarak 19 Mart 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)