3 Kasım 2017 Cuma

Yeniden hoş geldiniz!

No: 309 - Yeni sezon ilk bölüm yorumu

No: 309: Yeniden hoş geldiniz!

Yeni sezon başladığında, yeni diziler kadar eski dizilerin yeni hallerini de merak ediyorum; diziyi takip etsem de etmesem de. No: 309'u 30 bölüm kadar izledikten sonra hep aynı konular etrafında dönmesinden ve komediyi hep aynı yerlerde aramasından sıkılıp bırakmıştım. Yine de neler olup bittiğinden haberdardım. Yeni sezonda hem Erdal Özyağcılar'ın gelişi, hem de ilk sezonda bahsi sıkça geçen ama bir türlü açılmayan konuların açılacak olması çekmişti ilgimi.

Baştan söyleyeyim, bölüm boyunca çok sıkıldığım yerler oldu. Komedinin hâlâ aynı yerde aranmasından, Erol ve Betül'ün entrika peşinde koşmasından, Erol'un Filiz'i sürekli aşağılamasından ve bunun bir komedi unsuru olarak kullanılmasından, Betül'ün hâlâ masum elti rolünü oynamaya çalışmasından ve bu zokanın Yıldız tarafından hâlâ yutuluyor olmasından, bir de Nergis'in 60 bölümde ufacık bir değişim göstermemesinden bezdim. Kanalı değiştirmedim ama kahve yapmak, saç kurutmak ve benzeri işler için reklam arasını da beklemedim hiç. Yine de öyle güzel sahneler izledim ki, ekran başında geçirdiğim zamana değdi. Daha sonrasını izlemek için isteklendirdi.

Lale'nin, babasının hediyesini Onur'a anlattığı sahne, ardından Songül'ün Yıldırımdan kurtardıklarının hikâyesi… Yıldırım'ın defalarca Songül'e gelmesi, her seferinde başka bir duyguyla oradan ayrılması… Songül için okuduğu tüyleri diken diken eden Attila İlhan şiirleri… Songül'ün hem öfkesini hem kırgınlığını hem de umutsuzluğunu ayrı ayrı anlatıp Yıldırım'dan kurtulmak istemesi… Yıldırım'ın tünelin sonunda bir ışık göremeyip pes etmesi… Onur'un kendi derdini ikinci plana atıp Yıldırım'ın yanına gelmesi, ona "baba" demesi ve kalması için bir motivasyon vermesi…

Bu sahnelerin her biri için paragraflar döşenebilir. Ama sadece anlattıklarıyla değil, replikleriyle, çekimleriyle ve muazzam oyunculuklarla dopdolu bu sahneler ancak izlendiğinde hakkı verilebilir. Erdal Özyağcılar ve Sumru Yavrucuk nasıl doğal, nasıl sade oynuyorlar, nasıl güzel akıyor onların sahneleri. Demet Özdemir nasıl içten anlattı zebercet taşının hikâyesini. Herkes ne güzel ağladı o salonda. Furkan Palalı ne güzel çekiyor kendini geri plana, konu Onur olmadığında. Düşünenin, yazanın, oynayanın, çekenin, ışığı, mikrofonu tutanın, makyajı yapanın, velhasıl bilumum fikir ve set işçisinin akıllarına, ellerine sağlık.

Onur'un Özge'den aldığı yaranın konu edilmesini uzun zaman bekledik. Duru'nun varlığı her ne kadar klişe de olsa ortaya çıkma biçimi beni rahatsız etmedi. Pelinsu sadece entrikalarıyla değil, dış görünüşüyle de öne çıkarılan bir karakterdi. Özge'de bu yolun seçilmemiş olmasına sevindim. Özge, Onur'un hayatından zorla çıkarılmış bir kadın olarak entrikalarla, intikam planıyla ya da bir çıkar peşinde olarak değil, gayet düzgün ve şık bir biçimde girdi yeniden Onur'un hayatına. Onur Sarıhan zaten ilk günden beri şahane bir adamdı. Şimdi, onun kendini hiç bozmadan geçmişiyle yüzleşeceğini bilmenin, bütün bu sıkıntıları nasıl aşacağını izleyecek olmanın heyecanı var bende.

Ana hikâyesi ilk sezonda bu kadar sündürülmüşken ve bu nedenle seyirciyi de epeyce yormuşken bu kadar sağlam bir hikâyeyle geri dönebilmek, kendini yeni bir dizi gibi izletmeyi becermek kolay iş değil. Zoru başarmışlar. İlk sezonla ilgili bahsettiğim sorunların tekrar etmemesini, Yıldırım'ın kendini affettirme çabasının Kurtuluş'unkilere benzememesini, Özge ve Duru'nun ortaya çıkışının Lale'den uzun süre gizlenmemesini ve bu ortaya çıkışın Lale tarafından olgunlukla karşılanmasını, Betül ve Erol'un da kendilerine başka meşgaleler bulmalarını dilerim ilerleyen bölümlerde.

Yeniden hoş geldiniz!

(Bu yazı ilk olarak21 Eylül 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Biraz kül, biraz duman, o benim işte…*

Yalaza - ilk bakış

Yalaza: Biraz kül, biraz duman, o benim işte…*

TRT 1, yeni sezon açılışını Cumartesi akşamı başlayan Yalaza ile yaptı. Dizi yayınından önceki ana haber bülteninde dizi ekibiyle yapılan canlı bağlantıda öğrendik ki, Sakarya'nın ilçesi Taraklı'da, insanların birbirlerine bir şeyler öğretmek için şaka yapmaları gibi bir adet varmış, yalaza da bu adete verilen isimmiş. Ben "didaktik şaka" diye kodladım zihnimde.

Dizinin proje tasarımı Osman Sınav'a ait. Bu yerel adeti bir diziye dönüştürme fikrini çok sevdim. Bir dizinin Amerika'yı yeniden keşfetmesini zaten beklemiyorum, bu ülkenin her yanı hikâye dolu, birini bulup çıkarmışlar işte! Osman Sınav sinema ve dizi sektörüne uzun yıllar hizmet etmiş bir isim, aklına da rejisine de aşinayız. Ama o, her seferinde yeni bir fikirle çıkagelmeyi başarıyor. Dış görünüşünde bile değişiklik yapmaya zahmet etmeyen gençler dilerim kendilerine buradan bir ders çıkarırlar.

Hasan Kaçan ve Kadir Çöpdemir'in mizah anlayışı bana göre olmadı hiç, içinde bulundukları işlerin çoğunu takip edemedim. Ama hem izlemeyi çok istediğim oyuncular vardı kadroda, hem de kışın komedi izlemeye susamıştım. Yani umutluydum Yalaza'dan. Ne yazık ki ilk yarım saatte anladım bu diziyi izleyemeyeceğimi. Bölüm hem çok temposuzdu, hem de derdini anlatmakta çok çok zorlandı.

Kasabada türbesi bulunan Yalaz Baba'nın ete kemiğe bürünüp geldiği, insanları camiye, ibadete yönlendirme temalı yalaza (şaka olanı) ilk 15 dakikada oldu ve bitti, bir daha da lafı edilmedi. Sonrasında İbrahim'e (Sinan Albayrak) kafayı takmış ve kancayı da takmaya çabalayan Nalan'ın (İpek Tuzcuoğlu) hamlelerinin ve babalarını Nalan'dan kurtarmak isteyen çocukların İbrahim'in ilk aşkı Alev'i (Didem Balçın) kasabaya getirme çabalarının sonuçlarını izledik bir saat boyunca. Bir saatin sonunda, şahane çekilmiş bir trafik kazası sahnesiyle biraz hareketlendik diye sevinmeye başlamıştım ki yeniden duruldu ortalık, akmaz oldu hikâye. Öyle de geldik bölümün sonuna.

Kazadan hemen önce, Nalan'ın yemeklerini yerken kafası güzelleşmeye başlamıştı İbrahim'in, nedenini anlayamamıştık. Beş vakit namaz kılan, düzenli ilaçları olan bir karakterin alkol tüketmesini beklemediğim gibi, dizinin TRT'de yayınlanıyor olması da bu ihtimali ortadan kaldırıyordu. Benim için bölümün tek sorusu buydu: İbrahim'e ne oldu? İbrahim'in mantara alerjisi varmış meğer, yemekteki mantar nedeniyle paralize olmuş geçici bir süre. Bunu bölümün sonuna doğru öğrendik fakat merak unsurunu sürükleyemedikleri için cevabı aldığımda soruyu çoktan unutmuştum ben. Sona vardığımızda, sona varmış olmanın mutluluğu dışında bir şey hissetmiyordum.

Karakterleri tanıtmadılar, hatta o kadar tanıtmadılar ki, herkesi zaten tanıdığımız varsayılarak yazılmış gibiydi replikler. Akışı sürükleyen bir olay da olmayınca o kimdi, bu neydi diye düşünüp durdum, özellikle de gençleri izlerken. Settar Hoca (Hasan Kaçan) ve Santral'in (Kadir Çöpdemir) bu hikâyedeki işlevi nedir, yalaza yapmak dışında ne yaparlar anlayamadım. Aynı şekilde, Erdal Cindoruk'un oynadığı karakter kimdir, necidir, neden kalıbının adamı değildir de bir tuhaftır anlayamadım. İbrahim'in çocuklarının Nalan'la derdi nedir anlayamadım. İbrahim'in büyük kızı Aysun'un sol elindeki yüzükleri anlayamadım. Bunların yanına eklenebilecek başka sorularım da var ama derdimi anlattığımı sanıyorum.

Oysaki uzun zamandır izlemediğim Sinan Albayrak'ı (şarkı söylediği sahneler şahane değil miydi?), her yerde, her haliyle göz alıcı olan Didem Balçın'ı (onu tiyatro sahnesinde görmelisiniz mutlaka), ağır abi rolüyle bambaşka biri olarak beni şaşırtan Mert Carim'i (Şahane Damat'ın Almancı Tufan'ı rolüyle tanımıştık onu), yine bambaşka bir karakterle karşımıza çıkan Aramızda Kalsın'ın Arife'si Gamze Karaduman'ı, İnadına Aşk'ın Doruk'u Tibet Tursun'u yeniden izlemeyi istiyordum. Ayrıca doğduğu gün ölen, ölümü de ilk aşkının elinden olan İbrahim'in 'diriliş'ten sonraki hikâyesini, sebebini bilmeden doğduğu yerden ve ilk aşkından koparılan Alev'in yaşadıklarını, gençliklerini ayrı geçiren ve bir trafik kazasıyla buluşan olgun âşıkların aşkla ve birbirleriyle mücadelesini izlemek, İbrahim'e duyduğu aşkın karşılıksızlığı yüzünden hiç umutsuzluğa kapılmamış olan Nalan'ı böyle ayakta tutan şeyi bilmek isterdim.

Kısmet değilmiş.

Hikâye belki de toparlanır ve akmaya başlar, yalaza adeti merkezi konu haline gelir ve dizi gerçekten komik olmaya başlar belki, ama ben burada vedalaşıyorum Yalaza ile. Yolu açık olsun…

*Bölüm içinde çalan plağa eşlik eden Sinan Albayrak'ın sesinden kısacık duyduğumuz, kendisine pek yakışan, karaktere de pek uygun Avni Anıl bestesi Nihavent şarkının ilk cümlesi. Güfte, Ümit Yaşar Oğuzcan'a ait.

(Bu yazı ilk olarak 19 Eylül 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Şapkadan Buray Çıktı!

Şapkadan Buray çıktı!

Bu yıl 86. kez düzenlenen İzmir Enternasyonel Fuarı, çoğunlukla İzmir ve çevre illerden gelen ziyaretçilerine geniş bir etkinlik yelpazesi sundu: Ücretsiz çim konserleri, tiyatro oyunları, caz günleri, sokak gösterileri, edebiyat sohbetleri, bilim şöleni ve hatta "Yıldızlararası Uzay Sergisi". Ben, hep olduğu gibi yine -ve yalnızca- tiyatro konusuna yönelttim tüm ilgimi. Fuar sonrasında size tiyatrodan bahsetmeyi düşünüyordum ki bir genç adam çeldi aklımı.

24 Ağustos Perşembe günü yalnızca tiyatro için gitmiştim Kültürpark'a ve aklımdaki tek plan oyunu izleyip evime dönmekti. Yine de oyundan çıktığımda, yarım saat önce başlayan çim konserine göz atmadan, o akşamın konuğu Buray'ın birkaç şarkısını dinlemeden fuar alanını terk edemedim. Çünkü Buray daha konsere başladığı an etkilemişti beni. Konser alanına en yakın salondaki oyunu izliyor olduğumuz için konserin tam zamanında ve coşkuyla başladığına tanık olmuştuk. Aynı sahnede daha birkaç gün önce, kendisinden belki 4 kat fazla seyirciyi sahne önüne toplamış olduğu halde konserine yarım saatten daha gecikmeli başlayan "tecrübeli" birinin şarkı söylediğini bildiğimden, Buray'ı daha ilk saniyede takdir etmiştim.

Oyun nihayet bittiğinde, Buray'ın sesine doğru gittik ve sahneyi sağ çaprazdan gören bir noktaya konuşlandık. Albümdekiyle aynı sesi dinledim, televizyondakinin aynısı sıcak, neşeli, kıpır kıpır ve samimi bir müzisyen gördüm sahnede. İşine hakim, seyirciyi nasıl yönlendireceğini ve nasıl mutlu edeceğini bilen, müzik tutkusunu, bu işten keyif aldığını -yani bütün bunları maddi kazanç, şöhret vb. amaçlarla yapmadığını- gösteren, göstermekten çekinmeyen biriydi sahnedeki.

Başka şehirleri bu açıdan bilmem, belki benzerleri vardır ama İzmir, ücretsiz açık alan (sokak, meydan ve çim) konserleri açısından zengin bir şehirdir. Yalnızca dolaşmaya çıkmışken bir pop yıldızının, yeni ünlenmekte olan bir rock grubunun ya da dünyaca ünlü müzisyenlerin ücretsiz konserlerine denk gelebilirsiniz, hiç haberiniz yokken. Duyuruları takip edip planlı olarak da gidebilirsiniz konserlere elbette.

Ben, konseri sanat merkezinde ya da açık havada, fakat illâ ki bir koltukta oturarak, hatta oturacağım yeri de özenle seçerek izlemeyi tercih ederim. Böyle olmayan bir konseri izlemek üzere evden çıkmaya ikna edilmem zordur. Denk geldiğim konserleri de çoğunlukla birkaç şarkıda bırakırım bu yüzden. Açık yüreklilikle söyleyebilirim, şarkılarını dinlemeyi sevsem ve kuşağının en iyi isimlerinden biri olduğunu düşünsem de o akşam yalnızca Buray konseri için fuar alanına gitmezdim. Ama iyi ki oradaymışım!

Müslüm Gürses'ten Sezen Aksu'ya, Volkan Konak'tan Gülşen'e pek çok şarkıcıdan seçimlerle zenginleştirilmiş repertuvarı, rakip gösterildiği yeni kuşak şarkıcıların şarkılarına da bu repertuvarda yer vermesi, gitarıyla ve orkestrayla ilişkisi ve hiç bitmeyen enerjisiyle Buray orada olanları hiç pişman etmedi.

İki şarkı arasındaki kısacık aralardan birinde, ellerinde deniz toplarıyla birkaç kişi sahneye çıkan merdivenleri tırmanmaya başladı. Topları eline alan Buray, mikrofona eğilip: "Ne geliyor?" diye sordu. "Mecnun geliyor!" diye yanıtladım ben, hiç düşünmeden. Aradaki bağlantıyı nasıl kurduğumu inanın bilmiyorum ama az sonra aynı cevabı Buray verdi mikrofondan ve elindeki topları seyirciye doğru atmaya başladı, "toplar yere düşmeyecek" uyarısıyla. Her ne kadar sahne önündeki seyirci, bu oyuna aynı coşkuyla karşılık vermese ve toplar kısa zamanda gözden kaybolsa da bu küçük oyun bana Buray hakkında çok şey söyledi.

Belki küçücük bir oyun, belki başka konserlerde de yaptığı bir jestti Buray'ın, belki pek çok insan çoktan unuttu bunu, ama ben özenilmiş, iyi çalışılmış ve dinamik bir sahne performansının yanında, halk konseridir, ücretsiz etkinliktir demeden işini yapan, yaptığı işe ufacık detaylarla anlam katan, seyircisine ve ona ayrılan zamana değer veren bir insan da gördüm.

Şapkadan çıkan bir tavşan gibi hem şaşırttı, hem keyiflendirdi, hem de bizzat o şapkayı tutan sihirbaz gibi oyununa kattı hepimizi; bize zamanı unutturdu, anılarımızın bir parçası oldu.

"İstersen" şarkısının her yerde çalmaya başladığı günlerde Buray'ı Kenan Doğulu'ya benzetmiştik çoğumuz. Konser sonunda bu benzetmenin Buray için yol gösterici olabileceği kanaatine vardım. Kenan Doğulu, uzun yıllardır Türkçe Pop müziğe emek veren, çeşitli yönlerden müziğimize katkı sağlamış önemli bir müzisyen ve oraya ait olduğunu her daim hissettiren bir sahne adamı. İlk şarkısından bu yana takip ettiğim ve canlı canlı da tanık olduğum için söyleyebilirim: 20 yıl sonra Buray Hoşsöz için de aynı şeyleri söylemememiz için hiçbir sebep yok.

(Bu yazı ilk olarak 1 Eylül 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Şevkat Yerimdar: Yerimiz mi dar yoksa yenimiz mi dar?*

Şevkat Yerimdar, iyi tanıdığımızı sandığımız, bu nedenle gerçek hayatta da ekranda da görmeyi tercih etmediğimiz insanlara benziyor. Ama değil. Şevkat'i tanımayanlar için onu biraz anlatmak, tanıyanlar için de yeni bir pencere açabilmek adına yazıyorum bunları…

 Uzaktan baktığımız her şeyi, bildiğimiz başka şeylere benzeterek tanımaya çalışırız, doğamız bu. Şevkat de uzaktan bakıldığında kaba saba, sığ, anlayışsız, maço, bağnaz bir adam. Ama yakınlaştıkça detaylar beliriyor, izledikçe tanıyor ve anlıyorsunuz farklı biri olduğunu.

Şevkat kaba görünen bir adam; ama kötü niyetli olduğu ya da kendini diğerlerinden üstün gördüğü için değil. Pek çok başkaları gibi, çoğumuz gibi, iş ortamında başka, kadınların yanında başka, kendi sosyal çevresinde başka kılıklara bürünmediği, her yerde aynı adam olduğu ve kibarlığa o genel geçer değeri atfetmediği için kaba bir adam. Koşullara göre şekil almadığı, kendi olmayı hep muhafaza ettiği için doğal hali insanlara kaba geliyor demek belki de daha doğru.

Yani Şevkat dürüst biri. Silahtan kaçan Pascal'ın Şevkat'e rastladığı sahneyi hatırlayın. Pascal'la silah zoruyla evlenmek isteyen kadının karşısında, üzerine silah doğrultulmuşken bile tetiğin ardındaki insanın suyuna gitmek yerine, içinden geçeni hiç eğip bükmeden, lafı dolandırmadan tüm çıplaklığıyla sözcüklere dökebiliyor. Pascal'a "evlenmeyi kabul et de kurtulalım" diyebilecekken, "bu kadınla evleneceğine öl gitsin" diyor.


Konunun kendisiyle bir ilgisi yokken bile silahın önüne atlayabilen birinden korkmayın!

Aslında Şevkat için, kabadan ziyade sert demeyi tercih ederim ben. Sert olması öğretilmiş, sert olma kimliği giydirilmiş üstüne. Geçmişini çok iyi bilmiyoruz henüz, ama onun gibileri tanıyor, biliyoruz. Belki erken yaşta babasını kaybettiği için üzerine atılan 'evin reisi' rolü onu erkenden büyüttü ve 'büyük adam' olmayı böyle anladı, belki yoklukla mücadele ederken zamanla pişti, belki sokağın sert koşulları nasırlaştırdı onu böyle, belki cüssesine yakıştırılan korumacı hali kabullenip giyindi üzerine, belki de ne yaparsa yapsın ardında bırakamadığı adalet duygusu, adil olmayan bu dünyaya karşı ayaklanmasına sebep oldu.

Ve sonuçta, haksızlığa tahammülü olmayan, adaleti de öyle çok uzaklarda aramayan bir adam çıktı karşımıza. Çoğu zaman mücadelesinde başarısız olsa da… Son bölümde, Pascal'ın Şevkat'e "Oğlum, bizim hayatımız ofsayt!" demesi bazı ışıkları yaktı zihnimde. Çünkü Şevkat'i en iyi özetleyen cümlelerden biriydi bu.

Şevkat'in hayatı ofsayt, o kadar doğru ki. Hep çok çabalayan, çok koşan, o kadar çok koşan ki makbul sınırı aştığı için hamleleri hep boşa çıkan bir adam. Ofsayt deyince ister istemez akla geliyor ama, Şevkat'i Ofsayt Osman'a benzetecek değilim burada. İyi niyetlilik ve kıymet bilirlik bakımından benzeseler de, Ofsayt Osman daha naif bir adam ve daha sade, daha dolaysız hikâyelerin kahramanıydı. Onun dünyasında entrikalar değil, -olsa olsa- yanlış anlaşılmalar değiştirirdi olayların akışını. Şevkat ise daha hesapçı, daha acımasız bir dönemin çocuğu, bu nedenle çok daha sert bir üslupla karşılıyor olanları. Belki bu yüzden de ara sıra golü bulduğu oluyor, olacak…

Şevkat'in golü bulduğu sahnelerden birini ikinci bölümde izledik. Mahallede bir kavganın eşiğinden polis sayesinde döndürülen Şevkat, yoldan geçerken "bak abi sana kızar" diye sindirilmeye çalışan bir çocuk ve annesine rastlar. Annesi, "kızarsın, di mi abisi?" cümlesiyle Şevkat'i diyaloga dâhil etmeye çalışınca olaylar gelişir.

Bereket ki Şevkat Yerimdar, sıradan görüntüsünün altında incelikli bir karakter saklayan özel bir adam ve farklılığını da her bir cümlesiyle koyuyor ortaya. Yaramazlık çocukluk hakkıdır diyor, çocuktur ister diyor, ben kendi yaptıklarıma bakmadan ona edeplilik taslayamam diyor. Sonra o kocaman adam çömelip çocuğun göz hizasına iniyor ve derdini soruyor. Annenin çocuğa çıkışma sebebinin maddi imkânsızlık olduğunu öğrenince de olabilecek en nazik biçimde yardımcı oluyor anneye, çocuğa bununla ilgili dersini vermeyi de ihmal etmeden.

Ders 1: Bir şeyi istiyorsan önce onu hak etmelisin.
Ders 2: Bencil olmamalısın, başkalarını da düşünmelisin.
Ders 3: Gerçek zenginliğin, bir çocuğun yüzünü güldürebilmekte gizli olduğunu bilmelisin.

Şevkat, didaktik bir karakter ama bunu insanı rahatsız etmeden, yine kendi üslubunca, duruma yedirerek yapıyor. Onun üzerine konuşmadığı bir ders de benden olsun bu noktada: Çocuk annesinin sözünü dinlemiyorsa ve bu bir sorunsa eğer; dışarıdan birinin çözebileceği, dışsal bir sorun değildir. Anne ile çocuğun özel meselesidir ve anne bunu kendisi çözmek zorundadır. Yolda karşılaştığınız, hiç tanımadığınız ve muhtemelen bir kez daha görmeyeceğiniz biri tarafından çözülemez, çözülmemelidir.

Şevkat'in en büyük sorunu, dizide ifade edildiği şekliyle, öfke kontrolünün olmaması. Ben bunu, duygusallıktan kaçmak olarak okuyorum. Onu sert bir karakter haline getiren bütün etmenler, duygularını saklaması gerektiğini de işlemiş bilinçdışına. Bu nedenle Şevkat, duygularını harekete geçiren bütün durumları öfkeyle karşılıyor, öfkesinin ardına gizliyor tüm hislerini. Dolayısıyla da öfkesi kontrol edilemiyor… Bu yüzden yeri dar geliyor ona, bedeni dar geliyor içinde kopan fırtınalara. Yeni de dar, toplumun onu hapsettiği sınırlardan taşıyor Şevkat, tüm gücüyle.

Bütün bu özellikleri onu, çevresinde olup bitene keskin karşılıklar veren, ne yapacağı tahmin edilemez biri haline getiriyor. Yakın çevresindeki insanlar da bir o kadar hareketli, hayat dolu ve 'çeşit çeşit' olunca, neşeli ve seyir zevki yüksek sahneler izliyoruz ardı ardına. Her bir olayın sonunda "uçurmuş herkes"* diyebiliyor ve en çok bundan keyif alıyoruz. Son bölümde, Esin'i havaalanından yolcu ettiklerinde; şimdi Niko bir ıslık çalıp uçağı geri döndürse hiç şaşırmam demiştim mesela.



Şevkat'in twitter profilinde, "Hayatın konusu yoktur" yazıyor. Bu diziyi diğerlerinden ayıran en önemli özellik de bu sanırım. Acaba ne olacak diye değil, acaba bu hafta hangi türden manyaklıklara güleceğiz merakıyla oturuyorum ekran karşısına ve Cuma akşamları, haftanın bütün tatsızlığı kahkahalarıma karışıp terk ediyor bedenimi…

*Sezen Aksu, Hadi Bakalım şarkısından; söz: Aysel Gürel

(Bu yazı ilk olarak 23 Haziran 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Yakın Çağ

Sahneye sen çıkıyorsun ama ben her seferinde senden daha çok heyecanlanıyorum. Günler öncesinden karar veriyorum konsere nasıl gideceğime, o akşam ne giyeceğime, öncesinde neler okuyacağıma ve dinleyeceğime, gözlerine nasıl bakacağıma...

Konser alanına vardığımda sahneye bir bakıyorum, dört sandalyenin hangisini seçeceğini düşlüyor ve ona göre bir yer, bir pozisyon seçiyorum kendime. Sen de, bilirmişsin gibi bu çabamı, benim seni en rahat görebileceğim yere oturuyorsun, böyle de uyumluyuz. Ya da kalp kalbe karşı demeli, neden olmasın?

Başını öne eğmen, gülümsemen, enstrümanına yaklaşıp uzaklaşman, yalnızca gözlerini kullanarak konuşup anlaşman arkadaşlarınla ve seyirciyle, hem çok tanıdık hem de her seferinde yepyeni, hep yeni bir an, yeni bir es seçiyorsun en bilindik hallerini yerleştirmek için ve ben bazen, değil çaldığın notaları, onların beni götürdüğü yerleri, gözlerimden akan yaşları bile unutup seni yalnızca seyrediyor, gözlerinin eksenine yerleştirmeye çalışıyorum gözlerimi.

Sen mümkün olan her yerde dolaştırsan ne fayda o gülen gözlerini, ben gözlerimi senden ayırmadıkça biz hep göz gözeyiz.

14.08.2017 - Bodrum

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Bağımlının Güncesi


Televizyonsuz 48 saati doldurmak üzereyim. Daha uzun süre televizyon izlemediğim zamanlar oldu elbette, mevzu o değil. Bulunduğum ortamda adı televizyon olan bir alet varken, elektrik akımında bir sorun yokken, zemin futbola müsaitken ve izlemek isterken izleyememekten söz ediyorum. Zor, çok zor. Midem alev alev yanarken kahve içemediğim, kavanozun kapağını açıp açıp kokuyu içime çektiğim zamanları anımsıyorum istemsizce. Televizyona olan bağlılığımı ancak kahve ile aynı kefeye koyup açıklayabiliyorum, siz anlayın durumu.

Pazartesi gecesi uzaktan kumandanın sağ üst köşesinde bulunan kırmızı tuşa basmamla başladı her şey. Yatağıma geçmeden önce yapmam gereken işleri tamamlarken ritmik biplemeler duydum önce. Sesin televizyondan geldiğini anlamam biraz vakit aldı, ama sonunda karşı karşıya geldim acının ilk evresiyle. Televizyonu tamamen kapatıp fişi çekerek kapattım konuyu o gecelik.

Salı sabahına, akşamki acıyı hiç yaşamamış gibi bir başlangıç yapmak istedim, olmadı. Bip bip'ler mesken tutmuştu aleti. Evde ses yapma görevini radyoya devredip geçtim. Sabahın kör vaktinde acı eşiğim normalden daha düşük oluyor, malum ya, gece insanıyım.

Akşam eve döndüğümde umutlarım henüz tükenmemişti, sahi ya, ben ne zaman bu kadar iyimser oldum? Şirince'nin yan etkisi olmalı bu haller. Oysa bip sesleri yerinde saymaktaydı ve aklıma gelen tek şey "bir içini açıp bakmam lazım" fikriydi. Bu da Vizontele'nin yan etkisi, yıllardır geçmek bilmedi.

Ve tabii ki açtım içini aletin, bir baktım ne var ne yok diye. Şaşırmaya hacet yok, bir numarası yoktu aletin. İçini açtım, bir baktım ve kapattım. Bu kadar! Yapabileceklerim, yapmak istediklerimin yanında öyle küçük ki, lafını etmeye değmez. Ama o ufacık yerde belirleniyor işte gelecek günler. Yine de bir fikir: ben bu aletin içini açtım, bir hava almasını sağladım, belki şimdi kaldığımız yerden devam ederiz ilişkimize. Üstüme bir iyimserlik çöktü ki sormayın gitsin.

Televizyonu eski haline getirip oturdum bir köşeye ve kaldım o köşede bir süre, öylece. Sanki yapacak başka hiç işim yok, okuyacak yüzlerce kitabım, yazacak onlarca satırım, oynayacak bir miniğim yokmuş gibi durup kaldım oturduğum yerde. Yemek yemeyi bile yarım saat sonra akıl edebildim. Nasıl da hayatımın odağı olmuş televizyon. İzlemesem bile açık olmasına, sesini kapatıp takip etmediğim görüntülere ara sıra göz atmaya nasıl da alışmışım.

Alışkanlığımın bağımlılık derecesinde olduğunu bilmiyor değildim, ama elim ayağım tutmuyormuş gibi kalakalacağımı da tahmin etmiyordum açıkçası. Büyük bir kayıp yaşamışım gibi bir boşluk peyda oldu şimdi zihnimde. Televizyonla ilgili haberlere tıklamamaya, bu akşam televizyonda ne var sorusunun yanıtını hafızama yerleştirmemeye çalışıyorum, mümkünmüş gibi.

Acıdan zevk alan, acının en sığ kıyılarında bile kulaç atmaya teşne tarafım elbette yine girdi devreye. Televizyonsuzluğun çeşitli veçhelerini kurcalıyor, daha ne kadar dayanabilirim, bunlardan kendime ne çıkarabilirim diye tetikte bekliyorum bir yandan. Elbette uzuuuuuun yıllar dayanabilirim, neler var dünyada, bunsuz yaşayamayacak değilim. Ama hayatımdan önemli bir parçanın eksildiğini söylemezsem de bunca seneye haksızlık etmiş olurum.

Şimdi karanlık ekrana bakıp bakıp surat asıyorum. İçimden geçen, aleti en ufak parçalarına ayırana dek sökmek ve her bir parçayı farklı biçimde çıkarmak hayatımdan. Ama üşeniyorum. Onun yerine bilgisayardan bir dizi açıp izlerim, nedir yani…

23 Haziran 2017 Cuma

Lysistrata: Savaşma, seviş!

Sivas Devlet Tiyatrosu repertuvarına alınan Antik Yunan Tiyatrosunun en önemli komedyalarından Aristophanes'in Lysistrata'sı, yurtiçi turne programı kapsamında Mayıs ayının ikinci haftasında İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi'ndeydi.

Lysistrata, savaşın anlamsızlığını, gereksizliğini ve yok ediciliğini oldukça sade ve coşkulu bir anlatımla gözler önüne seren bir metin. Yurttaş sayılmayan, bu nedenle kamusal alanda hak ve irade iddiasında bulunamayan -yani özgür olmayan- kadınların, kendilerine çizilen sınırları ve biçilen rolleri barış için kullanmaya karar vermeleri ile başlıyor hikâye.

Atina ile Sparta arasındaki savaşın artık sona ermesi gerektiğine inanan kadınlar bir araya geliyor, savaş devam ettiği sürece eşleriyle aynı yatağa girmemek üzere sözleşiyor ve kendilerini tapınağa hapsediyorlar. Sınırların ve rollerin dışına çıktıkları için değil, sadece ve sadece o sınırlar içinde kendilerine atfedilen rolleri ifa etmedikleri için görünür ve duyulur oluyorlar, böylece kitlesel bir eylem başlatabiliyorlar. Eylemlerinde direndikleri ölçüde de başarılı oluyorlar.

Kadınların bu pasif direnişi, feminist literatürde "kadının görünmeyen emeği"* denilen durumu bütün netliğiyle ortaya koyuyor: ev içi işlerle "görevlendirilen" kadınlar, o işleri yaptıkları sürece yaptıkları işler göze görünmez. Ev temiz, yemek hazır, çocuklarla ilgilenilmiş. Ama sorarsanız, "kadın çalışmıyor". Ne zaman ki bu "iş"ler yapılmaz, ev dağınıktır, yiyecek yemek yoktur, çocuklar bakımsızdır, o zaman anlaşılır kadının "değer"i. Lysistrata önderliğindeki kadınların evden çıkmaları ve savaş sonlanmadıkça geri dönmemekte kararlı olmaları, bu nedenle büyük bir krize yol açıyor erkekler açısından.

Lysistrata'nın bu yorumunda bu tema korunuyor, oyunun mesajı net bir biçimde iletiliyor. Fakat bazı teorik problemler göze çarpmıyor değil. Öncelikle zamansal bir sıkıntı var: Antik Yunan dünyasında olmadığımıza dair hiçbir kuşku yok akıllarda, fakat replikler fazla modern. Sahnedeki kadınlar ısrarla erkeklerle eşit olmak istediklerini söylüyorlar; oysa Aristophanes'in böyle bir derdi yoktu. İma ettiği düşünülebilir ama bunu hiçbir zaman sözcüklere dökmemişti. Eşitsizlik o çağın sorunu değildi; Lysistrata'nın örgütlediği kadınların tek derdi savaştan kurtulmak ve barışı sağlamaktı. Bunun da bir özgürlük arzusu olduğu iddia edilebilir ancak, o da yine ima düzeyinde.

Bir diğer sıkıntı, koronun rolüyle ilgili. Antik Yunan tiyatrosunun konuyu tartışan, fikir beyan eden, sorular soran ve pozisyon alan korosunun yerine burada yalnızca anlatıcı işlevi sürdüren bir koro var. Öte yandan, koro için Sibel Erdenk tarafından yazılan şarkılar, kadınların eylemdeki coşkusunu seyirciye doğrudan ileten ve sahneleri birbirine sımsıkı bağlayan geçişler olarak oldukça işlevsel.

Kostüm tasarımında Hollywood'dan fazlasıyla etkilenildiğini düşünüyorum. Fakat bu kostümlerin hem antik çağın abartılı kostümlerine hem de oyunun sahne tasarımına uymadığını söylemek haksızlık olur. Oyuncuların makyajları da antik tiyatronun maske geleneğini hatırlatıyor; her ne kadar tüm oyunculara aynı türden bir makyaj yapılmış olsa da…

Fakat komedya her zaman sınırları değişken, abartıya ve yeni yorumlara açık bir tür olmuştur. Söz konusu bir tragedya olsa büyük hatalar olarak işaret edebileceğim(iz) bu birkaç noktaya burada her zaman göz yumulabilir. Ben de aklıma takılanları not etmiş olma gayesindeyim yalnızca.

Sonuçta, sahnedekinin müthiş bir temsil olduğunu söylemek zorundayım. Zaten Barış Erdenk rejisini sahnede her izleyişimde bambaşka bir yerde buluyorum kendimi. Sanki her oyun olduğundan bambaşka, yepyeni ve ufuk açıcı bir kimlik daha kazanıyor. Sanki sahnedekileri değil de bir rüyayı izliyorum…

Erdenk'in Lysistrata'sının en güzel yanı, sahnede yalnızca 5 kadının olması ve bu beş kadının sürekli değişen farklı rollere saniye bile ıskalamadan geçebilmesi. Bazen kadın bazen erkek, bazen yetişkin bazen çocuk, bazen karakter bazen koro: Sahnedeki beş kadın bunların her birine ustalıkla can veriyor ve bunu, takip etmesi bile oldukça güç bir koreografi ile yapıyorlar. Oyun bittiğinde ben soluk soluğa kalmıştım koltuğumda, oyuncularsa bir an olsun teklememişlerdi oyun boyunca.

Bize bu benzersiz yorumu sunan yönetmen Barış Erdenk ve koreograf Sibel Erdenk'e, oyuncular Filiz Demiralp, Begüm Atak, Filiz Uysal, Göksu Girişken ve Neyra Karaböcü'ye, müzikleri yapan Serdar Kurutçu'ya, bu müzikli oyuna enstrümanlarıyla canlı canlı ses veren Şafak Öztürk, Emre Emlak, İsmail Öztürk ve Burak Seçgin'e, oyunda emeği geçen ve bu oyunun İzmir'e gelişinde payı olan herkese teşekkürler. Yolunuz her daim açık olsun, dilerim yeniden karşılaşırız.

*Tanım ve ilgili tartışmalar için Gülnur Acar-Savran ve Nesrin Tura'nın Kadının Görünmeyen Emeği isimli derlemesine (Yordam Kitap, 2012) bakılabilir.

(Bu yazı ilk olarak 1 Haziran 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Ayrılık: Sevgi anlaşmak değildir…*

Ayrılık: Sevgi anlaşmak değildir…*

Bazı tiyatrolar prova notlarını da paylaşır seyircisiyle. Onları takip ettiğinde, sahnede izlediği şeyin birkaç saatlik performanstan çok daha fazla zaman ve emek istediğine, sahnede görünenin buzdağının zirvesi olduğuna tanık olur seyirci. Sevinç Erbulak'ı sosyal medyada takip etmek de buna benzer bir etki bırakıyor benim üzerimde. Çünkü Erbulak, aklına gelen bir fikri, heyecanını, neşesini, umudunu, dileğini hiç çekinmeden ve çoğunlukla da sıcağı sıcağına paylaşıyor takipçileriyle. Bir seyirci olarak onu senelerdir biliyor ve izliyorum ama bu paylaşımları nedeniyle, onu birebir tanıyor gibi de hissediyorum çoğu zaman. Uykusuz bir gece yarısı onun henüz paylaştığı birkaç cümlesine rastlamak örneğin, sabah buluşup uzun uzun konuşacağım bir arkadaşımın, sabaha kadar sabredemeyip anlatacaklarını gece mesajlarıyla iletmesine benziyor. Öyle bir tanıdıklık, yakınlık hissi…

Ne var ki, yakın zamana kadar onu tiyatro sahnesinde görmek nasip olmamıştı; Behiç Ak'ın yazdığı, Semih Çelenk'in yönettiği, Sevinç Erbulak'ın Fırat Tanış'la oynayıp eğlendiği Ayrılık, aylar sonra nihayet yönetmeninin şehrine gelene dek…

Ayrılık, boşanmış bir çiftin aradan bir yıl geçtikten sonra karşılaşıp ilişkilerini ve ayrılıklarını değerlendirdiği tek perdelik bir komedi. İlişkilere dair harcıâlem yargılara nazikçe sırtını dönüp modern ve medeni bir diyalog sunuyor bize, her şeyden önce. Sonra da ilişki kurmanın ve birlikte yaşamanın zorluklarını sıra dışı ve oldukça eğlenceli tespitlerle seriyor önümüze. Beklenmedik anlarda güldüren fakat arka plandaki hüznü de hiç yitirmeyen bir anlatı söz konusu.

Sevinç Erbulak da Fırat Tanış da bizi güldürmelerine alışık olduğumuz oyuncular, burada şaşılacak bir şey yok. Şaşkınlık, seyirciyle birlikte onların da eğlendiğini ve bunu rolden çıkmadan, komedinin seviyesini düşürmeden yapmaları. Bana zaman zaman olur, izlemekte olduğum şey -amiyane tabirle- o kadar cıvık, o kadar laçkadır ki, izlediğim şeye gülmeye bile utanırım, o kadar düşmüştür seviye. Oysa Ayrılık'ta, yerli yerinde gülen, yeri geldiğindeyse en komik replikleri bile rolün gerektirdiği ciddiyeti zerrece bozmadan söyleyen bir oyunculuk; dengeli ve düzeyli bir reji görüyoruz.

Oyun izlemek kadar oyun okumayı da seviyorum ve okuma saatlerimin önemli bir bölümünü de oyunlara ayırıyorum. Yine de bir komedi metnini okurken gülmek, sıkça yaptığım bir eylem değil. Tek başınayken gülmekle bir toplulukla beraber gülmek arasında ciddi bir fark var, orası doğru. Ama metnin komik olması ile oynanan oyunun komik olması arasında da ciddi bir fark var. Ayrılık, yalnızca metniyle de güldürebiliyor.

Biraz da bu sebeple, oyuna eklenen bazı replikleri, örneğin "fevkaladenin fevkinin de ötesinde mutluyum" gibi bir cümleyi gereksiz buldum. 20 yıl önce yazılmış, konusu ve konuyu işleyişi itibariyle eskimemiş olan bir metni güncelleme çabası içinde olunmasına anlam veremedim. Cep telefonlarının hayatımıza yeni yeni dâhil olduğu zamanlardan bir oyun Ayrılık ve bu detay korunmaktayken "fevkaladenin fevki" gibi sözler, bir zaman kargaşasına da yol açıyor.

Oyunlar sahnelenirken metinde yer almayan eklemeler yapılmasına pek sıcak bakmasam da buna kategorik olarak karşı değilim. Yeter ki tutarlılığa halel gelmesin. Pantolonunu çıkaramadığı sahnede, birbirinden ayrılamayan ayaklarıyla halay mizanseni yaratan erkeğin bu hareketi beni hiç rahatsız etmedi mesela. Ya da mutfak dekorunda bütün beyaz eşyaların iç içe olmasının tuhaflığına laf atılması bana gereksiz ya da uyumsuz gelmedi.

Dekor demişken, aklıma takılan sorulardan birini buraya yazayım. Oyunun büyük bir bölümünde ütü masası açık halde salonun ortasında durmaktaydı, acaba neden? Oyunun başında bunu gördüğümde, ütü masasının evde o şekilde konumlandırıldığını ve hep öyle durduğunu düşünmüştüm. Fakat karakterimiz oyunun içinde ütüyü kullanıp işi bitince ütü masasını kaldırdığında bu tezim çürümüş oldu. Buradan çıkardığım sonuç, oyunda ütü kullanılacağı için ütü masasının sahnede hazır edilmiş olduğu. Oysa ütü gerektiğinde de kurulabilirdi o masa, bu hareketlilik için yer de vakit de vardı oyunda.

Yine de, benim gibi takıntılı bir insanın, okuyup gittiği oyunda söyleneceğini bildiği repliklere bile doya doya kahkaha attığı bir oyun bu. Biraz nefes almak için, gülmek ve rahatlamak için, bu iki güzel insanı sahnede görüp hep birlikte eğlenmek ve sonunda elleriniz yoruluncaya dek alkışlamak için bu oyunu izleyin!

Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir…* Sevgi nedensizdir ve çoğu zaman da anlaşmazlıklardan beslenir. Onlar anlaşamadıkları için bu kadar eğleniyoruz ya zaten! Çünkü bu anlaşmazlıklar, yepyeni olasılıklar, yepyeni yollar demek ve bu yolları yürümekten hiç çekinmeyecek bir çiftin hikâyesi bu. Varsın anlaşamasınlar, birbirlerini sevdiklerini, önemsediklerini her hallerinden okuyabiliyoruz ya!

Aşk, tutku, coşku, heyecan… bunlar bitebilen şeyler belki, ama sevginin, gerçek sevginin, emek verilmiş ve kazanılmış sevginin tükenmeyeceğine inananlardanım ben. Böylesine olgunlaşmış bir sevginin tanımlara, etiketlere ihtiyacı yoktur. O bir su gibi korur tazeliğini, su gibi akıp gider kendi açtığı oyuklardan. Birlikte sevilen bir şarkının notalarına, aynı ekmeği bölüşerek kurulan sofralara, aylar sonra paylaşılan iki kadeh şaraba karışır, sonsuzluğa akan 'küçük bir an' olur… Ve bazen küçük bir an için ömür bile verilir!*

*Özdemir Erdoğan, Sevdim Seni Bir Kere

(Bu yazı ilk olarak 23 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv.de yayınlanmıştır.)

Kemal'den kurtulduk, Cansu Fırıncı'yı özleyeceğiz…

Kırgın Çiçekler'de Kemal karakterinin ölümü üzerine...

Gecenin kör vaktinde bir şehirlerarası otobüsteyim. Bunca yıldır uykuya alışamamış gözlerim, önümdeki küçük ekranda izleyecek bir şeyler bulma telaşında. Atv'yi açtığımda Kırgın Çiçekler'in son bölümüne ve adını TV tarihimizin kötü adamları listesinin üst sıralarına yazdıracak derecede derin bir kötülüğe sahip Kemal karakterine denk geliyor ve bu bölümle diziye veda ettiğini bildiğim bu karakterin sonunu izlemek istiyorum.

Ekran yolculuğunun başlarında takipçisiydim ancak ben bu diziyi nereden baksanız 60 bölümdür izlemiyorum. Yine de gerek annemden, gerek TV haberlerini takip etme alışkanlığımdan dolayı hikâyenin nasıl aktığından haberdarım. Reklamsız hali 160 dakikadan fazla süren bölümü izlerken kaç şehir değiştirdim bilmiyorum ama Kırgın Çiçekler'in yol arkadaşlığı, yorgunluğumu ve son anda bulduğum bilet sonucu edindiğim koltuktaki rahatsızlığımı unutturacak kadar iyiydi.

Ben de, hem yol arkadaşlığı için Kırgın Çiçekler'e, hem de hikâyesini tamamlayan Kemal karakteri için, onu seveceğimiz ya da ona hak vereceğimiz ufacık bir boşluk bırakmaksızın şekillendiren senaristlere ve kağıt üzerindeki kötülüğü ekrana eksiksiz yansıtan Cansu Fırıncı'ya teşekkür etmek zorunda hissettim kendimi.

Kemal'de kötülük adına ne ararsanız var: kadına şiddet, taciz, tecavüz, adam kaçırma, gasp, cinayet ve hepsinden kötüsü de bütün bunları taammüden yapması, tüm yaptıklarında kendini haklı görmesi, tek bir an bile pişmanlık yaşamaması, hiç kimseye merhamet göstermemesi. Kemal'in tiksinti verici derecede çirkin bir karakter olduğu daha ilk bölümde, ilk sahnelerde gösterildi; ama bununla yetinmeyip Kemal'in kötülüğünü katman katman işledi, adım adım gösterdi bize Kırgın Çiçekler hikâyesi. Dolayısıyla, aslında izlemesi pek de keyifli bir karakter değil. Fakat Kemal'e can veren Cansu Fırıncı, 84 bölüm boyunca Kemal'i öyle keyifle oynadı ki, denk geldiğim sahnelerde kanalı değiştirmeye gitmedi elim bunca zaman.

Son bölüm adeta bir jübile idi Kemal için, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayana kadar kötülüğün sınırlarını zorladı ve haftalardır (hatta yıllardır) hazırlamakta olduğu kendi sonuna, kendisine çok yakışır bir biçimde ulaştı - her ne kadar fantastik bir son da olsa. Cansu Fırıncı da bu jübilenin hakkını sonuna kadar verdi, bol miktarda doğaçlama ile süslediğine inandığım zirveye ulaşan bir performansa imza attı ve vurucu bir finalle veda etti seyirciye. Yapımcıların şimdiden kapısını aşındırmaya başladığını umuyorum Fırıncı'nın.

Kemal karakteri üzerinden, şiddete suskunlukla karşılık vermenin şiddeti büyütmekten başka bir işe yaramayacağı da, şiddete karşı ses çıkarmanın omuzlara yüklediği sorumluluk da bütün detaylarıyla gösterildi. Kendi adıma, dizinin en büyük başarısının bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gönül isterdi ki Kemal ölmeseydi de yargılansaydı; yaptıklarının cezasını seneler boyunca çekseydi. Ama fantastik bir son da olsa izlediğimiz, bu sonun herhangi bir karakterin elinden çıkmamasının değeri çok büyük. Güney'in o kabloyu uzaklaştırmasının, Eylül'ün "ambulansı arayın" demesinin, Neriman Hanım onları 'oynamaya' davet ettiğinde kızların verdiği tepkinin değeri çok büyük.

Artık, yalnızca Eylül ve çevresi için değil, seyirci için de zaman, rahat bir nefes alma zamanıdır. Nefes alma zamanı geldi ama, yalnızca son bölümde yükseltilen gerginlik düzeyi bile seyirciyi bir süre daha tedirgin etmeye yetecektir. Zaten türlü türlü derde bulanmış hayatlarında nefes almaya hiç yer olmuş mu ki bu kırgın çiçeklerin?

(Bu yazı ilk olarak 18 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Kara Yazımızı Silemedik

Kara Yazı 6. Bölüm yorumu

Geçen haftaki yazımda, bölüm süresinin kısalığı hakkında fikir yürütürken ne kadar da iyimsermişim. Ne diziye emek verenleri düşünmüş buna karar veren, ne de seyirciyi. Neyi düşünmüşler, onu da anlamadım gerçi. Reklam verenleri desem, dizinin o reklamı satacak seyircisi yok; Bodrum Masalı'nı desem, masalı bu kadar önemsiyor olsalar onun süresiyle bu denli oynanmazdı… Kanalın itibarını iyice düşürmekten başka ne işe yaradı bu son dakika hamleleri, gerçekten anlamıyorum.

Diziye gelince, izlediğimiz bölüm finalden önceki bölüm olabilirdi belki, ama bir final bölümü olarak kabul etmiyorum bunu. Soruların yanıt bulmadığı final bölümü olur mu? Yayından kaldırılması kararlaştırılmış bir dizi için dört başı mamur bir final hayal etmiş değilim, lakin hikâyenin kendi sorduğu soruları yanıtlamasını ummak da benim en doğal hakkım.

Kötü bir bölüm mü izledik? Hayır, kesinlikle çok güzeldi. Yaren ve Oğuz'un ilk karşılaşması, Mehmet'in Yaren'e güvercin adımlarıyla yaklaşmaya çalışması, Derya ve Oğuz görüşmesi, Halil'in pişmanlığı, Yaren'in Derya ile hesaplaşması, Kadir'in Yaren'e haklı sitemleri, Melisa'nın uzaktan izlediği Yaren-Mehmet sahnesi, Esma'nın Mehmet hakkındaki düşünceleri ve en sonunda Mehmet ve Yaren'in karşılıklı itirafları… Hepsi şahaneydi! Ama sonunda ne gördük? Görmesek de tahmin edebileceklerimizi. Ya elimizde yeterli veriler olmadığı için tahmin edemediklerimiz?

Halil'in nezarethanedeki sahnesi yine çok güzel ve dopdoluydu. Ellerini açmış dua eden Halil, ailesinin başına gelen her şeyin kendi hatası sonucu olduğunu anlamış ve bağışlanma diliyordu. "Karanlıkta durursak bizi görmezler sandım, ama ben kızlarımı hiç görmemişim, hiç duymamışım." cümlesi, herhalde şimdiye kadar Halil'in ağzından duyduğumuz en güzel cümleydi. Ve bu pişmanlık hali Halil'e çok yakışmıştı.

Kendisine bir son yazılmış olmasa da -hikâyesi yok ki son yazılsın- Kadir'i görmekten ve haklı sitemlerine tanık olmaktan mutlu oldum. Benim haftalardır sorduğum soruları Yaren'e sordu Kadir ve maalesef hak ettiği türden bir yanıt alamadı. Zaten Kadir kim ki…

Karahan Ailesi'nin diğer fertlerini görmemiş olmaktan hiç şikayetçi değilim, bir tek Elif'in hikâyesiyle ilgilenebilirdim ama onu da yeterince tanıyacak vakti bulamadığımız için sonu da ilgimi çekmiyor. Ufuk ve İclal içinse kötü hislerimi zaten yazmıştım daha önce.

Bugüne kadar oldukça yavaş ilerlemiş bir hikayenin final diye birdenbire hız almasını beklemiyordum elbette. Bir mahkeme sahnesi beklemiyordum mesela. Zaten ilk bölümden beri biliyoruz Mehmet'in suçu kabullendiğini ve adaletin peşinde olduğunu. Bu konu yalnızca Yaren için sürprizdi, bizim için değil. Mehmet ve Yaren'in itirafları da birbirlerine doğru attıkları adımlar da yerli yerindeydi, sözüm buna değil. Ama benim görmek istediğim, Erdem'in ardına düştüğü sorunun yanıtıydı. Cinayet silahının kim tarafından ve nasıl değiştirildiği sorusu yanıtsız kaldı, dolayısıyla hikâye de eksik.

Son sahnenin ardından, Yaren'e hayal kırıklığı yüklü gözlerle bakakalan Kadir gibi kaldım ben de ekran karşısında, kara yazımızı silememiş olmanın umutsuzluğuyla…

Kara Yazı'ya emeği geçen herkesin yolu açık olsun, yeniden karşılaşabilmek dileğiyle...

(Bu yazı ilk olarak 7 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Sessizliğin Beş Çeşidi: Yaşamak istiyorsan SUSMA!

Sessizliğin Beş Çeşidi: Yaşamak istiyorsan SUSMA!

İzmir'in az sayıdaki profesyonel sanat topluluklarından biri olan ve 2011 yılından bu yana seyircisiyle buluşan Tiyatro SALT, bu yıl çağdaş İngiliz yazarlarından Shelagh Stephenson'un Sessizliğin Beş Çeşidi isimli oyununu kattı repertuvarına. Alev Koçer'in Türkçeye çevirip uyarladığı oyun, Bahadır Yüksekşan'ın rejisiyle Mart ayından bu yana sahnelenmekte.

Toplumsal yaşamda yaygın olduğu bilinen fakat hakkında konuşmaktan imtina edilen konuları sahneye taşımayı tercih eden ve bunu in-yer-face oyunlarla yapan bir ekip SALT. In-yer-face (in your face), yüzevurumcu tiyatro olarak Türkçeleştirebileceğimiz, hayali ufuk çizgisine değil de seyircinin yüzüne yüzüne oynanan, böylece seyirciyi yalnız seyirci olmaktan çıkarıp katılımcı hale getiren, oyunun bir parçası yapan bir tiyatro akımı. Seçtikleri konuların onları sahneye koyma biçimine fevkalade uygun olduğunu sanıyorum fark ettiniz…

Sessizliğin Beş Çeşidi, aile içi şiddete, şiddetin fiziksel, psikolojik, cinsel, çevresel bin bir çeşidine maruz kalan ve yaşamaya -ya da nefes almaya, diyelim- devam edebilmek için günden güne daha da sessizleşen kadınların hikâyesi. Oyun, sessizliklerini bozdukları yerde başlıyor.

Kadınlar sessiz kaldıkça acıları devam etmiş ve maruz kaldıkları şiddetin dozu da çeşidi de sürekli olarak artmış. Kadınların sessizliğine yakın çevrelerinin ve içinde yaşadıkları toplumun sessizliği de eklenince şiddetin yarattığı acı da katlanmış. Kadınlar, sessizlikle örtülmüş bir şiddet sarmalında sıkışıp kalmışlar, ta ki bir cinnet anına kadar.

Seyircinin yüzüne yüzüne oynama özgürlüğünün sağladığı avantajlardan biri, buradan da hikâyenize katkıda bulunabilmektir. SALT bu özgürlüğü, seyircinin gözlerinin içine bakmamayı da oyuna katarak kullanmış. Şiddete uğrayan kadınlar hep seyircinin arkasındaki boşluğa, o hayali ufuk çizgisine bakarken şiddeti uygulayan erkeğin seyircinin gözlerinin içine içine bakmaktan bir an olsun vazgeçmemesi, hatta en kışkırtıcı repliklerini hep bu şekilde söylemesi oyunun en gerçekçi, en acıtıcı yönüydü. İnsanı yerinden kalkmaya, cevap vermeye, sessizliğin değil isyanın bir parçası olmak için harekete geçmeye kışkırtan bir oyun…

Seyirciyi oturduğu koltukta rahat ettirmeyen, tedirginlik hissini sürekli canlı tutarak devam eden oyunun bütün vuruculuğunu metinden aldığını düşünebilirsiniz, ama hayır, öyle değil. Gerek in-yer-face oyun biçimi, gerekse SALT'ın sizi, siz istemeseniz de oyunun içine alan sahne kurgusu ve mizansen biçimi, hikâyenin yalnızca seyircisi değil birer kahramanı yapıyor sizi. O çirkin sessizliğin bir parçası oluyorsunuz, sessizliğin altıncı çeşidi…

Şiddetin şiddeti nasıl doğurduğunu, şiddetin nasıl içselleştirilip normalleştirildiğini şiddeti mazur göstermeden anlatan oldukça sade ve vurucu bir metin bu. Üstelik kendi sorduğu soruların yanıtını da kendisi veriyor, şiddet sarmalını gizlemek için tek bir sessizliğin yetmediğini, sessizliğin en az beş çeşidinin gerekli olduğunu; şiddetten kurtulma yolunda ise sessizliği bozan tek bir kişinin on kaplan gücünde olduğunu çok net bir biçimde gösteriyor.

Şiddet çeşit çeşit, sessizlik de öyle. Çözüm içinse tek bir şey yeterli: Kadınlara çoğunlukla tam tersi söylenir ama - Yaşamak istiyorsan SUSMA!

(Bu yazı ilk olarak 5 Mayıs 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

4 Mayıs 2017 Perşembe

"Sevmek, arkasında durmaktır!"

Kara Yazı 5. Bölüm Yorumu

Anlayamadığım çok şey var ve öyle görünüyor ki, birçoğuna yanıt bulamadan, anlam veremeden vedalaşacağız. Hikâye ile ilgili sorularımın yanıt bulmamasını yayından kaldırılma kararına bağlayıp anlayabilirim. Yeni sapaklara doğru genişlemekte olan bir hikâyenin sonunda aksayan yanlar olacaktır, bu normal. Ama yayından kaldırılma/final yapma kararının böyle oyuncağa çevrilmesini nasıl anlayacağız?

İlk olarak, 5. bölümde final yapılacağı haberini aldık Perşembe günü ve son bölümü izleyecek olmaya hazırladık kendimizi. Fakat hafta sonunda dönen bütün tanıtımlar, saat 21:00'de final bölümünü değil, 22:15'te yeni bölümü izleyeceğimizi haber vermekteydi. Bölüm başladığında, yayından kalkacak bir dizinin final bölümünü mü yoksa devam etmekte olan bir dizinin yeni bölümünü mü izleyeceğimizi bilmiyorduk. Sonunda, dolu dolu bir 60 dakikanın ardından, küt diye bölüm sonu yazısını gördük ekranda ve final bölümünün gelecek hafta yayınlanacağını da ancak o zaman öğrenebildik.

Final bölümü olarak ilan edilen bölümü ikiye mi böldüler, hikâyeye yeni yollar açacak sahneleri mi attılar, bizi finale götürecek olan sahnelerin çekimi mi yetişmedi bilemiyorum. Tabii bunlar benim aklıma gelen ve makul bulabileceğim gerekçeler. Eğer bütün bunlar yalnızca bir planlama hatasının sonucuysa durum daha vahim demektir. Zaten Kara Yazı'nın ilk yayın tarihinin ilanından itibaren yaşananları bir bir sıralayıp "Seyirciler bir kanaldan nasıl soğutulur?" başlığıyla yayınlasam yeridir. Ama ne bunu yapmaya hevesim var artık, ne de seyirciler olarak önemseniyor olduğumuza inancım…

Hikâyemize dönelim. Yaren'in babasını kucağında bir bebekle ıssız bir binada bulmasında kalmıştık. Halil'e göre bu bebek, Derya'nın ailesine attığı bir kazık, ailesini harcamış olduğunun bir kanıtı. Halil için her şeyi, her durumu etiketleyip bir kategoriye sokmak ne kolay. Birkaç dakikalık bir şok yaşadı ama hemen yargısını verdi ve çıktı yola. Yaren de ardından koşuyor umutla. Mehmet de peşinden… (Bu noktada, işsiz güçsüz Halil'in bütün şehri taksiyle dolaşmaya nereden para bulduğunu mu sorayım yoksa ıssız bir sokaktan art arda iki boş taksinin geçmesindeki hikmeti mi? Bunları düşünürken hikâyeden kopuyorum sürekli, anlatmak istediğim bu.)

Yıl olmuş 2017, hâlâ istemediği bebeği cami avlusuna mı terk ediyor insanlar? Yanıtını duymak, bilmek istemediğim bir soru bu. Halil'in aklına ilk gelenin bebekten kurtulmak olmasında şaşırtıcı bir yan yok. Şaşırtıcı olan, yıllarca susmuş, sustukça kendi sesine yabancılaşmış, kendisi olmaktan adım adım uzaklaşmış olan Yaren'in dile gelmesi. Geçen haftaki Derya-Halil sahnesinden sonra yine enfes bir baba-kız sahnesi izledik, gözyaşlarını kontrolsüzce akıtan…

Zeynep Çamcı'yı ne kadar beğendiğimden daha önce söz ettim burada, Emre Kınay hakkında düşündüklerimi de anlatmıştım uzun uzun. Dolayısıyla bu sahneden beklentim oldukça yüksekti ve beklediğime de değdi. Hem duygu yoğunluğu hem de hikâyenin gideceği yöne etkisi bakımından önemli; iyi yazılmış ve iyi sunulmuş bir sahneydi.

İki noktanın altını özellikle çizmek isterim. Birincisi, Yaren'in dolu dolu gözleriyle, hiç duraksamadan, sanki bir an duraksarsa devamını getirememekten korkar gibi bir coşkuyla içini dökmesi, bunu yapmakta ne kadar acemi olduğunun göstergesi olarak da sallamayı bile beceremediği işaret parmağı. Ne kadar gerçek ve ne kadar yaralayıcıydı… İkincisi ise, Yaren bunları söylerken Halil'in yüzünün aldığı şekillerde duygularını birebir görebilmekti. Önce inkar, ardından hayal kırıklığı, sorgulama, kararsızlık, pişmanlık ve kabullenme… Hepsini Halil'in yüzünden okumak, bunlar için tek bir sözcüğe bile gerek olmaması muazzamdı.

Yaren'in söyledikleri, bütün hikâyenin özeti ve finali nerede göreceğimizin işaretiydi adeta. "Sevmek, arkasında durmaktır" dedi Yaren, kardeşlerinin, yeğeninin arkasında duracağını, onları yargılayıp bir kenara çekilmeyeceğini söyledi. Yaren'in bu ani aydınlanmasını ve Halil'in bu ani yumuşamasını finalin yakın olmasına bağlıyorum elbette, yoksa böylesi bir hesaplaşma ancak sezon finalinde görebileceğimiz bir şey olurdu. Oysa ben, böyle sahneleri keşke ilk bölümde de görseydik diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

Bana bunu düşündüren, bu hikâyede siyahtan başka renklerin de olduğunu gösteren iki sahne daha var bölümde; ilki, Yaren ve Mehmet eczanedeyken Mehmet'in Yaren'i güldürdüğü, gülmenin zararlı bir şey olmadığını söylediği sahne. Gülmek zararlı bir şey değil elbette, 'kara' bir hikâyenin bir parçasıyken gülmek/güldürmek de öyle. İkincisi ise, Mehmet'in evinde, Mehmet ve Oğuz'un kısacık sahnesi. Hem karakterlerin düşüncelerini ve konumlarını iyi anlatan hem de gerçeğin acılığına gülümseten bir sahneydi, başka bir renkti. Seyirciler olarak belki de en çok bunların eksikliğini hissediyorduk, görmeden vedalaşmadık çok şükür.

Elif'in Ufuk'la sevgilisini yakalamasının ardından, gecenin üçünde Karahan Malikânesinde yaşananlar, Halil ve Oğuz'un birbirlerine ne kadar benzediğini bir kez daha gösterdi bize. İkisi de çevrelerine bazı sınırlar çizmişler ve herkesin o sınırlı alanda 'oynamasını', suya sabuna dokunmadan yaşayıp gitmesini bekliyorlar. Ama hayat böyle bir şey değil, yaşamak bu değil. Bu koşullarda yetişen kişiler birey değil, Yaren'in pek güzel tanımladığı gibi, 'doğrudan şaşmayan hayat acemileri' olabilir ancak. Kendisi olmaya çalıştıkça babasıyla çatışan Mehmet ile her daim onaylanmak adına kendisi olamayan Yaren, bu durumun aynı yerden yaralı iki farklı sonucu işte…

Derya'nın oğlunu güvenceye aldıktan sonra üzerine atılan suçtan kurtulmak istemesi de finale gidiyor olmamızdan kaynaklanıyor elbette. Sonuçla ilgili tahmin yürütmek de zor değil. Baştan beri merak ettiğimiz şeyin aydınlanması, Erdem'in kurduğu tuzağa müdahalenin kim tarafından ve nasıl yapıldığının açıklanması kalıyor geriye. Bakalım Derya ne kadar, Mehmet ne kadar suçlu. Ve Yaren'le Mehmet'in, Derya ile de Erdem'in bir hikâyesi olabilecek mi?

İzlediğimiz kısımda Halil'in düşüncelerinin değişmesine vesile olacak çokça şey yaşandığı için onun Ali'yi kabullenmesi anlaşılmaz gelmedi. Hapisten çıktığında Derya'yı kucaklaması da beklediğim bir şey artık. Fakat Oğuz'un dönüşümü için hiçbir şey yaşanmadığından onun böyle katı ve ruhsuz kalmaya devam etmesini bekliyorum final bölümünden.

Sedef'e ulaşamayan Yaren'in neden Kadir'i aramadığını sordum kendi kendime ama Kadir'i o kadar tanımıyoruz ki, bununla ilgili olarak fikir bile yürütemedim. Dolayısıyla Kadir için bir son da düşleyemiyorum. Ama bakışlarına hayran olduğum bu adamı en azından bir kez daha görmek istiyorum finalde. Bakalım…

(Bu yazı ilk olarak 30 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Bir Yalnız Kalamama Hikâyesi

"Bir Hayvanat Bahçesi Hikayesi" oyunu üzerine...

Bir Hayvanat Bahçesi Hikâyesi: Bir Yalnız Kalamama Hikâyesi


Bazen yalnız kalmak isteriz, insanlarla çevrelenmişken bile. Dışarı çıkarız, ama dışarıdaki sesleri duymamak için kulaklıklarımıza sığınırız. Evimizde en rahat koltuğa gömülmek yerine bir Pazar öğleden sonrası, bir parkta oturup okumak isteriz kitabımızı, gazetemizi. Dışarı çıkma sebebimiz sosyalleşmek değildir; yalnızca dışarıda olmak, dışarıdayken de kendimiz olmaya devam etmek isteriz…

Yalnızlığı sevsek de insanlarla çevriliyiz, selamlaşırız, gerekirse konuşuruz, yardımlaşırız. Ama gerekmiyorsa da hiç konuşmayız. Kimseyle muhatap olmamak için mahalledeki bakkaldan değil de süpermarketten alışveriş yaparız mesela, ne kadar az diyalog, o kadar rahat bir kafa!

Ama bir de, siz kendi kendinize kalmışken, hiç gereği yokken, kendinize ayırdığınız zamanı çalmaya niyetlenenler olur. Gelip bir şeyler sorar, sessizce oturup kitabınızı okuduğunuz bankta yanınıza oturur, sizi kendileriyle konuşmaya zorlar bazı insanlar. Nezaket gösterip karşılık verirsiniz, onun sizi rahatsız etmesinde bir nezaketsizlik yokmuş gibi… Anlattıklarını dinlersiniz hiç ilgilenmeseniz de, çünkü nezaketten ötesi de vardır: Merhamet. Sizin tercihiniz olan yalnızlığın bazılarının zorunluluğu olduğunu bilirsiniz. Bilmediğiniz, iyi niyetinizin sizi bir felakete de sürükleyebileceğidir…

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Amerikalı oyun yazarı Edward Albee, ilk oyunu Bir Hayvanat Bahçesi Hikâyesi'nde bunları konu ediyor. Oyun, Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu - SAKM prodüksiyonuyla, Gökhan Erarslan rejisi ve Burak Sergen'in performansıyla Mart ayından bu yana sahnelenmekte… 1. Karşıyaka Tiyatro Festivali kapsamında İzmir'e gelen oyun, Bostanlı Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosu'nda seyirciyle buluştu.

'Oynaması' şart değil, "Burak Sergen sahnenin bir köşesinde oturuyormuş" deseler, onun nasıl 'oturduğunu' görmek için bile bilet alıp karışabilirim seyirciler arasına; kendisine yönelik ilgim ve hayranlığım bu raddede. İleride göreceğiniz memnuniyetsizlik ifadelerini, bunu aklınızda tutarak okuyunuz lütfen.

Onun bir oyuna hazırlandığını duyduğum anda ben de başlıyorum hazırlıklara… Oyunun metnini bulup okumak, eğer varsa yazarın oyun hakkındaki notlarına göz atmak, oyunla ilgili olarak yapılmış röportajları okumak gibi hazırlıklar bunlar.

Bu araştırmalarım sırasında, bu metni oynamanın Burak Sergen'in uzun zamandır istediği bir şey olduğunu ve Kerem Alışık'ın ikinci sezonda Kara Sevda kadrosuna katılması ve çekim aralarında Sergen ve Alışık'ın kurduğu diyalogun bizi bugünlere getirdiğini öğreniyorum! Kara Sevda, yalnızca hikâyesi, polisiye dozu, temposu ve ters köşeleriyle değil, kadrosunda bulunan tecrübeli tiyatrocuların oyunculuk çıtasını arşa çekmesi sebebiyle de çok değerli zaten benim için (düşünün bir, Rüzgar Aksoy, Zeyno Eracar, Zerrin Tekindor, Kerem Alışık ve Burak Sergen var dizinin kadrosunda, hepsi aktif olarak tiyatro yapmakta ve seyircinin hafızasına kazınan performanslar sergilemekte); ama Burak Sergen'ın SAKM çatısı altında bir iş yapmasına vesile olduğu için de kalbimdeki yerini derinleştirdi.

Yazar Albee, 1959'da yazdığı bu oyunu 2007 yılında güncellemiş ve Sergen de oyunu bu güncellenmiş haliyle sahneye koymak istemiş. Oyunun orijinal metnini okuyup güncellenmiş versiyonu izledikten sonra benim yorumum, yapılan güncellemelerin oyunun anlatmak istediği şeyi değiştirmediği fakat anlatım gücünü azalttığı yönünde.

Oyun, bir Pazar günü öğleden sonra Central Park'ta oturmuş kitabını okuyup piposunu tüttüren Peter'ın yanına yanaşıp ona hayvanat bahçesine gidişini anlatmak isteyen Jerry'nin sürprizlerle dolu diyalogundan ibaret. Yani en azından oyunun ilk yazıldığı hali bu. Bunu okuyunca, son 3-4 yıldır tek kişilik oyunlarla sahnede olan Burak Sergen'in neden bu oyunu sahnelemek istediğini anlamak zor olmadı. Sahnede bir Peter olmasa da Jerry parkta dolaşıp hikâyesini anlatabilir ve hiç garipsenmeyebilirdi. Peter'in varlığının oyuna bir katkısı olmadığını söylemiyorum; aksine, arka plandaki temayı işlemenin tek yolu Jerry'i biriyle diyaloga sokmaktır ve yazar, amacına ulaşmıştır. Fakat Peter'ın varlığı, bu oyunu Jerry'nin tek kişilik gösterisi olmaktan çıkarmıyor, söylemek istediğim bu.

Peter rolündeki Onur Kırat, Jerry'nin coşkulu paslarını göğsünde yumuşatmayı başarıyor; aslında gerildiği bir ortamda sakin kalmaya çalışan Peter'ın tedirginlikle özgüven arasındaki salınımını başarılı bir biçimde yansıtıyor. Oyunda eksik olduğunu düşündüğüm, anlatım gücünü azaltan şey bu değil. Burak Sergen'in zayıf kaldığını, onun yeteri kadar iyi bir Jerry olamadığını da söyleyemem. Ama sahne üzerindeki performansın bütününde bir eksiklik vardı ve ben bunu, sahneye bu iki kişi haricinde birilerinin daha konmasına ve bu birilerinin, arka planda kalmayıp oyunun en can alıcı noktalarına dâhil olmalarına bağlıyorum.

Peter ve Jerry'nin parktaki 'sohbet'inin arka planına, parkta koşanlar, yandaki banka oturup sigara içenler, kaykayla parktan geçen gençler, parkta yaşayan bir evsiz gibi tipler eklenmiş. Bu eklemeler parkı daha canlı ve gerçek kılmış; Jerry'nin zaman zaman onlarla sözsüz diyaloga girmesiyle de bu gerçekçiliğin ve Peter'in rahatsız edici tavrının altı çizilmiş. Buraya kadar hiçbir şikayetim yok, hatta oyunun ilk halinde olmayan bu eklemeleri sevdim bile diyebilirim. Ama bu oyuncular, Jerry ve Peter'ın diyaloguna dâhil oldukları anda benim memnuniyetsizliğim başladı.

Oyunun akışında birkaç zirve noktası var, bunlardan biri, Jerry'nin komşusunun köpeği ile arasında geçenleri Peter'a anlattığı bölüm. Oyunu okurken, aklımdan 'kim bilir bu sahnede Burak Sergen nasıl da devleşecek' diye geçirmiş ve Sergen'in hem Jerry'i, hem komşusunu, hem köpeği, hem de hamburgerciyi canlandıracağını hayal ederek heyecanlanmıştım. Ne var ki, Sergen'i Jerry ile sınırlandırmayı ve bu karakterler için başka oyuncuları kullanmayı seçmişler. Ne büyük hayal kırıklığı! Daha kötüsü ise, bu yan karakterlerin tamamının birden, Jerry'nin mücadele ettiği köpeğe dönüşmesi, Jerry'nin kendi hikayesinde başrolü köpeğin alması.

Umarım anlatabilmişimdir derdimi, hayal kırıklığımın büyüklüğünün sebebi sahnede izlediğim şeyi beğenmemem değil; aksine oyun bittiğinde oldukça da mutlu ayrıldım salondan. Şüphesiz ki iyi sahnelenmiş, derdini anlatmayı başarmış iyi bir oyun bu. Hayal kırıklığına uğramamın sebebi beklentimi fazla yüksek tutmuş olmamdır belki de. Gayet iyi oynadığı, koştuğu, arkadaşlarıyla paslaştığı bir maçta 3 gol atmadığı için Messi'yi suçlayamayız, değil mi? Ya da 300 yapabilen bir araçta 90'la gittiğimiz için mutsuz olmayız… Benim beklentim işte o noktadaydı, çünkü Adolf'te, 300'le giden bir Burak Sergen izlemiş ve sersemlemiştim oyun sonunda. Çingene Boksör'den tek perdede 5 gol yemiş ve çivilenmiştim oturduğum yere… Jerry de beni biraz tokatlasın, silkelesin, oturduğum yerden zıplatsın istemiştim. Mızmızlanmamın sebebi, beklediğimden daha sakin, daha akışkan bir oyun izlemiş olmam…

Şımarık bir seyirci olduğum ve bu kadarıyla yetinemediğim için başta Burak Sergen olmak üzere tüm emeği geçenler bağışlasın beni. Ve İzmir'e tekrar gelsinler ki ilk beklentilerimi zihnimden silip bir kez daha izleyebileyim oyunu, bu kez anın tadını çıkararak…



Künye:
Yazan: Edward Albee
Çeviren: Edanur Hancı
Yöneten: Gökhan Erarslan
Yönetmen Yardımcısı: Şahin Adıgüzel
Sahne ve Kostüm Tasarımı: Dilek Kaplan
Müzik Tasarımı: Hakan Şavklı
Işık Tasarımı: Hakan Hafızoğlu
Hareket Düzeni: Alpaslan Karaduman
Efekt Tasarımı: Ersin Aşar
Afiş Tasarımı: Aysun Kafkaslı
Fotoğraf: İlker Ergin
Reji Asistanları: Cansu Tuncer- Kemal Ağar

Oyuncular:
Burak Sergen, Onur Kırat, Şahin Adıgüzel, Edanur Hancı, Ayşin Ayata, Ferdi Taşkın, Merve Göydağ, Serkan Beşiroğlu

(Bu yazı ilk olarak 25 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Sana sığınamadım, yalana sığındım."

Kara Yazı 4. Bölüm Yorumu

Hak etmediği şekilde elinden alınan gününü Hayat Şarkısı'na geri verip Pazar akşamına geçtik. Burada yeni bir sayfa açıyoruz, dilerim sonuna kadar da gidebiliriz. En azından sezon sonuna kadar ve derli toplu bir final seyrederek. Kara Yazı'yı severek takip ediyorum, uzun uzun izlemek de isterim. Fakat koşullar el vermiyorsa kısa yoldan sona varmaya bir itirazım da olmaz, yeter ki gerçek bir son olsun, damağımda tadı kalsın…

Önceki bölümlerden seçilen kilit görüntüler eşliğinde, Derya'nın sesinden dinledik ilk üç bölümün kısa bir özetini; güzeldi. "Bir çakmak çaktım, alevleri herkesi sardı…" cümlesi de, Erdem'in Mehmet'e kurduğu tuzağı Sinan'dan kurtulmak için kullandığının itirafıydı bence. Ama henüz hikâyenin bu kısmıyla ilgilenmiyoruz.

Mehmet'in Yaren'i öpmesinde kalmıştık… Bu ani ve teklifsiz yakınlaşmanın bir tokatla nihayetleneceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok, merak ettiğimiz, daha sonra neler olacağıydı. Mehmet, neyse ki bu noktada alışıldık olana prim vermedi, tokadı yediği noktada kalmadı, Yaren'in peşinden gitti, kendini anlatmaya çalıştı. Mehmet, ancak bunun Yaren'in "ilk" öpücüğü olduğunu anladığında farkına vardı ne kadar büyük bir adım atmış ve Yaren'i ne kadar üzmüş olduğunun. Onun anlayabileceği de bu kadardı zaten. Fakat Yaren için "ilk"ini "çaldırmış" olmaktan daha büyük bir sorun var ortada. "Değer yargıları" derken neyi kastettiğini biliyoruz biz, çünkü Halil'i tanıyoruz. Ama daha geçen hafta, kendisine elbise giydirilip makyaj yapıldığında bir şeyler kaybettiğini düşünen Yaren'i de gördü bu gözler; yani o öfkede, Mehmet'in anlayabileceğinden fazlası var…

İstifa konusu da pinpon topu gibi bir kabul bir ret tarafına geçti, nerede durduğundan ben emin olamadım. Bu sorunun yanıtı da gelecekte…

Tokadı ve sonrasını az çok tahmin edebildiğimiz için esas merak konusu babaların karşılaşmasıydı, merak ettiğimize de değdi. Oğuz'un diyaloga giriş biçimi, kendisi için yazdığı hikâye ve böylece Halil'i dolaylı yoldan yüreklendirmesi gerçekten güzeldi. Oğuz'a alkış tutuyor değilim elbette ama, karşılaşmasını beklediğimiz iki büyük oyuncunun yan yana gelmelerine değecek önemde ve büyüklükte bir sahne yazılmış, kuşkusuz ki hakkıyla oynanmış ve ekrana eksiksiz yansıtılmış olduğu için güzeldi. Ve Oğuz'un katışıksız bir kötü, Halil'inse dolduruşa gelmesinin çok kolay olduğunu açıkça gösteren bir sahneydi.

Dizilerimizin vazgeçilmez klişelerinden biridir: Taksi lazım olur, karakterimiz yola çıkar, elini kaldırır ve hemen bir taksi duruverir. Bizler de, İstanbul gibi kalabalık ve düzensiz bir şehirde bunun her seferinde gerçekleşmesine şaşırır, ama bu şaşkınlığı kanıksamış olduğumuzdan hiçbir şey olmamış gibi devam ederiz izlemeye. Mehmet Karahan, bu klişeyi elinin tersiyle itti gözümüzün önünde. Her an omuzunda bir kadınla atlama ihtimali varmışçasına hazırda tuttuğu bir teknesi varmış meğer Mehmet'in, çünkü Oğuz Karahan'ın oğlu olmak bunu gerektirir!

Mehmet ve Yaren'in uzunca bir süre yalnız kalmaları yine de güzeldi, böyle böyle daha iyi tanıyacaklar birbirlerini, daha derinden bağlanacaklar birbirlerine. Ama acil durum ortaya çıktığında bile uzun zaman kıyıya varamamaları beni ikna etmedi. İşi ve parası olmadığı için amele pazarında şansını deneyen ve başarısız olan Halil'in, Beykoz'dan Bakırköy'e, Bakırköy'den de Sirkeci'ye taksi ile gitmesine ikna olmadığım gibi. Bir türlü karaya varamayan Yaren'in yardım istemek için Kadir'i aramamasına anlam veremediğim gibi.

Erdem'in Derya ile ilgilenmeye başladığını Volki bile anladı, ama Erdem direniyor. Oğuz'a yaklaşma amacını her şeyin üzerinde tuttuğu için Derya'yı bir beladan kurtarıp ötekinin ortasına bırakıyor. Ali'nin başına gelebilecekleri ise kendi tecrübelerinden bildiği için yine de Derya'yı kurtarmak için adımlar atabiliyor. Erdem, Oğuz'un sözünden çıkma iradesini gösteremese ve Derya'ya olan ilgisini zapt edebilse bile Ali'ye olan zaafı onu saf kötülükten uzak tutacak gibi görünüyor.

Oğuz'dan, Erdem'in babasının da bir zamanlar Oğuz için çalıştığını ve "iş bitirici" biri olduğunu öğrendik. Erdem'in yarası da bu cümlenin bir yerlerinde gizli. Zamanla göreceğiz…

İclal kadar nerede, hangi koşullar altında yaşadığından habersiz bir karakter az bulunur. Oğuz'un oyun kurucu, çevresindeki herkesin de birer kukla olduğunu bilmiyormuş gibi olaylara dâhil olmaya çalışmasına sadece gülüyorum. Melisa'yı teskin etmeye çalışmasına iki kat gülüyordum ki, Elif eve geldi ve Melisa'nın hak ettiği tepkiyi, dizinin de en dürüst tepkisini verdi, "Iyy, Melisa mı o?" diyerek ve Melisa'ya hiç görünmeden ortadan kaybolarak…

Elif, bu hikâyede hiç kimseden hiçbir şey saklamayan tek karakter. Bu özelliği onu bütünüyle iyi yapmaya yetmiyor; çünkü acılara göz yummuşluğu, gördüklerine, bildiklerine sessiz kalmışlığı da var belli ki. Ama kimseye güvenmiyor oluşu ve kaybedecek çok az şeyinin olduğunu bilmesi, onu daha cesur ve iyiliğe daha meyilli hale getiriyor bence. Elif'i daha çok izlemek istiyorum ben de.

Her şeyi başlatan tuzağı Erdem kurdu, ama o tuzağı kendi lehine kullanmaya çalışırken kendi kendisini hedef yapan ve böylece pek çok kişiyi oyuna katan kişi Derya oldu. Bu nedenle bu bölümde en çok Derya'yı izlemiş olmaktan memnunum. Gerek Erdem'le diyalogu, gerek Ali için Aslı'ya yalvarışı, gerekse babasıyla yüzleşmesinde çaresiz olduğu ölçüde kararlı, kaybedecek bir şeyi olmadığı için oldukça güçlü bir Derya izledik. Ali'yi her şeyin üzerinde tuttuğunu ve onun için her şeyi göze alabileceğini gördük. Detayları henüz bilmesek de neden bu noktaya geldiğini anladık. Az zamanda Derya'yı birçok yönden tanımış olduk ve Gülper Özdemir de Derya'nın içindeki fırtınaları satır satır işledi içimize.

Derya ve Halil sahnesi dizinin en güzel sahnelerinden biriydi. Yüzünde kocaman soru işaretleri ve içinde büyük bir öfke taşıyarak karşısında duran babasına karşı kendisini savunmadı Derya; çünkü o, kendisini savunmasını gerektirecek bir şey yapmamıştı. Bunun yerine kendisini anlattı. Yasin'i nasıl sevdiğini, onunla neler düşlediğini, düşlerinin nasıl yarıda kaldığını, bunları ailesiyle paylaşamamanın onu ne kadar üzdüğünü anlattı. Ve bütün bunlara Halil'in sevgisizliğinin, güvensizliğinin, katılığının sebep olduğunu… Halil'in o tetiği çekmesine engel olan şey de bunların doğru olduğunu bilmesi bence. Merhamet değil, sevgi değil. Haksız olduğunu bilmesi, görmesi…

Halil gibi düşünen babalar biliyorum, Halil'in yaşadıklarını yaşasa daha büyük olaylar çıkarabileceğini düşündüren… Sevgiyi göstermenin zayıflık olduğunu düşünen, sevmek isteyip de sevemeyen babalar gördüm ve sevmeyi öğrenemeden büyüyen çocuklar tanıdım. Derya, yine de sevmeyi becerebilmiş. Demek ki gerçekten sevilmiş, korkmadan sevebilmiş. Bakınız Yaren öğrenememiş sevmeyi, o yüzden anlam veremiyor Mehmet'in hem bir katil hem de fabrikadaki o sevecen adam olmasına. O yüzden göremiyor Kadir'in gözlerinde kendini…

Yaren'in göremediğini, Kadir'in de dile getirmekten korktuğunu Esma çoktan görmüş de ses etmezmiş meğer. İşi düşünce Kadir'in önüne bu kozu sürüverdi hemen. Ama başını eğişinden, gözlerini kaçırışından anladık; Kadir ne bu durumu Yaren'i elde etmek için kullanır, ne de Yaren'in rızası olmadan ona kavuşmayı kabul eder. Umudunu, cesaretini kıran Yaren'in kayıtsızlığı mıdır bilmem, ama Kadir bu durumun dile dökülmesinden bile rahatsız oldu sanki. Daha ileri yorumlar yapabilmek için Kadir'i daha sık görmeliyiz, yarım dakikacık değil!

Başta da söylediğim gibi, yeni bir sayfa açtık bence dördüncü bölümle. Geçen hafta ivme kazanmaya başlamıştı hikâye, bu hafta daha hareketli, daha bütünlüklü ve kendi sorduğu sorulara yanıtlar vermeye başlayan bir bölüm izledik. Aksayan bir ayağı, göze batan yanları olsa da bu bölümle birlikte hikâye rayına oturdu diyebiliriz. Emeği geçen herkese teşekkürler…

(Bu yazı ilk olarak 23 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Kadın olmak utanılacak bir şey değildir!

Kara Yazı 3. Bölüm Yorumu



Çok şükür biraz nefes aldık bu hafta. Hem hikâye akmaya başladı, hem de biraz tebessüm, biraz umut karıldı seyrimize. Hayal kırıklıklarım ve anlam veremediklerim de var hâlâ, ama en azından yalnızca oyuncular hatırına takip ettiğim bir dizi olarak kalmayacağının sinyallerini verdi Kara Yazı.

Akış başladı, ama hâlâ yavaş gidiyoruz, çok yavaş… 3 bölümde ancak 5 gün geçirdik, 6. günün başındayız. Arkamıza bakmadan koşalım demiyorum elbette, o türden bir hikâyenin içinde olmadığımızın farkındayım. Ama arada anlam veremediğimiz o kadar çok şey gördük ki, bunlar yerine neden bizi hikâyeye daha çok bağlayacak, karakterleri daha iyi tanımamızı sağlayacak sahneler görmedik diye sormadan edemiyorum…

Halil hapishaneye gizlice girdi ama kızıyla görüştüğünü duymayan kalmadı, bu nasıl gizliliktir ben anlayamadım. Üstelik Süleyman da o kadar çok ortadaydı ki, bu izinsiz girişten kimin sorumlu olduğunu da düşünmesi gerekmeyecekti hiç kimsenin, eğer Halil çekseydi o tetiği. Tetiği çekemedi diye de Halil'in vicdanlı, merhametli, iyi biri olduğunu ya da en azından 'iyileşebileceğini' düşünmedik bu arada. Olmuyor yani.

Derya'nın Kocaeli'de okumuş ve o sırada doğurmuş olması beni ikna etmedi. Geçen hafta da söylemiştim, Halil gibi birinin kızının başka bir şehirde okumasına izin vermiş olması tutarlı değil. İzin vermemesine rağmen Derya çıkıp gitmiş olsaydı, Halil bunun da peşini bırakmazdı bence. Daha fazla şey anlatmaları gerek buna ikna olmam için.

Benzer biçimde, Yaren'in Mehmet'in çocukluk videolarını izlediği sahnede, Oğuz'un bateri çalan Mehmet'in yanına gelip, "Kaç defa söyleyeceğim, adam gibi işlerle uğraş." demesine de takıldım. Oğuz böyle bir adam, evet, ama o bateri Oğuz'un haberi olmadan girmedi ya o eve? Hiç almasaymış o zaman, 7 yaşındaki çocuk bateri satın alıp gizlice eve sokmadı ya!

Bir de herkesin kendi durumuna dışarıdan bakıyor olabilmesini çok yapay buluyorum. Halil gidip Derya'ya travmalarını anlatıyor, Mehmet Yaren'e yaralarından bahsediyor, Yaren babasının neden böyle bir adam olduğunu net bir şekilde anlamış, Erdem küçük yaşta terk edilmiş olmanın kendisinde açtığı yaraların farkında… Herkes her şeyin bu kadar farkındaysa neden kimse aklıyla hareket etmiyor da travmaların yarattığı ruh haliyle hareket ediyor?

Yaren'e yakın olmak ve ona yardımcı olabilmek için Kadir'in de Aphra'da işe girmiş olmasını sevdim. Zaten Kadir ne yapsa seveceğim gibi görünüyor, umarım beni yanıltmaz. İşe girer girmez de Yaren'in açıklarını kapatmaya başladı. Yardımlarına Yaren'in hep ihtiyacı olacak gibi, ama Kadir'in Aphra'daki esas işlevinin Yaren'le Mehmet arasındaki kıvılcımı büyütmek olacağını düşünüyorum. Bazen Mehmet'in kıskanmasına sebep olarak, bazen de Yaren'i Mehmet'ten ve olayların ortasına düşmekten korumaya çalışırken aralarındaki çekimi güçlendirerek… Bu hikâyede Kadir'in Yaren'le bir şansı olmayacak, orası belli. Ama "fazla güzel olmuşsun" derken gözlerini kaçıran bu adamı fazla üzmeyin, lütfen…

Mehmet'i kim, nerelerde büyütmüş, hamurunu nasıl yoğurmuş gerçekten merak ediyorum. Çalışanlarıyla arasındaki her türlü hiyerarşiyi ortadan kaldıran ilişki biçimi, insanları tek tek selamlaması, hepsini tanıması, onlarla ilgilenmesi onu çok özel kılan detaylar. Sevgisiz bir baba ve onun kuklası bir anne ile böyle bir insana dönüşmek zor. Sevgisini hiç kimseden esirgememiş bir dadıları oldu sanıyorum. Zira Elif de bir o kadar sevgi dolu ve sevgiye hasret…

Mehmet Yaren'le bir başka ilgileniyor gibi, ama bunu da alışık olduğumuz kadın-erkek ilişkisi kalıplarında yapmıyor, onu korumaya, kollamaya değil, onu tanımaya çalışıyor; müdahale etmeden, kural koymadan ve hatta Yaren'in kafasındaki kalıpları da yıkmaya çalışarak yapıyor bunu, neyi yıkacağını bile bilmeden. "Güzelliğinle barış, kadın olmak utanılacak bir şey değildir" sözünü en çok bu sebeple sevdim.

Mehmet'i tanıdıkça Yaren ile Mehmet'in hikâyelerini daha çok benzetiyorum birbirine, zira babaların çocuklarına olan tavırları da birbirine çok benziyor. Oğuz'un "ben her şeyi ailem için yaptım" lafıyla Halil'in "ben her şeyi namusum için yaptım" ezberi arasında bir fark yok. Her ikisi de inandığı bir şey uğruna başta çocukları olmak üzere herkesi kırıp döküyor, hayatları karartıyor; başta kendileri olmak üzere hiç kimseye sevgi gösteremiyorlar.

Yaren de Mehmet'i tanıdıkça, onu izledikçe, onu dinledikçe düşündüğünden bambaşka bir adamla karşı karşıya olduğunu fark ediyor. Bu da zamanla, onu gördüklerine değil yaşadıklarına güvenen, deneyimleriyle öğrenen bir kadına dönüştürecek diye umuyorum. Çünkü Yaren şu an babasının çizdiği sınırlar içinde kalarak yaşamaya, onları doğru kabul etmeye odaklı bir hayat sürüyor. Makyajlı yüzünü aynada gördüğündeki ifade bize çok şey anlatıyor. Ve çok şükür ki o ifadeyi hatasız yansıtan bir oyuncuya emanet Yaren karakteri. Karakterin her duygu durumunu bize tereddütsüz gösteren Zeynep Çamcı'yı tebrik ederim.

Mehmet ise Yaren'in içindeki, Yaren'in kendisinin bile tanımadığı güçlü kadını görüyor. Benim anladığım, Mehmet'in Yaren üzerindeki etkisi o güçlü kadını herkesçe görünür kılmak olacak ve kendisi de ondan güç alacak. Yaren, Derya için girdi bu oyuna, Mehmet'in yanında olmaya çalışması da hep bir ipucu yakalayabilmek uğruna. Fakat Yaren'in aklındakileri bilmeyen biri, Yaren'in Mehmet'i kendisine âşık etmeye çalıştığını düşünebilir. Bir sıcak bir soğuk davranıp kafa karıştırmalar, sudan sebeplerle kendini Mehmet'in yanında bulmalar, gizemli cümleler kurmalar hep bu etkiyi bırakıyor Mehmet'in üzerinde. Bize de bu sessiz atışmayı keyifle izlemek düşüyor.

Mehmet Melisa'dan kurtulmak istemese de Yaren'e doğru çekilmekte olduğunun farkına varacaktı bir noktada. Karşısına ilk çıkan kişi Yaren değil bir başkası olsaydı onu da öper miydi bilemiyorum şu an, ama hem hikâyemiz hem de Mehmet-Yaren ilişkisi açısından bu zoraki öpücüğün oldukça işlevsel olduğunu kabul etmek zorundayız. Melisa hakkında ise söylenecek çok şey yok. Bir yerli dizi klişesi olarak esas oğlanın aslında sevmediği zengin, anlayışsız, gurursuz kadın…



Halil ve Oğuz'un ilk olarak nerede ve nasıl karşılaşacağını çok merak ediyordum; zira Emre Kınay ve Haluk Bilginer'i bir arada görecektik. Karşılaşma, benim beklediğimden çok başka bir zamanda ve çok başka bir şekilde gerçekleşti, üstelik henüz yalnızca selamlaştılar ama birbirlerine bakışları, vücut dilleri, tepkileri öyle çok şey anlattı ki. Halil'in sıkıntılı hali, çaresiz oturuşu, Oğuz'un gözlerinden taşan kibir… Onlarca satıra bedel birkaç saniye.

İletişim Fakültesinde sinema üzerine derslerimizden birinde hocamız şöyle demişti: "Senaryo filmi anlatmasın, film kendini anlatsın." Sözcüklerle anlatmak yerine göstermek gerçekten zor iş, ama kadroda böyle oyuncular varken bu zorlukla mücadele etmek çok daha kolay. İşte, şikayet ettiğim, anlam veremediğim onca şey varken Kara Yazı'yı ısrarla izliyor olma sebebim de bu…

Ve bu karşılaşmanın devamını da merakla bekliyorum…

(Bu yazı ilk olarak 11 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınanmıştır.)

Tuzak içinde tuzak

Kara Yazı 2. Bölüm Yorumu

İlk bölümü ne büyük bir iyimserlikle izlediğimden ve gelecekten ne denli umutlu olduğumdan bahsetmiştim. Bu nedenle yazının hemen başında söylemekte beis görmüyorum: Hayallerim her geçen gün daha fazla kırılıyor…

Kara Yazı, adı gibi kara, karanlık, kasvetli, kendi ağırlığını seyircinin üstüne bırakmaktan çekinmeyen, puslu bir hikâye. Ve itirazım asla buna değil. Hatta bu sıralar bu karanlığa teslim olup yaşlarımı dökmeye öyle çok ihtiyacım var ki, buna susamış bir halde oturuyorum ekran karşısına. Gözyaşlarıma eşlik etmesini bekliyorum hikâyenin; fakat o da ne? Ortada bir hikâye yok ki!

Erdem'in Mehmet'e kurduğu bir tuzak var, fakat tuzağın ardındaki motivasyonu tam öğrenemedik. Basit bir kıskançlık, çekememezlik ya da ilgi çekme arzusundan daha fazlasına işaret eden bir tuzak kurmuş olduğu için birkaç dakikalık flash backlerden daha fazlasına ihtiyacımız var Erdem'i anlama yolunda. Ve bu soruların yanıtı yok. Bizi ardından sürükleyecek olan hikâye belki de budur -ki öyle olduğuna dair bir yönlendirme de yapılmadı reji tarafından- ama bunun için de Erdem'in 'akıllı' biri olduğunu bilmeye ihtiyacımız var.

Eğer aynı iş yerinde birlikte çalıştığı ve hatta ortağı olduğu adama tuzak kuruyorsa, o tuzağın videosunu iş yerindeki bilgisayarda izlememeli mesela, üstelik de kulaklık takmaya bile gerek duymadan, yüksek sesle! Ve dahi sırtı kapıya dönük, bilgisayar ekranı da kapıdan girecek kişinin görüş alanında iken… Nasıl ki iyilerin cesur olmasını bekliyorsak kötülerin de akıllı olmasını beklemeye hakkımız var. Değilse buradan bir drama değil karakter komedisi çıkar çıksa çıksa; oysa Kara Yazı, bu tür nefes aralarına kapısını sımsıkı kapatmış gibi duruyor!

Kapıyı kapatmak demişken, Mehmet'in odasındaki güvenlik zafiyetinin farkına vardınız mı? Oda kapısı kartla açılıyor, tamam. Bu, anahtardan daha güvenli bir yol olarak tercih edilir, zira kapıyı kapattığınız zaman bir de kilitlemeniz gerekmez, kapıyı çekip çıkabilirsiniz. Bu sistemin dezavantajı, siz içerideyken de kapının kilitli olması ve dışarıdan gelenlerin sizin izniniz olmadan içeri girememesi demektir. Yani öyle Yaren'in yaptığı gibi çeki adamın suratına atıp kapıyı çarpıp dışarı çıktıktan sonra kös kös geri döndüğünüzde o kapıyı çat diye açamazsınız, açamamalısınız. Yaren'in "Kale gibi koruyorlar." dediği ofisler o kadar da iyi korunmuyor yani.

Yaren'in neyi aradığını bilmeksizin aradığı şeylerin şirkette olduğunu düşünmesine gülüyorduk ama, görüyoruz ki gülünecek daha basit meseleler var. Ortağına tuzak kurup videosunu yan odada izleyen de, patronun kilitli kapısını hiç tanımadığı insanlara açan temizlik görevlileri de, kilitli kapıdaki güvenlik zafiyeti de burada. Kanıtlar neden şirkette olmasın?

Derya'nın bir bebeğinin olmasını nerelere koyacağımı bilemiyorum. Öyle bir babayla, öyle bir yaşam tarzına sahipken hamileliğini, doğum yaptığını nasıl gizlemiş olabilir? Aklıma gelen hiçbir şeyi gerekçelendiremiyorum. 12 yaşındaki kız çocuğunun saçlarına takacak kadar paranoyak bir baba, yirmili yaşlardaki kızının başka şehirde okumasına, çalışmasına, ne bileyim hasta olan bir akrabaya göz kulak olmak için evden dışarı çıkmasına izin vermiş olabilir mi? Bunu ne kadar anlamadıysam, bütün bunları saklamış olan Derya'nın "Nasılsa babam beni reddetti, o zaman çocuğumu yanıma alıp hapishanede büyütürüm." diye düşünmesini de o kadar anlamadım.

Halil'in Derya'yı öldürmek istemesinde şaşılacak bir yan yok, adam son derece tutarlı hareket ediyor bu konuda. Tutarsız olan, senaryonun ve rejinin bize Halil'i sevdirmeye çalışıyor olması. Sürekli olarak "Başına bunlar gelmeseydi aslında çok iyi bir adam olacaktı." mesajı vermeye çalışılıyor. Ama mesele de zaten bu, başına gelenlere rağmen iyi kalabilmek, sevebilmek, güvenebilmek… Bunu yapamamış bir adamı anlamamıza gerek var, karanlıkla, kötülükle mücadelenin bir yolu olarak buna ihtiyacımız var; ama sevmemize hiç gerek yok. Dolayısıyla bu sahnelerin, Emre Kınay'ı izlemek dışında bir keyfi yok, üzgünüm.

Oğuz Karahan gibi bir adamın karısının bu kadar saf, bu kadar düşüncesizce hareket etmesini de anlayamadım. İclal hakkında hâlâ bir yorumda bulunamıyorum, ama açıkçası zihinsel bir probleminin olduğunu düşünmeye başladım. Attığı her adımda, hatta ağzını her açtığında Oğuz'dan bir karşılık alan İclal'in, hem Oğuz'un kendisine çizdiği sınırlar içinde kalmayı kabul etmesi hem de ondan habersiz işler çevirebileceğini düşünmesi, hiçbir şey değilse bir muhakeme eksikliğine işaret eder. Anlayamıyorum!

Her şeyin başlangıcı olan tuzağı kuran Erdem, Mehmet'le ilgili olarak istediğini elde etti, Oğuz'a daha yakın olmak için uzunca bir yolu da kat etmiş oldu. Fakat bu arada 'kardeşim' dediği, yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz Sinan'ı kaybetti. Ama nasıl? Sinan'ın annesinden, Sinan ve Derya'nın tanışıyor olduğunu öğrendik. Gerek Mehmet'le, gerekse Erdem'le konuşmalarından varabileceğimiz sonuç, bu işte Derya'nın bir parmağının olduğu. Kuru sıkı silahı (ya da mermiyi) gerçeğiyle değiştirme işini Derya yapmış olmalı. Ama nasıl? Ama neden? İşte, iki bölümden bana kalan yalnızca bu sorular…

Bölümde en çok hoşuma giden şey, Yaren'e şirketi gezdiren kişinin isminin Feride Karadayı olmasıydı, Karadayı'ya çakılan güzel bir selamdı bu bence, ama ben olsam Feride Kara yapardım ismini ve bu ismi yaşatırdım. Feride Hanım'ı da daha sık görürüz umarım, anılarla avunuruz hiç olmazsa.

Bir de Kadir tabii… Birkaç saniyelik bakışlarına günlerce bakmak istediğim. Yerini, çapını, kapasitesini bilen, büyük oynamayan ama gücü yettiğince Yaren'in yanında durmaya çalışan Kadir'i çok az görüyoruz ama, her bir saniyeyi kana kana içiyorum sanki, içimde öyle bir kıpırtıyla bakıyorum ekrana. Rolü biraz büyüsün ama bu sahiciliğini, o bakışlarındaki samimiyeti hiç kaybetmesin, büyüyüp kirlenmesin istiyorum, mümkünse…

(Bu yazı ilk olarak 4 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

28 Nisan 2017 Cuma

"Yazını karartmalarına izin vermeyeceğim!"

Kara Yazı 1. Bölüm Yorumu

Karadayı'nın finalinden bu yana Sema Ergenekon-Eylem Canpolat ikilisi yeni bir şeyler yazsın diye bekliyorum. Önce kendi şirketlerini kurdukları haberi geliyor, seviniyorum, daha 'özgür' hikâyeler yazabileceklerini umarak. Sonraki haber Emre Kınay'la anlaştıkları… Değmeyin keyfime şimdi! Derken Zeynep Çamcı diyorlar, Ushan Çakır diyorlar, diyorlar da diyorlar, kalbim pır pır bekliyorum. Sonra bir de Haluk Bilginer diyorlar; Emre Kınay'la Haluk Bilginer aynı dizide diyorlar! Diyalogsuz tanıtımlarda, birkaç saniyelik bakışlarıyla bile hikâyeler anlatan adamlar bunlar, nasıl heyecanlanmayayım? Nasıl sabredebildiğimi ben bile bilmiyorum bugüne kadar…

Kara hikâyeler anlatmayı seven kalemler bunlar, ben de acıya, hüzne, gözyaşına pek yabancı biri sayılmam… Ama daha güzeli, kara yazıya, kötülüğe boyun eğmeyen, hak için, adalet için canı pahasına mücadele eden karakterler yazmayı seven kalemler bunlar ve ben en çok da bunu izlemeyi sevdiğim için peşindeyim Ergenekon-Canpolat ikilisinin. Yaren'den "Yazını karartmalarına izin vermeyeceğim" cümlesini duyduğumda alıyorum son darbeyi; bu hikâyede mücadeleye soyunan bir kadın. Artık bu hikâye nereye kadar gidecekse gitsin, ben ekran karşısında kalmaya dünden hazırım!

Halil'in 'namus' takıntısına ne söylesem az, ne kadar kızsam hafif kalır. Konuşulacak, tartışılacak çok konu var bununla ilgili, ama karakterleri biraz daha tanımayı bekliyorum bunun için. Fakat Emre Kınay'dan konuşalım hemen şimdi. Halil'in her bakışında, her cümlesinde, attığı her adımda o takıntının hem kendi üzerinde hem de ailesinin üzerinde yarattığı baskıyı hissetmedik mi? Halil bütün gece karakolun önünde Adli Tıp raporunu beklerken benim içim üşüdü, umarım yalnız değilimdir. Kızına değil raporda ne yazdığını öğrenmeye koşan bir baba… Üşüdüm, titredim… Oysa geceleyin kapıya polisler geldiğinde "Kızıma bir şey mi oldu?" diye endişelenmişti…

Halil, bize anlatacak çok şeyi, gösterecek çok yarası olan bir karakter; insanın canını sıkıyor olsa da izlettiriyor kendini, hem hikâyesiyle hem de Emre Kınay'ın şahane performansıyla. Kızlarının saçlarını ancak onlar uyurken okşayabilen, okusunlar da 'kurtulsunlar' diye düşünebilen fakat kendi travmaları nedeniyle anlaşılmaz derecede baskıcı ve paranoyak bir hale gelmiş bir baba. Kazıdıkça neler çıkacak altından, gerçekten merak ediyorum.

Konumuzla tamamen alakasız ama, Halil karakterinin dişlerini sarartmayı düşünen her kimse işi rast gitsin inşallah. Sarartma işlemi nasıl yapıldı bilmem, gözüme batmadı da değil, ama bunun düşünülmüş olmasına bayıldım!

Haluk Bilginer'i izlemek her zaman bir keyif. Televizyon için seçtiği rollerin hep birbirine benzediğini ve çoğunun televizyon için fazla teatral olduğunu düşünsem de, Kara Yazı'da onun yerine başkasının oynadığını düşünmek bile istemiyorum. Oğuz Karahan hakkında pek fikrim yok, en fazla iki dakika sonra ölecek bir karaktere korku politikası üzerine tirat atmasını gerektirenin ne olduğunu da, neden hiçkimseyi sevmeyen bir adam olduğunu da anlayamadım. Bu haliyle karakter çok bildik biri zaten. Ama Haluk Bilginer'e yakışacak ve onu da zorlayacak bir karakter çıkacağına da hiç şüphem yok. Zaman, sadece birazcık zaman…

Zeynep Çamcı'yı izlemeyi hep sevdim, canlandırdığı karakterlere de hep inandım şimdiye dek. Yaren'e de hemen ısınıverdim. Kendi travmalarından acılar doğurup etrafına saçan bir babanın yanında (ya da 'gölgesinde' mi demeli?) Yaren'in nasıl ezildiğini, nasıl yok olduğunu da, nasıl büyüyüp kardeşlerine kanat gerdiğini de çabucak gösterdi bize. Emre Kınay'ın karşısında ezilmemesi de yeterdi ama Zeynep Çamcı bununla da kalmadı, dimdik ve tereddütsüz oynadı Yaren'i. Şimdilik sadece bir teşekkür bırakıyorum buraya, eminim bunu da uzun uzun konuşacağız ilerleyen haftalarda.

Ushan Çakır konusunda ikircikli bir konumdayım henüz. Televizyonda çok az işte takip ettim onu, tiyatrodaysa yalnızca bir kez izledim. İzlediğim yerlerde beğenmediğim hiçbir şey yok, ama oyunculuğunun sınırlarını bilmediğim için soru işaretlerimin silinmesi için daha fazla izlemem gerek. Fakat Mehmet Karahan hakkındaki düşüncelerim olumlu. Sevgisiz bir baba ve soğuk bir annenin arasında böyle insan kalmayı, çevresinde olan biteni sorgulamayı nasıl öğrendiğini merak ediyorum.

Kadroda adını görmemişken, tanıtımlarda yüzünü iki saniyeliğine gördüğümde sevindiğim bir isimdi Tansu Taşanlar. Kadir de izlemeyi çok sevdiğim tiplerden; uzaktan, usul usul ama gürül gürül sevenlerden. Yaren'e bakışlarına takılı kaldım her seferinde, tek söz etmesi gerekmedi. Umarım ilk bölümde izlediğimizden daha hareketli, inişi çıkışı bol bir karakter olur Kadir, Tansu Taşanlar'dan da konuşuruz uzun uzun…

Gülper Özdemir'i daha iki ay önce Bana Sevmeyi Anlat'ta izliyor ve sinsi Simge'ye sinir oluyordum. Derya Uluçınar'ı sevdim diyemem, ama Gülper Özdemir'i beğendim, Derya'ya inandım. Uluçınar ailesinin birbirine fiziksel olarak benzeyen insanlardan oluşmasını da ayrıca beğendim, söylemeden geçmemiş olayım.

Burak Çelik'i daha önce izledim denemez, ama Best Model seçildikten sonra oyunculuğu seçen pek çokları gibi başrollerden değil yan rollerden yürüyor olmasını takdir ediyordum hep. Erdem karakteriyle ilgili bir sıkıntım yok şimdilik. Hatta hikâyedeki yerini fazlasıyla umut verici buldum. Belli ki her şeyi başlatan 'cinayet' olayında kurucu bir rolü var Erdem'in. Bunun altından çıkacak hikâyeyi de Burak Çelik'in bize göstereceklerini de merakla bekliyorum…

İlk bölüm için az hikâye ve fazlasıyla durağan bir akış izledik bence. Daha hareketli, belki daha çok flash backli sahneler görebilir; mesela Karahan ailesini biraz daha tanıyabilirdik. Böylece Aslı Orcan ve Nilgün Yurtsever hakkında da bir şeyler söyleyebilirdim. Ama zamanımız var, konuşuruz bunları da. Zira ben bu diziyi beğenmek üzere oturdum ekran karşısına bu kez, bekleyebilirim.

Hiç kuşkusuz iki şeyi çok sevdim: ilki, cinayet anını görmemiz, katilin kim olduğundan emin olmamız. Elbette o geceyle ilgili bilmediğimiz ve görmediğimiz bir sürü şey ortaya çıkacaktır ama Derya'nın masum ve Mehmet'in katil olduğunu net bir biçimde görmemiz önemliydi benim için. İkincisi ise en azından ilk bakışta, sıcağı sıcağına elde edilebilecek deliller ortadan kaldırılmışken katilin vicdan azabı duyması ve suçu kabullenmeye hazır olması. Yani yalnızca Yaren'in değil, Mehmet'in de adaletin peşinde olması.

Yaren'in haksızlık ve hukuksuzlukla mücadelesini, bu mücadele sırasında kendisini, kadınlığını, aşkı keşfedişini ve kendisine dayatılan namus kriterlerini sorgulayıp alt üst etmesini izleyeceğiz. Bunu da sevdim, bu eksen etrafında dönebilecek diğer hikâyeleri de. Fakat 'tesadüfün iğne deliği' dediğimiz türden karşılaşmaları sevmedim, sevemiyorum. Mahallenin taksicisi Kadir'in kan kardeşinin polis olması, o kan kardeşin bilgi aldığı polis memurunun boşboğazın teki olması, davayla ilgili bir şeyler dönüyor olabileceğini öğrenen Kadir'in aracına Oğuz'a şantaj yapan görgü tanığının binmesi, onun da boşboğazın teki olması ve yiyeceği haltı taksiye biner binmez çatır çatır anlatması, Kadir kendisini sıkıştırınca taksiden inmesi ve iner inmez ters yönde boş bir taksi bulup binmesi, o boş taksiyi kullanan sürücünün de bir başka taksiden kaçarcasına inen kişiyi sorgusuz sualsiz alıp götürmesi… Daha fazla yazmama gerek yok, ne demek istediğimi anlattım sanırım. Hikâyenin bir şekilde ivme kazanmak zorunda olduğunun farkındayım ama bunlara göz yummak istemiyorum; çünkü bu kalemlerin, bundan çok daha iyisini yazabileceğini biliyorum. Bekliyorum.

"Karahanlar" adını duyduğunda araştırmaya girişen Yaren'in arama motorlarında Mehmet'in fotoğraflarına rastlamamış olmasına anlam veremedim. Hapishanede birbirlerine teğet geçtiklerinde de Mehmet'in yüzünü tanıyacağı için karşılaşmadıklarını düşünmüştüm. Ama şirkette karşılaştıkları zaman Yaren'in Mehmet'i tanımamış olması tuhaf.

Mehmet ve Yaren arasında olacakları tahmin etmek zor değil. Fakat daha önce onlarca örneğini gördüğümüz bir patron-asistan aşkı izlemek istediğimden pek emin değilim; özellikle de patron erkek, asistan da kadınken. Yani bunun daha 'farklı' bir ilişki olabileceğine dair hiç fikrim yokken. Kimya eğitimi almış olan Yaren'in asistan pozisyonunda fazla kalmayacağını ve en azından Aphra Cosmetics'in ürün geliştirme departmanına geçiş yapacağını tahmin ediyorum. Fakat patron-çalışan ilişkisi korunacağı için tek memnuniyetim Yaren'in kendini gösterebileceği bir iş yapıyor olması olur. Umarım Mehmet-Yaren yakınlığını sağlayacak bir başka çözüm bulunur.

İzlerken anladım ki pek çok diziyi takip ediyor olsam da drama aç kalmışım. Özellikle Yaren'in sahnelerinde hissettim bunu. Derya'yı hapishanede ziyaret ettiği sahnede içimin sızladığını ve bu sızıyı özlediğimi fark ettim. Bölümün en sevdiğim sahnesi diyebilirim fısıltıyla konuştukları o sahne için. Oyunculardan da beklentim, role özgü bir ses ve tonlama kullanmalarıdır her zaman; Zeynep Çamcı ve Gülper Özdemir benim gözümde bu eşiği de geçmiş oldular.

Halil'in namus takıntısından ve zihnindeki namus tanımının tuhaflığından daha sonra söz edeceğimi söylemiştim. Ama konunun Derya ayağında aklıma yatmayanlar var. Bana göre, yetişkin bir kadının kendi bedeniyle ne yaptığı, kiminle ne yaşadığı yalnızca kendisini ilgilendirir. Dolayısıyla Derya'yı herhangi bir biçimde sorgulamak ya da yargılamak değil niyetim; ondan bir 'savunma' bekliyor da değilim. Benim merak ettiğim, ablasına "sen hiç benim gibi sevmedin" diyebilecek kadar "çok" sevdiğini iddia eden Derya'nın sevdiği adamın neden ortalarda hiç görünmediği...

Son olarak rejinin beni zihnen ve fiziken yorduğundan söz etmek istiyorum. Kamera hareketlerinin fazlalığı, yakın planların çokluğu (Haluk Bilginer'in bacaklarını hiç görmedik mesela) gözlerimi yordu gerçekten, bazı kısımları ekrandan gözümü kaçırarak izledim. Ama en çok gözüme takılan ve beni fazlasıyla rahatsız eden şey, Adli Tıp raporunun sonucunu öğrenen Halil'in karakoldan çıkışı esnasındaki kamera hareketiydi. Halil'in kendi küçük dünyası başına yıkılmış olabilir, ama Halil'e hak vermeyen bir seyirci ve bireysel özgürlükleri gözeten bir kadın olarak bunun altının kalınca çizilmesinden rahatsız oldum. O sahnede Halil'le empati kurmamız gerektiğine inanmadım, buna gerek de görmüyorum; rejinin bizi buna zorlamasından da rahatsız oldum. Kaldı ki karşımızda, senaryonun veya yönetmenin beklediği duyguyu yalnızca birkaç mimikle bile verebilecek bir oyuncu var, geriye kalan tüm çaba, en iyi niyetli yorumumla 'gereksiz' geldi bana.

Dizinin ismi açıklandığından beri zihnimde "Keklik gibi" türküsü çalıyor, zaman zaman yüksek sesle eşlik ettiğim: "Bu kara yazıyı kendim yazmadım/ Alnıma yazıldı bu kara yazı/ Kader böyle imiş, ağlarım bazı…" Uzun zaman eşlik etmeyi dilediğim bu hikâyeden beklentim, kadere ağlamak yerine mücadele eden, kara yazanlara inat aydınlığı isteyen, haksızlığa başkaldıran, aydınlığı savunan bir hikâye, sevgiyi öğrenen ve öğreten karakterler izlemektir. Yolumuz açık olsun…

(Bu yazı ilk olarak 28 Mart 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Aşk ve Mavi: Romantik komedinin 'total' hali

Aslında bu yazıyı yazmaya 3 ay kadar önce başlamıştım, ama işlerimin yoğunluğu yüzünden bir türlü tamamlayıp da sizlerle paylaşamadım. Bu arada Ali ve Mavi'den sıkılıp bir başka hikâyeye kapılmış olabilirim, yazı da tamamlanmadan kalır bir köşede diye bile düşündüğüm oldu, fakat Aşk ve Mavi, Cuma akşamlarının çoğunluğunu dışarıda geçirsem bile beni ardından koşturmayı başardı. Ben de 17 haftadır eşlik ettiğim bu sıra dışı anlatı hakkında bir şeyler söylemek üzere oturdum yeniden klavyemin başına…

Hikâyesiyle değil ama, hikâyesini anlatma biçimiyle Aşk ve Mavi, total seyirciye hitap eden işler arasında da, dram türünde hikâyeler sunan işler arasında da farklı hatta oldukça ilginç bir yerde duruyor. Kağıt üzerindeki hikâyeye bakınca hiç düşünmeden dram diyebileceğimiz dizi, uygulamada adeta bir romantik komedi halini almış; öyle sevimli, neşeli ve eğlendirici bir hali var, umulmadık bir anda kahkahayı patlatmanıza yol açan.

Üstelik ülkemizdeki romantik komedilerin çoğunda olduğu gibi romantizm başrollere, komedi unsuru yan rollere bölüştürülmemiş, en genç karakterleri bile ergen buhranlarına düşürülmemiş, hiçbir karaktere sonunun nereye varacağı bilinmez sahte çatışmalar yüklenmemiş. Adım adım ilerleyen, klişe sosuna bolca bulanmış fakat kendince yeni ve hızlı sonuçlar alarak ilerleyen bir anlatı kurulmuş. Birkaç adım sonra neler olacağını tahmin edebilsek de, herkesin birbirine uzun uzun baktığı sahnelerin bile sıkıcı olmadığı, dinamik bir akışa sahip Aşk ve Mavi.

Aşk ve Mavi: Romantik komedinin 'total' hali

Ali, Mavi'nin abisinin katili olarak hapis yatarken Mavi, gerçek kimliğini gizleyerek Ali'nin mektup arkadaşı olur. Cezası bittiğinde de Ali ile evlenip onu düğün gecesi öldürmeyi planlamaktadır - abisi de düğün gününde öldürülmüştür çünkü. Ali, hukuk yoluyla cezalandırılmış olmasına rağmen Mavi'nin öfkesi soğumamıştır, çünkü Mavi'nin ailesi, Ali'nin ailesinin teklif ettiği "kan parası"nı kabul etmiş ve hayatlarına devam etmiştir, hiçbir şey olmamış gibi.

İlk bölümü izlerken, "Mavi'nin sırrı iki sezon saklanır, bu arada da bir konak ve bir gecekondu arasında görmeye alıştığımız ne varsa yaşanır" diye düşünmüştüm, ama daha ilk bölümün finaliyle zihnimde soru işaretleri uyandırmayı başardıkları için Aşk ve Mavi'ye bir şans vermeye karar vermiştim.

İlk bölümde ipucu vermemişlerdi ama, hikâyenin serimlenişi ve Ali'nin mütevekkil hali "Ben katil değilim, burada başka bir hikâye var." diye bağırıyordu adeta. Nitekim ikinci bölümden itibaren katilin Ali değil, abisi Cemal olduğunu ve Ali'nin herhangi bir zorunluluk nedeniyle değil, merhameti nedeniyle suçu üstlendiğini gördük adım adım.

Mavi'nin bu sırrı öğrenmesini elbette çok istiyorum, ama bunun geciktiriliyor olmasından da bir o kadar memnunum. Mavi'nin Ali'yi sevmeye başladığını görüyoruz, bu sevginin daha da büyüyeceğini öngörmek için de müneccim olmaya gerek yok. Ama benim esas görmek istediğim, Mavi'nin her şeye rağmen, öfkesine rağmen, kendine rağmen Ali'yi sevmeyi, Ali'yle olmayı seçmesi ve Ali'nin katil olmadığını bundan sonra öğrenmesi. Ali'nin ilk öpücük denemesinde Mavi'nin ateşe değmiş gibi geri çekilmesinde görmüştüm bu ihtimali. İkinci denemede karşılık vermeye ramak kala kaçması ve ertesi sabaha şarkılar söyleyerek uyanması haklı çıkacağımın işaretleri gibi…

Ali'nin Mavi'ye gerçeği söylemeyi çok istediğini de biliyoruz. Ama abisini kaybetme korkusunu yaşadıktan sonra bundan vazgeçmesini de anlayabiliyorum; Ali yufka yürekliliğinden çekiyor, ne çekiyorsa. Ama ben, Ali'nin benimkine benzer bir arzuyu büyüttüğünü de düşünüyorum bir yandan. Mavi gerçeği öğrensin, ama Ali'yi sevdikten, onu sevdiğini reddedemez hale geldikten sonra öğrensin. Yani Ali'yi Ali olduğu için sevsin, katil olmadığı için değil. Hatta onu tanıdıkça, onun merhametine tanıklık ettikçe, onun katil olamayacağına ikna etsin kendini ve bir de böyle gitsin Ali'nin üzerine. Belki o zaman o da öğrenir duymayı hak ettiği gerçeği…

Burada, altı kalınca çizilmiyor olsa da melodramatik bir iyi-kötü ayrımının varolduğunu söylemek gerekir. Yani iyi ve kötü arasında keskin bir ayrım var ve kimin iyi kimin kötü tarafta olduğu konusunda uzun tartışmalara gerek yok. Yalnızca cinayet işlemediği için değil, haklının yanında, güçlünün karşısında durduğu için, taciz edilen işçisini koruyup onu taciz eden çalışanını işten attığı için, şimdiye kadar sosyal haklarından mahrum bırakılan işçilerin haklarını teslim ettiği için ve buna benzer pek çok sebepten ötürü biliyoruz ki Ali, bu hikâyenin iyi adamı. Mavi'yi kazanmaya başladığı yer de tam burası.

17. bölümde Mavi'nin eski sevgilisi Ömer'in dahil oluşuyla güzel bir ivme kazandı Ali ve Mavi'nin hikâyesi. Baran Akbulut'un oyunculuğundaki samimiyeti ve hassasiyeti daha ilk bölümde gördüm, bu hikâyede oynayacağı rolü merakla beklemeye başladım bile!

Ömer'in kötüleşmeyecek bir karakter olduğunu tahmin ediyor ve bu konuda yanılmamayı umuyorum. Ömer'in Kapadokya'ya Mavi için döndüğü aşikâr. Ve gelir gelmez hem tüm hikâyeyi öğrendi, hem de Mavi'nin aklından geçenleri bir çırpıda çözdü. Yetmedi, Mavi'nin henüz kendi kendine bile itiraf edemediği duygularını anladı ve bunu öyle içten, öyle dokunaklı bir biçimde ifade etti ki, benim içim titredi ekran karşısında. Ömer ve Mavi'nin okulun önünde konuştukları sahne, 17 haftadır izlediğim en güzel sahnelerden biriydi. Mavi'ye karşı hisleri karşılıksız kalacağı için Ömer biraz üzülecek ama, umarım Mavi'yi ve bu hikâyenin takipçilerini üzmez.

Hikâyenin kendine özgü o tempolu akışının yanı sıra, oyuncularının başarılı yorumlarıyla da seyir keyfini arttırıyor Aşk ve Mavi. Sebebini bilemiyorum ama önceki işlerinden farklı bir Emrah görüyorum ben burada. Sanırım yaşına, kişiliğine en uygun rolü burada buldu ve bu nedenle de iyi taşıyor Ali'yi. Ali'nin merhametli, sevecen, muzır halleri Emrah'a çok yakışıyor ve onun durağan halinin yanında Mavi'nin deli dolu, fevri, genç halleri daha da parlıyor. Mavi ile ilgili gözüme takılan tek şey, her bölüm hiç ihmal edilmeyen o maşalı saçlar. Mavi, nasıl göründüğüyle çok da ilgilenmeyen bir karakter izlenimi veriyor, bize gösterildiğinden daha sade bir görünüşü olmalıydı diye düşünüyorum ben de. Üstelik Burcu Kıratlı da çok güzel bir kadın ve onun güzelliğinin bu tür süslere hiç ihtiyacı yok. En azından o maşalar ara sıra bozulsa mesela…

Kapadokya'yı tepeden gören Göreçki Konağı'nın her günü ayrı olay, her karakteri ayrı bir hikâye. Ali'nin annesi ve babasını canlandıran Işıl Yücesoy ve Kenan Bal'ı daha önce çok kez izledim ama onları izlerken hiç bu kadar eğlenmemiştim. Refika Hanım'ın "sevgili dünürü" Hasibe (Ayşegül Ünsal) ile sonu gelmez mücadelesi ve Fazıl Bey'in oğullarını zapt etmeye, oğulları, gelinleri ve karısı arasında bir denge bulmaya çalışırken delirmesi tam seyirlik!

Hiç beklemediği bir anda, hiç ummadığı bir şekilde kendini konakta bulan Hasibe'ye hayat veren Ayşegül Ünsal, kadroda beni en çok şaşırtan oyuncu oldu. Olduğundan en az bir kuşak daha yaşlı bir karakteri hiç sırıtmadan üzerine giyinmiş olması inanılmaz. Kendisinden yaşça büyük olan Emrah'a kaynanalık yapması ve bunun da göze batmaması kolay iş değil. Bunu sağlayabilmek için sırtına hanım ağa tavırlarını almış da değil. Dizinin en komik ve en hareketli karakterlerinden biri olmasına rağmen konumunu sarsmayan bir duruş sergiliyor, şaşkınlıkla izliyorum! Gözüme batansa Hasibe'nin manikürlü elleri, fondöteni ve göz kalemi oluyor sadece.

Mavi ve ailesinin konağa yerleşmesinin ardından statü endişesi duymaya başlayan Birgül'ün (Birgül Ulusoy) Refika ve Hasibe arasında sürekli değişen rolleri ve kendi 'yerini' korumak için sürdürdüğü mücadelesi, konakta yaşayan herkese yeni konumlar ve yeni oyun alanları sağlayabilecek potansiyele sahip. Mahmut'un ölümünün arkasını kurcaladığı gibi başka meseleleri de kurcalarsa hikayedeki düğümlerin çözümünde beklenmedik roller oynayabilir.

Ali'nin abisi Cemal'i (Cüneyt Mete), yengesi Safiye'yi (Alayça Öztürk) ve kardeşi İsmet'i (Uğur Uzunel) ilk kez izliyorum ama hem sahne enerjilerine hem de role girişlerine bayıldım. Orta Anadolu'nun o kulağa biraz kaba gelen, hafif kırık şivesini çok güzel edinmiş ve kendi tarzlarınca yorumlamışlar, hiç sırıtmıyor. Cemal bu hikâyenin en kötü karakteri, ama bu kötülüğün yorumlanma biçimi, bunun saf kötülük olarak sunulmaması, Cemal'in insan yanının, babalığının, âşık olabildiğinin, acı çekebildiğinin gösterilmesi, Cemal karakterini diğer dizilerin kötülerinden uzakta bir yerde konumlandırıyor. Hikâyenin sonunda Cemal'in yargılanmasını ve cezalandırılmasını bekliyorum elbette, ama bu süreçte Cemal'in de konaktaki eğlencenin bir parçası oluşuna itiraz edesim gelmiyor!

Mavi'nin kardeşi Pembe (Selin Dumlugöl) ile İsmet arasında oyunla ve inatla başlayan yakınlaşmanın gerçek bir aşka dönüşmesini, bu süreçte ikisinin de başına olmadık işler açmasını izlemek beni hep eğlendirdi ve bu eğlence daha sürecek gibi görünüyor. Pembe karakterinde en sevdiğim şey, Selin Dumlugöl'ün sıfıra yakın makyajla ve doğal saçlarıyla oynuyor olması. Böylece 17-18 yaşların havasını taşıyor Pembe ve bu haliyle konaktaki hemen herkesten farklılaşıyor.

Hikâyede Göreçki ailesinden intikam almaya hevesli biri daha var: Osman Karakoç'un canlandırdığı İlyas karakteri. Daha ilk bölümlerde, Mavi ile ittifak içinde olmasını ve saman altından su yürütmesini beklediğim İlyas, her nedense haftalar boyunca kifayetsiz kaldı. Hasibe'nin cin fikirliliği olmasa, Cemal'ın kızı Sevda ile (Gülderen Güler) evlenmeyi ve böylece aileye girmeyi akıl edemezdi, ama şükür ki entrika kimsenin tek elinde değil! Artık İlyas'ın inisiyatif almasını ve Osman Karakoç'un performansı hakkında da konuşabilmeyi diliyorum ben.

(Bu yazı ilk olarak 9 Mart 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)