25 Kasım 2016 Cuma

"Kalbimi çalmışsınız, sizinkine muhtacım..."

Kalplere dokunan bir oyun: Cyrano de Bergerac

Sahnede izlediğim bir hayal, günlerce, gecelerce bana eşlik edebilir miymiş? Edebilirmiş. Haline en çok üzüldüğüm âşığın daha yücesi, daha acılısı bulunur muymuş? Bulunurmuş. Shakespeare'den daha iyi balkon altında sevdiğine aşk sözleri söyleyen karakter yazılır mıymış? Yazılırmış. Bir oyuna hem komedi hem trajedi, hem dram hem fars, hem aşk hem savaş, hem politika hem hiciv, hem nesir hem şiir, hem iftirak hem visal sığar mıymış? Sığarmış. Bir oyun bir son gösterdiği halde çokçasını ima edebilir miymiş? Edebilirmiş. İnsan bir oyunu izlerken (ve de okurken) hem aklını hem de ruhunu katre katre döker miymiş gözlerinden? Dökermiş.

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın 7 Ekim 2015'ten bu yana sahnelediği Edmond Rostand'ın Sabri Esat Siyavuşgil tarafından Türkçeye kazandırılan ölümsüz eseri Cyrano de Bergerac'ı Kasım ayında Üsküdar Musahipzade Celâl Sahnesi'nde izledim. Oyun, aklımı başımdan, ruhumu bedenimden söküp öyle bir aldı ki, günlerdir etkisinden kurtulamadım; Cyrano'yu rüyalarımdan, Rostand'ın cümlelerini zihnimden, Yiğit Sertdemir'in sesini kulaklarımdan atamadım… Ruhum temizlendi, tazelendi, yenilendi… Artık Cyrano'yu tanıyan biri olarak dünyayı, şiiri, tiyatroyu ve elbette aşkı bambaşka bir gözle görüyorum. Öyle güzel, öyle büyülü, öyle kusursuz, öyle tatmin edici ki, büyük sıfatlar bulmaya çalışarak kirletmekten korkuyorum bu deneyimi…

Cyrano gözünü budaktan sakınmayan bir asker, bileği bükülmez bir kılıç ustası, ruhunun özgürlüğüne çomak sokacak her şeye ve bütün toplumsal değerlere karşı dizginlenemez bir isyankâr ve en önemlisi -en hüzünlüsü- saçının teline, kılıcının çevikliğine, kaleminin kağıda rastgele değdiği anda bıraktığı lekeye, birbiri ardına nefes almadan sarf ettiği cümlelerin arasındaki duyulmaz boşluklara kadar âşık fakat umutsuzca suskun bir söz ustası… Tepeden tırnağa ezber bozan bir karakter.

Balkonunda süzülen Juliet'ini izleyip "Elindeki eldiven olaydım da dokunaydım yanağına" diye iç geçiren bir Romeo değil, o denli pervasız ve saf hiç değil, ama yine de bir balkonun altında sevdiğine en güzel sözleri söylerken kalbi kanayan bir bahtsız o. İnsan, evladının tahtını yapabilirmiş ama bahtını yapamazmış; Cyrano öyle bahtsız ki annesi tarafından bile kabullenilmemiş, tahtını da kendi kendine yapması gerekmiş… Yaralı ve yarasını saklayarak yaşamayı seçenlerden o. Ve bunu kimseye müdanası olmadan, kurduğu her cümle, attığı her adım için savaşarak yapanlardan. Onun bütün hayatı koca bir savaş, herkesten ziyade kendi kendisiyle çarpıştığı…

Kusursuz bir adam tarifi yapmanızı istesem , Cyrano'dan daha iyisini, daha yücesini belki de düşleyemezsiniz. İyiliğin en üst seviyesinde yalnız başına yaşayan Cyrano'nun kusursuzluğundan ötesini hayal edemezsiniz.

Yine de -elbette- onun da bir kusuru var mutlu olmasını, arzu ettiklerine kavuşmasını engelleyen, o düşlenemez zirvede yalnız olmasına neden olan. Hayır, fiziksel kusurdan, Cyrano'nun dillere destan büyüklükteki burnundan bahsetmiyorum. Bu kusuruyla yaşamaya alışmış fakat onunla yüzleşememiş olan Cyrano'nun kendini içine hapsettiği bir çıkmaza dönüşen karakter özelliğidir burada sözü edilen. Zaten tiyatro, bu kusurlara ayna tutmak için var değilse niçin var?



Oyunun son repliğinde itiraf edilen bu kusurdan söz edip tadınızı kaçırmak istemem; bu oyunu izleyin ve bu muhteşem deneyime ortak olun isterim onun yerine. Bu kusuru yaşamının ve karakterinin belirleyicisi haline getiren Cyrano'nun, içinde yaşadığı toplumu, insanlar arasındaki ilişkileri, aşkı, dostluğu ve yoldaşlığı sorguladığı zaman ve mekânın ötesindeki özgün hikâyesi, defaatle izlenmeyi, üzerine uzun uzun konuşulmasını hak ediyor.

Cyrano büyük bir şair olduğu için mi en güzel sözleri bulup sevdiğinin kalbine dokunabiliyor yoksa şairliği, gücünü aşkının kudretinden mi alıyor bilemiyorum ama, onun şairlere özgü öngörüsü, her şeyin -duyguların bile- metalaştırılıp değiş tokuş edilebildiği bu çağda, her şeyi estetize etmiş bizlerin içine düştüğümüz çukuru yüzyıllar öncesinden görebiliyor. İç güzellik mi dış güzellik mi sorusunu soruyor ve aşkın bunlarla ilgisini sorguluyor kendi meşrebince.

İflah olmaz bir romantik olan bendenizi en çok etkileyen kısım, aşkta kaybetmeyi ta en başından kabullenmesiydi Cyrano'nun. Kaybetmeye mahkum olduğuna inandığı için kendindeki iyi yanları terazinin kefesine koymayışı -aşkın teraziye gelmez olduğu gerçeğini bir kenara koyabilsem de- beni derinden etkiledi. Savaşmadı değil, ama onun yaptığı adeta bir gölge boksu idi, kendine karşı savaştığı ve bu nedenle gücünü (ya da güçsüzlüğünü) asla sınayamadığı… Ve sonucu tahmin edebileceğimizi zannetsek de, Cyrano görünür olmayı seçseydi neler yaşanabileceğini asla bütünüyle bilemeyeceğiz ve bu da seyirci olarak bizlerin, Cyrano'dan daha fazla şey kaybetmemize neden oluyor.

Peki Cyrano bir kaybeden mi? Bu sorunun çok sayıda yanıtı var bence, çünkü aşkı aşk yapan, sonunda ne olduğu değil, sona giden yolda neler yaşandığı. Aşkta umutsuz olmak da illâ kaybedeceğiz anlamına gelmez zaten; "Mutlaka galip gelmek için çarpışılmaz ya!"


Yönetmen Mehmet Birkiye ve dramaturg Başak Erzi, kağıt üzerinde eksiksiz, kusursuz duran bu oyunu sahneye yansıtırken Rostand'ın ve Bergerac'ın ruhunu korumayı başarmışlar. Beş perde olarak yazılan bu uzun oyunu zaman zaman sahne eksilterek, zaman zaman oyunun temposunu yükselterek iki perdeye indirmiş, bunu yaparken de hikâye ve duygu akışını hiç bozmamışlar, Rostand'ın şiirindeki ritme ket vurmamışlar.

Yaptığı her işte sahneyi yepyeni ve bambaşka bir gezegenmişçesine, bir oyun alanı olarak yeniden yaratan Barış Dinçel'in bu anlatıya katkısı büyük. Kendi adıma, Cyrano'nun sahneye hareketli bir platform yardımıyla yaptığı havalı ve büyük girişi unutmam mümkün değil. Roxanne'in balkonu ve balkona nazır heykel, pastane ve masa düzeni, manastırın bahçesi; hepsi, karakterlerin içinde yaşadıkları dünyayı ve sahnenin duygusunu eksiksiz sunan mekanlardı ve sahneler arasında kolayca değişebilen dekorun kullanışlılığı, oyunun akışına ve seyircinin adaptasyonuna hizmet ediyordu.

Oyunun Tolga Çebi tarafından hazırlanan tema müzikleri ve oyun metnindeki şiirlerin balat formunda bestelenmiş halleri, bu dopdolu oyunda seyirciye hem nefes aldırma hem de onları gelecek sahnelere hazırlama rolünü üstlendi. Bu balatlardan birinin Cyrano'nun sesinde can bulması ise büyük bir sürpriz ve şahane bir sahne açılışıydı, sözünü etmeye doyamayacağım balkon sahnesinin hemen öncesinde… Zaman zaman koro rolünü de üstlenen bu müzikli akış oyunun bütünlüğüne de hizmet etti. Ayrıca müzisyenlerin, çalgıları ve sesleriyle sahnede bizzat yer almaları oyundaki gerçekçiliğin altını biraz daha çiziyordu.



Roxanne rolünde Ayşecan Tatari'nin yer aldığını öğrendiğimde beklentilerimi oldukça düşük tutmuştum, fakat Tatari'yi role son derece uygun ve falsosuz buldum. Yaşadığı dönemin kadınları gibi durağan, mesafeli ama asla çekingen değil; rolünün gerektirdiği gibi güzel, çok güzel ama bunun ardına sığınmamış; kendisine verilen küçük alanda rolünün hakkını ve rol arkadaşlarının karşılığını gayet iyi vermiş.

Ve Yiğit Sertdemir… Adını, kendisinden sitayişle söz edildiğini sıkça duyardım da, kendisine düzülen methiyeleri bunca hak ettiğini tahmin etmezdim. Tek kelimeyle: büyülendim! Oyunculuğu, koreografide, mimiklerde, tiratlardaki başarısı -ki tiratlarla dolu bir oyundur ve Sertdemir'i tiyatro tarihimize "tiratların ustası" diye yazsak yeridir- takdirlere sığmaz… Ama en çok da sesi… Cyrano'nun içinden geçtiği her duygu durumunu eksiksiz yansıtan ses kullanımı şiirlerin kalptenliğiyle bir araya gelince aklımı, ruhumu ele geçirdi; geriye gözyaşlarından ibaret bir ben bıraktı… Şimdi ben mırıldanıyorum o güzel baladı: "Kalbimi çalmışsınız, sizinkine muhtacım…"

(Bu yazı ilk olarak 22 Kasım 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

23 Kasım 2016 Çarşamba

Shirley: "Niye bu kadar çok yaşanmamış hayat var?"

Shirley bir kadın, sıradan bir kadın; anlatılan da sıradan bir hikâye, olağan şeyler. Oyunu bana bu kadar sevdiren de bu olağanlık. Alışılmışın içindeki yeni, küçük adımlar. Çünkü doğru açıdan bakıldığında tüm insanlar sıra dışıdır ve tüm yaşamlar anlatmaya değerdir…

Tebdil-i Mekan Prodüksiyon Tiyatrosu'nun yapımcılığında sahneye koyulan Shirley, İngiliz yazar Willy Russell'a ait. Oyunu Tebdil-i Mekan'ın kurucularından Evren Ercan Türkçeye çevirmiş. Oyunun yönetmeni ve tek oyuncusu ise her rolüyle bizi kendine hayran bırakan Sumru Yavrucuk.

Shirley bir eş, bir anne, bir komşu, bir dost, bir emekçi ve bir kadın… Hayat gailesinde, zamanın akışında geri plana attıkça kadınlığını unutmuş ve belki de zamanla kadınlığından vazgeçmiş bir kadın…

Ama Shirley, aynı zamanda çok neşeli bir kadın; çünkü bize sıkıcı gelebilecek o halini kabullenmiş ve onu da neşesine meze yapmayı becermiş. Kendi sınırları içinde, kendi rutininde yaşayıp giden bir kadın…

Çok tanıdık, çok bizden değil mi?

Shirley değil de Şermin desek mesela, hiç yadırganmaz, öyle de akar gider oyun.

Jehan Barbur bir şarkısında "Geç Kalmış" bir Şermin'den* söz eder, bilir misiniz? Oyun esnasında ve sonrasında hep bu şarkı eşlik etti düşüncelerime. İki kadının da çıkış noktaları fazlasıyla benziyor çünkü birbirine. (Hangi kadının hikâyesi bambaşka bir yerden başlıyor ki zaten?)

Şarkıda bekliyor Şermin, bir umudu var mı emin değilim ama, yine de pencereden ayrılmadan bekliyor işte, "kim gelecekse"?*

Shirley bekliyor mu bilmiyorum, ama onun da "aklı yüklü"*; mutfak duvarını arkadaş bellemiş kendine, ona döküyor bütün derdini. Ama Shirley, Şermin'in yapamadığını yapıyor ve bir adım atıyor evinden dışarı. Eşi olmadan, çocukları olmadan ve hatta yanında bir arkadaşı bile olmadan karışıveriyor hayata. Dışarı çıkıp nefes almanın, sahilde dolaşmanın, şarabın, yeni insanlar tanımanın, şehvetin ve güzelliğin tadını hatırlıyor; kendini yeniden keşfediyor. "Boş kalmış bir öykü"ydü* Şermin'inki, dolduruyor öyküsünü Shirley. Şermin "öyle yabancılaşmış, unutmuş yaşamayı"*, Shirley hatırlıyor ve çevresindekileri de katıyor yeni ve renkli yaşamına.

Shirley'i farklılaştıran, yalnızca evinden, düzeninden dışarı bir adım atması değil; geç kalmışlığın altında ezilip son sürat koşmak yerine tüm adımların ve geçmişteki o durağanlığın da tadını çıkarması ve o adımdan önceki hayatını tümüyle silip atmaması. Yani Shirley, hayatını değiştiren değil, sınırlarını ve ufkunu genişleten bir kadın aslında.

Sumru Yavrucuk'un defalarca izlenilesi, şahane bir performans sergilediğini söylememe bile gerek yok sanırım; saçının teline kadar Shirley olmuş bir kadındı sahnedeki ve Shirley'i bu kadar sahici kılan da buydu belki… Bir de, çeviri oyunların çoğunda karşımıza çıkan o başka yerlere ait olma hissinin olmayışı. Dedim ya, Shirley değil Şermin olsaydı adı, hiçbir şey eksilmezdi bu hikâyeden, öylesine bizdendi, çeviri kokmuyordu replikler.

Shirley sayesinde bir güzel kadınla daha müşerref oldum ben. Sahne üzerinde ama sahnenin dışında, sesiyle ve gitarıyla bize eşlik eden, zaman zaman da mizansenin bir parçası olup oyuna katılarak seyrimize renk katan Selmin Artemiz'i tanıdım ve takibe aldım. Dilerim başka hikâyelerde ve şarkılarda karşılaşırız yeniden…

Shirley hayati bir soru soruyor bizlere: "Niye bu kadar çok yaşanmamış hayat var?" Ve kendi yanıtını veriyor anlattıklarıyla; "yaşayın" diyor, "zorunda olduklarınızı değil, yaşamak istediklerinizi"

*Jehan Barbur - Geç Kalmış Şermin'in Yeri


(Bu yazı ilk olarak 7 Kasım 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Sonumuz da kördüğüm...

Kördüğüm 31. Bölüm (Final) yorumu

Sonumuz da kördüğüm...

Erken bir final bekliyordum ama, bu kadar erken, apar topar bir finali gerçekten beklemiyordum. Ama bu durum artık bir Fox Türkiye klasiği oldu, bundan sonra bu kanalda bir dizi takip etmeden önce daha fazla düşüneceğim… Erken ve apar topar bir final oldu, hikâyemize ve bu ekibe yazık oldu, ama sorularımızı mümkün olduğunca yanıtlayan, düğümleri çözen, klişelere bulaşmadan ilerleyen, tempolu, güzel bir final oldu.

Bölümün kurgusunda bazı kopukluklar vardı ama bunu da ani gelen final kararına bağlıyorum; böyle kördüğüm olmuş bir hikâyeyi bu kadar hızlı bir şekilde çözmek zorunda olmak, sahne eksiltip sahne eklemek eminim çok zor olmuştur.

Şimdiye kadar farklı tahminler yürütmüş olsak da Naz'ın katilinin Tarık Bey olması sanırım kimseyi şaşırtmamıştır. Motivasyonu konusunda şüphelerimiz olsa da Tarık Bey'in bunu yapabilecek tıynette bir adam olduğunu biliyorduk. Ali Nejat ve Feyza'nın gerçek babası olmayışı da aradığımız bu motivasyon olabilir. Bir de üstüne, Muazzez'i sevmiş ve karşılık alamamışsa mesela…

Enver'in kötü adam olmamasına, Melisa'nın da bunu görüp ona acı çektirmektense hayatının bir parçası olmak istemesine çok sevindim. Mehmet Aslantuğ'u bir hikâyenin kötü adamı olarak izlemeyi çok isterim, ama bu hikâyede hiç istemedim. Feyza'yı bu kadar severken ve Feyza'nın çevresinde bunca kumpas varken Enver kötü adam olmamalıydı, çok şükür ki olmadı.

Umut'u hapisten çıkaran kişinin Enver olmasına ben pek ikna olmadım, ama bunun, bizi finale çabuk ulaştıracak olan manevralardan biri olduğunu düşündüğüm için kızamıyorum. Böylece Neslihan'ın bağları çözüldü çünkü. Bu arada Tarık Bey de son hamlesini yapıp Murat'ı ayak altından çektiği için Neslihan ve Umut'un aşklarını yaşamasının önündeki engel de kalkmış oldu.

Gökçe'nin Naz'ın annesi olduğunu öğrendiğinde Cahide'nin bağırıp çağırmalarını görünce bir kez daha hak verdim Gökçe'nin evden kaçışına. En azından anne dırdırı çekmeden geçirdi hamileliğini. Aynı Cahide Hanım, Umut'un iş için Almanya'ya gideceğini öğrendiğinde de "Hay Allah!" dedi, bilmem dikkat ettiniz mi? Yani kadını memnun etmenin bir yolu asla yok.

Ben uzun vadede bir Gökçe ve Genco yakınlaşması umuyordum, ilginçtir Cahide de böyle düşünüyormuş. Ben Genco'nun adını duyar duymaz bir arıza çıkartmasını beklerdim. Gerçi ortada babasız bir bebek ve onu sahiplenmeye hazır bir Genco olmasaydı Cahide Hanım yine böyle düşünür müydü bilemiyorum ama en azından bu konuda net ve olumlu bir tavır takınması hoşuma gitti. Gökçe'nin çekincelerini de Genco'nun fedakârlığını da anlıyor ve çok haklı buluyorum. Bu nedenle final bölümü diye temelsiz bir yakınlaşma yaratmadıklarına çok sevindim. Hikâyenin o kısmının daha fazla zamana ihtiyacı vardı…

Kısacık da olsa Muazzez'in köşkte sosyalleşmesini izlemek güzeldi. Koca yürekli Kaan tabii ki babaannesini de hızla kabullendi ve hayatına dâhil etti. Ayrıca Muazzez'in Gülümser'le diyalogunu da çok sevdim. Bunca yıl ailesinin yanında olan, çocuklarıyla ilgilenen Gülümser'e olan minnettarlığını hiç çekinmeden sunması, Gülümser'in de bunu seve seve yaptığını göstermesi harikaydı.

Murat'ın gerçek yüzünü gören Feyza'nın Enver'e yaklaşıp yaklaşmadığının bir soru işareti olarak kalmasına da çok sevindim. Onlar benim hayallerimde daha uzun zaman yaşayacak ve elbette sonunda mutlu olacaklar…

Ali Nejat ve Eylül'ün karşılıklı ilan-ı aşkları çok güzel ve sahiciydi. Hikâyede bunun ötesinde bir adım atılmamasını da sevdim. Çünkü onların hikâyesi birbirlerine doğru değil de, yan yana, yaşama doğru ilerlemekteydi. Bunu da mutlu son klişelerine kurban etmediğimiz için mutluyum.

***

Kördüğüm alışık olduğumuzdan çok farklı bir ritme ve dinginliğe sahip özel bir dizi oldu televizyon tarihimizde. En trajik olayları, yerli dizilerin bizleri alıştırdığı abartı sosuna bulamadan, bağırmadan, kırıp dökmeden işlediler. Olayların ve karakterlerin çığırından çıktığı da oldu, yumruklar, tehditler de savruldu, silahlar da patladı ama Kördüğüm, yine de kendine özgü o sükuneti korumayı bildi.

Final bölümünde de bu özelliğini koruması, zembereğinden boşanan karakterlerin önüne geleni yıkıp geçmemeleri, en zor anlarda bile aklı başında adımlar atmaya gayret etmeleri, Kördüğüm'ün yarattığı bu dünyaya çok uygun oldu. Final bölümü klişelerine yüz vermeden ilerlediler; ne vıcık vıcık bir mutlu son, ne iç karartan bir kötü son, ne de yıllarca ötesine gidip hiç de ilgi çekici olmayan olaysız bir gelecek sundular bize. Sonumuz kısmen mutlu, kısmen kötü; bazen yarım, bazen eksik… Hayat gibi… Çünkü başka dizilerin yıllarca sonrasında buldukları dinginlik, Kördüğüm'ün alametifarikasıydı…

Ve her şeyin çözümlenmesiyle kapanmadı perde, çünkü hayatta hiçbir zaman aynı anda tüm sorunlar çözülüp yepyeni bir yarına başlanmaz. Burada da bazı sorunlar çözüldü, bazı acılar dindi; ama yanıtlanmayan sorular, kapanmayan defterler de kaldı bir kenarda; yani sonumuz da kördüğüm...

Kördüğüm'ün bittiği yerden yepyeni bir dizi de başlayabilir istenirse; hikâyemiz buna müsait. Zaten, 31 bölümde izlediğimiz hikâye ve karakterlerden iki dizi daha çıkarılabilirdi; öyle bir bolluk içinde ilerledik.

Kördüğüm benim için de oldukça ilginç, zorlu ve keyifli bir yolculuk oldu… Bu vesileyle bu hikâyenin zihinlerde tasarlanmaya başladığı andan bugüne kadar emeği geçen herkese, tüm seyirciler adına teşekkür ederim.

Bölüm yorumlarında oyunculara olan hayranlığımı ve emeklerine teşekkürlerimi sık sık dile getirdim, bu nedenle tekrara düşmek istemiyorum ama yine de söylemeliyim: Tülay Günal, Rojda Demirer, Teoman Kumbaracıbaşı, Mehmet Aslantuğ, Alican Yücesoy, Tuğrul Çetiner, Ferit Aktuğ, Gözde Çığacı, Tuncer Salman, Ali Tutal, İbrahim Çelikkol ve Aybars Kartal Özson başta olmak üzere tüm oyunculara teşekkürler, karakterlerini yaşadıkları ve bize de yaşattıkları için.

Her bölüm sonunda onlarca ekran görüntüsü aldım ve yazılarda kullanmak için aralarında seçim yapmakta da fazlaca zorlandım. Bu güzel hikâyeyi bize enfes görüntülerle sundukları için başta görüntü yönetmeni Erçin Karabulut ve yönetmen Gökçen Usta Çaylar olmak üzere tüm sanat ve reji ekibine teşekkür ederim, Kördüğüm aynı zamanda bir görsel şölendi.

Kördüğüm'ün hikâye anlatımına müziğiyle katkıda bulunan Tamer Çıray ve ekibine, en çok da viyolonsel sololarıyla kalbimde yaralar açan Çağ Erçağ'a teşekkür etmeden bitiremezdim.

Kamera önünde ve arkasında ter döken bu güzel insanlarla başka hikâyelerde karşılaşmak dileğiyle...

(Bu yazı ilk olarak 20 Ekim 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

"Bu dava burada bitmedi…"

Kördüğüm 30. Bölüm yorumu

30 bölümdür büyüklü küçüklü pek çok olaya tanık olduk bu hikâyede. Kimi zaman üzüldük, kimi zaman ağladık onlarla beraber, kimi zaman güldük, kimi zaman da çaresizliklerini paylaştık sessizce. Ben hepsine iyi kötü bir tepki verebildim, ama doğru ama yanlış bir yerde durabildim. Ama Genco ve Gökçe konuşmasının ardından ilk kez kalakaldım ekran karşısında, hiçbir tepki veremeden. Çünkü hiçbir şeye bu kadar hazırlıksız değildim ve Genco beni en beklemediğim yerden yakaladı…

Aklımdan en çok geçirdiğim, yanıtını ısrarla istediğim soruyu sordu Gökçe: "Ne hakla?" Daha o sabah, 'komşunun bebeği' diye tanıttığı bebeği bile Umut'tan saklamaya çalışan, daha birkaç saniye önce, "Bağırma Gökçe, zaten zor uyuttum bebeği…" diyecek tedirginlikteki Genco birden bire büyüdü, kendinden emin, vakur, ulu bir ağaca, yüce bir dağa dönüştü ve "Sen birine verecektin, ben aldım. Ölene kadar da bakarım ona…" dedi. Gökçe de benim gibi, söyleyecek, yapacak hiçbir şey bulamadı ve çıkıp gitti…

Karanlık sokaklarda soluklanmaya çalışırken, karşısına çıkan bu duruma içten içe memnun olduğunu ve zamanla bunu kabulleneceğini hissettim Gökçe'nin. Genco'nun kendisine uzun zamandır umutsuzca âşık olduğunu biliyordu ama bütün bu yaşananlardan sonra bu konunun sonsuza dek kapandığını düşünmüştü muhtemelen. Oysa şimdi, aşka dair, ikisine dair tek bir cümle bile kurmadan, verebileceği en büyük sözü veriyordu Genco ona. Gökçe buna istemsizce gülümseyebilir; çünkü Genco çok güzel seven bir adam. İncitmeden, zorlamadan, sevgisini Gökçe'nin üzerine yük etmeden… Hep vererek ve bundan hoşnut olarak… Şikayet etmeden, talep etmeden, sabırla…

Gelecek günleri bilemem ama, Gökçe'nin şu anda ihtiyaç duyduğu ne varsa kat kat fazlası var Genco'da ve Gökçe de bu sessiz sevginin büyüsüne kapılabilir, kendini, hayatı sevmeyi öğrenebilir yeniden, bu sevgiye Genco'yu ve bebeğini de katabilir… Aydınlık bir sabaha uyanıvermek hiç zor değil…

Ve Ferit Aktuğ ne kadar doğal, ne kadar sahici oynayan bir adam. Genco'nun en sıradan hareketi bile içimize işliyor onun sayesinde!

Umut'un Gökçe'nin dönüşüne verdiği tepki, önce sarılıp kucaklaması, sonra kızıp bağırması ve sonra oturup konuşması çok gerçekçi ve Umut'un gelgitli karakterine çok uygun tepkilerdi. Elbette ki yaşadıkları ortaya çıkana kadar Gökçe bu tür tepkilere, ardı arkası gelmeyen sorulara maruz kalacak. Yine de, geri döndüğünde yaşadıkları, gidişinin neden doğru bir karar olduğunu gösteriyor bize. Bebeği içine sokmak istercesine severken hakkında hiçbir şey bilmediği anne hakkında dırdır etmekten geri durmayan bir anneden gebeliği boyunca uzak durmak istemiş bir Gökçe'ye hak vermemek elde değil.

Ama Cahide de Umut da kötü insanlar değiller. Anlayamasalar da, hak vermeseler de, kızmayı sürdürseler de Gökçe'yi de bebeğini de bağırlarına basacak insanlar onlar. Zaten kim olduğunu bilmeden baş tacı ettiler bebeği. Ailenin bir parçası olduğunu öğrendiklerinde ilk tepkileri koşup sarılmak olmayacak belki, ama er ya da geç kucak açacaklar bebeğe de annesine de…

Üç bölüm önce bu dizinin başrol oyuncularından biri, karakterlerin de hemen hepsinin bir şekilde bağlantılı olduğu biri, hem de hiç beklenmedik bir şekilde öldü. Ama biz aynı bölümdeki birkaç feryat ve gözyaşı dışında bir acı görmedik. Sanki Kaan'dan başka kimse etkilenmedi Naz'ın ölümünden… Annesi daha Naz'ın 40'ı çıkmadan basmış gitmiş Kaş'a, Ali Nejat güya katilin peşini bırakmayacak ama bunu da acısından ya da adalet arayışından değil de bir sonraki aşamaya geçebilmek için yapması gereken bir ödevmiş gibi taşıyor omuzunda. Ayşegül gelip "Naz Hanım'ın eşyalarına dokunmadık ama adettendir, eşyaları dağıtılır…" dediği zaman Naz'ın eşyalarını karıştırmasını, en azından fotoğraflara bakmasını falan bekledim Ali Nejat'ın. Ama yok. Kayıtsızlığın kitabını yazıyor Ali Nejat bu sezon…

Katilin kim olduğu konusunda da, Feyza'nın tuttuğu avukatın beceriksizliği ve Kaan'ın bulduğu avukatın sıradanlığı konusunda da Enver, Ali Nejat'tan daha ilgili ve hareketli. Keza Eylül de hem hayalinin peşinde hem de Ali Nejat'a yardım etmeye çalışıyor, ama Ali Nejat'ın hiçbir şeye hali yok. Sanki kısa süreli tutukluluktan değil de uzun bir maratondan çıkmış gibi… Enver şüphelerinin peşine düşmese ya da Nihan işin ucunu bıraksa Ali Nejat Akyaka'ya dönüp kiteboard derslerine devam edecek sanki… Aksiyon istiyoruz, aksiyon!

Şükürler olsun Kaan okula başladı, inşallah bundan sonra da normal çocuklar gibi dertleri olacak ve cam kenarlarından uzaklara bakan melankolik bir tip olma yolunda ilerlemekten kurtulacak. Fakat Kaan'ın okula başlamasıyla ilgili kafamı kurcalayanlar var. Haliyle bir özel okula başladı Kaan ve sınıf arkadaşları arasında holding yöneticilerinin çocukları falan var. Epeyce üst sınıf bir ortamdan söz etmekteyiz. Fakat nasıl olmuşsa olmuş, öğretmenleri, derse girmeden önce sınıftaki çocuklarla ilgili hiçbir şey öğrenmemiş, hangi çocuğa nereden yaklaşacağı üzerine düşünmemiş, dan diye dalmış sınıfa sanki.

Ve yıllardır kurtulamadığımız "annen-baban ne iş yapıyor" takıntısı genç öğretmenimizi de almış pençesine. Öğrencilik hayatım boyunca en hoşlanmadığım şeydi annemin babamın ne iş yaptığından söz etmek. Çünkü bu konu benimle ilgili değildi ve karşımdakilerin de bu sorulara verdiğim yanıtlardan çıkarabilecekleri sonuçların neler olabileceğini asla anlayamazdım. Hâlâ da anlayamam ve hâlâ, bırakın mesleklerini, çoğu arkadaşımın anne-babalarının adlarını bile bilmem, eğer bizzat tanışmadıysam. Fakat bilirim ki öğretmenlerin bu sorusu hiç de masum değildir; babanız marangozsa sınıfın eskiyen sıralarının tamiri ya da yenilenmesi, anneniz terzi ise sınıf perdelerinin ya da masa örtülerinin dikimi kendisinden talep edilecektir örneğin. Tabii bunlar küçük ve çoğunlukla kimseyi yaralamayan örnekler… Peki ya anneniz ölmüş, anne yerine koyduğunuz öldürülmüş, babanız hapse girmiş, halanız kendini vurmuş ve dedeniz felç geçirmişse..? Siz bunları kendinizce atlatmaya çabalarken ya da bunlardan uzak tutulmaya çalışılırken dünyanın en acımasız yaratıkları olan bütün diğer çocuklar bütün bunları sizi yaralamak için kullanırsa?

Neyse ki Kaan'ın öğretmeni durumu geç de olsa anladı ve bizim uzun zamandır aklımızdan geçirip Ranini.tv takipçileriyle de sık sık konuştuğumuz bir şeyi önerdi Ali Nejat'a: Kaan psikolojik destek almalı. Evet, kesinlikle almalı. Hatta bunun yanına spor veya sanatla ilgili bir etkinlik de eklenmeli, Kaan yaşıtlarıyla daha çok zaman geçirmeli.

Murat'ın Ali Nejat'ı içeride tutamayan avukata ne yapacağıyla pek de ilgilenmiyorum ama avukata psikolojik işkence edişinden keyif almadım desem yalan olur. Adamın elini masaya koydurup etrafında bıçakla gezinmesine, kendisi keyifle yemeğini yerken tabağında sanki avukatın organları varmış gibi tedirgin edici bir iştahla konuşmasına bayıldım. Kızsam da, yaptıklarını onaylamasam da, seyir keyfi üst düzeyde bir iş çıkıyor ortaya Murat'ın her sahnesinde. Başta Teoman Kumbaracıbaşı olmak üzere emeği geçen herkese teşekkür ederim bir kez daha.

Ama Neslihan-Murat sahnesini izlerken aynı tebessümü yüzümde taşımayı sürdüremedim. Teoman Kumbaracıbaşı'nın keyifli oyununa enfes bir oyunculukla karşılık veren Rojda Demirer'e de her bölümde biraz daha fazla hayran olmadan edemiyorum. Öfkesini dışa vuramadıkça daha da pasif ve hareketsiz kalan Neslihan'ın çaresizliği her bölüm daha da işliyor içime. Öte yandan, Murat'ın kötülüğünün çok tatlı bir dozu olduğunu düşünüyorum. Neslihan ona karşılık vermediğinde "zorla olunca tadı tuzu olmuyor" deyip çekip gitmesinden söz ediyorum. Kötülükten gözü dönmüş biri olsaydı tecavüz de edebilirdi Neslihan'a. Ama Murat kötü olduğu kadar akıllı, bir o kadar da hayattan tat alan bir adam. Bir şeyi elde edemediğinde zorla almak yerine başka yollar denemeyi seviyor. Bu da alt edilmesi çok daha zor biri haline getiriyor onu.

Ama Neslihan'ın hareketsizliğine artık bir son vermek lazım. Umut sordukça susturdu, 'bana güven' dedi, Umut da güvendi ve sormadı, ama bu gizlilik elinde patladı işte Neslihan'ın. Sadece Umut'u üzmemek için susmadığını, Umut'un olanları öğrendikten sonra yapacağı ilk işin Murat'ın yakasına yapışmak olacağını biliyoruz; ama Neslihan'ın susması yalnızca Murat'ın işine yarıyor şu an. Eylül'le arkadaşlığına da güvenerek Enver'in yardımını istese mesela, hem Umut'un düşünüp taşınmadan Murat'a saldırmasına engel olabilir, hem de Murat'a karşı durabilmek için bir güç olur elinde. Hatırla Neslihan, seni bu hikâyenin içine zaten Enver sokmuştu…

Murat mesela hiçbir fırsatı kaçırmıyor düşman bellediklerine saldırmak için; kendisiyle hiç alakası olmadığı halde, sırf Enver'le çalışıyor diye ilgilendi Melisa'nın hikâyesiyle ve Enver'in işe alırken yapmadığı incelemeyi o bir günde yapıp çıkıverdi karşısına Melisa'nın. Melisa hiçbir şey söylemeden kaçtı Murat'tan ama bu şekilde kurtulamayacağını biliyoruz. Bakalım Murat'ın kirli hesaplarına dâhil olmayı mı yoksa Enver'i tanımayı mı seçecek.

Anladığım kadarıyla Melisa, oynamaya çalıştığı oyunu yönetebilecek güç ve zekaya sahip biri değil. O saatlerde aramaması gereken annesini azarlamak için telefonu açıp dışarı çıkmak yerine çalan telefonu susturup bir mesaj atabilirdi annesine örneğin. Ya da daha iyisi, telefonunun sesini tümüyle kapatabilir, böylece çalışırken telefonla rahatsız edip bölünmez, başka şeylerle ilgilenmeyen, işine sadık bir çalışan görüntüsü de verebilirdi. Neyse, artık Melisa'nın hikâyesi Murat'ın müdahalelerine göre şekillenecek gibi duruyor, bekleyip görelim.

Nihan peşine düşmese Naz'ı kimin, ne için öldürdüğünü de, Süreyya Hanım'ın hikâyesini de aylar boyu öğrenemeyeceğiz herhalde. Sanki başka kimse merak etmiyor bunları. Nihan'a bir ödeme yapmayı da düşünmedi hiç kimse. Kaan bile düşündü Nihan'a bir hediye almayı, ama Ali Nejat kadının gözlerine bakıp da samimi bir teşekkür edemedi.

Hem bu haller, hem de Nihan'ın beraberinde bir hikâye getirmemiş olması, Burcu Kara'nın geçici bir süre için bizimle olduğunu, kalıcı olmayacağını düşündürüyor bana. Yanılıyor olmayı isterim ama Ali Nejat için değil; Kaan için Nihan'ın varlığının önemli olduğunu düşünüyorum ben. "Bir daha kimseyi sevmeyeceğim" diyen Kaan'ın Nihan'a bağlanmak ve yeniden birilerini sevmek için Nihan'ın kalıcılığı önemli.

Neyse ki Nihan sürekli olarak "Bu dava burada bitmedi…" uyarısını yapıyor da hikâyemiz ilerliyor. Onun kararlılığı ve Süreyya Hanım'ın cesareti sayesinde Ali Nejat ve Feyza anneleriyle yüz yüze geldiler. Haftalardır kopmayan kıyametin kopmasını, Nihan'ın çaktığı kıvılcımın alev almasını ve hikâyenin biraz aksiyon kazanmasını bekliyorum artık. Kördüğümün ağır dramları sakin sakin işlemesini, o kendine özgü ritmini seviyorum ama yeni sezon fazla hareketsiz kaldık, artık biraz coşmalıyız!

Süreyya Hanım'la ilgili sorularımızın bir kısmı yanıt buldu: Kendisi hem Feyza'nın hem de Ali Nejat'ın annesiymiş ve asıl adı da Muazzez'miş. Ali Nejat fotoğrafı tanımadığına göre annesinden çok küçük yaşta ayrılmış olmalı. Ve bu ayrılığın -benim Tarık Bey tarafından uydurulduğuna inandığım- trajik bir hikâyesi olmalı ki Feyza bu kadar öfkeli…

Bu arada, Tarık Bey en az 6 aydır felçli olduğuna göre, onun emriyle yapılan ödemelerin araştırılmadan da ortaya çıkması gerekirdi. Oğuz da ortalarda olmadığına göre şirketin yeni bir finans müdürü olmalı ve o kişi çoktan fark etmeliydi bunları… Ve tabii, Tarık Bey gibi birinin, kayıtlı yollardan para aktarmadığı, pis işlerini yapan başka adamlar da vardır elbet, acaba onlar nerelerdeler? Naz'ın Süreyya'yı ziyaret ettiğinin kime ihbar edildiğini de henüz bilmiyoruz. Bu bölümde çok önemli adımlar atıldı, artık bazı düğümler çözülmeye başlanmalı…

Gözüme/Aklıma takılanlar:


  • Ali Nejat tutukluyken de boynundaki o çirkin zinciri çıkartmamıştı. Gözaltına alınmadan önce çıkarttırılmış olmalıydı polis tarafından. Unutulmuş. 

  • Ali Nejat'ın Kaan'ı okuldan aldığı arabanın plakası 34 ANK 43, ama eve geldiklerinde plaka 34 ANK 41. İki araba da aynı model olduğu için dikkatlerden kaçmış olmalı. 

  • Melisa karakterini canlandıran Gözde Mutluer'in ismi jenerikte yazmıyordu bu hafta. 

  • Köşkten çıkıp arabaya binerlerken Ali Nejat Kaan'a emniyet kemerini takmasını söylüyor. Sonraki planda, araba hareket halindeyken Kaan'ın kemerini takmadığını görüyoruz. Devamlılık hatası bir yana, yeğenini trafik kazasında kaybetmiş bir adam olarak Ali Nejat'ın daha dikkatli olmasını, kemeri kontrol etmeden yola çıkmamaya dikkat etmesini görmek isterdim ben. 

  • Ve yine bir zaman hatası... Ali Nejat, ara kararın çıktığı gün tahliye ediliyor, o geceyi Kaan'la birlikte otelde geçiriyorlar ve ertesi sabah Kaan okula başlıyor. Okul Pazartesi günü açıldığına göre Ali Nejat Pazar günü tahliye edildi demektir. Tahliye konusunda sıkıntı yok ama sırf Ali Nejat için Pazar günü bütün adliye personelini çalıştırmadılar ya?

(Bu yazı ilk olarak 13 Ekim 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)