28 Eylül 2015 Pazartesi

Bu Aşklara Biraz Dostluk Gerek



Pırıl pırıl iki insanın mutlu günlerine tanıklık etmek için birkaç günlüğüne ayrılıyorum yaşadığım şehirden, tabii televizyonumdan da. Bunu vurgulamak önemli, çünkü uzun zamandır yeni bölüm başlamadan evde olacak şekilde yapıyorum Cuma akşamı programlarımı. Bu uğurda, arkadaşlarımdan erken ayrıldığım halde trafiğe takılıp belediye otobüsü koltuğunda, cep telefonundan canlı yayını takip ederek yeni bölümü izlemişliğim bile var, o derecede bir bağımlılık söz konusu. 


Evde oturulup dizi izlenecek saatte dışarı çıkan binlerce insana ve bu kalabalığı gidecekleri yerlere zamanında ulaştırmayı beceremeyen belediyeye saydırarak otobüste dizi izleme çabası.

Şehirden ayrılmadan önce tüm arkadaşlarımı uyarıyorum, Kiralık Aşk’ı konuştuğumuz sanal grupları sessize alıyorum ki bölümü benden önce izleyenler soru ya da yorumlarıyla hem o anda yapmakta olduğum işin hem de daha sonra izleyeceğim bölümün keyfini kaçırmasınlar.

Aklımda binlerce soru ve aşk oyunun ortaya çıkacağı beklentisinin gerginliğiyle (çünkü her şey yolunda giderken patlamalıdır saatli bomba) gidip dönüyorum. Evde internet bağlantım olmadığından yeni bölümü izlemek için Pazartesi sabahını beklemek zorundayım. Yorgunluğun da etkisiyle erkenden uyuyup erkenden uyanıyor ve işe koşuyorum; kendilerine 9 günlük tatil bahşedilen şanslı emekçilerden değilim ama Pazartesi sendromunun kırıntıları bile düşmüyor çiçekli elbisemin ve gülümseyen gözlerimin üzerine. 

Masamda, yokluğumda çekmecemdeki bisküvilerle çılgın partiler yapan arkadaşlarımın notunu buluyorum; fragmanların yarattığı beklenti büyüyor, yanmaya hazırım artık!




***

Defne’nin saçlarından tüm İstanbul’a ve elbette kalplerimize sızan turuncu bir güneş karşılıyor beni. Sanki Ömer ve Defne’den gayrı her şey biraz renksiz, biraz tatsız, biraz dağınık… Bir tek onların dünyası dönüyor sanki, geri kalan her şey rölantide…

İçimiz içimize sığmıyor izlerken, bedenler dar geliyor kalplerin çırpınışına. O çerçevenin içine, ucundan kıyısından da olsa dâhil olmak istiyoruz hepimiz; pencerenin dışından, çitlerin gerisinden de olsa. Hâlâ bir komşu olma çabası işte… Bizim başımıza gelmiyorsa bile en azından tanıklık etmek istiyoruz mucizelerin gerçek olabileceğine. Sinan’ın dediği gibi, hayata bir kez geliyoruz ve bir tek bu bilgiyle yaşıyoruz, geri kalan her şey için tek ihtiyacımız biraz umut belki de… (Bu diziyi izlerken asla yalnız hissetmiyorum kendimi; biliyorum ki bu diziyi yazan, oynayan, çeken, kurgulayan, izleyen ve izleyecek olan tüm insanlardan bir parça taşıyorum gözlerimde. Ben’lerim biz’leşiyor pek çok noktada.)

Hani bazı filmler, romanlar olur, baş döndürücü maceraların ardı ardına geldiği. Sonuna gelince bir bakarız ki her şey bir rüyadan ibaretmiş. Sanırım hiçbirimiz sevmiyoruz böyle sonları, bir parçacık da olsun umut barındırmadığı için. İşte bu bölüm, sonunda her şeyin bir rüya olduğunu öğrendiğimiz tatsız bir filmi izlemek gibiydi. Hani bu bir roman olsaydı, o Albertine Kayıp hakkındaki diyalogun üzerine kitabı kapatıp bir kenara koyar, uzun süre de dokunmazdım. Albertine yetmezmiş gibi bir de yüz ezberleme sahnesi yazmış ki zalımlar, yürek dayanmaz! 

Böylece daha bölümün ortasına bile gelmeden anlıyoruz her şeyin bir rüya olmadığını… Neriman’ın telefonu olmasa bile gidecekti Defne, bugün ya da yarın, bunu görmemek mümkün değil. Ömer’in her adım atışında kaçışı, kartların açılacağı her anda “yapamam” deyişi de bundandı. Kartlarını açamazdı, bu yüzden kaçacaktı. Kaçtı da, yine “yapamam” diyerek. “Beni affet” bile diyemeden üstelik, kendini bağışlanmaya bile layık görmeyerek, ancak “bana kızma” diyebilerek… Yine de kaçacaktı ama ah işte o telefon! O işbatıran Neriman! Ah o Neriman!

Bundan sonra dostluk konuşacak, dostluk saracaktı yaraları; aşkın tuzaklarına dostluğun eli uzanacak ve sarılacak bir dostu olan insanın hayatta asla yalnız kalmayacağını görecektik. Aslında bölüm boyunca da en çok dostluğu gördük, en çok ondan etkilendik.

Dostluk denilince ilk olarak Sinan geliyor akla. Yasemin bile bir tek onun kapısını çalıyor aklındaki sorulardan canı yandığında ve en çok hak ettiği yerden alıyor en dolaysız yanıtları; dost acı söyler ne de olsa. Ama Sinan’ın söyledikleri sadece Yasemin’e değil, Neriman’a ve Ömer’e de, hatta takıntıları bir yaşam biçimi haline getiren modern dünyanın özgür ve güçlü bireylerinin tamamına bir ders niteliğinde: “Hayatın tüm köşelerini tutabileceğimizi bize kim söyledi?” Hatalarımızla, kusurlarımızla, eksiklik ve fazlalıklarımızla sevmeyi ve sevilmeyi neden beceremiyoruz?

Köşeleri tutmaya çalışmayan bir Defne var, ama onunki de hayatı akışına bırakmaktan çok çok ötede. Kendi hayatını dışarıdan izlemek ister gibi bir hali var. “Ben böyle olsun istemedim” diyor sürekli. Sinan’ın asistanı oluşunun ardından bunu söylediğinde Ömer vermişti cevabını aslında: “İstemeseydin olmazdı Defne!” Bir şeyler yapmak üzere bir irade gösteremediği gibi bir şeyler yapmamak konusunda da iradesiz olduğu için sürükleniyor yalnızca ve bütün bunlar onun sürüklenmeyi seçmesi anlamına da geliyor bir yandan; istemeseydi olmazdı, olmayabilirdi…

Defne için artık dümeni ele alma zamanı. Karar vermeyi beceremediği için düşüne düşüne bir yere varmasını beklemiyorum, ama artık iyi ya da kötü bir şeyler yapmak zorunda. Eğer o da dostlarından –bu konuda hep yaptığı gibi İso’dan- destek almazsa yapıp yapabileceği, her şeyi itiraf etmek olacaktır. Bu, dizideki bütün ilişkilerin sarsılması anlamına gelecek ve bizi yeniliklere taşıyacaktır. Ayrıca, bu tür hikâyelerin hemen hepsinde olduğu gibi, büyük sırrı her hafta yeni birinin öğrenmesi gerginliğinden bizleri koruyacağı için yeni ve zorlu bir yola da girilebilir, yakışır da.

Sinan’ın dostluğundan nasiplenme sırası Ömer’e geldiğinde, bizler için de dostluklarının en büyük sınavlarından birine ve bu sınavdan başarıyla çıkmalarına tanık olma zamanı geliyor. Büyük acısını paylaşmaya gelen Ömer’e değil, dostunun acısını kendininkinin önüne koyan Sinan’a yanıyor; onunla birlikte nefesimizi tutuyor ve yine onunla paramparça oluyoruz ekran karşısında. Çünkü Sinan’ın işi iki kat zor: hem hislerine ket vurmak hem de arkadaşının acısına ortak olmak, belki de ilk kez yalnızca hisleriyle yola çıkan Ömer’i teskin edecek mantıklı cümleler kurmak zorunda. Bunu başarıyor da. Ama bizim paramparça oluşumuz sadece bütün hikâyeyi bilmemizden kaynaklanmıyor; Salih Bademci de can yakan bakışları, titreyen ve çatlayan sesi ile bize o acıyı eksiksiz yaşatarak gözyaşlarımızda büyük pay sahibi oluyor. 

Canımız çok yandı, doğru. Ama yine de ben bu ayrılıktan son derece memnunum ve bunun bu kadar erken yaşanmasında da büyük fayda görüyorum. Çünkü Ömer’in Defne’nin omzunda bir hayat kurmak istemesinde, Defne’nin markete kadar giden Ömer’i özleyivermesinde, Ömer’in “her şeyin sana benzemesini istiyorum” deyişinde beni rahatsız eden bir şeyler var. Ben, sevdiği yokken ayakta kalmayı, hayatını sürdürmeyi beceremeyen, beceremeyeceğini düşünen ya da becermemekte direnen insanların birini sevebilmesinde, biriyle birlikte olmak istemelerinde de bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Evet, hayat tek başına göğüslemek için fazla ağır, yalnızlık zor ve hayat aşkla güzel, ama hayatı sevgiliden ibaret görmekte de sorun var. Bu nedenle bir süredir Nihan-Serdar sahnelerinden de keyif almıyorum ben. Piyasadaki dizilerin hemen hemen hepsini bir şekilde takip ettiğim halde özellikle gençlerin ayıla bayıla izlediği bazı dizileri izlemeye de bu nedenle katlanamıyorum.

Bunu bir de Ömer özelinde düşününce gördüklerime inanamıyorum, Ömer’in bu kadar kırılgan olmasına akıl erdiremiyorum. Kaldı ki Defne de hayata karşı o kadar güçsüz duran biri değil. Bunca yıldır ailesinin yükünü tek başına sırtlanmasında bile görebiliyoruz bunu. Dolayısıyla benim hem ekranda ve çevremde görmek istemediğim türden, hem de hikâyemizin karakterlerine pek de uygun düşmeyen şeyler olmaktaydı bence. Aşkın insanın duvarlarını yerle bir ettiği bir gerçek, ama biz, biz olmaktan çıktığımızda karşımızdakine neler sunabiliriz diye de bir düşünmek lazım. Bu nedenle bu ayrılığı gerekli ve faydalı görüyorum. Daha güçlü ve silkelenmiş bir Ömer ve Defne bulmayı umuyorum gelecek bölümlerde.

Zaten Ömer’le Defne’nin konuşamamak gibi bir sorunları da var. Defne’nin heyecandan (ya da öfkeden) çenesinin düştüğü durumlar haricinde oturup konuşmuşlukları, sohbet etmişlikleri yok. Son bölümdeki konuşmalar bile kendileri ya da birbirleri hakkında değildi. Havadan sudandı neredeyse. Bu yüzden aslında birbirlerini tanıyor bile sayılmazlar. Evet, uzun gözlemler yaptılar, birbirlerini başka kimsenin göremediği gözlerle gördüler ama doğru düzgün tanıyamadılar. İlişki öncesinde bir arkadaşlık geliştiremedikleri için ilişkiye de eksikliklerle başladılar. Bu ayrılık, birbirlerini tanımaları ve sevgililiğin yanına arkadaşlığı da koyabilmeleri için bir fırsat olabilir.

Arkadaşlığın eksik olduğu bir diğer ilişki de Neriman ve Necmi arasında yaşanıyor. 30 yıllık beraberliklerinde biraz olsun arkadaş olmayı da becerebilseydiler Ömer ve Defne arasında olup bitenlere bu kadar farklı yönlerden bakmayabilirlerdi. Neriman bunu sadece bir tarafın kazanacağı bir oyun olarak görmez, Necmi de Neriman’ın planlarını bu kadar hafife almazdı belki. Arkadaş olamadıkları için birbirlerini o kadar az tanıyorlar ki Necmi tek cümleyle Neriman’ı durdurabileceğini sandı, Neriman ise Necmi’yi ciddiye bile almadı. Sonuçta gelinen nokta çok büyük ve keskin bir çıkış olabilir; ama özellikle Neriman’ın biraz olsun dizginlenebilmesi için gerekliydi. Ayrıca hep kazanan, hep gülen tarafta durmak için insanüstü çaba gösteren Neriman’ı akmış makyajıyla görmek de oldukça çarpıcıydı. Yaşlı gözlerle aradığı kişinin kızı Sude oluşuna da dikkat edelim: böyle bir durumda dertleşebileceği bir arkadaşı olmadığı için bu ayrılıktan en uzakta durması gereken kişiyi çağırdı yanına, bu nasıl bir yalnızlıktır!

Ömer, Sinan ve Defne ile muhabbetlerinden anladığımız kadarıyla iyi dost olma potansiyeli Necmi’de mevcut; demek ki bunu başaramayan kişi Neriman. Bu bize birini daha hatırlatmalı: Yasemin. O da arkadaşlıktan o kadar bihaber ki, dertleşmek için çoğu zaman ciddiye bile almadığı Sinan’ı seçmişti (zaten dizideki herkesle dertleşebilecek iki kişiden biri Sinan, ikincisi de İsmail). Ben, Yasemin’in, Neriman gibi bir anne ile büyüyen “proje çocuk”lardan biri olarak yola çıktığını ve annesi gibi olmaktan kaçtıkça annesine –ve tabii Neriman’a- benzeyen bir kadına dönüştüğünü düşünüyorum. Neriman-Yasemin çekişmesinin köklerini de buralarda arıyorum.

Bölüm sonunda sanki bütün bir yılın Pazartesileri bir araya gelip sendromlarını salıyorlar üzerime, öyle bir ağırlık çöküyor. Başta her şeyin rengini yumuşatan güneşin turuncusu, bunaltıcı, yapış yapış bir yazı anımsatıyor, nefes almak bile mümkün değil sanki. Biraz uzaklaşma, denizin serin esintisini içimize çekme, durup düşünme zamanı. Bir haftalık arayı bir de böyle düşünmek gerek: Sakinleşme, yenilenme ve arkadaşlarımıza sıkı sıkıya sarılma vakti.

Bugünlerde,  Defne’nin “hayal et, sev, gülümse” bilekliklerine, bize bunları anımsatacak dostluklara hepimizin çok ihtiyacı var…


(Bu yazı ilk olarak 25 Eylül 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)