21 Mart 2016 Pazartesi

Taraflar belirleniyor, savaşa hazır mısınız?

Kördüğüm 11. Bölüm Yorumu

Umut, bebeği öğrendikten sonra yeniden denemeyi istediğini söyleyip Naz'ı sevdiğini tekrarlayıp dururken ben de ayrılma kararı aldıkları zamanları düşünüyordum. Benim bu hikâye ile ilgili en sevdiğim şeylerden biri, bir aldatma ve yanlış anlamalar silsilesi yüzünden değil, birbirlerine olan sevgilerini artık tükettiklerini anladıkları için ayrılmaya karar vermiş olmalarıydı, zor da olsa. Şimdi bunun aldatma sebebiyle ayrılık noktasına taşınmış olması beni rahatsız ediyordu ki Naz o sihirli cümleyi kurdu: "Ayrılmak istediğini söylerken, gözlerinde bunu gerçekten istediğini gördüm. Ben bunu nasıl unutabilirim?"  Çünkü gözlerde bitmişse, geri dönüşü olmayan bir biçimde bitmiştir.

Umut bebek için "bir şans daha" diye dönüp dursa da Naz'ın etrafında, bin türlü şirinlik yapmaya çalışsa da hem onlar hem de biz gayet iyi biliyoruz ki bu yeniden deneme işi hayra çıkmayacak. Zaten çok beklememize de gerek olmadı, bölüm sonunda gördük bunu.

Bu bölüme kadar, Umut'un çeşitli biçimlerde ve sayısız kez yükseliş ve düşüşünü izledik. Bundan sonra ise yalnızca daha daha düşüşünü izleyeceğiz gibi görünüyor. Kendisinin göründüğü her yerde, ekran karşısında (ya da perde önünde) eriyerek izliyor olsam da ona özel cümleler kurmamıştım şimdiye dek. Gittikçe çirkinleşen, bayağılaşan, sıradanlaşan Umut'un çaresiz çırpınışlarını, elinden bir şey gelmedikçe daha da alçalışını, sonunda içindeki o gayri medeni adamı ortaya döküşünü yüzde yüz inandırıcılıkla bize sunan Alican Yücesoy'u tebrik etmenin vaktidir şimdi. Kurduğu her cümlede dünyanın en itici adamı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Umut'a sinir oldukça Yücesoy'a daha çok hayran oluyorum çünkü.

Ali Nejat'la da şimdiye kadar temkinli ve yalnızca çıkar ortaklığına dayalı bir işbirliği kurmuştu Umut. Şimdi ise hem araba projesinin çöpe gideceğine dair inancı güçlendiği, hem de Ali Nejat ile Naz arasındaki iletişimden fazlaca rahatsız olduğu için 'düşmanımın düşmanı dostumdur' düsturunun ardına düştü. Burada beni şaşırtan, Umut'un Demir'in cüretkâr teklifini kabul etmesi değil, kabul ettiğini Mert'e açıkça söyleyerek savaş ilan etmesi oldu. Bu savaşın yalnızca iş alanında kalmayacağı aşikar. Umut ve Ali Nejat arasında uzun zamandır bir ego savaşı da var ama artık birbirlerine dişlerini de gösteriyorlar. Gerginlik tırmanıyor…

Taraflar belirleniyor, savaşa hazır mısınız?

Kaan ve Feyza'nın dağ evinde yaşadıklarını öğrendikten sonra Ali Nejat'ın Neslihan'ı köşkten kovması sanırım çoğumuza bir "ohhh" dedirtti. Tuhaf taktiklerle(!) Ali Nejat'ın dikkatini çekmeye çalışırken neleri kırıp döktüğünü görememesi bir yana, Neslihan'ın o köşkte Feyza'nın psikiyatristi sıfatıyla bulunduğunu hatırlayan kimse kalmadı. Feyza'ya mütemadiyen "sakin ol" telkinlerinde bulunup içmediği ilaçlar vermek dışında bir işlevi olduğunu, "iyileştirici" bir şeyler yaptığını görmedik. Terapist olduğu sözlerine, tavırlarına o kadar yansımıyor ki Enver Bey tarafından sahte diploma ile oraya yerleştirilmiş olduğu ortaya çıkarsa hiç şaşırmam. Köşke terapi için, ya da en azından psikolojik destek vermek için değil de stil danışmanlığı yapmak için gelmiş sanki, öyle bir havası var. Yani Feyza'ya bir faydası yok, hatta onun varlığında Feyza, aslında olduğundan daha da yalnız; yetmezmiş gibi köşkteki herkes onun varlığına öyle alışmış ki, orada bulunma sebebini unutmuş ve üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmasını normal karşılamaya başlamışlar. Hak ettiği yanıtları, müdahil olmayı en çok istediği yerden, Ali Nejat'tan alması da bu nedenle çok iyi oldu.

Enver Bey demişken şuraya ufak bir teorimi iliştireyim. Ansızın ortaya çıkan Murat ve Demir karakterlerinin, Neslihan'ın beceriksizliği ya da Oğuz'un hareketsizliği yüzünden, Enver Bey tarafından hikâyemizin orta yerine düşürüldüğünü düşünüyorum ben. Umut'un Demir'in teklifini kabul ettiğini öğrendiğinde Ali Nejat da Murat'ın teklifini kabul ederek savaşın saflarının netleşmesini sağlayabilir. Biz buna, 'denize düşen yılana sarılır' da diyebiliriz. Yine de son sahnede şöyle bir soru akla geliyor: Murat, gerekli bilgileri toplayıp stratejisini belirlemeden mi çıkmış Ali Nejat'ın karşısına, yoksa o dosyayı hazırlatıp Murat'a yollayan kişi, Murat'ın gizli ajandasından habersiz mi?

Feyza'nın kendi isteğiyle hastaneye gidip tedaviye başlaması, onun gerçekten iyileşebileceğine olan inancımı perçinleyen en gerçekçi hamle oldu. Gerçekçi diyorum, çünkü şimdiye dek oluşturulan, Kaan'la zaman geçirdikçe Feyza'nın iyileşeceği beklentisi biraz masalsıydı. Bu ise daha makul, daha umut verici bir gelişme. Sevgi pek çok şeyi değiştirip dönüştürebilecek kadar güçlüdür, evet, ama onu akılla birleştirmek çok daha güçlü ve kalıcı sonuçlar verir. Yalnızca seven ve koruyan değil, düşünen, paylaşan ve yaşayan bir Feyza çıkarır ortaya.

Son olarak, Kaan tarafından sürekli olarak reddedilen Ali Nejat'ın, bir de Naz'ın evinde Umut'u görünce yaşadığı çöküşe eşlik eden şarkı için (Acıyor - Göksel) söyleyecek birkaç sözüm var. Bölüm etiketi olarak da şarkının adı seçilmişti, daha önceki bölümlerde de olduğu gibi. Başta Ali Nejat olmak üzere pek çok karakterin canı acıyor şüphesiz. Ama bu dizi bize, canının acımasından şikâyet edenlerin değil, o acılarla çeşitli biçimlerde mücadele edenlerin hikâyelerini sunuyor. Bu nedenle ben, "Acıyor" diye bağıran bir şarkıdansa, örneğin "Batıyor ama acıtmıyor" diyen Yaşar'ın sesini duymayı tercih ederdim…

(Bu yazı ilk olarak 17 Mart 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

14 Mart 2016 Pazartesi

Ruhlar 'Kördüğüm'leniyor...

Kördüğüm 10. Bölüm Yorumu
 
...ve çocuk travmadan travmaya koşmaktadır artık. Çünkü o kahrolası ‘Drama Tanrısı’, Türkiye’de çekilen hiçbir dramada çocukların uzun süre mutlu ve acılardan uzak olmasına izin vermez. İllâ ki büyüdüğünde psikopat bir seri katil olmayışı şaşkınlık uyandıracak kadar çok acıya boğulmalı, insanlıktan çıkarılmalıdır çocuk. Yerli dramaların vazgeçilmez ‘kötü’ karakterleri nereden çıkıyor sanıyordunuz? Küçük dünyasında mutlu olabilen sıradan bir çocuktan bir manyak yaratmayı çok iyi biliriz biz.
 
Tamam, güllük gülistanlık bir hayatı yoktu Kaan’ın ama bu kadar korkak, endişeli ve diken üstünde de değildi, onu seven insanların verdiği güvene tutunuyordu sıkı sıkı. Annesinin ölümüyle başlayan ağır süreç çok iyi idare ediliyor, büyüklerin pis işlerine çocuk karıştırılmıyor diye sevinirken ben, tam ortasına atıverdiler Kaan’ı korku ve endişenin kördüğümünün. Üstelik ‘oyun’u kazanmışlardı, Naz Ablasıyla beraber yenmişlerdi o adamları. Kaan gene de mutluydu, hayat gene de güzeldi. Ne gerek vardı sanki yerli dizi klişesi kapı aralığından lafın yarısını dinleyip yanlış anlamalara?
 
Ama babası tarafından durmaksızın yaralanan Ali Nejat’ı bir de oğluyla, çocuk konusunda yaralı olan Naz’ı da yine aynı yerden yaralayarak onları bir araya getirmeyi seçmişler. Feyza ve Neslihan’ın, kaçırılma olayında Naz’ı suçlamalarında haklılık payı var elbette, bana kalırsa Ali Nejat da bunun farkında ama üstünde durmuyor. Kaan konusunda sığınmak istediği liman, güç almak için elini uzattığı el Naz çünkü. Naz da Umut’un telefonlarına cevap vermezken tek başına çekildiği bir köşede Ali Nejat’ın telefonunu açmaktan, ona bulunduğu yeri söylemekten çekinmiyor. Ruhlar çoktan düğümlenmiş birbirine…
 
Umut, gördüğü o son sahnede takılı kaldı: Kendisi yüzünden kaçırılan Kaan ve Naz’ın, kurtarıcıları Ali Nejat’a sarılma anı… Dışarıdan bakan bir göz için bir arada mutlu, zorlukları beraber aşabilen bir aile tablosu… Umut’un bölüm boyunca oradan oraya gezinmesi, sahilde, sokaklarda, hatta evin içinde yürüyüp durması boşuna değil. Naz, bir tarafa düğümlenmekteyken Umut’la arasında da bitimsiz bir çözülme var. Bağlar bir bir ve büyük bir hızla kopuyor birbirinden.
 
Son zamanlarda ruh durumu sürekli değişen ve üst üste korkular yaşayan Feyza, bir de ilaçlarını içmediğini itiraf etti ama bu yine de Neslihan’ı alarma geçiremedi. Kaan’ı alıp giderken Feyza, ona engel olamadığı gibi bir de Ali Nejat’ı durdurmaya, sakinleştirmeye harcadı bütün enerjisini. İşte bunlar yüzünden Neslihan’ın öfkesine ya da kırgınlığına inansam da aşkına inanamıyorum, güya sevdiği adamın canının yanabileceğini göremediği için.
 
Gittikleri yer de dağ evi değil kâbuslar evi sanki. Önce babasının “Ben mi istedim baba olmayı?” sözlerini duyan Kaan’ın babasının kendisini kovduğunu görmesi, sonra Feyza’nın, Barış’ın merdivenlerden yuvarlandığını ve onu durduramadığını görmesi, bunun ardından gerçekle bağını koparıp Kaan’ı Barış sanarak çocuğa yeni bir kâbus yaşatması… Bir acı daha ne kadar deşilebilir diye düşünmemize gerek kalmıyor, her bölüm kanatıyor da kanatıyorlar…

Feyza’nın kendini kaybetmesinden korkup ormana kaçıyor Kaan. Kaan’ı bulamayıp çaresiz kalan Feyza, Neslihan’ı çağırıyor yanına. Yakın çevrede yaşayan biri tarafından bulunup eve getiriliyor Kaan neyse ki. Karanlık dağ evinde yaşadıklarını, hislerini paylaşıyor Feyza, Neslihan’la. O anda ekran büyük ölçüde karanlık, ama mum ışığında parıldayan, gözleriyle ve ses tonlarıyla bile oynayarak o duyguyu bize yaşatan iki harika kadın oyuncu var karşımızda: izlemeye ve övmeye doyamadığım Tülay Günal ile oynadığı her role inandığım, gözlerimi alamadan izlediğim Rojda Demirer. Böyle sahneler görünce, hikâyede kızdığım, sevmediğim ne varsa ikinci plana itiveriyorum. Durup düşündüğüm şeyi sevemesem de ekrandaki işi gerçekten büyük keyifle izliyorum çünkü, diziyi izlemek için harcadığım zamana acımıyorum hiç.

Naz hamile. Bu vesileyle öğreniyoruz ki, doğmadan kaybettiği bebeğinden sonra çocuk sahibi olmak istememesinin tek nedeni korkuları değilmiş, gebeliği de risk taşıyormuş. Şimdi Naz'ın aklında onlarca soru var, kendisine bile soramadığı. Bir yanda bebeği doğurmaması için ısrar eden annesi, bir yanda ilişkilerini tükettikleri için boşanmak üzere olduğu Umut, bir yanda ansızın hayatına girerek eski yaralarına bilmeden derman olan Ali Nejat ve Kaan ve ne yapacağını bilmediği bir can, içinde büyüyen... İşte bu gerçek bir kördüğüm ve bakalım bunu kim, nasıl çözecek?

Son olarak son sahne hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Umut eve geldi ve Naz'ın kan tahlil raporunu buldu. Raporda yer alan sayısal değerlerin altında şöyle bir ifade vardı: "... şahsın hamile olduğu anlaşılmıştır." Benim bildiğim kadarıyla hiçbir kan tahlilinin sonucu bu biçimde sözlerle ifade edilmez. Özellikle gidip de gebelik testi yaptırmak için kan vermediyseniz o kadar değerin arasından yalnızca Beta-HCG (+)'i seçip vurgulayan bir rapor yazılmaz. Tahlili doktora gösterirsiniz ve bu sonucu o size söyler, elinizdeki kağıt parçası değil. Umut raporu eline aldığı zaman, "anlayamaz ki" diye düşünmüştüm. Çünkü erkekler Beta-HCG değerinin ne anlama geldiğini genellikle bilmezler. Keşke, diyorum, anlamaz gözlerle baksaydı Naz'a, neyi olduğunu sorsaydı ve ondan öğrenseydi gebeliği ya da Naz'ın bunu Umut'la paylaşıp paylaşmayacağını merak etseydik gelecek bölüme kadar...
 
(Bu yazı ilk olarak 10 Mart 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

11 Mart 2016 Cuma

Hayat güzel değil ama bunu çocuklara söylemeyelim...

Kördüğüm 9. Bölüm Yorumu

Çocukların hayal dünyalarında her nesne bir oyuncağa, her şey bir oyuna dönüşebilir. O oyunlarda kendilerine yer bulabilen yetişkinler, çocukların kurallarına uyup gerektiğinde peşinde aslanların koştuğu bir ceylana, usta bir yarış pilotuna, bir kaya parçasına ya da bir koltuğa dönüşüp eğlencenin bir parçası olabildikleri sürece oyunda kalırlar. Bunu yapamazlarsa oyundan çıkarılırlar ve çıkarıldıklarıyla kalırlar. Çocuklar kendilerine yeni bir dünya kurup yeni bir oyuna geçiverirler hiç zaman kaybetmeden.

Çevresindeki kötülüklerden ve acılardan özenle korunmakta olan Kaan, bu hafta kötü, ürkütücü ve sıkıcı bir ‘oyun’un ortasına düştü. Naz’ın bütün olup biteni Kaan’a ‘oyun’ diye yutturma çabası içimizi bir nebze soğutsa da fikrin kaynağı “Hayat Güzeldir” filmini belleğimizde uyandırarak bir yandan da bizi yerle bir etti. Yine de iyi bir fikirdi ve gücü yettiğince de uygulamayı başardı Naz. Kaan bu ‘oyun’dan çok sıkıldı, finaldeki gerginlikten de nasibini aldı ama en azından korkunun süresi kısaldı diye bile sevinebiliriz onun adına. Üst üste yaşadığı bu travmaları atlatabilmesi ise maalesef zaman alacak.

Kaan oyunlardan da korkabilir çünkü annesi de bir oyun oynadıklarını söylemişti ona son görüşünde. "Bu bir oyun. Sen beni burada sessizce bekle, ben geleceğim" diyerek gidip kendini vurmuştu, yani gitmiş ve gelmemişti. Bu bölümde aynı travmayı parça parça yeniden yaşattılar Kaan'a. Önce gözlerinin önünde babasını kelepçeleyip götürdüler, hem ne olduğunu anlayamadığı için hem de babası bir daha gelmeyeceği için korktu. Babasının "geleceğim" sözü de etkili olamadı. 

Sonra herkes yanında olabiliyorken babasının olamadığını gördü, tıpkı annesinin gidişi gibi. Bunun üzerine bir de kaçırıldı, babasından sonra en çok güvendiği kişinin yanındayken. Yine ne olduğunu anlayamadı ve yine ona bütün bunların bir 'oyun' olduğu söylendi. Kendinizi Kaan'ın yerine koyup bir düşünün dememe bile gerek yok herhalde, gözleriniz çoktan dolmuş olmalı...

Ali Nejat, Feyza ve Naz'ın travmalarını da yine bu bölümde tekrar etmek, bunların hepsini tek bir olayla bir araya getirebilmek ve ekrana bu şekilde sunabilmek gerçekten büyük ve zor bir iş. Bu nedenle hem senaryo hem de set ekibini ayrı ayrı tebrik etmeli. 

Aylarca karnında taşıdığı bebeğini, onu hakkıyla koruyamadığı için kaybettiğine inanan Naz için bu kaçırılma olayı bir sınav gibiydi. O da Kaan'ı bütün gücüyle koruyup kötülüklerden uzak tutmaya çabalayarak bu zor sınavı olabildiğince iyi atlattı. Ama kendi içindeki suçluluk duygusuyla mücadelesini bu bölümde göremedik, gelecek bölüm bu konuya daha çok yoğunlaşılacaktır.

Ali Nejat ve Feyza'nın ise Barış'ı kaybetme yarasını kanatıyordu bu olay, hoyratça. Her ikisi için de bir çocuğu koruyamamak anlamına geliyordu ve her ikisi de geçmişin cezasını çektiklerini düşünüyordu. Ali Nejat, Barış'ı koruyamadığı için başına bunun geldiğine inanıyordu, Feyza ise Barış'ın ölümünden Ali Nejat'ı sorumlu tuttuğu için. "Ali Nejat özür dilerim. Yapamadım. Oğlunu koruyamadım. Ben olanlar yüzünden seni suçlamak istemedim ama kendime engel olamadım." Feyza'nın son birkaç yılının kısacık bir özeti... Kardeşini suçlamak istememişti ama elinde değildi, çünkü ancak bu şekilde ayakta kalabilmişti. Şimdi ise kendisini suçlayarak kardeşinin ayakta kalmasını sağlamaya çalışıyor.


Kardeşine uzatamayacaksan kime uzatabilirsin ki elini?
 
Ah Feyza ah, bir taraftan olmasa öteki taraftan vuruyorsun şamarı yüzümüze... Oğlunu kaybetmenin acısını anlayamasam da kardeşine uzanan kollarındaki şefkati, gözyaşlarının süzülüşündeki çaresizliği öyle iyi anlıyorum ki... 

Zaten baştan sona Feyza'nın imzasıyla dolu bir bölüm oldu, önce Ali Nejat sonra Kaan için babasına çıkışması, kavga ederek çözüme ulaşamayacağını anlayıp ansızın yalvarışa geçmesi... Ve bütün bu duygu geçişlerindeki muhteşem oyunculuk... İki buçuk saat boyunca yalnızca Tülay Günal'ın sahneleri oynasa dizi diye, bir dakika bile sıkılmadan izlerim.

Neyse ki Kaan kurtuldu ve etrafında, yaralarını sarabilecek bir sürü güzel insan var, hayatı onun için güzelleştirmek isteyen. Çünkü Dünya çirkin, hayat hiç güzel değil. Ama bunu çocuklara söylemeyelim ki temizlik, güzellik umutlarını büyütebilsinler...

(Bu yazı ilk olarak 4 Mart 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hâlâ mı Kiralık Aşk?



Hâlâ mı Kiralık Aşk?
Üzerinde benim dokunuşum olmadan bu kapıdan çıkamazsın!
Baştan söyleyeyim, bu bir sitem ya da eleştiri değil, dizinin gidişatını sürekli olarak eleştirenlere karşı bir savunma yazısıdır. “Evet, hâlâ” diye avaz avaz bağırmaktadır.

Son zamanlarda Kiralık Aşk’la ilgili olarak en sık duyduğum soru bu: “Hâlâ mı?” Benzer sözcükleri kullanan bu insanlar temelde iki ayrı soru soruyorlar.

İlki, “Hâlâ izliyor musun Kiralık Aşk’ı?” sorusu. Bunu soranlar, diziyi düzenli olarak takip etmeyen, denk geldikçe izleyen ve dizinin ‘eski tadını’ kaybettiğini düşünenler.

Cevabım ‘evet’, hem de hiç düşünmeden. Ama bunu soranlar aslında şunu da demek istiyor: “hikâyenin yönü değişti, karakterler başkalaştı, eski sıcaklığı yok oldu dizinin, neden hâlâ izliyorsun?” Evet, pek çok şey değişti ama bu sürede ben de değiştim. İlk 13 bölümde yaptığım gibi sayısız kez tekrarını izlemedim son 20 küsur bölümün mesela. Hatta ikinci kez görmeyi istemeyeceğim sahneler bile oldu -tabii ki şimdilik, yoksa yıllar sonra bile açıp baştan sona hiç atlamadan izleyeceğim diziler arşivime çoktan eklendi Kiralık Aşk.

Hikâye ilerleyip insanları daha yakından tanıdıkça benim Kiralık Aşk’tan beklentilerim de değişti, DefÖm kavuşması "benim" odağım olmaktan çıktı, dizideki tüm ilişkilerde yaşanan gelgitleri ve başka karakterlerin hikâyelerine dalmayı, Ömer ve Defne’nin kavuşup kavuşmayacağına ya da öpüşüp öpüşmediklerine kafa yormaktan daha keyifli buluyorum artık. Hepimizin bir noktada katıldığı “kavuşurlarsa dizi biter” fikrinin temelinde de bu var zaten, durağanlık - özellikle de ana karakterlerin ilişkilerindeyse- tercih edilmez, izlenmez.

Kiralık Aşk hakkında yazdığım ilk yazıda vuslatı hemen görmek istemediğimi, uzun bir bekleyişe razı olduğumu yazmıştım; çünkü arada tanık olmak istediğim onlarca başka hikâye, tanımak istediğim komşularımız vardı... Öyle de oldu, yeni düşler, yeni umutlar, yeni insanlar tanıdık, tanımaya da devam ediyoruz. Bize böyle neşeli ve acılı, romantik, ateşli ve uzak, sabırsız ve kararsız bölümleri sunmaya, bizi türlü yollarla şaşırtmaya, bunu yaparken vicdandan, merhametten ve sevgiden el çekmemeye devam ettikleri sürece de ben buradayım.

Evet bazı yerlerde sendeledik, ama dizimiz hâlâ hem türdeşlerinden hem de piyasadaki işlerin büyük çoğunluğundan iyi durumda. Hikâye sarsılsa, yalpalasa da yıkılmadı, eğilip bükülmedi, başı dik, gözleri ufukta, emin adımlarla yürüyor hâlâ.

Beni Kiralık Aşk’a komşu olmaya iten nedenler, bölümler ilerledikçe hikâyenin alışılmadık yollara sapması, karakterlerin alışılanlardan farklı ve tutarlı oluşu, her şeyden önemlisi ise bunların temelinde çok sağlam okumaların olduğunu sezmekti. Bu dizinin herkesin yazabileceği türden cümlelerle yazılmadığını fark ettiğimde sonuna kadar vazgeçmeyecek bir komşu haline gelmiştim, ev alma komşu al diye boşuna dememişler. Benim de hoşuma gitmeyen şeyler oluyor dizide elbette, ama bu işin akıllı, vicdanlı ve donanımlı insanlar tarafından inşa edildiğini bilmenin güveniyle devam ediyorum izlemeye ve yazmaya.


Ömer'ine hayran bir Defne'yi izlemenin tadı çok az şeyde var...

Zaman zaman hikâye akışında ya da karakterlerin gelişiminde aklıma yatmayan şeyler olsa da yerli dizi klişelerine hâlâ prim vermiyor oluşu Kiralık Aşk’ı diğerlerinden oldukça yüksek bir yerde konumlandırmama neden oluyor. Şimdiye kadar 35 bölüm izledik ve bir kez olsun silah görmedik, ne köşkte ne şirkette bir “koruma” gördük, zenginlerin pis işlerini yaptırdıkları “adam”ları yok, suçlarını örten avukatları ya da üst düzey bağlantıları yok, bir trafik kazası yaşanmadı, tek bir hastane sahnesi yok –ki biliyorsunuz, Barış Arduç büyük bir rahatsızlık geçirdi ve 2-3 hafta setlerden uzak kalacağı haberleri geldi; bir trafik kazası sahnesi yazıp karakteri iki bölüm boyunca hastanede tutabilirlerdi ama kolayı seçmediler... Kendi halinde bir Defne’nin kendisi için büyük ama insanlık için ufacık olan hikâyesi bu sadece; dizinin kendini dünyanın merkezine koymayışını, dünyayı kurtaracakmış gibi büyük iddialarla yola koyulmayışını, hayatın içinden sakince akışını seviyorum.

Hem annesi hem de babası tarafından terk edilen Defne’nin anne ve/veya babasının ortaya çıkmaması, hiç kimsenin onları ortaya çıkarmaya çalışmıyor oluşu; aynı şekilde, Ömer’in yıllardır konuşmadığı dedesiyle artık barışmasını isteyenler olsa da kimsenin onları bir araya getirmek için dolaplar çevirmiyor oluşu beni ekran karşısında tutmaya devam ediyor.


Defne'sine hayran Ömer'i izlemenin de... Çünkü "hayranlığın aşkla çok ilgisi var".

İkinci soru ise şöyle: “Hâlâ mı ‘Kiralık’ bu aşk, hâlâ devam ediyor mu oyun?” Bu soru daha çok, benden etkilenerek (veya benim zorumla^^) diziyi izlemeye başlayan fakat dizi takip etmek gibi alışkanlıkları olmadığından izlemeyi bırakan insanlardan geliyor. Ve bu soruya ‘evet’ yanıtını aldıkları zaman ilk soruya paralel bir noktaya geçiyorlar; “O zaman neden hâlâ izliyorsun?”

Neden izlemeye devam ettiğimi uzun uzun yazdım yukarıda. Oyun konusunu konuşalım biraz da. Ben bu konuda netim, aşkla oyun olmaz! Yine ilk yazımda şöyle demiştim; “Elbette ilişkiler yaralanacak, sinirler gerilecektir ama bu engeli aşamayacaklarsa aşktan hiç bahsetmeyelim zaten. Aşmalarının gerekçesi aşk olmayacaksa sonsuza dek susalım hatta...” Hâlâ da aynı noktadayım. Ama bunu derken, oyunun ortaya çıkacağı anı düşünmüştüm sadece; oysa başka ihtimaller de var.

Hikâye oyun üzerine kurulu olduğu için ortaya hiç çıkmama olasılığını en baştan eliyoruz, tamam. Ama oyunun ortadan kalkabileceği olasılığı üzerine ben hiç düşünmemiştim. Defne’nin ikinci kez 200 bin lira bulması, ilk seferkinden daha büyük bir mucize olacaktı çünkü ve evet, belki bir masal izliyoruz ama gerçek olma ihtimalini severek… Bütünüyle gerçeküstü bir DefÖm izlemek istediğimizi hiç sanmıyorum.

Oyunun ortadan kalkmasının bir diğer yolu da Neriman’ın oyundan vazgeçmesi. Ama buna hiç niyetli olmadığını binlerce kez soktular gözümüze. Zaten Neriman vazgeçse Sude susmayacak, orası belli. Öyleyse yine tek ihtimale kaldık: Oyun ortaya çıkacak!

İşte sanırım hepimizin sinirleri tam da bu noktada geriliyor ve senaryo ekibini de en çok buradan vurmayı seviyoruz. Ama anlamak zorundayız, yaptıkları iş ip üstünde bisiklete binmeye benziyor. İpin üzerinde olduklarına yoğunlaşırlarsa ilerleyemezler, ipi tümüyle unuturlarsa da düşerler. Yani oyundan hiç söz etmemek olmaz, üzerinde durduğumuz zemin orası; ama sürekli oyundan söz etmek de olmaz zira o zemin son derece kaygan ve üzerinde yükselen yapı da bir o kadar kırılgan.

Ben de sıkıldım sürekli oyun ortaya ha çıktı ha çıkacak diye her fragmandan bir şeyler yakalamaya çalışmaktan, Neriman ve Sude’yi her görüşümde ekrana “piiiiiis” diye haykırmaktan, ama ortada bir oyun varsa hepimiz birden oynuyoruz, bunu unutmayalım istiyorum.


Piiiiiis Sinsirella!

Hepimiz bu oyunun içindeyiz ve oynuyor ya da oynatıyorsak başımıza gelenlere de razı olmalıyız. Bu nedenle Defne’nin çırpınmaları ve Ömer’in orada “büst gibi” duruyor olmasından daha doğal bir şey olamaz. Yer yer Defne’ye üzülsek de –o veya bu sebeple- bu oyuna girişinin affedilmez bir yanı da yok değil. Ve bu da Defne’nin hem en zayıf noktası hem de en sağlam kozu.

Zayıf nokta, çünkü kendisinin de gayet iyi bildiği gibi bu oyun, Ömer’in duruşuna bütünüyle ters bir şey ve Ömer’in bu darbeyi en beklemediği yerlerden (sadece Defne’den değil, Sinan’dan ve Necmi’den de) yiyecek olması bu tekneyi alabora edecek ve bu girdaptan kimlerin sağ çıkabileceği sorusunu yanıtlamak zor. Ama sağlam bir koz, çünkü bu, Defne’nin sevdikleri için her şeyi yapabilecek kadar güçlü ve cesur bir kadın olduğunun bir numaralı göstergesi.

Ve ihtiyacımız olan tek şey, Defne’nin, bu kadar sağlam bir ele sahip olduğunun farkına varması. Çünkü farkına varmadıkça eziliyor, küçülüyor, çaresiz kalıyor Ömer ve oyun karşısında. Hatırlayalım, Defne tasarımını Tranba’ya sattığı zaman kıyamet kopmuştu, hiç kimse de çıkıp savunmamıştı Defne’yi, ne dizide ne de izleyenler arasında. Defne de zaten insanlara hak ettikleri yanıtları verme konusunda son derece başarısız olduğundan mağlubiyet hanesine bir çentik daha atıp devam etmeye çalışmıştı yoluna, biraz daha güçsüzleşerek. Bir tek Ömer anlamaya çalışmıştı ama paranın neye lazım olduğunu bulamayınca kaybetmişti tuttuğu ipin ucunu. (Bunu da geleceğe yönelik bir çıkış yolu okuyabiliriz bu arada; herkes Defne’ye kızarken ona hak vermenin bir yolunu arayan tek kişi olan Ömer, oyun ortaya çıktığında da böyle bir yol arayabilir, aramalıdır da bence.)

Oysa Ömer kabul edince Tranba ile çalışmayı, herkes Ömer’in ne kadar yüce gönüllü, gariban dostu bir patron olduğunu düşünmeyi seçti. Oysa Tranba aynı Tranba, anlaşma aynı anlaşma, koşullar da birbirinden pek farklı değil. “Defne’nin suçu Ömer kadar “esnek” olamaması mıydı?” diye bile soramıyorum çünkü henüz Ömer’in “esneme” kabiliyetinin sınırlarını bilmeden onun tarafını seçmişti herkes. Benim dileğim, Ömer’e tanınan “esneklik” alanının Defne’den esirgenmemesi ve oyunun ortaya çıkıp çıkmadığına takılıp izlediğimizin ne kadar özel bir şey olduğunun unutulmaması. 

Evet, hâlâ izliyorum; hem de oyuna rağmen değil, büyük manevra kabiliyetine sahip bu oyun için izliyorum Kiralık Aşk’ı!

(Bu yazı ilk olarak 3 Mart 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

3 Mart 2016 Perşembe

Erkekler de yanar...

Erkekler de yanar...
 Kördüğüm 7. Bölüm Yorumu

Naz’la konuşamayan Ali Nejat kendini viskiye vurdu. Kaan, babasını öyle görmekten korkup Naz’ı çağırdı yanına. Naz’ın geleceğini öğrenen Neslihan aklına ilk gelen yerli dizi klişesini gelişine vurdu ve gooooool! Ama kendi kalesine! 
 
Bölüm sonları bildiğimiz yerlerden gelse de yeni bölümlerde yeni şeyler söylüyorlar, bunu seviyorum. Neslihan’ın üstten üstten konuşmalarına karşılık Naz’ın nazikçe konuşması çok şık durdu. Bir de şaşkınlığını üzerinden atıp Neslihan’ın gözlerindeki hüznü görebilseydi... Naz göremedi ama, yaşanmış gibi göstermeye çalıştığı şeyi asla yaşayamayacağının bilincindeki Neslihan’ın ifadesindeki kırgınlığı, çaresizliği biz gördük, Rojda Demirer bunu bize yaşattı. 
 
Neticede hayal kırıklığına uğrayan, o evden ağlayarak çıkan Neslihan oldu. Seyircinin içini soğutan; kötülerinse öfkesini bileyen hareketler. Ama bana bunlarla gelin işte!
 
Kaan’ı bir kreşe yazdırdılar, babası ve halası umutlu ama Kaan tedirgin, ya okuldaki çocuklar onu sevmezse? Çevresindeki herkes üstüne titrerken bir çocuğun bunu düşünebilmesi, annesinin ölümüyle içine düştüğü boşluğun derinliğinin bir göstergesi. Geçen bölümde de bahsi geçmişti, Kaan yalnız bir çocuk. Annesinden başka kimsesi olmamış, bu nedenle bütün dünyası annesinden ibaret olmuş. Şimdi etrafında bir sürü insan var ve hepsini sevebilecek kadar kocaman bir yüreği de var. Ama kendisini koşulsuz seven insanlardan oluşan çemberin dışına çıkacak olmak onu endişelendiriyor. Yine de oturduğu yeri vermemek için yaşadığı tartışma, Kaan’ın bu mücadelede yenilmeyeceğinin işaretiydi bence. Başkalarının sevgisini kazanmak için susmayı da seçebilirdi ama susmadı.
 
Naz’ın geçen haftaki asabiyetten kurtulması ve olaylara mantığıyla yaklaşması, onu yeniden izlenilebilir bir karakter haline getirdi. Sonunda Ali Nejat’la görüşmeyi kabul etti ve aradaki buzlar eridi bir kez daha. Ali Nejat’ın Kaan’ı okuldan almaya Naz’la gitme fikri de çok güzeldi. Bu adamın bu ince çakallıklarını izlemek çok keyifli. Okulda Neslihan ve Feyza ile karşılaşmaları da cabası. Neslihan’ın yaşadığı şaşkınlığı görmenin paha biçilmezliği bir yana, Feyza ile Naz’ın resmen tanışmaları, Feyza’nın Naz’ı köşke yemeğe davet ederek bir taşla üç kuş vurması şahaneydi: hem Ali Nejat’a Naz’la zaman geçirme fırsatı sundu, hem Kaan’a ilgi gösteren biriyle yakınlık kurmanın yolunu açtı, hem de Neslihan’ı çıldırttı – Tombala!
 
Didem’in doğum günü... Kaan erkenden kalktı, giyindi, ayna karşısında uzun uzun hazırlandı annesi için. Kahvaltısını hızlıca yapmaya çalıştı, bir an önce annesine gitmek için. Çiçekçiye gidip çiçek seçtiler birlikte. Sonra Hasan Dedesini de alıp mezarlığa... Kaan’ın annesine anlattıkları üzerine konuşamayacağım, canım hâlâ yanıyor. Ama Ali Nejat’ın Kaan için Didem’e teşekkür etmesi de muazzamdı. Didem gibi her şeye rağmen çocuğu için ayakta kalmayı başarmış bir kadının duymaktan en çok hoşlanacağı cümleyi kurdu Ali Nejat. Ben eminim Didem duydu bunu ve anladı bir hiç uğruna canından geçmediğini...
 
Bölümün en can alıcı konularından biri de, ellerindeki parayla nasıl geçineceklerini hesap etmeye çalışan Hasan Amca ve eşinin kapısını çalan Suriyeli mültecilerin hikâyesiydi. Kucağında bir bebek, yanında Kaan yaşlarında bir çocukla bitap halde bir kadın geldi kapıya. Dilini anlamıyoruz ama derdini anlamak için insan olmak yeterli. Hasan Amca gibi inançlı ve vicdanlı birinin tam da “tanrı misafiri” diye tanımlayacağı insanlara o kapı elbette sonuna kadar açılacaktı.
 
Anne ile ateşli bebeği Naz’ın çalıştığı hastaneye götürürdü Hasan Amca. Orada dil bilen biri varmış da öğrendik kadının hikâyesini. Savaş başladığından beri kendi evlerinden kaçan milyonlarca Suriyelinin yaşadığı dramın tekil bir örneği: Yunanistan’a kaçmak isterlerken bindikleri tekne batıyor, eşi ölüyor kadının, çocuk hastalanıyor. Daha iyi bir yaşam için değil, yalnızca yaşam için, hayatta kalabilmek için milyonlarca insanın çektiği çilenin yalnızca bir parçası bu. Biraz şanslı olanlar Hasan Amca gibi iyi insanlara rastlıyor, Ali Nejat gibi gönlü ve eli bol insanların inayetine nail oluyor. Onlara yeni, temiz, barışçıl bir dünya veremesek de bazı hayatlara dokunabiliyoruz işte böyle. Yıllardır bir biçimde tesadüf ettiğimiz, hatta belki de kanıksadığımız bu acıları bir dizide görmeyi uzun zamandır istiyordum ben. Çünkü yabancı bir şey değil, bu bizim hikâyemiz, bizim acımız. Dilerim bu hikâye bu bölümle sınırlı  kalmaz, bu kadın ve çocuklarının hayata tutunma çabası ekseninde Suriyeli göçmenler konusunu daha fazla ekranda görürüz.
 
Mezarlıktaki Ali Nejat, Kaan ve Hasan Amca’nın hüznü, evde Emre ile oturup Gökçe’nin şerefine içen Genco'nun içine attıkları, başta kendisiyle dalga geçen kızla arkadaşlığı ilerletmeye çalışan İsot'un heyecanı, Naz’da kırdıklarını toparlamaya çalışırken ne kadar acıttığını fark etmeden kırıp döktüğü diğer kadından özür dileyen Umut, canının acısını hoyratlaşarak ifade eden Tarık Bey... Televizyonda ağlayan, feryat eden, şiddet gören, aldatılan, çaresiz bırakılan, yani türlü türlü acılar çeken ve bu halini ancak histerik ağlamalar ve nedensiz sinir krizleri ile gösterebilen kadınları izliyoruz sürekli. Buradan bakınca bu ağırlığın kadınların üzerinden çekilip erkeklere yüklendiği tek drama belki de Kördüğüm. Bu bölüm sık sık “erkekler de yanar” dedim içimden, “hem de nasıl yanar”...
  
(Bu yazı ilk olarak 25 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)