Hafta boyu saatleri sayıyorum hikâyenin bir parçasına daha vakıf
olabilmek için. Sabahları erken uyanıp televizyonu açıyorum bir ipucu
yakalayabilmek için, 45 saniyecik bile olsa. Her gün bir kısmını tekrar ediyorum
gelecekle ilgili fikir üretebilmek için. Güya kafamı dağıtıyordum, gerçekleri
bir yana koyup hayallere sığınıyordum, unutuyordum ya gerçeğin acısını; şimdi
derdim zorum Kiralık Aşk oldu, ona
yoruyorum kalan aklımı…
Aslında çok basit bir öykü
anlatılıyor, sonunu ilk bölümden tahmin edebileceğiniz; bu anlamda yeni bir şey
yok. Ama yine de her sabah “Cuma’ya kaç gün var” diye sorarak çıkıyorum
yataktan, bunu yaparken yalnız olmadığımı iyi bilerek. Peki, ama neden?
Detaylar özelleştiriyor bu
hikâyeyi; detaylar güzelleştiriyor insanları. Mucizesini bizimle paylaşmakta
olan Defne’nin hikâyesi bu. Güzel, ama güzel olmasıyla şimdiye dek hiç
ilgilenmemiş, bunun avantajını ya da dezavantajını kullanmamış, karşısına
bununla ilgili bir hikâye çıkmamış bir kadın. Diziyi takip etmeyen ve ona
“salak” demeye yeltenenler oldu etrafımda. Bilmedikleri şey, “zeka” gerektirdiğine
inandığımız o çetrefilli dünyada yaşamadığı Defne’nin. Onun dünyasında
entrikalar, yalanlar, kıvırmalar, kırk kişiye kırk ayrı oyun oynamalar yok;
sade ve sadece hayat kavgası var onun. O yüzden başka bir dünyaya girince
afallayıp kaldı, yadırgadı, uyum sağlamakta zorlandı; ama insanları ve
dünyalarını yargılamadan, olduğu gibi kabul eden biri o. Hem babası hem annesi
tarafından terk edilen biri o, akıl sağlığını koruyabilmek için bile olsa, dünyayı
olduğu gibi kabul etmesin de ne yapsın?
Yine de bir hatırlatma: Dizinin en başında, Defne’yi oyuna hazırlarken
bir yerde “Sana Sabahattin Ali ve Sait Faik kitapları alacağız, arada sırada
onları okurken görecek seni” diyen Neriman’a, “ ‘Bu saate kadar okumadın mı,
cahil’ demez mi bu adam” diye soran da bizatihi o “salak” dediğiniz Defne’ydi.
Başka hayatların çok uzakta,
büyük düşlerin de yalnızca düş olduğunu iyi bilen Defne, ancak yolu
kötülüklerle gölgelenince, sevdiklerinin ayağına taş değince çıkabilirdi küçük
ve sakin hayatından dışarı, öyle de oldu. Hem kendine hem de kurgusuna
inanmadığı bir oyunun içinde buldu kendini bir nefeste. Ben böyle dönüşüm hikâyelerini, başka hayatlara uyum sağlama çabalarını
izlemeyi çok severim, yalnızca bu sebeple bile takipçisi olabilirdim, ama
Kiralık Aşk için bu sadece bir başlangıç, bir çıkış noktası.
Defne, bu yeni hayatın içinde,
yolu kazara okyanusa düşmüş bir tatlı su balığı adeta. Hayatta kalmak için çok
fazla şeye direnmek ve fazlaca değişmek, dönüşmek zorunda. Ait olduğu o ufak
dereyi hiç unutmadan, geldiği yerden hiç çekinmeden değişiyor, dönüşüyor ve tam
da bu yüzden, çevresini de değiştirip dönüştürüyor, ışığını saçıyor ayak bastığı
her yere. O kadar çok şeye koşuyor ki bir girdap yaratıyor, akıntının da, ona
kapılanların da farkına varmadan.
Oyun, tam da Defne’nin
yaratabileceğinden bile kuşku duyulan o girdaba Ömer’in kapılması üzerine
kurulmamış mıydı zaten? Ama hayat -özellikle de Defne gibiler için- ne zaman o
kadar kolay oldu ki?
Ömer, sahneye çıkmaktansa seyirci
koltuğunda kalmayı, bir adım geride durup temkinli, korunaklı bir yaşam sürmeyi
seçmiş bir adam. Hep ortalıkta ama en az görünen, bilinen o. Üçüncü bölümde
Defne’nin Nihan’a söylediği gibi: İki tane Ömer var ve ikinciyi kimse
tanımıyor. Bunu fark edebildiği için Defne bir adım önde herkesten. Ama o kadar
yabancı ki kendi kalbine, bütün sorularının cevaplarını Ömer’in gözlerinde
bulabileceğini anlayamıyor. Ona göre aşk, belki bir bulut tutar diye kendini
uçurumdan aşağı sırt üstü bırakmak gibi. Ama onun verilmiş bir sözü var, hayal
kurmak ona yasak, bırakamıyor kendini.
Ömer’in de ondan kalır yanı yok
aslında. Ucunda ufak da olsa bir ışık gördüğü tünelin öte yanının aydınlık
olduğundan ve hatta o tünelden hiçbir engele takılmadan geçebileceğinden emin
olmadan açmayacak kalbini o da. Sadri Usta’nın, Ömer’in Defne’sine Apollon’un
Daphne’sini anlatması boşuna değildi. Mantığın, bilgeliğin, şiirin tanrısıdır
Apollon, onun temsili Ömer de aklın tarafında duracak elbette. Defne’nin
hislerinden emin olsa da açmayacak ona kalbini, onun da yaklaşmasını,
yaklaşmaya karar vermesini, cesaret etmesini bekleyecek. Ne söylediğiyle değil,
ne yaptığıyla ilgilenecek, ona göre belirleyecek tavrını. Kendini zorlamayı
sever o, sevdiğini zorlamayı da sevecek.
Hal böyleyken, ben ve benim gibi gururlu aşkların peşinde, tek bir
sevgiye ömrünü vermenin özlemindeki iki yüzyıl kadar geç doğmuşlar, adeta Gurur
ve Önyargı’dan fırlayıp vücut bulmuş bir yaşam süren, Sabahattin Ali’den
alıntılarla konuşan, canı sıkılıp köşesine çekildiğinde Proust okuyan Ömer
İplikçi’yi pamuklara sarmalamak istemeyecektik de ne olacaktı?
Onlar da birbirlerini pamuklara
saracaklar elbet, ama daha bekleyeceğiz, bekleyelim de zaten. Her hafta ekran
karşısında içim içimi yese de, her bölüm sonunda böğrüme bir at oturmuş gibi
olsam da kavuşmanın mümkün mertebe gecikmesini istiyorum, ta yürekten!
Birbirlerine uzak da olsalar için için yanmalarını, başka hikâyelere kapılarını
sımsıkı kapalı tutmalarını, uykularının kaçmasını görmek istiyorum an be an.
Nilüfer gibi şarkısını sakin sakin söyleyen bir kadının içinden Hayko Cepkin
gibi hırçın bir yorumcu çıkması gibi, ani haykırışlar, kırıp dökmeler olacak
illâ ki, yüreğimize su serpmeye; ama ne kadar geç, o kadar iyi. Ömürlük bir aşk
arayanlar için 2,5-3 aylık bir tanışıklık, insanın kendinden emin olması için
bile çok az zaten, beklemekte fayda var. Böylesi hem Gurur ve Önyargı’nın verdiği ilhama daha çok yakışacak hem de
kavuşmanın hazzı hepimiz için tarifsiz olacak.
Ayrıca hâlâ itiraf bekleyenlere
de sormak isterim: Ayakkabı çalındığı zaman işten kovulan Defne’nin evde kös
kös otururken, “Sevdiklerin seni doğru
bilsin yeter” cümlesini duyduktan sonra Ömer’e koşması, hastalandığında yanından
ayrılamaması; Ömer’in o kahvaltıyı hazırlaması, domatesleri ince ince soyması,
acı olup olmadığını anlamak için biberleri tadıp kendini yakması, çay
demlemesi, Defne’nin çayı tek şekerli içtiğini, bisküvinin yulaflısını
sevdiğini bilmesi, o tek şekeri atıp elleriyle karıştırması (tek falsosu, çayı
karıştırdıktan sonra kaşığı bardaktan çıkarmamasıydı ama olsun, o kadar kusur
Mr. Darcy’de bile olur) yetmedi mi? Defne, “Ömer
Bey’in sinyalleri ne zaman net oldu ki?” diye sorduğunda ne demişti
Neriman: “O nettir de sen
anlamamışsındır!”
Bu kavuşma geciktikçe bizler,
başka kafa karışıklıklarına tanık olacağız. Ömer’in şüphelendiği, Necmi’ninse
emin olduğu şeye, Sinan’ın hislerine yakından bakacağız mesela. Ben, Sinan’ın
âşık olduğunu değil, fazlasıyla etkilendiğini düşünüyorum. Çünkü kalbi değil,
aklı takıldı Defne’ye. İçine düştüğü çukurdan çıkmanın yolu olarak gördü
Defne’ye âşık olma ihtimalini ve buna tutundu kurtulmanın hevesiyle. O kadar.
Ömer’i bu kadar iyi tanıdığı halde onun hislerini fark edememesi de bu yüzden.
Bir de Yasemin’in Ömer’e takıntılı olması var tabii. Muhtemelen Ömer’in
Defne’ye karşı hislerini fark ettiğinde ya da öğrendiğinde ilk aklına gelen de
bu olacak, ilgi duyduğu kadınların Ömer’le ilgilenmesi ona ağır gelecek belki.
Ama Sinan, birbirini seven insanların önüne çıkabilecek biri değil. Yasemin
gibi kötü yüzünü göstermekten kaçınmayan bir kadını severken “Aşk iyileştirir” diye düşünebilen biri kasıtlı
olarak Ömer’le Defne’nin arasına giremez. Bu yüzden, Ömer’in ya da Defne’nin
hislerinden emin olduğu anda Sinan geri çekilecektir. Bu noktada da hepimizin
merakla beklediği Sude ortaya çıkıp hem Sinan’daki boşluğu dolduracak hem de
şirkette Defne ve Koray’ın idare edemediği entrika işlerini kotaracaktır diye
umuyorum.
Yasemin’in Ömer’e âşık olmadığını
görmek için üçüncü göze falan ihtiyacımız yok zaten, onun derdi iktidar.
Şirkette daha ön planda olan kişi Ömer değil Sinan olsa Yasemin’in yolu da
aniden değişiverir. Fakat Sinan da o yoldan artık çıktığı için bu konu üzerine
pek düşünmesek de olur. Sinan’ın Defne ile ilgilendiğini fark ederse yeniden
ilgi odağı olmak üzere bir iki küçük hamle yapar belki, ama fazla uzamaz. Onun
dersini verecek kişi İsmail olacak, hepimizin görmek istediği gibi.
Yasemin, insanları aşağıdakiler
ve yukarıdakiler diye ayıran ve halini, tavrını bu ayrıma göre belirleyen biri.
Aşağıdakiler, sadece ondan aşağıda olmak için varlar sanki. İsmail ise kimseye
müdanası olmayan biri olduğu için çekecek Yasemin’in dikkatini. Kendisinden
aşağı gördüğü birinin nasıl olup da böyle rahat, hatta fütursuzca
davranabildiğini anlayamadığı için bir merak unsuru oluşturacak İsmail, ve
Ömer’le Defne’nin kavuşamayışı sayesinde biz bunu da keyifle izleyeceğiz.
Ben kendi adıma, Neriman ve
Necmi’nin aşkına da tanık olmak, Necmi’nin “dalgakıranımdır,
pusulamdır, ben onsuz kaybolurum” dediği Neriman’ı, bütün güzel kadınların
peşinde koşan kart zampara maskesinin altında Sinan’ın halini Sinan’dan daha
iyi anlayacak bilgeliği saklayan Necmi’yi tanımak isterim.
Herkesin onun gibi bir arkadaşı
olmalı –gerçi bizim Koray ayarında bir arkadaşımız var, birlikte oturup
“herkeslerden nefret ettiğimiz”, ama kendisi henüz kabul etmiyor bu benzerliği
- diye düşündüğüm Koray’ın Passionis ve Nero dışındaki hayatını görmeyi çok çok
isterim. Gençlerin dilinden bu kadar iyi anlayan, Seda Sayan’ın efsane atarına,
Hande Ataizi’nin tuvalet penceresine sıkışmasına, Melek Yargıcı’nın “ben tekim”
isyanına atıfla konuşabilen bir Koriş benimle aynı binada falan çalışıyor
olmalı, daha uzak olamaz. Bu kadar yakındaki birini de daha iyi tanımam
gerekir. Onu bu kadar savunmasız yapan nedir, herkesin kafasında
birbirinden habersiz kırk tilkinin dolaştığı bir ortamda o böyle saf
kalabilmeyi nasıl becermiştir, insanlardan nefret edebiliyorken arkalarından iş
çevirmekte bu kadar başarısız olmasını neye borçludur, Neriman’la yolları nasıl
kesişmiştir de böyle bir dostluk kurmayı başarabilmişlerdir; bunlar hep
yanıtını bulmak için can attığım sorular. Ayrıca, bir ayakkabı firmasının neden
tam zamanlı bir fotoğrafçı çalıştırdığını da bilmeliyiz, bunlar önemli.
Önceki bölümlerde bahsi geçen
Sadri Usta’nın oğlu Burak’ın düğününe Defne ile giden Ömer’i görmek de pek
eğlenceli olur mesela. Ömer, düğünlerde yalnızca harmandalı oynayan, salon
erkeği çizgisinden taviz vermeyen bir burjuva mıdır yoksa mahalle düğünlerinde
kasap havası oynarken Defne’ye eşlik edebilecek kadar halktan mıdır –umarım
ikincisidir- bunu görmek Ömer ve Defne ile ilgili çok şey söyleyecektir bize.
Yeni ayakkabının İtalya lansmanı
yapılsa ve Ömer’le Defne birbirlerini bu kez yabancı bir fon önünde görseler,
şirketten ve Neriman’dan uzakta birbirlerinin başka yönlerini keşfetseler yine
tadından yenmez. Bunun bir yaz dizisi olarak kalmayacağını biliyoruz nasıl
olsa, derinliklerine dalınacak pek çok hikâye ve sayılacak çok gün var…
Hem daha Şükrü Abi’nin hikâyesini
dinlemedik, ailesiyle, Ömer Abilerini çok seven çocuklarıyla tanışmadık;
görünmez adam Vedat’ın dertlerine ortak olmadık, Defne ile Nazlıcan’ın çılgın
bisküvi partilerinde neler kaynattıklarını göremedik, yolumuz uzun…
Sempozyum için şehir dışına
gittikleri ve Defne’nin sızıp kaldığı gece Ömer nerede ve nasıl uyudu, Defne’yi
uyurken izledi mi uzun uzun, bunu bilmiyoruz. Aynı şekilde, mutfağı talan
ettiği gece Defne’nin Ömer’in yastığını koklayacağını adımız gibi biliyorduk,
Ömer’in Defne’yi uyurken izlemesi de o kadar emin olduğumuz bir şeydi, ama bize
gösterilmedi. Eğer o gece ya da ertesi sabah Ömer yukarı hiç çıkmadıysa, sabah
nasıl olup da Defne’den önce kalkıp giyinebildi, bunun yanıtı da yok. Defne’nin
iki gün üst üste aynı giysiyle dolaşması da kimsenin dikkatini çekmedi mi yani?
Ben bunların hepsi için birer flash-back istiyorum mesela…
Bu kadar laf ettim ama aşk
oyununun ortaya çıkması durumunda neler yaşanabileceği üzerine bir şey
söylemedim, bunu düşünmeyi hiç istemiyorum, bu konunun hızla işlenip ortadan
kalkmasını istiyorum sadece. Bu tür oyunlar asla planlandığı gibi işlemez
zaten, aşkla oyun olmaz çünkü. Elbette ilişkiler yaralanacak, sinirler
gerilecektir ama bu engeli aşamayacaklarsa aşktan hiç bahsetmeyelim zaten,
aşmalarının gerekçesi aşk olmayacaksa sonsuza dek susalım hatta… Yıldızlı
göklerin dönmeye başladığı anı fark edebiliyorsak orada aşk yoktur ki.
Beceremeyeceğini düşündüğü için
golf oynamayı reddeden Defne’ye, “Ben varım, korkma” demişti Ömer, “Yabancı yok
aramızda, biz bizeyiz, bana rezil olmazsın” anlamında. Başına ne gelirse gelsin
bu hikâyenin, ben varım ekranın karşısında, biz varız, birlikte yürürüz umarım
masalın sonuna kadar. Ufak bir gün
değişikliği dışında hiçbir şeye itirazım olmaz, malum ya, kış sezonu
sahnelerin, perdelerin açıldığı bir zaman dilimidir, Cuma akşamları sahnenin
önü yerine televizyon karşısında olmak diğer günlere göre çok daha zordur.
(Sanat oburu yazar, burada, “sahneye
öyle insanlar çıkar ki, adımı unutur sanat merkezine koşarım, dizi ne ki” demek
istiyor.)
Evet, bu bir ilan-ı aşk metnidir,
benim bu dizi ile girdiğim gayrimeşru ilişkinin itirafı ve kehanetlerimin
kaydıdır. İlişkim gayrimeşru, o yüzden kiracı ya da ev sahibi olma gayesi
taşımıyorum. Komşu olmakla, perdeyi usulca aralayıp kaçamak bakışlar atmakla,
boş bardağı duvara dayayıp sesler duymakla, duyduklarımdan yeni hikâyeler
yaratmakla da yetinebilirim, olmaz mı?