Pırıl pırıl iki insanın mutlu
günlerine tanıklık etmek için birkaç günlüğüne ayrılıyorum yaşadığım şehirden,
tabii televizyonumdan da. Bunu vurgulamak önemli, çünkü uzun zamandır yeni
bölüm başlamadan evde olacak şekilde yapıyorum Cuma akşamı programlarımı. Bu
uğurda, arkadaşlarımdan erken ayrıldığım halde trafiğe takılıp belediye otobüsü
koltuğunda, cep telefonundan canlı yayını takip ederek yeni bölümü izlemişliğim
bile var, o derecede bir bağımlılık söz konusu.
Evde oturulup dizi
izlenecek saatte dışarı çıkan binlerce insana ve bu kalabalığı gidecekleri
yerlere zamanında ulaştırmayı beceremeyen belediyeye saydırarak otobüste dizi
izleme çabası.
Şehirden ayrılmadan önce tüm arkadaşlarımı
uyarıyorum, Kiralık Aşk’ı
konuştuğumuz sanal grupları sessize alıyorum ki bölümü benden önce izleyenler
soru ya da yorumlarıyla hem o anda yapmakta olduğum işin hem de daha sonra
izleyeceğim bölümün keyfini kaçırmasınlar.
Aklımda binlerce soru ve aşk oyunun
ortaya çıkacağı beklentisinin gerginliğiyle (çünkü her şey yolunda giderken
patlamalıdır saatli bomba) gidip dönüyorum. Evde internet bağlantım
olmadığından yeni bölümü izlemek için Pazartesi sabahını beklemek zorundayım.
Yorgunluğun da etkisiyle erkenden uyuyup erkenden uyanıyor ve işe koşuyorum;
kendilerine 9 günlük tatil bahşedilen şanslı emekçilerden değilim ama Pazartesi
sendromunun kırıntıları bile düşmüyor çiçekli elbisemin ve gülümseyen
gözlerimin üzerine.
Masamda, yokluğumda çekmecemdeki
bisküvilerle çılgın partiler yapan arkadaşlarımın notunu buluyorum;
fragmanların yarattığı beklenti büyüyor, yanmaya hazırım artık!
***
Defne’nin saçlarından tüm
İstanbul’a ve elbette kalplerimize sızan turuncu bir güneş karşılıyor beni. Sanki
Ömer ve Defne’den gayrı her şey biraz renksiz, biraz tatsız, biraz dağınık… Bir
tek onların dünyası dönüyor sanki, geri kalan her şey rölantide…
İçimiz içimize sığmıyor izlerken,
bedenler dar geliyor kalplerin çırpınışına. O çerçevenin içine, ucundan
kıyısından da olsa dâhil olmak istiyoruz hepimiz; pencerenin dışından, çitlerin
gerisinden de olsa. Hâlâ bir komşu olma çabası işte… Bizim başımıza gelmiyorsa
bile en azından tanıklık etmek istiyoruz mucizelerin gerçek olabileceğine.
Sinan’ın dediği gibi, hayata bir kez geliyoruz ve bir tek bu bilgiyle
yaşıyoruz, geri kalan her şey için tek ihtiyacımız biraz umut belki de… (Bu diziyi izlerken asla yalnız
hissetmiyorum kendimi; biliyorum ki bu diziyi yazan, oynayan, çeken,
kurgulayan, izleyen ve izleyecek olan tüm insanlardan bir parça taşıyorum
gözlerimde. Ben’lerim biz’leşiyor pek çok noktada.)
Hani bazı filmler, romanlar olur,
baş döndürücü maceraların ardı ardına geldiği. Sonuna gelince bir bakarız ki
her şey bir rüyadan ibaretmiş. Sanırım hiçbirimiz sevmiyoruz böyle sonları, bir
parçacık da olsun umut barındırmadığı için. İşte bu bölüm, sonunda her şeyin
bir rüya olduğunu öğrendiğimiz tatsız bir filmi izlemek gibiydi. Hani bu bir
roman olsaydı, o Albertine Kayıp
hakkındaki diyalogun üzerine kitabı kapatıp bir kenara koyar, uzun süre de
dokunmazdım. Albertine yetmezmiş gibi
bir de yüz ezberleme sahnesi yazmış ki zalımlar,
yürek dayanmaz!
Böylece daha bölümün ortasına
bile gelmeden anlıyoruz her şeyin bir rüya olmadığını… Neriman’ın telefonu
olmasa bile gidecekti Defne, bugün ya da yarın, bunu görmemek mümkün değil.
Ömer’in her adım atışında kaçışı, kartların açılacağı her anda “yapamam” deyişi de bundandı. Kartlarını
açamazdı, bu yüzden kaçacaktı. Kaçtı da, yine “yapamam” diyerek. “Beni
affet” bile diyemeden üstelik, kendini bağışlanmaya bile layık görmeyerek,
ancak “bana kızma” diyebilerek… Yine
de kaçacaktı ama ah işte o telefon! O işbatıran Neriman! Ah o Neriman!
Bundan sonra dostluk konuşacak,
dostluk saracaktı yaraları; aşkın tuzaklarına dostluğun eli uzanacak ve
sarılacak bir dostu olan insanın hayatta asla yalnız kalmayacağını görecektik.
Aslında bölüm boyunca da en çok dostluğu gördük, en çok ondan etkilendik.
Dostluk denilince ilk olarak
Sinan geliyor akla. Yasemin bile bir tek onun kapısını çalıyor aklındaki
sorulardan canı yandığında ve en çok hak ettiği yerden alıyor en dolaysız yanıtları;
dost acı söyler ne de olsa. Ama Sinan’ın söyledikleri sadece Yasemin’e değil,
Neriman’a ve Ömer’e de, hatta takıntıları bir yaşam biçimi haline getiren
modern dünyanın özgür ve güçlü bireylerinin tamamına bir ders niteliğinde: “Hayatın tüm köşelerini tutabileceğimizi
bize kim söyledi?” Hatalarımızla, kusurlarımızla, eksiklik ve
fazlalıklarımızla sevmeyi ve sevilmeyi neden beceremiyoruz?
Köşeleri tutmaya çalışmayan bir
Defne var, ama onunki de hayatı akışına bırakmaktan çok çok ötede. Kendi
hayatını dışarıdan izlemek ister gibi bir hali var. “Ben böyle olsun istemedim” diyor sürekli. Sinan’ın asistanı
oluşunun ardından bunu söylediğinde Ömer vermişti cevabını aslında: “İstemeseydin olmazdı Defne!” Bir şeyler
yapmak üzere bir irade gösteremediği gibi bir şeyler yapmamak konusunda da
iradesiz olduğu için sürükleniyor yalnızca ve bütün bunlar onun sürüklenmeyi
seçmesi anlamına da geliyor bir yandan; istemeseydi olmazdı, olmayabilirdi…
Defne için artık dümeni ele alma
zamanı. Karar vermeyi beceremediği için düşüne düşüne bir yere varmasını beklemiyorum,
ama artık iyi ya da kötü bir şeyler yapmak zorunda. Eğer o da dostlarından –bu
konuda hep yaptığı gibi İso’dan- destek almazsa yapıp yapabileceği, her şeyi
itiraf etmek olacaktır. Bu, dizideki bütün ilişkilerin sarsılması anlamına
gelecek ve bizi yeniliklere taşıyacaktır. Ayrıca, bu tür hikâyelerin hemen
hepsinde olduğu gibi, büyük sırrı her hafta yeni birinin öğrenmesi
gerginliğinden bizleri koruyacağı için yeni ve zorlu bir yola da girilebilir,
yakışır da.
Sinan’ın dostluğundan nasiplenme
sırası Ömer’e geldiğinde, bizler için de dostluklarının en büyük sınavlarından
birine ve bu sınavdan başarıyla çıkmalarına tanık olma zamanı geliyor. Büyük
acısını paylaşmaya gelen Ömer’e değil, dostunun acısını kendininkinin önüne
koyan Sinan’a yanıyor; onunla birlikte nefesimizi tutuyor ve yine onunla paramparça
oluyoruz ekran karşısında. Çünkü Sinan’ın işi iki kat zor: hem hislerine ket
vurmak hem de arkadaşının acısına ortak olmak, belki de ilk kez yalnızca
hisleriyle yola çıkan Ömer’i teskin edecek mantıklı cümleler kurmak zorunda.
Bunu başarıyor da. Ama bizim paramparça oluşumuz sadece bütün hikâyeyi
bilmemizden kaynaklanmıyor; Salih Bademci de can yakan bakışları, titreyen ve
çatlayan sesi ile bize o acıyı eksiksiz yaşatarak gözyaşlarımızda büyük pay
sahibi oluyor.
Canımız çok yandı, doğru. Ama yine
de ben bu ayrılıktan son derece memnunum ve bunun bu kadar erken yaşanmasında
da büyük fayda görüyorum. Çünkü Ömer’in Defne’nin omzunda bir hayat kurmak
istemesinde, Defne’nin markete kadar giden Ömer’i özleyivermesinde, Ömer’in “her şeyin sana benzemesini istiyorum”
deyişinde beni rahatsız eden bir şeyler var. Ben, sevdiği yokken ayakta
kalmayı, hayatını sürdürmeyi beceremeyen, beceremeyeceğini düşünen ya da becermemekte
direnen insanların birini sevebilmesinde, biriyle birlikte olmak istemelerinde
de bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Evet, hayat tek başına göğüslemek için
fazla ağır, yalnızlık zor ve hayat aşkla güzel, ama hayatı sevgiliden ibaret
görmekte de sorun var. Bu nedenle bir süredir Nihan-Serdar sahnelerinden de
keyif almıyorum ben. Piyasadaki dizilerin hemen hemen hepsini bir şekilde takip
ettiğim halde özellikle gençlerin ayıla bayıla izlediği bazı dizileri izlemeye
de bu nedenle katlanamıyorum.
Bunu bir de Ömer özelinde
düşününce gördüklerime inanamıyorum, Ömer’in bu kadar kırılgan olmasına akıl
erdiremiyorum. Kaldı ki Defne de hayata karşı o kadar güçsüz duran biri değil.
Bunca yıldır ailesinin yükünü tek başına sırtlanmasında bile görebiliyoruz
bunu. Dolayısıyla benim hem ekranda ve çevremde görmek istemediğim türden, hem
de hikâyemizin karakterlerine pek de uygun düşmeyen şeyler olmaktaydı bence. Aşkın
insanın duvarlarını yerle bir ettiği bir gerçek, ama biz, biz olmaktan
çıktığımızda karşımızdakine neler sunabiliriz diye de bir düşünmek lazım. Bu
nedenle bu ayrılığı gerekli ve faydalı görüyorum. Daha güçlü ve silkelenmiş bir
Ömer ve Defne bulmayı umuyorum gelecek bölümlerde.
Zaten Ömer’le Defne’nin
konuşamamak gibi bir sorunları da var. Defne’nin heyecandan (ya da öfkeden)
çenesinin düştüğü durumlar haricinde oturup konuşmuşlukları, sohbet
etmişlikleri yok. Son bölümdeki konuşmalar bile kendileri ya da birbirleri
hakkında değildi. Havadan sudandı neredeyse. Bu yüzden aslında birbirlerini
tanıyor bile sayılmazlar. Evet, uzun gözlemler yaptılar, birbirlerini başka
kimsenin göremediği gözlerle gördüler ama doğru düzgün tanıyamadılar. İlişki
öncesinde bir arkadaşlık geliştiremedikleri için ilişkiye de eksikliklerle
başladılar. Bu ayrılık, birbirlerini tanımaları ve sevgililiğin yanına
arkadaşlığı da koyabilmeleri için bir fırsat olabilir.
Arkadaşlığın eksik olduğu bir
diğer ilişki de Neriman ve Necmi arasında yaşanıyor. 30 yıllık
beraberliklerinde biraz olsun arkadaş olmayı da becerebilseydiler Ömer ve Defne
arasında olup bitenlere bu kadar farklı yönlerden bakmayabilirlerdi. Neriman
bunu sadece bir tarafın kazanacağı bir oyun olarak görmez, Necmi de Neriman’ın
planlarını bu kadar hafife almazdı belki. Arkadaş olamadıkları için birbirlerini
o kadar az tanıyorlar ki Necmi tek cümleyle Neriman’ı durdurabileceğini sandı,
Neriman ise Necmi’yi ciddiye bile almadı. Sonuçta gelinen nokta çok büyük ve
keskin bir çıkış olabilir; ama özellikle Neriman’ın biraz olsun
dizginlenebilmesi için gerekliydi. Ayrıca hep kazanan, hep gülen tarafta durmak
için insanüstü çaba gösteren Neriman’ı akmış makyajıyla görmek de oldukça
çarpıcıydı. Yaşlı gözlerle aradığı kişinin kızı Sude oluşuna da dikkat edelim:
böyle bir durumda dertleşebileceği bir arkadaşı olmadığı için bu ayrılıktan en
uzakta durması gereken kişiyi çağırdı yanına, bu nasıl bir yalnızlıktır!
Ömer, Sinan ve Defne ile
muhabbetlerinden anladığımız kadarıyla iyi dost olma potansiyeli Necmi’de
mevcut; demek ki bunu başaramayan kişi Neriman. Bu bize birini daha
hatırlatmalı: Yasemin. O da arkadaşlıktan o kadar bihaber ki, dertleşmek için
çoğu zaman ciddiye bile almadığı Sinan’ı seçmişti (zaten dizideki herkesle
dertleşebilecek iki kişiden biri Sinan, ikincisi de İsmail). Ben, Yasemin’in,
Neriman gibi bir anne ile büyüyen “proje çocuk”lardan biri olarak yola
çıktığını ve annesi gibi olmaktan kaçtıkça annesine –ve tabii Neriman’a-
benzeyen bir kadına dönüştüğünü düşünüyorum. Neriman-Yasemin çekişmesinin
köklerini de buralarda arıyorum.
Bölüm sonunda sanki bütün bir
yılın Pazartesileri bir araya gelip sendromlarını salıyorlar üzerime, öyle bir
ağırlık çöküyor. Başta her şeyin rengini yumuşatan güneşin turuncusu,
bunaltıcı, yapış yapış bir yazı anımsatıyor, nefes almak bile mümkün değil sanki.
Biraz uzaklaşma, denizin serin esintisini içimize çekme, durup düşünme zamanı.
Bir haftalık arayı bir de böyle düşünmek gerek: Sakinleşme, yenilenme ve
arkadaşlarımıza sıkı sıkıya sarılma vakti.
Bugünlerde, Defne’nin “hayal et, sev, gülümse” bilekliklerine,
bize bunları anımsatacak dostluklara hepimizin çok ihtiyacı var…
(Bu yazı ilk olarak 25 Eylül 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)