Televizyonsuz 48
saati doldurmak üzereyim. Daha uzun süre televizyon izlemediğim zamanlar oldu
elbette, mevzu o değil. Bulunduğum ortamda adı televizyon olan bir alet varken, elektrik
akımında bir sorun yokken, zemin futbola müsaitken ve izlemek isterken
izleyememekten söz ediyorum. Zor, çok zor. Midem alev alev yanarken kahve
içemediğim, kavanozun kapağını açıp açıp kokuyu içime çektiğim zamanları
anımsıyorum istemsizce. Televizyona olan bağlılığımı ancak kahve ile
aynı kefeye koyup açıklayabiliyorum, siz anlayın durumu.
Pazartesi gecesi
uzaktan kumandanın sağ üst köşesinde bulunan kırmızı tuşa basmamla başladı her
şey. Yatağıma geçmeden önce yapmam gereken işleri tamamlarken ritmik biplemeler
duydum önce. Sesin televizyondan geldiğini anlamam biraz vakit aldı, ama sonunda
karşı karşıya geldim acının ilk evresiyle. Televizyonu tamamen kapatıp fişi
çekerek kapattım konuyu o gecelik.
Salı sabahına,
akşamki acıyı hiç yaşamamış gibi bir başlangıç yapmak istedim, olmadı. Bip
bip'ler mesken tutmuştu aleti. Evde ses yapma görevini radyoya devredip geçtim.
Sabahın kör vaktinde acı eşiğim normalden daha düşük oluyor, malum ya, gece
insanıyım.
Akşam eve döndüğümde
umutlarım henüz tükenmemişti, sahi ya, ben ne zaman bu kadar iyimser oldum?
Şirince'nin yan etkisi olmalı bu haller. Oysa bip sesleri yerinde saymaktaydı
ve aklıma gelen tek şey "bir içini açıp bakmam lazım" fikriydi. Bu da
Vizontele'nin yan etkisi, yıllardır geçmek bilmedi.
Ve tabii ki açtım
içini aletin, bir baktım ne var ne yok diye. Şaşırmaya hacet yok, bir numarası
yoktu aletin. İçini açtım, bir baktım ve kapattım. Bu kadar! Yapabileceklerim,
yapmak istediklerimin yanında öyle küçük ki, lafını etmeye değmez. Ama o ufacık
yerde belirleniyor işte gelecek günler. Yine de bir fikir: ben bu aletin içini açtım, bir hava
almasını sağladım, belki şimdi kaldığımız yerden devam ederiz ilişkimize. Üstüme bir iyimserlik çöktü ki sormayın gitsin.
Televizyonu eski
haline getirip oturdum bir köşeye ve kaldım o köşede bir süre, öylece. Sanki
yapacak başka hiç işim yok, okuyacak yüzlerce kitabım, yazacak onlarca satırım, oynayacak bir miniğim yokmuş gibi durup kaldım oturduğum yerde. Yemek
yemeyi bile yarım saat sonra akıl edebildim. Nasıl da hayatımın odağı olmuş
televizyon. İzlemesem bile açık olmasına, sesini kapatıp takip etmediğim
görüntülere ara sıra göz atmaya nasıl da alışmışım.
Alışkanlığımın
bağımlılık derecesinde olduğunu bilmiyor değildim, ama elim ayağım tutmuyormuş
gibi kalakalacağımı da tahmin etmiyordum açıkçası. Büyük bir kayıp yaşamışım
gibi bir boşluk peyda oldu şimdi zihnimde. Televizyonla ilgili haberlere
tıklamamaya, bu akşam televizyonda ne var sorusunun yanıtını hafızama
yerleştirmemeye çalışıyorum, mümkünmüş gibi.
Acıdan zevk alan,
acının en sığ kıyılarında bile kulaç atmaya teşne tarafım elbette yine girdi
devreye. Televizyonsuzluğun çeşitli veçhelerini kurcalıyor, daha ne kadar
dayanabilirim, bunlardan kendime ne çıkarabilirim diye tetikte bekliyorum bir
yandan. Elbette uzuuuuuun yıllar dayanabilirim, neler var dünyada, bunsuz
yaşayamayacak değilim. Ama hayatımdan önemli bir parçanın eksildiğini
söylemezsem de bunca seneye haksızlık etmiş olurum.
Şimdi karanlık
ekrana bakıp bakıp surat asıyorum. İçimden geçen, aleti en ufak parçalarına
ayırana dek sökmek ve her bir parçayı farklı biçimde çıkarmak hayatımdan. Ama
üşeniyorum. Onun yerine bilgisayardan bir dizi açıp izlerim, nedir yani…