Sevgili Henry,
Sana yazmaya uzun
bir ara verdim ama bu konuyu gündeme getirecek halin yok senin de, zira hâlâ
gelmiyorsun rüyalarıma. Ben bu konuyu ilk kez sözcüklere dökeli beş yıldan çok
olmuş, el insaf!
Oysa yalnız tezimde
değil, başka amaçla okuduğum kitaplarda, dost sohbetlerinde, izlediğim filmin
bir sahnesinde, bir oyunun en sevdiğim yönünü anlatırken, hatta bazen amaçsızca
gezinirken internet sitelerinde, sen çıkıveriyorsun karşıma ansızın. Rüyalarım
hariç.
Geçenlerde, Arşimet
gibi banyodayken ben de, ansızın zihnimdeki tüm taşlar oturdu yerine,
"Evreka!" diye bağırdım sessizce. Malum ya evde yalnızım ve mevsim
kış. Bağırarak banyodan fırlamamın bir anlamı yoktu yani. Fakat yıllardır ilk
kez, yıllardır hep söylediğim, yazmaya çabaladığım şeyler bir bütün halinde
aktı zihnimde, tüm parçalar birleşti ve ben olanca berraklığıyla gördüm
anlatmak istediğim hikâyeyi, anlatmak istediğim seni.
Ve tabii yine
günlerdir başındayım klavyenin -ya da defterimin- ve yine cümleler, zihnimde
aktığı gibi gürül gürül akmıyor, içimdeki coşku ekrana -ya da kağıda-
dökülemiyor. Tam da şarkının, "Dilde
mühür," dediği, "yollara
sürülür ah içimdeki söz, söylese o, ben söyleyemem… sevdiğimi…"
Çünkü, ne yazık ki
bu, bir dostumu karşıma alıp susmamacasına konuşmalarıma, oradan buradan
anekdotlar getirip derdimi anlatmalarıma, hikâyenin bir başından bir sonundan
girip heyecanımı sözlere karmalarıma hiç benzemiyor. Seni bu coşkuyla değil,
soğuk, mesafeli bir dille, sevgimi, tutkumu, hayranlığımı bir kenara bırakıp
yazdıklarına ve satır aralarına odaklanarak sunmam, senden romantik değil katı
ve rasyonel bir bilge çıkarmam, yani senin içindeki cıvıltıyı susturmam,
renklerini kısmam, neşeni söndürüp ciddiyetini öne çıkarmam bekleniyor. Eh,
böylesi ikimize de yakışmıyor.
Ne yapmam
gerektiğini bilsem de onu nasıl yapmam gerektiğine dair sorularımın tükenmeyişi
hep bundan: "Ben yanarım, küllerini
savurur içimdeki köz; sönse de gün, ay, ben sönemem."
Sevgimle…