20 Temmuz 2025 Pazar

"Anlasaydı düşünmeden severdi beni"

 

Şarkılar üzerine mavrayı seviyorum, ama epeydir yazıya dökmemiştim böylesini. Hiç gerekli olmayan birtakım fikir yürütmeler yapılacak bu yazıda, ciddiyetle yaklaşacakları baştan uyarayım. Ben de ciddiyim, evet, ama hayatın anlamını aramadığım da bilinsin şarkılarda. Esasında arıyorum da, hepsini tek bir şarkıda bulamayacağımı ve bazı şarkılarda bir tutam dahi hayat anlamı bulunmadığını bilerek ve yine de pek çok şarkıyı hak ettiğinden fazla sevmeye devam ederek…

 

Her neyse, bugün konuğumuz Tan Taşçı ve yepyeni şarkısı "Sokağından Geçmezdim." Aslında Tan hakkında, şarkıları ve akla zarar klipleri hakkında yazmayı daha önce de çok planladım. Hayata geçiremedim yahut başladıklarımı tamamlayamadım. Ama bu kez olacak, hem de bir gecede yazıp çıkaracağım elimden. Bir yerden başlamak zorunlu. Çünkü yazmam gereken başka şeyler, tamamlamam gereken başka işler var lakin bu şarkı dönüp duruyor zihnimde. Kurcalamalı, bozmalı ve rafa kaldırmalıyım bir süreliğine.

 

Şarkının sözlerine geçmeden önce söylemem gerekenler var: Zaman zaman kendisine küsmeyi adet edinen bir Tansever olarak bu şarkıyı şükürle karşıladım. Piyasadaki pek çok şarkıdan farklı bir tarzda, düpedüz arabesk bir şarkı bu çünkü. Üstelik, pek çok Tan Taşçı şarkısı gibi sadece sözleri ve ruhuyla değil, bestesi ve özellikle de aranjesiyle arabeskin dibi bir şarkı. Piyasada bambaşka işler yapılmakta ve ilgi görmekteyken ve Tan da başka şeyler denemekten bir türlü vazgeçemezken. Öyle bir başka şeyler deneme hevesiydi ki, "Bilsem ki" ve "Zorlu Sevdam" cover'ları damarın âlâsı olup yeniden dillere dolanabilecek, dizilerde çalınabilecek, "tıklanma rekorları" kırabilecekken beat'lere kurban edilmiş, dar ses aralıklarına hapsedilmişti. Tan'ın günahları bunlarla sınırlı değil ama derdimi anlatmaya yeterlidir herhalde.

 

Şarkıyı şükürle karşılamamın bir başka sebebi de şarkıların giderek kısaldığı, A'nın B'nin kaybolduğu, nakarattan ibaret şarkıların yapıldığı bu dönemde ortaya neredeyse 4 dakikalık bir iş çıkması. Evet, bu şarkının da B'si yok ve A'sı da pek tatminkâr değil, ama en azından başı sonu belli bir şarkı (hatta bir de klip) var elimizde.

 

Şarkıyla doğrudan ilintili olmayan bir şükür vesilesi de şu: Senelerdir bizi konserlere boğan -eh bizim de "Paşa Paşa" o konserlere gidip bile isteye boğulduğumuz- Tan, bir süre konser yapmayacağını açıkladı. Ben, "Ne güzel işte, biraz kendine dönsün, daha güzel şarkılar yapsın," diye düşünürken bu şarkı geliverdi. Yani bunun dahası da olabilir, o ilk yıllardaki hitlerin seviyesine çıkabiliriz yeniden. Tan konserlerine susuzluğumuz baki, bu şarkıyı konserde söylediğimizi hayal ederek dinlemeye, söylemeye ve "acaba bunu mu demek istedi" diye mavralara devam!

 

Bakalım Tan acaba bunları mı demek istedi: (Muhtemelen hayır!)

 

Şarkımız hızlı, hızlandırılmışçasına hızlı (öyle ki bir aralık, "yoksa rap mi denemiş" diye düşünüp korkmadım değil) bir vokalle söylenen iki dize ile başlıyor:

 

"Al beni de yanına, sakın ha burada bırakıp gitme

Son yolum ol, sonum ol, zorum olma, gitme, terk etme"

 

Yukarıdaki cümlelerde şükrettiğim A, işte bu. Bu kadarcık. Buradan tek öğrendiğimiz, karşıdaki bireyin gitmek istediği, kahramanımızın ise terk edilmek istemediği. Fakat kahramanımız yalnız kalmak mı istemiyor, bir şekilde başlamış bir hikâye sonlansın mı istemiyor, yoksa aşkından yanıyor da haykırıyor mu, bilemiyoruz. Mecbur devamına bakacağız:

 

"İstedim olmaz, çok uğraştım, çok

Yorulma sen de, bence gerek yok"

 

Belli ki bir türlü olmayan, oldurulamayan bir şeyler var. O bir şeylerin ne olduğu hakkında bize bilgi verilmiyor ama bu sözleri duyan herkes yine de bir şeyler anlayabiliyor. Bu noktada derhal Martin Stokes'un arabesk şarkı sözleri hakkında yazdıklarını hatırlıyor ve Türkiye'de Arabesk Olayı kitabını (İletişim Yayınları, 2016) elime alıyorum. Kitabı didik didik okuduğumdan aradığımı bulmak zor olmuyor: "Türkçe şarkı sözleri nereye çeksen oraya giden, dolaylı bir hava içerir ve açık bir anlatım yapısından yoksundur. (…) her şarkı, herkesçe bilinen bir dramın parçasıdır." Daha ne söyleyeyim, şarkı bir şey demiyor aslında ama biz her şeyi anlıyoruz. Böyle bakınca sözleri didiklemeye ne gerek var diyebilirsiniz. Haklı da olursunuz. Ama ben hikâye meraklısıyım, kurcalamaya devam.

 

"Bak, bazı hisler dürüstlük ister"

 

Şarkının en alıntılanası cümlesi olduğu derhal fark edilmiş ve şarkının ruhuna en uygun yerine de yerleştirilmiş klibin bu cümle: Kahramanımızın kullandığı arabanın arka camı. Fakat şunu da sormak zorundayım: Hangi hisler dürüstlük istemez ki? Duygu dediğin ancak dürüst olunursa yaşanabilir, iyisiyle kötüsüyle. Öfkenin de, nefretin de, korkunun da yaşanması, yani bu hislerde de dürüst olunması gerekir ki bireyler ruh sağlıklarına zarar gelmeden hayatlarına devam edebilsin. Dolayısıyla kahramanımızın bu cümlesinin de hikâyeye dişe dokunur bir katkısı yok. Anlıyorum, karşısındakinden dürüstlük bekliyor, haklıdır da, lakin bu beklentinin hislerle bağlanması gereksiz. Ama bu konuya tekrar tekrar döneceğiz.

 

"Benim dünüm zor, yarınım yok"

 

Arabesk ruha uygun olarak zor bir hayat ima ediliyor, öylesine zor ki aşkı da çekip aldığımızda geriye hiçbir şey kalmayacak. Gitmek üzere olan bir kişi, geleceği olmayan birine merhamet dışında ne duyup da gitmeyebilir, benim anlamam mümkün değil. Bir önceki dizenin arzuladığı gibi dürüst olalım hadi ve soralım, yarını olmayan birinin yanında neden kalsın mesela bir insan? Sevmek bunun zorunlu yanıtı olabilir mi? Ya da bir duygu bir davranışı zorunlu kılabilir mi?

 

"İsteseydi dün gibi gitmez denerdi"

 

"Beni dün istediği gibi isteseydi, gitmeyi değil denemeyi seçerdi" veya "Beni isteseydi, dün yaptığı gibi bugün de denerdi ve gitmezdi" veya "Beni isteseydi dün gittiği gibi gitmez ve denerdi". Anlam biraz değişse de hikâye bakımından fazla şey değişmiyor virgülleri azaltıp çoğaltınca. Denemeyi değil gitmeyi seçmiş biri var ve buradan istemediği anlamı çıkarılmış. Farkındaysanız hâlâ hikâyeye dair bir cümle yok, kahramanımız neden zorlu bir hayat sürüyor, muhatabı neden gidiyor, güzel günler yaşanmış mı yoksa hep taşlı yollardan mı geçilmiş, ne olmuş da gitmeyi seçmiş, neyi denememiş bilemiyoruz.

 

"Bekleseydi çok fark etmez, dönerdim"

 

İşte bu noktada yeni bir bilgi var: Kahramanımızın dönme olasılığı konuşulduğuna göre ilk giden kendisi. Yani gitmiş ve muhatabı beklemediği için suçlu oluyor. Daha tarafsız bakmaya çalışırsak şunu da diyebiliriz: Gidilebilir ama dönmek kaydıyla ve tabii kalanın da beklemesi kaydıyla. Yani ayrılık olsun ama ayrılmamışız gibi olsun. Anlayan da beri gelsin.

 

"Anlasaydı düşünmeden severdi beni"

 

İşte, ilk dinleyişten beri en çok takıldığım yere geldik. "Anlamak" ve "düşünmemek" nasıl olabilir diye uzun uzun düşündüğümü itiraf etmeliyim. Çünkü benim için sevmek, düşünmek ve anlamaktan bağımsız olabilecek bir şey değil. Üzerine düşünmediğim, neyin nasıl olduğuna kafa yormadığım, anlamaya çalışmadığım bir şeyi ya da birini sevmem veya sevdiğim birini ya da bir şeyi düşünmemem, anlamaya çalışmamam mümkün değil.

 

Şarkının başka bir şeyi kastettiğini "anlayabiliyorum." Anlamaktan kastettiği zihinsel değil duygusal bir durum. Nasıl sevdiğimi bilseydi, neler çektiğimi görseydi, ne halde olduğumu anlasaydı gibi anlamlara çıkıyor. "Anlasaydı" yerine "Hissetseydi", "Sezebilseydi", "Beni görseydi" gibi bir şey diyebilirdi mesela. Bu durumda yüksek olasılıkla prozodi hatası olacaktı, kabul, ama en azından anlamakla düşünmek arasındaki ilişkiyi korumuş olacaktık.

 

Burada, hislerin dürüstlük istemesi konusuna bir kez daha geliyoruz. Şarkıda konu yok gibi ama dönüveriyoruz işte aynı konuya, Stokes'un kulağını bir kez daha çınlatarak. Kahramanımız, kendi durumu anlaşıldığında sevileceğinden emin. Bu (öz)güven nereden kaynaklanıyor bilmiyoruz, ancak kendisine, kendi hislerine dürüst olmadığını söyleyebiliriz. Öyle bir acıdan kaçınma hali ki bu, diğer bütün olasılıkları bir kenara koyuyor ve aşkına (ya da arzusuna) karşılık alacağından kuşku duymuyor. Dürüst olun bayım, bu kişinin başkasını sevmeye ya da en azından sizi sevmemeye hakkı yok mu?

 

"Ben bilseydim sokağından geçmezdim"

 

Arabeskin doğası gereği şarkımız vurucu bir kestirip atma cümlesiyle bitiyor ve bu sözler şarkıya da ismini veriyor. "Aslında sen beni severdin, hiç kuşkusuz severdin, ama anlamadın ve gittin; öyleyse yaşanan her şey boş, hiçbirinin kıymeti yok, bütün bunlar keşke yaşanmasaydı. Sonunun böyle olacağını bilsem hiç yaşamazdım, sokağından bile geçmezdim ki şuncacık bir ihtimal kalmasın bir şeylerin yaşanabileceği." Halbuki, Marquez dâhil pek çok kişiye atfedilen o meşhur internet sözü ne demiş: Bitti diye üzülme, yaşandı diye sevin. Fakat kahramanımız acıların çocuğu, zorlu hayatı iyice zora giriyor böyle, yaşandı diye sevinemez.

 

Eh, sen zaten geçme artık hiçbir sokaktan, kimsenin hayatına dokunma bundan sonra!

 

20.07.2025

12 Şubat 2023 Pazar

Felekten Saadet Çalınmaz Cicim

Ari Barokas'ın son albümü Bu Toprak Senin'i dinlediğim günden beri tek bir şarkı çalıp duruyor zihnimde.

 

Şarkı söylenecek, dinlenecek, şarkılardan konuşulacak zaman değil belki, belki haklısınız. Ama benim zihnimde şarkılar hiç susmaz. Mutluluğum, sıkıntım, acım, kederim, umudum, hayal kırıklığım hep dilimde, hep bir şarkıyla çıkar gün yüzüne. Sesimi duymazsınız belki ama içimde şarkılar çalar hep, benim için nefes almak gibi bir şey bu.

 

Ve hiçbir şarkı yalnız başına gelmez, geçmişten bir şeyleri de alır yanına, o anki ruh ve zihin durumumu hem belirler hem de dönüştürür.

 

Şarkının adı Felekten Saadet Çalınmaz. Belki de pek çok insanın bir kez dinleyip geçeceği hafif, naif, sevecen bir aşk ve dans şarkısı bu. Belki aşktan, danstan ve içimi sızlatan bir sözcüğünden uzun uzun bahsederim gelecek günlerde, bunlara zaman ayırabileceğim bir zaman gelebilirse. Yani, memleketin hali diyorum, kalbimi acıtan şeyleri dile getirmeye müsaade ederse.

 

"Felekten saadet çalınmaz," aklımda dönüp duran cümle, bu kadar, fazlası değil. Bu sözcükler ne ilk kez bir araya geliyor ne de ben onları ilk kez duyuyorum. Ama bu sıralar, bu bir yargı cümlesi değil de bir aksiyon cümlesi gibi yankılanıyor zihnimde. Sanki beni uyarıyor, hatta emrediyor bana.

 

İki şeyi birden söylüyor sanki. İlki, saadet bir yerde durmuyor cicim, ne yaparsan yap çalıp götürebileceğin, bu yolla kendinin kılabileceğin bir şey değil o. Saadet diye bir şey varsa, yani bu gezegende mutluluk mümkünse, onu ancak yaratabilirsin. Zaten -muhtemelen- başkasındakini beğenmezsin, içine sığamazsın, üstüne olduramazsın, kendine yakıştıramaz, tadını çıkaramazsın. Kendininkini yapacaksın, istediklerini içeri alıp istemediklerine kapıyı kapatarak ve elbette bazılarına da eyvallah ederek.

 

İkincisi de bununla bağlantılı: Saadeti çalamazsın, çünkü onun kaynağı felek değil. Kadere yazılı ve değişmez bir şey değil mutluluk. Dedim ya işte, kendin yapacaksın, emekle, göz yaşıyla ve umutla. Ancak o zaman senin olacak, seninle kalacak.

 

Ben zihnimde bu düşünceleri, dilimde şarkıyı döndürüp dururken eşi benzeri görülmemiş sarsıntılarla sınandık memleket olarak. Kelimenin tam anlamıyla dünya, on binlerce insanın başına yıkıldı. Gördük işte, saadet gibi saadetsizlik de feleğin elinde değil, insanın elinde, vicdanında, irfanında.

 

Felekten saadeti çalamadığımız gibi, hakkaniyeti, adaleti de çalamıyoruz, kendimiz kurmak zorundayız hepsini, gerekirse sil baştan. Kendimiz için kurmakla yetinmeden, hepimiz için kurmak zorundayız. Sevgili Henry şöyle diyor bir yazısında;

 

"Farz edin duvarları resimlerle süslü, bakımlı bir bahçe ile çevrili küçük bir kütüphaneniz var, bilimsel ve edebi hedefler peşindesiniz ve birdenbire, villanızın sahip olduğu her şeyle birlikte bir cehennemin ortasına kurulu ve sulh hâkiminin de şeytan tırnaklı ve çatal kuyruklu olduğunu keşfediyorsunuz –bütün bunlar ansızın değersizleşmez mi gözünüzde?”

 

İşte biz o çatal kuyruklu bölüm sonu canavarı ile göz gözeyiz artık, bu engeli aşıp saadetimizi kurabilecek miyiz, tek soru bu.

 

Memleket hali izin verirse aşktan konuşuruz demiştim ya, Henry ile yan yana koymayı çok sevdiğim bir şair de şöyle diyordu: "Sevmek bir halkı sevmekse aşk o zaman sevmekmiş!"

 

Ve soruyordu: "Biz bir şeyi delicesine severiz ama, Tanrım, neyi?"

 

*  *  *

 

Benim kişisel olarak neyi sevdiğimi ve neyi seveceğimi, yani saadeti nereye kuracağımı bulmak zorunda olduğum bir zaman geldi. Bu yazı aslında sadece bu nedenle yazılacaktı. "İyi ki" demeyi becerebilseydim kendimden başka her şeyi dışarıda bırakarak. Diyemiyorum ki cennetteki kütüphaneyi kuramadıkça bu dünyaya. Tek başına saadet olmuyor cicim.

 

12.02.2023

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Gitmeseydin

Aylar geçti, tüm duygularım ve düşüncelerim tek bir kelimeye kilitli: Gitmeseydin.

 

Sorular sormadan duramıyorum. Biliyorum, cevabı yok, cevap bulmanın, ikna olmanın bir yolu yok, ama anılar sorularla birlikte üşüşüyor zihnime.

 

Koca bir boşluk kaldı geriye avuç içi kadar bir varlıktan. İnanılmaz olduğu kadar sahici.


 

Altı koca ay geçti, inanılmaz neler neler yaşandı dünyada. Ben hep seni özledim, hep yanımda olmanı diledim. Gitmeseydin eğer, hayatımızın en keyifli günleri olacaktı belki de bu uzun karantina süreci. Benim evden hiç uzaklaşmadığım, senin kafese mahkum olmadığın, seni kafese kapatıp çıktığım her an duyduğum vicdan azabının uçup gittiği, özlemin hiç konu edilmediği günlerimiz, aylarımız olacaktı. Daha uzun uzun yıllarımız olacaktı belki. Benim hiç hazır olmadığım çok erken bir ayrılık oldu bu.

 

O kadar benimlesin ki hâlâ, senin artık burada olmadığının bilgisi rüyalarıma tam anlamıyla sirayet edemedi mesela. Seni görüyor, seni okşayıp seviyor, hayatın olağan akışında sana rastlıyorum rüyalarımda. Mutlu uyanıyorum bazı günler. Çünkü uyanıkken çok zor, uyanıkken yoksun. Evet alışıyorum yavaş yavaş, yoksun çünkü, sevincim, heyecanım hep yarım. Eve girmek için anahtarı kilide taktığımda içeride heyecanlanan biri yok, yediğim her şeyin tadına bakmak isteyen, klavyemin üzerinde gezinip monitörümün üzerinde uyuyan biri yok, dışarı çıktığımda bir an önce eve dönebilmek için bir motivasyonum yok. Ama baktığım her yerde, her hareketimde, her düşüncemde izlerin var.

 

Doğum günümde mumları üflerken bir dilek tutamamıştım, çünkü seni geri getiremeyen bir hayattan isteyecek bir şey bulamamıştım. En umutsuz anlarımın kilit cümlesi bu oldu artık.

 

Özlemek duygusu bende pek yoktur, telefonla ya da yazılı mesajla ulaşabildiğim, aylar yıllar sonra bile olsa sarılabileceğim birini özlemek mantıklı da gelmez. Şimdi şimdi anlıyorum, özlemek, kavuşamayacağın birini özlemekmiş, ancak dönüşü olmayan yollara gidenler özlenirmiş. Gidişinle bile bir şeyler öğretmeye devam ediyorsun bana.

 

İlk günler hesapsızca ağladım, yokluğunun boşluğunda yankısı dinmedi hıçkırıklarımın. Geceleri uykumdan uyanıp ağladım. Uyudum, ateş basmalarıyla uyandım. Zaten zor olan uykuya dalma işi iyice çıkmaza girdi. Hâlâ da toparlamış değilim. Şimdi yine, ara ara bir ağlamak geliyor geceleri, sanki seni unutmuşum da, sonra aniden hatırlamanın verdiği utançla ağlıyormuşum gibi. Unutmadım. Dilimden de düşürmedim hiç seni. Özlem giderek büyüyor, alışıyorum da belki ama unutmuyorum, öyle bir şey değil bu.

 

Gitmeseydin eğer, birlikte altıncı yılımızı kutlayacaktık bugün. Daha uzun yıllarımız olsun diyecektik, çünkü gerçekten, çok erkendi. Gidişinden bir süre sonra, yakın zamanda senin gibi bir dostunu kaybeden bir arkadaşım, "Onun için mutlu olmaya çalışıyorum, acıları dindi ve şimdi ekosistemin bir parçası oldu, başka varlıklara can olacak," demişti. Seni düşünüp canım yandığında, gözyaşlarımı durduramadığımda kendime bunu hatırlatmaya çalışıyorum. Yine de gitmeseydin diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi, beni bağışla.

 

Benimle gelmeyi seçtiğin için ömür boyu minnettar kalacağım sana küçüğüm. İsmini ben koydum, sen bir Mecnun hayatı yaşadın hep, kuralsız, sınırsız, anormal ve neşeli. Bense senden sonra Mecnun olacakmışım meğer…

19 Mart 2020 Perşembe

Thoreau'ya Mektuplar 8: "Sonunda Delirdik!"


Sevgili Henry,

Sana yazmayalı çok oluyor. Geçen zamanda çok şey değişti. Hatta, demeli ki, artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Senin bana, benim rüyalarıma gelmeyişin hariç.

Ben küçüğümü, can yoldaşımı kaybettim ve artık hiçbir şeye önceki gözlerimle bakamıyorum. Zamanda kaybolmuşluk hissi bazen hissizliğe, bazen derin bir acıya, bazen doldurulamaz bir boşluğa, bazen üzerimdekileri yırtıp atma isteği yaratan bir sıcaklığa, çoğu zaman uykusuzluğa, zaman zaman da nefessiz kalıp uyanmalara yol açıyor. Can acısının sonu yok, bilirsin, ama beni asıl delirten, en yakın dostun mu yoksa en büyük sınavın mı olduğunu bilemediğim Waldo'yu üzen, ama beni delirten, "acının bana hiçbir şey öğretememesi, beni doğaya doğru bir adım ileri götürememesi."

Acıdan dersler çıkardığımız yalan, acı hep orada, olduğu yerde duruyor. Azalmıyor, eskimiyor, gücünü kaybetmiyor. Onun durduğu yere olan mesafemiz değiştikçe önünü ardını görmeye, düşünmeye başlıyoruz; yanı sıra sorular, sorgular, pişmanlıklar beliriyor. İşte, öğreneceğimiz varsa, onlardandır. Benim de var. Öğrenir miyim bilemiyorum ama madem ki eski tadı yok hiçbir şeyin, yeni günlerin bir farkı, başka bir rengi olmalı diye düşünüyorum sadece.

Hayatın devam etme zorunluluğu bir yana, gezegenimiz de öyle günlerden geçiyor ki, bu sorularla baş başa kalmak ya imkânsız oluyor ya da manasız. Aylardır bir virüsün hem peşinde hem pençesindeyiz. Bütün dünya eve kapandık, ekranlara kilitlendik, umut verici haberler bekliyoruz. Herkesin beklentisi başkaca olsa da.

Benim durduğum yerden ise başka bir şeyler daha görünüyor: Virüsten ve onun başıma getirebileceklerinden korkmuyorum. Bu nedenle dışarı çıkmama gerekliliği beni biraz zorluyor. Fakat dışarıda da özlemini duyduğum çok az şey var: Tiyatro, sinema, konser vb. etkinlikler yok -umuyorum ki yakında diziler de olmayacak. Arkadaşlarla buluşmak, sarılmak, gülüşmek yok. Okul yok. İş yok. Maçlar yok. Sanki bütün dünya kafa kafaya vermiş, Funda'nın dikkatini dağıtabilecek ne varsa ortadan kaldıralım, bütün zamanını ve enerjisini tez yazmaya versin, demiş. Öyle bir boşalması takvimimin ve masaüstümün.

Yalan söyleyemem, bütün bunların hoşuma giden bir yanı var. Dünyaya, yaşamaya, sevdiğim insanlara ve sevdiğim şeylere başka bir gözle, yeni sorularla bakmamı sağladı bu durum. Haber takip etmekten vakit buldukça tabii. Her ne kadar kendim için korkmasam ve aylardır dönüp duran haberlerden sıkılsam da gündemin uzağında kalmak ve bütünüyle soyutlanıp kendi işime bakmak mümkün değil. Haberler, saçmalıklar, yorumlar, espriler durmaz bir akış içinde. Çok okuyor, çok görüyor, çok gülüyor, çok sinirleniyor ve tüm bunları çok sayıda insanla paylaşıyoruz. Bütün bunlardan süzülüp gelen bir şeyler de olmuyor günün sonunda. Pek çok şeyi düşünmekten, farklı olasılıkları hesaplayıp hazırlıklar yapmaktan, gülmekten, korkmaktan, yanlışların arasında görünmez olan doğruları bulup çıkartmaya çalışmaktan yorulduk, sıkıldık ve sonunda delirdik hepimiz. Bu bir film olsa türü absürt komedi olurdu ve sonunda her şey ama her şey o kadar fazla gelirdi ki tüm insanlığa, herkes kendini kapadığı delikten dışarı başını uzatıp avaz avaz bağırırdı bu çözümsüzlüğe, o çığlıkların rüzgarıyla ancak def edilebilirdi virüs. Öylesine delirdik!

Ve dediğim gibi, değişmeyen bir tek sen kaldın, sen ve benim rüyalarıma girmeyişin. Bak, ne kadar çok acı, ne kadar çok korku ve ne kadar çok soru var: artık sen de değişsen?

Sevgimle…

10 Mayıs 2019 Cuma

Thoreau'ya Mektuplar 7: "Bir başka yolculuk dalından düşmek yere"


Sevgili Henry,

Birkaç saat sonra bugüne dek hiç yapmadığım bir şeyi yapacağım ve seni anlatacağım kamusal alanda. Daha önce senden hiç kimseye bahsetmediğimi söylemiyorum elbette, hiç olur mu öyle şey? Dost sohbetlerinde, danışman görüşmelerinde ve bazı gayrı resmi akademik görüşmelerde adın sıkça geçti, geçmeye de devam edecek. Ama ben seninle ilgili bir konuyu akademik bir toplantıda masaya getirmeye cüret edememiştim hiç. Bu kez nasıl cesaret ettim, inan ben de bilmiyorum. Başvuruyu yaparken aklımda sadece yeni hikâyeler vardı, sunma anını, sahnede olmayı düşünmemiştim hiç.

Elbette, yalnızca seni konuşacak olmak değil mesele. Konu sen olunca hem sabahlara, sonra akşamlara kadar konuşasım oluyor, hem de birçok şeyi kendime saklamak yönünde tuhaf bir gayretim. Sanki özel bir ilişkiyi kamuya açıyormuşum gibi; oysa sen benim rüyalarıma bile gelmiyorsun, nasıl olabilir ki özelimiz?

(Sen gelmedin ama, birilerine senden bahsettiğim rüyalarım oldu sana yazmadığım zamanlarda. Hatta rüyamda aklıma gelen parlak fikirler, uyandığımda bazı işleri kolaylaştırmaya da yaradı. Bunun faydasını bugünkü sunumda da göreceğimi sanıyorum. Düşünsene, bir de sen gelsen rüyama, kim bilir neler neler olacak?!)

Senden bahsetmek bir yana, sahnede olmak ürkütüyor beni. Ders vermek gibi, derste sunum yapmak gibi bir şey değil bu, bambaşka. Ben sahneyi seyirci olarak seviyorum, dışarıdaki göz olarak, yani bir anlamda, görünmez olarak. Şimdi bütün gözlerin bana bakacak olması alışık olduğum bir şey değil, nasıl hareket edeceğimi, o gözleri zihnimden nasıl sileceğimi hiç bilmiyorum.

Bu halim yeni değil, bu tür toplantılardan uzak durmamın bir sebebi de buydu yıllar boyu. Bir yandan, oraya çıktığımda kendimle ilgili yeni yeni şeyler keşfedecekmişim gibi bir his var, bir yandan da, hep olduğu gibi, heyecanım her şeyin üzerine çıkıp beni hissizleştireceğini için için biliyorum.

İfade etmekte zorlandığım, ama başka türlü olmasını istediğim çok şey var; hem seninle, hem kendimle, hem de akademiyle ilgili. Ama zamanla anladığım şey, düşmekten sakındıkça ağacın, dalın yüksekliğini anlamamın, düşersem kalkıp kalkamayacağımı, yanımda kimlerin olacağını ve hatta düşmekten keyif alıp almayacağımı görmenin de bir yolunun olmadığı.

Bir şeylerin "başka türlü" olabilmesi için kaçmamak gerekiyor. Çimen yeşilliğince yeni bir ömür için koşmak ve hatta düşmek gerekiyor.

Düşmeye gidiyorum, umarım düştüğüm yerden de yazabilirim sana.

Sevgimle…

10 Şubat 2019 Pazar

Thoreau'ya Mektuplar 6: "Söylese o, ben söyleyemem"


Sevgili Henry,

Sana yazmaya uzun bir ara verdim ama bu konuyu gündeme getirecek halin yok senin de, zira hâlâ gelmiyorsun rüyalarıma. Ben bu konuyu ilk kez sözcüklere dökeli beş yıldan çok olmuş, el insaf!

Oysa yalnız tezimde değil, başka amaçla okuduğum kitaplarda, dost sohbetlerinde, izlediğim filmin bir sahnesinde, bir oyunun en sevdiğim yönünü anlatırken, hatta bazen amaçsızca gezinirken internet sitelerinde, sen çıkıveriyorsun karşıma ansızın. Rüyalarım hariç.

Geçenlerde, Arşimet gibi banyodayken ben de, ansızın zihnimdeki tüm taşlar oturdu yerine, "Evreka!" diye bağırdım sessizce. Malum ya evde yalnızım ve mevsim kış. Bağırarak banyodan fırlamamın bir anlamı yoktu yani. Fakat yıllardır ilk kez, yıllardır hep söylediğim, yazmaya çabaladığım şeyler bir bütün halinde aktı zihnimde, tüm parçalar birleşti ve ben olanca berraklığıyla gördüm anlatmak istediğim hikâyeyi, anlatmak istediğim seni.

Ve tabii yine günlerdir başındayım klavyenin -ya da defterimin- ve yine cümleler, zihnimde aktığı gibi gürül gürül akmıyor, içimdeki coşku ekrana -ya da kağıda- dökülemiyor. Tam da şarkının, "Dilde mühür," dediği, "yollara sürülür ah içimdeki söz, söylese o, ben söyleyemem… sevdiğimi…"

Çünkü, ne yazık ki bu, bir dostumu karşıma alıp susmamacasına konuşmalarıma, oradan buradan anekdotlar getirip derdimi anlatmalarıma, hikâyenin bir başından bir sonundan girip heyecanımı sözlere karmalarıma hiç benzemiyor. Seni bu coşkuyla değil, soğuk, mesafeli bir dille, sevgimi, tutkumu, hayranlığımı bir kenara bırakıp yazdıklarına ve satır aralarına odaklanarak sunmam, senden romantik değil katı ve rasyonel bir bilge çıkarmam, yani senin içindeki cıvıltıyı susturmam, renklerini kısmam, neşeni söndürüp ciddiyetini öne çıkarmam bekleniyor. Eh, böylesi ikimize de yakışmıyor.

Ne yapmam gerektiğini bilsem de onu nasıl yapmam gerektiğine dair sorularımın tükenmeyişi hep bundan: "Ben yanarım, küllerini savurur içimdeki köz; sönse de gün, ay, ben sönemem."

Sevgimle…

26 Ağustos 2018 Pazar

Thoreau'ya Mektuplar 5: "Yaralıyam Değme!"


Sevgili Henry,

Sen benim rüyama yine gelmedin ama ben dolaylı yollardan da olsa seninle uğraştım rüyamda.

Bölük pörçük uykumda gördüklerimi birleştirip bir çerçeveye oturtmak, onlardan bütüncül bir hikâye yaratmak zor, o yüzden nasıl anlatacağımı tam olarak bilemiyorum.

Bir oda, odanın içinde koliler yığılı. Kolilerde eşyalar da var ama en çok dosyalar, kitaplar, fotokopiler, notlar var ve çoğu da seninle ilgili. Bir sınavda Walden'ın bölüm isimlerini yazmam gerekmiş mesela, onları ezberlemek için aldığım notlar çıkıyor bir yerden. Makalelerinin arasına günlük hayatımla ilgili notlar almışım her nedense ve o notlar, yakın zamanda hayatını kaybeden birinin ölümüyle ilgili bazı sırları aydınlatmakta kullanılacakmış. Ölen kişinin eşiyle bir yemek yemişim olaydan kısa zaman önce, aldığım notlarda o güne dair bir şeyler varmış ve bazı sırların çözülebilmesi için yemeği hangi gün, hangi saatte yediğimizi bulmak gerekliymiş. Bu bilgiyi de ölen adamın kızına vermeliymişim. Bunu bulmak için o odayı kurcalıyorum uzun uzun. Rüyanın sonuna doğru, bu bilginin bende olmadığını, çünkü o gün hesabı annesinin ödediğini, onun hesap hareketlerinden bunu bulabileceklerini söylüyorum kıza. Aslında aklımda "geçtiğimiz Cuma" gibi bir tarih varmış ama kanıtım olmadan bunu söylemek kafa karıştırabilir diye susuyormuşum. Peki bu notları neden senin makalelerinin kenar boşluklarına almışım acaba?

Odada bir yerden kardeşimin fotokopileri ve ders notları çıkıyor; ona soruyorum hangilerini muhafaza etmemiz gerektiğini. O ise her zamanki umursamazlığıyla bir-iki şeyi çekip alıyor ve geri kalanı atabileceğimi söylüyor. Ben onun atmak istedikleri arasından da bazı şeyleri seçip bir başka yere istifliyorum. Rüyamda bile "Belki ben bir gün bununla bir şeyler yaparım" düşüncesi bırakmıyor yakamı.

Kolilerden giysiler de çıkıyor, bir zaman onlarla da uğraşıyorum ama şu an aklımda değil onlar, silinmiş.

Rüyadan uyanmak üzereyken senin mezarının başında bir fotoğraf çektiriyorum!
Saçmalığa bakar mısın, Concorde'a kadar gelmişim, ki dünyanın öteki ucu sayılır, orada gezip görülecek onca yer, sana dair onca mekân varken ben mezarlıktayım! Neden? Ah bir bilsem…

Başka açılardan yorumlanıp anlam kazanabilecek detaylar var elbette, ama bütün bunların arka planında niçin sen varsın, bunu net olarak bilmiyorum. Bütün bu karmaşayı bir arada toplayacak bir şarkı seçimim de yok. Bu nedenle sana dinletmek istediğim bir türküyü seçtim bu kez. Görüyorsun ya, sadece anlatmak istediklerimle değil, sana göstermek, dinletmek istediklerimle de dopdoluyum.

Bu türkü, senin fiziksel olarak uzak, ruhen yakın olduğun bir parçasından dünyanın. Bu evrensel duyguyu yerel bir kompozisyon içindeki anlatıdan dinlemeyi seveceğini düşünüyorum. Ve elbette senin de benim gibi, sık sık bu duyguda kaldığını ve buna benzer cümleler kurduğunu biliyorum: "Yaralıyam değme!"

Sevgimle…