Sevgili Henry,
Sana yazmayalı çok
oluyor. Geçen zamanda çok şey değişti. Hatta, demeli ki, artık hiçbir şey
eskisi gibi değil. Senin bana, benim rüyalarıma gelmeyişin hariç.
Ben küçüğümü, can
yoldaşımı kaybettim ve artık hiçbir şeye önceki gözlerimle bakamıyorum. Zamanda
kaybolmuşluk hissi bazen hissizliğe, bazen derin bir acıya, bazen doldurulamaz
bir boşluğa, bazen üzerimdekileri yırtıp atma isteği yaratan bir sıcaklığa, çoğu
zaman uykusuzluğa, zaman zaman da nefessiz kalıp uyanmalara yol açıyor. Can
acısının sonu yok, bilirsin, ama beni asıl delirten, en yakın dostun mu yoksa
en büyük sınavın mı olduğunu bilemediğim Waldo'yu üzen, ama beni delirten,
"acının bana hiçbir şey öğretememesi, beni doğaya doğru bir adım ileri
götürememesi."
Acıdan dersler
çıkardığımız yalan, acı hep orada, olduğu yerde duruyor. Azalmıyor, eskimiyor,
gücünü kaybetmiyor. Onun durduğu yere olan mesafemiz değiştikçe önünü ardını
görmeye, düşünmeye başlıyoruz; yanı sıra sorular, sorgular, pişmanlıklar
beliriyor. İşte, öğreneceğimiz varsa, onlardandır. Benim de var. Öğrenir miyim
bilemiyorum ama madem ki eski tadı yok hiçbir şeyin, yeni günlerin bir farkı,
başka bir rengi olmalı diye düşünüyorum sadece.
Hayatın devam etme
zorunluluğu bir yana, gezegenimiz de öyle günlerden geçiyor ki, bu sorularla
baş başa kalmak ya imkânsız oluyor ya da manasız. Aylardır bir virüsün hem
peşinde hem pençesindeyiz. Bütün dünya eve kapandık, ekranlara kilitlendik,
umut verici haberler bekliyoruz. Herkesin beklentisi başkaca olsa da.
Benim durduğum
yerden ise başka bir şeyler daha görünüyor: Virüsten ve onun başıma
getirebileceklerinden korkmuyorum. Bu nedenle dışarı çıkmama gerekliliği beni
biraz zorluyor. Fakat dışarıda da özlemini duyduğum çok az şey var: Tiyatro,
sinema, konser vb. etkinlikler yok -umuyorum ki yakında diziler de olmayacak.
Arkadaşlarla buluşmak, sarılmak, gülüşmek yok. Okul yok. İş yok. Maçlar yok.
Sanki bütün dünya kafa kafaya vermiş, Funda'nın dikkatini dağıtabilecek ne
varsa ortadan kaldıralım, bütün zamanını ve enerjisini tez yazmaya versin,
demiş. Öyle bir boşalması takvimimin ve masaüstümün.
Yalan söyleyemem,
bütün bunların hoşuma giden bir yanı var. Dünyaya, yaşamaya, sevdiğim insanlara
ve sevdiğim şeylere başka bir gözle, yeni sorularla bakmamı sağladı bu durum.
Haber takip etmekten vakit buldukça tabii. Her ne kadar kendim için korkmasam ve
aylardır dönüp duran haberlerden sıkılsam da gündemin uzağında kalmak ve
bütünüyle soyutlanıp kendi işime bakmak mümkün değil. Haberler, saçmalıklar,
yorumlar, espriler durmaz bir akış içinde. Çok okuyor, çok görüyor, çok
gülüyor, çok sinirleniyor ve tüm bunları çok sayıda insanla paylaşıyoruz. Bütün
bunlardan süzülüp gelen bir şeyler de olmuyor günün sonunda. Pek çok şeyi
düşünmekten, farklı olasılıkları hesaplayıp hazırlıklar yapmaktan, gülmekten,
korkmaktan, yanlışların arasında görünmez olan doğruları bulup çıkartmaya
çalışmaktan yorulduk, sıkıldık ve sonunda delirdik hepimiz. Bu bir film olsa
türü absürt komedi olurdu ve sonunda her şey ama her şey o kadar fazla gelirdi
ki tüm insanlığa, herkes kendini kapadığı delikten dışarı başını uzatıp avaz
avaz bağırırdı bu çözümsüzlüğe, o çığlıkların rüzgarıyla ancak def edilebilirdi
virüs. Öylesine delirdik!
Ve dediğim gibi,
değişmeyen bir tek sen kaldın, sen ve benim rüyalarıma girmeyişin. Bak, ne
kadar çok acı, ne kadar çok korku ve ne kadar çok soru var: artık sen de
değişsen?
Sevgimle…