Akşam için saatleri sayıyorum aklımın bir köşesinde gün
boyu. Zaman da benden yana bu kez, hızla akıp geçiyor. Planlamadığım o son
dakika işi olmasa rahat ve huzurlu adımlarla varacağım salona. Fakat acele
etmek zorunda kalıyorum. Konsere beş kala iniyorum otobüsten ve bir solukta
koşuyorum son sürat. Kapıdan girerken tek bir sözcük bile söylemeye halim
kalmıyor beni bekleyen arkadaşlarıma, derin bir nefes alıyorum ve bir an önce
koltuğuma geçip kopmak istiyorum bu sevimsiz telaş halinden, bu şehrin anlamsız
kalabalığından; unutmak istiyorum hayatımdan çalınan bu boş dakikaları...
Her gün başka bir şeyine sövüyor olsam da şehrin, tanrının
İzmir sakinlerine bir lütfu sayıyorum Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ni. Daha
ilk adımda bambaşka bir dünyaya adım attığımı hissediyor, unutulmaz anlar
yaşayacağımın bilinciyle bakıyorum sahneye.
Ve işte yine bir büyü gecesi! Biliyorum, çünkü sahnedeki
büyüye ilk kapılışım olmayacak bu. Sahnedekinin büyüsüne de...
AASSM’nin Küçük Salon’u, sahnedeki insanların ruhuna
dokunmama, sahnedekileri “insan” olarak da görebilmeme imkân veren bir ortam.
Ben de çoktan hazırım geçmeye kendimden, zira onu sahnede ilk görüşümde
yakalanmıştım o girdaba. Tesadüfen seçtiğim o balkon koltukları tam da sahnenin
üzerine, Emre Şen’in başını kaldırıp kaldırıp baktığı o hayali noktaya denk
geliyordu ve kafasını her kaldırışında göz göze geldiğimize ikna oluyordum ben!
Bu kez piyanonun tam karşısından seçtim yerimi, ellerini
izleyecektim tuşların üzerinde, o parmakları takip etmek mümkün olabilirmiş
gibi!
Önünde notalar yok. Zaten sanki önünde piyano da yok!
Parmakları havada dans ediyor ve biz sesleri görüyor gibiyiz. Hani sanki önünde
piyano olmasa da parmakların o titreşimi bize sesleri getirecek gibi...
Küçük Salon, notaların anlatamadığı hikâyeleri yakalamak
için biçilmiş kaftan ve sanatçı da mimikleriyle, duruşuyla bambaşka bir şeyler
anlatıyor her defasında. Chopin mesela, benim için melankolinin müzikal
karşılığıdır. Ağlaya ağlaya tüketebilirim kendimi, dinlerken. Oysa Emre sanki
kur yapıyor sevdiğine Chopin çalarak. Gözlerini kapatıp başını yukarı
kaldırması, tuşlara yaklaşması, nazik dokunuşları sanki çalıyor piyanonun
kalbini, bazen uzaklaşıyor ondan, ekşitiyor yüzünü, sertleşiyor, vuruyor adeta
tuşlara... Sanki bazı anlarda piyano da onu çalıyor, parmaklarını nereye
koyacağına tuşlar karar veriyor, karşılık veriyor onun notalarla dansına!
Ben, nasıl oluyorsa, bir ara sahneyi bırakıp kendime bakmayı
başarıyorum. Sanki piyanoya değil de bana yapılıyor onca hamle; ellerim
saçımda, suratımda alık bir gülümseme, karşılık veriyorum adeta. Nerede ve ne
sanıyorsam kendimi! Ama sahne büyüsü tam da böyle bir şey işte.
Kısacık bir ara verdiğinde konsere, önümdeki seyirciler
birbirlerine dönüp “Gerçek mi bu?” diye sordular, belli ki ilk kez izliyorlardı
ve onlar da büyülenmişti, sürpriz değil benim için.
İtalyan basını “piyanonun şeytani meleği” diyormuş onun
için, ben olsam “meleksi şeytan” derdim, piyanosunun önünde otururken
kalplerimizi avucuna aldı, yerinden kalkınca bıraktı piyanonun köşesine, tek
bir kelime bile söylemeden çıkıp gitti öylece. Şeytan bu kadar iyi piyano
çalabilse herhalde o da böyle yapardı nihayetinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder