3 Kasım 2014 Pazartesi

Şeytanın Piyanosu



Akşam için saatleri sayıyorum aklımın bir köşesinde gün boyu. Zaman da benden yana bu kez, hızla akıp geçiyor. Planlamadığım o son dakika işi olmasa rahat ve huzurlu adımlarla varacağım salona. Fakat acele etmek zorunda kalıyorum. Konsere beş kala iniyorum otobüsten ve bir solukta koşuyorum son sürat. Kapıdan girerken tek bir sözcük bile söylemeye halim kalmıyor beni bekleyen arkadaşlarıma, derin bir nefes alıyorum ve bir an önce koltuğuma geçip kopmak istiyorum bu sevimsiz telaş halinden, bu şehrin anlamsız kalabalığından; unutmak istiyorum hayatımdan çalınan bu boş dakikaları...

Her gün başka bir şeyine sövüyor olsam da şehrin, tanrının İzmir sakinlerine bir lütfu sayıyorum Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ni. Daha ilk adımda bambaşka bir dünyaya adım attığımı hissediyor, unutulmaz anlar yaşayacağımın bilinciyle bakıyorum sahneye.

Ve işte yine bir büyü gecesi! Biliyorum, çünkü sahnedeki büyüye ilk kapılışım olmayacak bu. Sahnedekinin büyüsüne de...

AASSM’nin Küçük Salon’u, sahnedeki insanların ruhuna dokunmama, sahnedekileri “insan” olarak da görebilmeme imkân veren bir ortam. Ben de çoktan hazırım geçmeye kendimden, zira onu sahnede ilk görüşümde yakalanmıştım o girdaba. Tesadüfen seçtiğim o balkon koltukları tam da sahnenin üzerine, Emre Şen’in başını kaldırıp kaldırıp baktığı o hayali noktaya denk geliyordu ve kafasını her kaldırışında göz göze geldiğimize ikna oluyordum ben!

Bu kez piyanonun tam karşısından seçtim yerimi, ellerini izleyecektim tuşların üzerinde, o parmakları takip etmek mümkün olabilirmiş gibi!

Önünde notalar yok. Zaten sanki önünde piyano da yok! Parmakları havada dans ediyor ve biz sesleri görüyor gibiyiz. Hani sanki önünde piyano olmasa da parmakların o titreşimi bize sesleri getirecek gibi...

Küçük Salon, notaların anlatamadığı hikâyeleri yakalamak için biçilmiş kaftan ve sanatçı da mimikleriyle, duruşuyla bambaşka bir şeyler anlatıyor her defasında. Chopin mesela, benim için melankolinin müzikal karşılığıdır. Ağlaya ağlaya tüketebilirim kendimi, dinlerken. Oysa Emre sanki kur yapıyor sevdiğine Chopin çalarak. Gözlerini kapatıp başını yukarı kaldırması, tuşlara yaklaşması, nazik dokunuşları sanki çalıyor piyanonun kalbini, bazen uzaklaşıyor ondan, ekşitiyor yüzünü, sertleşiyor, vuruyor adeta tuşlara... Sanki bazı anlarda piyano da onu çalıyor, parmaklarını nereye koyacağına tuşlar karar veriyor, karşılık veriyor onun notalarla dansına!

Ben, nasıl oluyorsa, bir ara sahneyi bırakıp kendime bakmayı başarıyorum. Sanki piyanoya değil de bana yapılıyor onca hamle; ellerim saçımda, suratımda alık bir gülümseme, karşılık veriyorum adeta. Nerede ve ne sanıyorsam kendimi! Ama sahne büyüsü tam da böyle bir şey işte.

Kısacık bir ara verdiğinde konsere, önümdeki seyirciler birbirlerine dönüp “Gerçek mi bu?” diye sordular, belli ki ilk kez izliyorlardı ve onlar da büyülenmişti, sürpriz değil benim için.

İtalyan basını “piyanonun şeytani meleği” diyormuş onun için, ben olsam “meleksi şeytan” derdim, piyanosunun önünde otururken kalplerimizi avucuna aldı, yerinden kalkınca bıraktı piyanonun köşesine, tek bir kelime bile söylemeden çıkıp gitti öylece. Şeytan bu kadar iyi piyano çalabilse herhalde o da böyle yapardı nihayetinde.

Hiç yorum yok: