Çocukluğumda
bana masal anlattılar mı, bilmiyorum. Dinleyerek öğrendiğim bir masal yok, onu
biliyorum ama. Bildiğim tüm masalları okuyarak öğrendim ve okumayı öğrendiğimde
diğer kitapları da keşfettiğim için fazla masal da bilmem. Gene de severim
masalları, daha doğrusu masal fikrini severim, her şeyin mümkün olmasını. Her
şey mümkündür ama hep aynı şeyler olur bildiğimiz masallarda, nedense.
Burak Aksak’ı da
severim ben. Çünkü onun yazdığı masalı çok sevdim. Onun yarattığı dünyayı sevdim, yazdıklarının içine
kendinden bir şeyler koymaktan çekinmeyişini sevdim, böylece ben de kendime bir
şeyler katabildim o masaldan; küçük bir kuşum olduğunda hiç düşünmeden ‘Mecnun’
dedim ona, yakın arkadaşlarıma ‘müdür’ diye hitap etmeye başladım, bir seslenme
sözcüğü olarak ‘hop’, bir ölçü birimi olarak ‘at’, bir sevgi sözcüğü olarak
‘gerizekalı’ yerleşti dilime (insanların
zeka seviyelerinin onlara dair hiçbir bilgi vermediği bir dünya bu, bunu
söyleyerek kimseyi aşağılayamaz, mutsuz edemezsiniz, masal dedikleri tam da
böyle bir şey değil mi), sahilde durup hiç gelmeyecek bir gemiyi beklemenin
umudunu taşımayı öğrenemedim belki ama renkli bir hayatın o kadar da ulaşılmaz
olmadığını öğrendim. Bütün bunlarda (ve daha fazlasında) yalnız olmadığımı da
biliyorum.
Bu yüzden de onu
çok iyi tanıyor gibi hissederim ne zaman adı geçse. Bana Masal Anlatma, hiç tanımadığım birinin değil de, sanki yakın
arkadaşımın, kuzenimin çektiği bir film. Öyle bir heyecan duyarak saydım günleri,
filmi izlediğim güne sırf onu izlemek için uyandım mesela... Filme tarafsız
bakmam da mümkün değil sanırım, ama söylemek istediğim çok şey var, susamam.
Bugün itibariyle
üç kez izledim filmi, devamı da gelecek. Ben de tıpkı Jilet gibi, ‘seversem abartırım’ çünkü...
Öncelikle ilk
uzun metraj denemesi bu Aksak’ın, bu nedenle bazı şeyler mazur görülebilirdi
ama hiç gerek yok böyle bir toleransa, her şey yerli yerinde. Öyle ki,
müşkülpesent bir izleyici olarak filmlerini ve kurduğu dünyaları çok beğendiğim
yönetmenlerin çoğunun oyuncu seçimlerini hatalı bulan ben, bu filmde takacak kimseyi bulamadım, ‘bunun bu filmde ne işi var’ dediğim hiçkimse olmadı. Bir tek Tarık
Ünlüoğlu’nu fazla teatral buldum, bu nedenle filmin gerçekçi olmayan tek kişisiydi
diyebilirim Timur Arslan için. Gerçi mahalledeki herkes için karakter
yazılmışken zenginlerin birer tip olarak kalması bilinçli bir tercih olabilir,
ama yine de daha gerçekçi yorumlanmasını tercih ederdim Timur rolünün.
Masal
anlatanların dünyasına burun kıvırıp bizim gezegenimizin bir parçası olmayı
seçen bir film bu, ben de defaaten izliyorum, her seferinde daha çok gülüyor ve
daha çok ağlıyorum, daha bir içime işliyor yaşananlar ve yeteri kadar çok
izlersem o dünya gerçek olacakmış hissinden kurtulamıyorum. Beğendiği kadın
onun kullandığı minibüse binsin diye okulun önündeki duraktan hemen önce
dakikalarca bekleyen bir dolmuş şoförünün varolma ihtimali başlı başına bir
masaldır bence, ben böylesine masal derim. Gerçek olamayacak şeylerin yaşanması
değil, gerçek olamayacak kadar güzel şeylerin olması masaldır bana göre - dünya
o kadar kirli ki. (Iyyyy! Klişeden ölen
var be!) Eline bir tane iğne battı diye onlarca yıl uyuyup bir öpücükle
(sıradan bir öpücük de değil, prensin öpücüğü olacak illa, yoksan uyanmaz
hanfendi!) uyanan prenses değil, çağrılmadığı güne gidip evdeki herkesin
açıklarını yüzüne vuran komşu kadındır masal kahramanı. ‘Normal’ denilen o ne
idüğü belirsiz toplum baskısının sınırlarını zorlamayacaksan masal anlatma be
kardeşim, sağımız kural, solumuz günah zaten.
Başkaları gerçek
diye gözümüze sokmaya çalışsın entrikaları, oyunları, sahte çatışmaları... Sen
bize hep masal anlat Burak! (Daha fazla
kibarlık yapamayacağım, isminle seslenmek istiyorum sana Burak, sen de Funda
diyebilirsin bana...)
Aklıma
Takılanlar -1: ‘Neriman, Suriçi’nin en büyük yangını’
İlk izleyişimde
mahallenin renklerinden biri diye düşünmüştüm Jilet ve Neriman’ın hikâyesini.
Neriman’ın mahalleye dönme kararını da kentsel dönüşümün tersi yönünde bir
hareket olarak okumuştum. Fakat kafamda oturmayan bir şeyler vardı. Timur
Arslan’ın karısı olan bir Neriman, öyle giyinmemeli, saçlarını, tırnaklarını o
biçimde kullanmamalı, yabancı insanlarla aynı masada öyle gider yapmamalıydı.
Olmamıştı bu karakter. Zenginleri yazmakta sorun yaşadığını düşündüm Burak’ın.
İkinci
izleyişimde, Neriman’ı mahalleye döndürenin zaten o olmamışlık olduğunu gördüm.
Aynı olmamışlıkla karşılıyordu Jilet de onu,
‘topal diyorlar artık bana’ diyordu. Yalandı. Orası ‘öyle’ bir mahalle
değildi çünkü, topal demezlerdi kimseye, deseler de aşağılamak olmazdı bunun
anlamı, güzelleşirdi sözcük.
Sonra bunun da
başka bir hikâye olduğunu okudum, dahası vardı, gelecekti, ne âlâ! Bu gözle
üçüncü izleyişte daha çok ağladım çaresizce ‘Topal!’
diye seslenişine Neriman’ın...
Aklıma
Takılanlar -2: Çekilen ama kurguda atılan sahneler
İlk izleyişimde
fark ettim ki fragmanda gördüğümüz bazı sahneler filmde yoktu. Sonra okuduğum
röportajlardan öğrendim ki süre çok uzun oldu diye filmden yaklaşık 20
dakikalık sahne atılmış. Aldı beni bir düşünce, acaba neleri kaçırdık diye.
İkinci ve üçüncü seferimde, hangi sahneler atılabilirdi, hangileri başka
sahnelerle bağlantılı diye sahne avına çıktım kendimce. Hiçbir sahneyi atamadım
ve bu yönüne de hayran oldum filmin, hikâyesi böyle iyi örülmüş komedilere pek
rastlanmıyor, ne yazık ki. Ve ben filmin DVD’sinin o atılan sahneleri de
içermesini, hatta bir “Director’s Cut”versiyonu içermesini diliyorum bu
masaldan.
Ayrıca
zannediyorum içinde Emrah Kaman’ın bulunduğu daha fazla sahne vardı fakat
atıldı, zira giriş jeneriğinde adının yazmasını gerektirecek kadar rolü yoktu
Kaman’ın bizim izlediğimiz kurguda.
Aklıma
Takılanlar -3: Göndermeler
Filmin başında
animasyon eşliğinde anlatılırken geldiği masal, Ayperi’nin kanının damladığı
yerde çiçekler açıyor hani. İşte L&M ikinci sezonda, Mecnun’un Sedef ve
Şirin arasında kime vereceğine bir türlü karar veremediği, fakat doğru kişiye
verildiğinde hiç solmayan masal çiçeği o... Bir de kavga sahnelerinde
gördüğümüz duvar yazısı var: O gemi bir
gün gelecek!
Rıza’nın annesi
güne gider, ayıla bayıla yer mercimek köftelerini. Peki ne der köftelere
uzanırken? ‘Aaa! Mercimek köftesi mi o?
Bayılırım!’ Siz de Gülen Gözler’de
Adile Naşit’in ‘Aaa Nane likörü!
Bayılırım!’ repliğini hatırladınız mı benim gibi, “Beterin beteri var, haline şükret dostum” diye şarkı söylemeye
başladınız mı içinizden?
‘İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız’
eşliğinde son durağa getirdiğinde minibüsü, her şeyi bırakıp sevdiği kızın
peşine gidince Rıza, ‘Ah ulan Rıza’ dediğinde
Jilet Abisi, aynı şeyi düşünmediysek, zaten aynı dili konuşmuyoruzdur ey okur.
Madam’ın
ölümünün ardından annesini televizyona boş boş bakıp ağlarken gören Rıza,
annesine sarılır önce, sonra televizyonu kucaklayıp Madam’ın evinin önüne
götürür, maç yapan çocuklara kale direği olsun diye. Hooop! Oldu mu nur topu
gibi bir Vizontele göndermesi?
Aklıma
Takılanlar -4: Kurgu hataları
Rıza’nın kahvede
‘bildiğim her şeyi öğreteceğim Ayperi’ye’
dediği ve kahvedeki herkesin fütursuzca güldüğü sahnede, iki plan arası geçişte
Cihan Ercan’ın oynadığı Kubilay karakterinin sevimli gülüşü art arda iki planda
birbirinden o kadar farklı pozisyonlara atlıyor ki, fark etmemek imkânsız.
Bir de şu anlata
anlata bitiremediğim gün sahnesinin en başı, Selma Hanım kapıyı çalıyor.
Saçları örülmüş, o örgüden topuz yapılmış ve kırmızı çiçekli kocaman bir toka
ile tutturulmuş. Gün sahnesi boyunca saçlar aynı. Selma Hanım günden çıkıp eve
geliyor, o çiçekli toka gitmiş, saçlar tek örgü halinde sırtına sarkıyor.