Geçen haftayı İstanbul’da
geçirdim ve bu sürede çok sayıda oyun izleme fırsatım oldu. Bunlar arasında en
beğendiğim de, kendisini “hiyerarşik
olmayan bir gösteri örgütlenmesi” şeklinde tanımlayan Siyah Beyaz ve
Renkli’nin oyunu “Tesir” oldu.
Caddebostan Kültür Merkezi’nde izlediğim “Tesir”,
benim için yalnızca o haftanın en iyisi değil, şimdiye dek sahnede gördüğüm
şeylerin (temsil, oyun, gösteri; sahneye koyulan her ne varsa) arasında da en
iyilerden biriydi. Umarım en azından bir kere daha izleme şansım olur bir gün…
(Bildiğim kadarıyla henüz İstanbul dışında hiç oynanmadı, ama mutlaka
oynanmalı.)
Çağdaş İngiliz oyun yazarı Lucy
Prebble’ın metnini (The Effect) Sanem
Öge Türkçeye çevirmiş, oyunu Çağrı Şensoy yönetmiş, müziklerde Alican Okan,
sahne tasarımında Emir Uğurçağ imzası var.
Oyunun hikâyesi, antidepresanların,
depresif özellik göstermeyen gönüllü denekler üzerindeki etkilerini araştıran psikiyatrik
bir deney üzerine kurulmuş. “Depresif insanları iyileştiren/ ‘normalleştiren’ ilaçlar,
‘normal’ insanları daha mutlu yapabilir mi?” sorusunun yanıtı aranıyor. Deneyin
başından itibaren hem deneklerin hem de deney yürütücülerinin, hem bildiklerini
hem de inandıklarını tersyüz eden gelişmeler yaşanıyor. Deney, hem duyguyu hem
tutkuyu, hem inancı hem bilimi sorgulamakta… Ama soruyu soranlar da bu
sorulardan azade değil. Bu, deneyin bizzat kendisinin de sorgu altında olması
anlamına geliyor. Böylece hem denekler ve ilacın etkileri, hem de doktorlar ve
onların bildikleri/inandıkları sorgulanıyor ve dönüşüme uğruyor. Bu kadar
dönüşümün içinde seyirci dönüşmeden kalabilir mi?
Seyirci olarak bizler de her
aşamada hem gerilimin artması hem de edindiğimiz bilgiler ve deneyin
bulgularıyla bambaşka sonuçlara ulaşarak afallıyoruz. Bu, hem hikâyenin akışı
ve Toby karakteri (Metin Yavuzoğlu) hariç tüm oyuncular tarafından, hem de
müzikler ve sahne geçişlerinde kullanılan, bazen perde, bazen duvar, bazen de
paravan olan hareketli aparatın kullanışlılığı ile sağlanıyor.
“Hem.. hem…” kalıbını sıkça kullandığım
dikkatinizi çekmiştir belki. Bunu bilinçli olarak yaptım, çünkü bu oyunun en
güçlü yanının bu eşzamanlılık olduğunu düşünüyorum. Bazen birbirini besleyen,
bazen de gücünü birbirinin zayıflığından alan eşzamanlı sorularla ilerleyen bir
hikâye; hikâyenin içindeki yerleri hep birbirine göre belirlenen ve eşzamanlı
olarak değişen ve birbirini değiştiren iki kişi, Tristan ve Connie – ve tabii
ki sahnede onları oynayan değil, gerçekten Tristan ve Connie olan Salih Bademci
ve Güneş Sayın- ve sadece ilgimi değil aklımı da isteyen bir mizansen… (Kalbim mi? En önce onu koymuştum ortaya;
soru işaretlerinin en çok onu hedef aldığını bilmeden…)
Oyunu izleyecek olanların keyfini
kaçırmamak için mümkün olduğunca üstü kapalı yorumlar yapmaya çalıştım buraya
kadar, bundan sonraki satırlarda daha açık ve “keyif kaçırıcı” şeyler
yazabilirim, bence oyunu izleyecek olanlar buradan sonrasını okumasınlar… Spoiler alert!
Connie bir psikoloji öğrencisi
olarak test edilen ilacın nasıl bir etkide bulunabileceğini (vücuttaki dopamin
seviyesinin yükselmesi sebebiyle antidepresanların aşk gibi “tesir”
edebileceğini mesela) biliyordu, bu yüzden neyle karşılaşacağını da az çok
biliyordu. Tristan ise deneyi (ve hatta hayatı) ciddiye almadığı için bu
deneyin kendisinde bir şeyleri gerçekten değiştirebileceğini tahmin edemedi. Bu
nedenle baştan itibaren Tristan hep güçlü, ne istediğini bilen ve kendine
güvenen tarafta durdu, Connie ise hep bir adım geride, tedirgin ve temkinli
kaldı. Ta ki Connie, Tristan’ın ilaç değil placebo
(ilaç olarak verilen etkisiz madde) aldığını öğrenip Tristan’a söyleyene kadar.
O andan sonra pozisyonlar değişti, tahterevallide ağır çeken Connie olmaya
başladı ve Tristan an be an küçülüp kayboldu.
Bir seyirci olarak bu değişime
tanık olmak muazzamdı. Çünkü eşsiz bir soru soruluyordu hepimize birden: Hissedilenler
aşk mıydı tesir mi? Tristan, Connie’den hoşlanmaya başladığı andan itibaren
kendinden ve hissettiklerinden emindi ve yapılan deney umurunda bile değildi.
Oysa placebo aldığını öğrendikten sonra
kendi hissettiklerine güvenemez oldu; nasıl korkunç bir hal! Düşünün bir,
bildiği ya da inandığı şeyden şüphe etmekten bambaşka bir şey bu: Ne
hissettiğinden emin olamamak… Üstelik bu emin olamama hali de başlı başına bir
‘his’! Yeryüzü ayaklarının altından kayıp gidiverir insanın... Tristan’ın
başına da böyle bir şey geldi, sanki yeni doğmuş gibi, beynindeki bütün
bağlantıları kaybetmiş, bağlantılar kaybolunca bildikleri de anlamsızlaşmış…
Bağları yeniden edindiği nokta,
müziğin, oyunun “içine” ilk kez girdiği o andı: Anlaşılan o ki çocuklara
ayakkabılarını bağlamayı öğretmek için öğretilen bir şarkı varmış onların
kültüründe (bunun bir Türkçesinin olup olmadığını hiç bilmiyorum ama çevirisi
de oyun içinde kullanımı da çok iyiydi) ve Connie o şarkıyı mırıldanınca
Tristan en azından kendi ayakkabılarını bağlayabilir hale geldi ve bağladıktan
sonra bunu yapabildiğini göstermekteki coşkusu da muazzamdı. Müziğin
zihinlerimizdeki ve anılarımızdaki gücünü oyunun içine bu kadar iyi
yerleştirdiği için de yazarı ayrıca tebrik etmek gerekir.
Tristan’ın placebo aldığını öğrendikten sonra Connie daha güçlü bir konuma
geçiyor, çünkü onun için “aşk mı tesir mi” sorusu net bir yanıt buluyor: Tesir!
Böylece kafa karışıklığı ile çıktığı yola net bir biçimde devam edebiliyor, en
azından bir süre. (Sanırım o anlarda yalnızca Connie netti, Tristan ve bizler,
soru işaretlerinden ibarettik.)
Deneyin yürütücüleri olan Dr. Lorna
(Aslı Yılmaz) ve Toby de Connie ve Tristan gibi iki farklı uçtaydı oyunun
başında. Dr. Lorna, insanların, yaşadıkları, anıları, hissettikleri,
inançlarıyla bir bütün olduğunu düşünüyor, insanı psikolojik bir canlı olarak
görüyor ve bu nedenle ilaçla mutluluğun sağlanamayacağına inanıyordu. Tristan’a
verilen ilacın aslında placebo
olmadığını, kendisinin de bir tür deneye tabi tutulduğunu (ve hatta kendisine
de bir nevi sözlü placebo
verildiğini) öğrendiği zaman o da Tristan gibi bir boşlukta buldu kendini. Onun
durumu Tristan’a göre daha acıklıydı, çünkü ona bunu yapan bir zamanlar âşık
olduğu ve kendisini terk eden Toby idi. Üstelik de deney hususunda kendisine
taban tabana zıt bir pozisyondaydı olan, insanların bütün tepkilerinin
vücutlarındaki kimyasal değişimden kaynaklandığını, placebo diye (ya da aşk diye) bir şeyin olmadığını düşünen, ilaçlar
vasıtasıyla insanları mutlu edebileceğini düşünen Toby.
Nihayetinde Toby’i dönüştüren de Lorna’nın
yaşadığı bu sarsıntı oluyor. O ana kadar hep güçlü, kararlı, sapasağlam bir
kadın profili çizen Dr. Lorna’nın bu denli sarsılması, Toby’i kendisini
sorgulamaya götürüyor. Bütün hislerin kimyasal bir değişimden ibaret olduğunu
söyleyip duran Toby’i, sevdiğini ifade edebilmek için “Ben sanki beynimin bir bölümünü senin etrafına inşa etmiş gibiyim”
derken buluyoruz. Kendi hislerini yine de fiziksel bir metaforla anlatması,
ondaki değişimin çok da büyük olmadığını gösteriyor bize. Ama yine de “aşk mı
tesir mi” sorusuna yanıtını “aşk” olarak değiştirdiğine inandırdı beni oyunun
sonunda.
Benim bu soruya ikircikli bir
yanıtım vardı oyun öncesinde, yanıtım yine ikircikli ama ağırlık yine de aşk
tarafında. Tesir var olsa bile aşkın ondan daha güçlü olduğunu, daha güçlü
olmadıkça ona aşk denilemeyeceğini düşünüyorum çünkü…
(Bu yazı ilk olarak 20 Kasım 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)
(Bu yazı ilk olarak 20 Kasım 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)