24 Kasım 2015 Salı

Aşk mı “Tesir” mi?




Geçen haftayı İstanbul’da geçirdim ve bu sürede çok sayıda oyun izleme fırsatım oldu. Bunlar arasında en beğendiğim de, kendisini “hiyerarşik olmayan bir gösteri örgütlenmesi” şeklinde tanımlayan Siyah Beyaz ve Renkli’nin oyunu “Tesir” oldu. Caddebostan Kültür Merkezi’nde izlediğim “Tesir”, benim için yalnızca o haftanın en iyisi değil, şimdiye dek sahnede gördüğüm şeylerin (temsil, oyun, gösteri; sahneye koyulan her ne varsa) arasında da en iyilerden biriydi. Umarım en azından bir kere daha izleme şansım olur bir gün… (Bildiğim kadarıyla henüz İstanbul dışında hiç oynanmadı, ama mutlaka oynanmalı.)

Çağdaş İngiliz oyun yazarı Lucy Prebble’ın metnini (The Effect) Sanem Öge Türkçeye çevirmiş, oyunu Çağrı Şensoy yönetmiş, müziklerde Alican Okan, sahne tasarımında Emir Uğurçağ imzası var.


Oyunun hikâyesi, antidepresanların, depresif özellik göstermeyen gönüllü denekler üzerindeki etkilerini araştıran psikiyatrik bir deney üzerine kurulmuş. “Depresif insanları iyileştiren/ ‘normalleştiren’ ilaçlar, ‘normal’ insanları daha mutlu yapabilir mi?” sorusunun yanıtı aranıyor. Deneyin başından itibaren hem deneklerin hem de deney yürütücülerinin, hem bildiklerini hem de inandıklarını tersyüz eden gelişmeler yaşanıyor. Deney, hem duyguyu hem tutkuyu, hem inancı hem bilimi sorgulamakta… Ama soruyu soranlar da bu sorulardan azade değil. Bu, deneyin bizzat kendisinin de sorgu altında olması anlamına geliyor. Böylece hem denekler ve ilacın etkileri, hem de doktorlar ve onların bildikleri/inandıkları sorgulanıyor ve dönüşüme uğruyor. Bu kadar dönüşümün içinde seyirci dönüşmeden kalabilir mi?

Seyirci olarak bizler de her aşamada hem gerilimin artması hem de edindiğimiz bilgiler ve deneyin bulgularıyla bambaşka sonuçlara ulaşarak afallıyoruz. Bu, hem hikâyenin akışı ve Toby karakteri (Metin Yavuzoğlu) hariç tüm oyuncular tarafından, hem de müzikler ve sahne geçişlerinde kullanılan, bazen perde, bazen duvar, bazen de paravan olan hareketli aparatın kullanışlılığı ile sağlanıyor.

“Hem.. hem…” kalıbını sıkça kullandığım dikkatinizi çekmiştir belki. Bunu bilinçli olarak yaptım, çünkü bu oyunun en güçlü yanının bu eşzamanlılık olduğunu düşünüyorum. Bazen birbirini besleyen, bazen de gücünü birbirinin zayıflığından alan eşzamanlı sorularla ilerleyen bir hikâye; hikâyenin içindeki yerleri hep birbirine göre belirlenen ve eşzamanlı olarak değişen ve birbirini değiştiren iki kişi, Tristan ve Connie – ve tabii ki sahnede onları oynayan değil, gerçekten Tristan ve Connie olan Salih Bademci ve Güneş Sayın- ve sadece ilgimi değil aklımı da isteyen bir mizansen… (Kalbim mi? En önce onu koymuştum ortaya; soru işaretlerinin en çok onu hedef aldığını bilmeden…)

Oyunu izleyecek olanların keyfini kaçırmamak için mümkün olduğunca üstü kapalı yorumlar yapmaya çalıştım buraya kadar, bundan sonraki satırlarda daha açık ve “keyif kaçırıcı” şeyler yazabilirim, bence oyunu izleyecek olanlar buradan sonrasını okumasınlar… Spoiler alert!

Connie bir psikoloji öğrencisi olarak test edilen ilacın nasıl bir etkide bulunabileceğini (vücuttaki dopamin seviyesinin yükselmesi sebebiyle antidepresanların aşk gibi “tesir” edebileceğini mesela) biliyordu, bu yüzden neyle karşılaşacağını da az çok biliyordu. Tristan ise deneyi (ve hatta hayatı) ciddiye almadığı için bu deneyin kendisinde bir şeyleri gerçekten değiştirebileceğini tahmin edemedi. Bu nedenle baştan itibaren Tristan hep güçlü, ne istediğini bilen ve kendine güvenen tarafta durdu, Connie ise hep bir adım geride, tedirgin ve temkinli kaldı. Ta ki Connie, Tristan’ın ilaç değil placebo (ilaç olarak verilen etkisiz madde) aldığını öğrenip Tristan’a söyleyene kadar. O andan sonra pozisyonlar değişti, tahterevallide ağır çeken Connie olmaya başladı ve Tristan an be an küçülüp kayboldu.

Bir seyirci olarak bu değişime tanık olmak muazzamdı. Çünkü eşsiz bir soru soruluyordu hepimize birden: Hissedilenler aşk mıydı tesir mi? Tristan, Connie’den hoşlanmaya başladığı andan itibaren kendinden ve hissettiklerinden emindi ve yapılan deney umurunda bile değildi. Oysa placebo aldığını öğrendikten sonra kendi hissettiklerine güvenemez oldu; nasıl korkunç bir hal! Düşünün bir, bildiği ya da inandığı şeyden şüphe etmekten bambaşka bir şey bu: Ne hissettiğinden emin olamamak… Üstelik bu emin olamama hali de başlı başına bir ‘his’! Yeryüzü ayaklarının altından kayıp gidiverir insanın... Tristan’ın başına da böyle bir şey geldi, sanki yeni doğmuş gibi, beynindeki bütün bağlantıları kaybetmiş, bağlantılar kaybolunca bildikleri de anlamsızlaşmış…

Bağları yeniden edindiği nokta, müziğin, oyunun “içine” ilk kez girdiği o andı: Anlaşılan o ki çocuklara ayakkabılarını bağlamayı öğretmek için öğretilen bir şarkı varmış onların kültüründe (bunun bir Türkçesinin olup olmadığını hiç bilmiyorum ama çevirisi de oyun içinde kullanımı da çok iyiydi) ve Connie o şarkıyı mırıldanınca Tristan en azından kendi ayakkabılarını bağlayabilir hale geldi ve bağladıktan sonra bunu yapabildiğini göstermekteki coşkusu da muazzamdı. Müziğin zihinlerimizdeki ve anılarımızdaki gücünü oyunun içine bu kadar iyi yerleştirdiği için de yazarı ayrıca tebrik etmek gerekir.

Tristan’ın placebo aldığını öğrendikten sonra Connie daha güçlü bir konuma geçiyor, çünkü onun için “aşk mı tesir mi” sorusu net bir yanıt buluyor: Tesir! Böylece kafa karışıklığı ile çıktığı yola net bir biçimde devam edebiliyor, en azından bir süre. (Sanırım o anlarda yalnızca Connie netti, Tristan ve bizler, soru işaretlerinden ibarettik.)

Deneyin yürütücüleri olan Dr. Lorna (Aslı Yılmaz) ve Toby de Connie ve Tristan gibi iki farklı uçtaydı oyunun başında. Dr. Lorna, insanların, yaşadıkları, anıları, hissettikleri, inançlarıyla bir bütün olduğunu düşünüyor, insanı psikolojik bir canlı olarak görüyor ve bu nedenle ilaçla mutluluğun sağlanamayacağına inanıyordu. Tristan’a verilen ilacın aslında placebo olmadığını, kendisinin de bir tür deneye tabi tutulduğunu (ve hatta kendisine de bir nevi sözlü placebo verildiğini) öğrendiği zaman o da Tristan gibi bir boşlukta buldu kendini. Onun durumu Tristan’a göre daha acıklıydı, çünkü ona bunu yapan bir zamanlar âşık olduğu ve kendisini terk eden Toby idi. Üstelik de deney hususunda kendisine taban tabana zıt bir pozisyondaydı olan, insanların bütün tepkilerinin vücutlarındaki kimyasal değişimden kaynaklandığını, placebo diye (ya da aşk diye) bir şeyin olmadığını düşünen, ilaçlar vasıtasıyla insanları mutlu edebileceğini düşünen Toby.

Nihayetinde Toby’i dönüştüren de Lorna’nın yaşadığı bu sarsıntı oluyor. O ana kadar hep güçlü, kararlı, sapasağlam bir kadın profili çizen Dr. Lorna’nın bu denli sarsılması, Toby’i kendisini sorgulamaya götürüyor. Bütün hislerin kimyasal bir değişimden ibaret olduğunu söyleyip duran Toby’i, sevdiğini ifade edebilmek için “Ben sanki beynimin bir bölümünü senin etrafına inşa etmiş gibiyim” derken buluyoruz. Kendi hislerini yine de fiziksel bir metaforla anlatması, ondaki değişimin çok da büyük olmadığını gösteriyor bize. Ama yine de “aşk mı tesir mi” sorusuna yanıtını “aşk” olarak değiştirdiğine inandırdı beni oyunun sonunda.

Benim bu soruya ikircikli bir yanıtım vardı oyun öncesinde, yanıtım yine ikircikli ama ağırlık yine de aşk tarafında. Tesir var olsa bile aşkın ondan daha güçlü olduğunu, daha güçlü olmadıkça ona aşk denilemeyeceğini düşünüyorum çünkü…

(Bu yazı ilk olarak 20 Kasım 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.) 

Hiç yorum yok: