22 Haziran 2018 Cuma

Taranta Babu: "Bir öyle şaşılası dünya..."

Taranta Babu:

İç içe geçmiş acılar söz konusu, ayrı ayrı düşünmesi bile insanı yaralarken tek bir hikâyede katmerlenmiş trajediler…

Memleketinden uzakta ayakta kalmaya, insan kalmaya çalışan yazarı mektupların; kendi ülkesinde, kendi dilini dilediğince kullanamadığı için uzak diyarların dillerine merak salan aracısı Nazım'ın; çok sevdiği memleketi için yazdıkları yüzünden hakkında dava üstüne dava açılan Nazım… Ve dünyanın bir ucunda, bu üç trajediyi, hem de hiç bilmeden bir araya getiren, işgal altındaki memleketinde çocuklarıyla birlikte yaşam savaşı veren Taranta Babu.

Ve bizler, onu belli ki çok seven, çok özleyen eşinin birkaç özlem dolu tasviri dışında hiçbir şey bilmiyoruz Taranta Babu ve hikâyesine dair, bu da bizim trajedimiz.

Ve bunca trajediyi sunmak üzere sahnede bir palyaço var!

Cansu Fırıncı, hiç fire vermeyen bir performansla sunuyor palyaçoyu bize. Yalnız sahnedeki değil, salondaki her şeyi, dekoru, kostümü, ışığı, ekip arkadaşlarını ve hatta seyirciyi de kullanıyor, katıyor oyununa. Onu sahnede ilk izleyişim ama, hiçbir kuşku duymadan gidiyorum oyuna, çünkü hem televizyondaki performansına şahidim hem de Nazım Hikmet isminin ağırlığının bilincinde olduğunu biliyorum. Ve haklı çıkıyorum.

Taranta-Babu'ya Mektuplar, sahneye nasıl konduğunu fazlasıyla merak ettiğim bir eserdi, sahnede tek bir palyaço olduğunu öğrendiğimdeyse merakım katlanmıştı. Oyunu izlemeden önce, yazılanların ağırlığıyla palyaçonun yapabileceklerini zihnimde bir araya getirmekte zorlandım. Ama ilk bakışta çözemediğim bu gizemi oyun sırasında ve sonrasında uzun uzun düşündüm ve rejideki bu ince görüşe hayran oldum. Harun Güzeloğlu ismini de takip edilecekler listeme ekledim. Çıkarımlarım isabetli midir bilemem ama bu gizemli işi ben böyle yorumladım.



Makyajı, çorapları, ayakkabıları ve tiz perdedeki sesiyle dört başı mamur bir palyaço. Üzerinde bir üniforma, apoletlerle, madalyalarla, rozetlerle bezeli. Bir bavulu var elinde, hiçbir yere ait olamamanın sembolü, bir de trampet, ses çıkarmak için!

İşi güldürmek, en sevimli halini takınıp anlatmaya çalışıyor derdini, fakat gülmüyor seyirci, zira anlatılanların komik bir yanı yok. Seyirciyi güldüremedikçe hiddetleniyor, surat asıyor, dil çıkarıyor, tükürüyor. (Sahnede nasıl da özgür, daha ne diyeyim?!)

Bazen bir miğfer geçiriyor başına, çünkü bir savaştan, dünyanın dört bir yanında, çeşitli veçheleriyle süregiden, hayatlarımızı sömüren ve her defasında bize başka kılıflar içinde sunulan savaştan söz ediyor.



Geliyorlar, durmaksızın, ara vermeksizin geliyorlar, canımızdan önce umudumuzu, yaşama sevincimizi, özgürlüğümüzü öldürerek geliyorlar.

Geliyorlar ve bize bu uyarıyı bir palyaço yapıyor, peki neden? Palyaçoyu sahnedeki bir başka rolden, bir başka karakterden ayıran nedir? Son yıllarda birebir deneyimleyerek gördük ki, bunca acıya, haksızlığa, kötülüğe karşı ayakta kalmanın yollarından biri de gülmeyi unutmamak ve palyaçonun da böyle bir işlevi var. Ama ben bu yanıtla tatmin olmuş değilim, biraz daha düşünmek istiyorum.

Palyaçonun rol yapmaması, yapamaması, rol yapamayacak kadar dolaysız, oyunsuz olması belki. Yüzündeki boyalara rağmen maskesiz, hilesiz, sırsız, saf olması. Söylenmeyeni söyleyebilir, çünkü bir şeyin niçin söylenemez olduğunu anlayamaz. Başka birinin nezaketten, korkudan, utangaçlıktan ya da haddi olmadığından söyleyemediklerini dan diye söyleyebilir palyaço. Dolayısıyla, görünüşü ve davranışları nedeniyle herkesten farklı olsa da herkes adına konuşabilir.

Palyaço bu dolaysızlığıyla aslında bir ayna da tutar seyirciye, hem de bir dev aynası. Küçümsediklerimize, görmek istemediklerimize, göz yumduklarımıza, cüret edemediklerimize ayna tutar; belki de bu yüzden palyaço karşısında gülmemeyi marifet sayarız bizler.

Palyaço dokunabilir de seyirciye, ansızın sıfıra indirebilir mesafeyi, kişisel alan kavramı yoktur. Bir seyirciyi seçip diğerlerinden ayırabilir, oyununa katabilir rızasını almadan. Bu tahmin edilemezliği nedeniyle tedirgin edicidir, netamelidir. Oysa ona güvenebilirsiniz, çünkü o neyse odur, gizlemez kendini, gizleyemez, art niyet besleyemez.

Ayna tutuyor demiştim ya, asıl netameli olan biziz aslında. Palyaço sakınmaz hiçbir şeyi, pervasız ve patavatsızdır ve biz de bundan çekiniriz, çünkü sırlarımızı afişe edebilir, kusurumuzu gösterebilir, yaralarımızı görünür kılabilir, üzerimizdeki perdeyi kaldırabilir. Ve bütün bunlardan sorumlu tutamayız onu.

İşte, sanırım aradığım yanıt burada; bunca trajediyi bir palyaçodan dinliyoruz, çünkü hem gerçekleri duymak istiyoruz hem kendimiz temiz kalmak. Palyaçoyu bir günah keçisi ya da "Kral çıplak" diyebilen bir çocuk yerine koyabilir, arınabilir, özgürleşebiliriz onun sayesinde.

Yine de bu rahatlamayla paralize olmamamız, olup biteni unutmamamız gerekir. Oyunda, mektuplardan yalnızca birinin sırası bozulmuş, mektubun içeriğine yapılan vurguyu çoğaltmak için. Ve hatırlatmak için bize, neye karşı durduğumuzu ve umudumuzu canlı tutmamız gerektiğini…

Yazan: Nâzım Hikmet
Yöneten: Harun Güzeloğlu
Oynayan: Cansu Fırıncı
Palyaço Eğitimi: Ezgi Keskin
Yönetmen Yrd.: Burcu Akpınar
Kostüm: Nazan Ön (ZeZe)
Işık Tasarım: Alev Topal
Görsel Tasarım: Özgür Şahin
Makyaj ve Sahne: Harun Güzeloğlu
Gölge Dekor Tasarımı: Busenur Sevinçli
Işık: Mertcan Ertürk
Fotoğraf: Tahir Enes Akbuğa

(Bu yazı ilk olarak 17 Mayıs 2018 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: