17 Haziran 2016 Cuma

Tek başına bir Ömer…



İşte en sevmediğim yere geldik: Dede ile görüşme meselesi. Buraya geleceğimizi baştan beri biliyordum, evet, ama gelmeyi hiç istemedim yine de. Hikâyemizin başlangıcını da Hulusi Bey'e borçluyuz belki, ama yine de bu anlara tanık olmayı hiç istemedim.

Ben sanırım ilk kez bu kadar iyi anlıyorum Ömer'i, ilk kez onun penceresinden bakabiliyorum olan bitene. Üstelik sadece anlamıyorum, biliyorum da nasıl bir cenderenin içinde olduğunu. Biliyorum, çünkü ben de yaşadım benzeri sıkıntıları ve türlü kumpaslarla benim de karşıma çıktı ve çıkmaya da devam ediyor "iyi niyet elçileri"…O yüzden birinci ağızdan paylaşmak istiyorum öfkemi, belki Ömer’i anlamanıza yardımcı olabilirim.

"Herkes ne çok konuşuyor!" Bu cümle benim sloganım gibidir, sık sık söyler, bu şekilde isyan ederim. Herkesin her konuda bir fikri var, olsun zaten, bize ne, değil mi? Ama "bize ne" deyip geçemiyoruz, çünkü herkese fazla geliyor o fikirler, illâ başkalarına da verecekler!

Ömer dedesiyle barışsınmış. Neden? Var mı mantıklı bir gerekçesi? Hayır. Ömer bunu istiyor mu? Hayır. Dedesi bunun için makul bir adım atmış mı? Hayır. O zaman?

Zaten bu "barışma" lafına da itirazım var benim. Sude yanına geldiğinde "Sen niye geldin buraya, bana sinir olmuyor muydun?" dediği türden basit bir küslük değil bu, bir adamın kendi hayatı hakkında verdiği bir karar, bir ilişki kesme, görüşmeme durumu. Yani bir savaş ya da mücadele değil ki sonunda barış olsun.

Adamın hakkıymış torununun mutlu gününe tanık olmak. Torununun en mutlu gününe destursuzca dalıp özel gününü zehir etmek de buna dâhil mi peki?

Ömer aklı başında, vicdanlı, sağduyulu bir adam. Bunda hemfikiriz, değil mi? Peki o zaman, kendi hayatıyla ilgili almış olduğu son derece kişisel bir karar için bu kadar tantana neden? Ömer başkalarına, misal amcasına gidip "Bundan sonra dedemle görüşmeyin" demiş mi? "Ben haklıyım o haksız, ben iyiyim o kötü" demiş mi? Adamın arkasından iş mi çevirmiş, yoluna taş mı koymuş, onun adına kararlar mı almış? Kocaman bir HAYIR! Dolayısıyla dededen başkasını ilgilendiren bir durum yok ortada. O zaman Ömer dedesiyle görüşsün diye bu seferberlik niye?

Ömer'in dedesiyle görüşmeme kararında haklı olup olmadığı hem dededen başka kimseyi ilgilendirmez, hem de bu aşamada konu bu değil. Haklı veya haksız, Ömer bir karar vermiş. Geri kalan herkese buna saygı duymak düşer. Hiç kimse kimseyi biriyle (ya da kendisiyle) görüşmeye zorlayamaz. Akraba olmak tek başına yeterli bir gerekçe değildir. "Çünkü aile bağları kandaşlıkla değil, sevgiyle örülür."* Arada kan bağı var diye hiç kimseyi sevmek, hoş görmek, affetmek zorunda değiliz.

Bunu konuşmak isteyebilirsiniz, bu kararın doğru olmadığını düşünebilirsiniz, bunun yeniden düşünülmesi gerektiğine inanıyor olabilirsiniz; o kişiye belli bir yakınlıktaysanız uygun bir dille fikrinizi dile getirebilirsiniz de belki, ama kimseyi bütün bunlar için zorlayamazsınız, ona emrivaki yapamazsınız, dayatmalarla sonuç almayı bekleyemezsiniz. Ve bütün bunları bilip de susuyorsanız, siz de bütün bu dayatmalara ortaksınız demektir. Ömer tümüyle haksız olsaydı ve hatta dedesine karşı suçlu olan Ömer olsaydı bile (belki de öyledir ama hiç sanmıyorum), kim onu dedesiyle görüşmeye mecbur bırakabilirdi? Hangi hakla?

Sıfatları ne olursa olsun bazı insanlar sadece gelip geçerler hayatımızdan, iyi ya da kötü izler bırakarak. Bazılarını da biz çıkarırız hayatımızdan ve o hikâye orada biter. Eğer yeniden başlayacaksa bu bizim irademizle olmalıdır.

En azından Ömer içeride dedesini görüp Defne'yi dışarı çağırdığı zaman mantıklı bir şeyler söylemesini istedim Defne'nin. Ama "Gerçekten mi?" diye soran Ömer'in aldığı yanıt: "Biliyordum ama engelleyemedim. Elimden bir şey gelmedi, üzgünüm." Bu sahneyi izlerken aynen şöyle yazmıştım diziyi konuştuğumuz arkadaş grubuma: "Basiretsiz insan kadar sevmediğim bir şey yok." Baştan beri Defne'yi anlayamamamın, hatta sevemememin sebebi de bu zaten: Defne'nin oradan oraya savrulup durması, düşünüp taşınıp kendi kararlarını verememesi. Bölüm sonunda Ömer de aynı yere vardı işte.

Yalnızca Ömer'e "Belki de inadının kırılması gerektiğini düşündüm birazcık, olamaz mı? Yıllar geçmiş, adam deli gibi pişman." dediği yerde kendisine ait bir cümle kurduğunu hissettim Defne'nin. Dedenin "deli gibi" pişman olduğu sonucuna nereden vardı bilemiyorum ama kendi annesinin de pişman olup gelmesini istediği için Ömer'in bu tavrına, tepkisine anlam veremediğini düşündüm. Ama "belki hep yanındaydı, senin haberin yoktu" dediği yerde yeniden koptu ipler bende. Dedenin Sadri Usta'yı Ömer'in karşısına çıkarması da hayatına müdahale etmenin başka bir biçimi, yani tam da Ömer'in öfkesinin doğduğu yer. Özrü kabahatinden büyük gibi bir şey yani.

Affetmeyi öğrenmek, o andan itibaren her şeyi ama her şeyi affedeceğimiz anlamına gelmez. Kaldı ki şimdiye kadar Sinan'ı, Yasemin'i, Sude'yi defalarca affetmiş bir Ömer'den bahsediyoruz. Belli ki dedesinin açtığı, zamanla, kendi kendine kapanacak türden bir yara değil. Ömer'i iyileştirmek ve bu ayrılığa bir son vermek için somut bir adım attığını da görmedik Hulusi Bey'in. Dolayısıyla konunun affetmekle bir ilgisi yok, en azından şimdilik.

Bu olayın, kiralık aşk oyunuyla aynı kefeye konulmasına da itirazım var. Ömer'in bugün verdiği tepkinin oyunu öğrendiğinde vereceği tepkiyi öncelemesi gerekmiyor. Çünkü Defne açısından her şey bir oyunla başlamış olsa da, Ömer de Defne'yi sevdi, onu hayatına alma kararını bizzat kendisi verdi, oyun değil. Oysa burada doğrudan Ömer'in hayatına, kararlarına müdahale edilmesi söz konusu.

Ömer'i dedesiyle görüştürmek isteyenlerin iyi niyetinden kuşkumuz yok, ama iyi niyetli olmak hiçbirimize, başka birinin hayatına, tercihlerine müdahale etme hakkı vermiyor. Hele böyle bir günde kimsenin Ömer'e bunu dayatma hakkı yok, Defne'nin bile. Kendimi Ömer'in yerine koyduğum zaman, o yüzükler hiç takılmazdı diyorum. Ben Ömer kadar soğukkanlı ve sabırlı biri değilimdir. Bu emrivakiyi kabul etmediğimi söyleyip çekip gidebilirdim. Ömer o anda kendisini değil, onu düşünmeyen Defne'yi düşündü ve kaldı orada. Ha, belki de beş karış suratla oturmak yerine gitmesi daha iyi olurdu, ama belki de, benim günüm zehir olduysa herkesinki zehrolsun diye düşünmüştür. (Abarttım, farkındayım.)

Defne şimdiye kadar Ömer'den pek çok şey sakladı, oyunlar oynadı ve hepsi için "Defne'nin bir bildiği vardır" diye düşünmesini istedi Ömer'den. Ama Ömer'in kırmızı çizgilerini, hassasiyetlerini bilen Defne, "Ömer'in bir bildiği vardır" diyemedi. 48. bölüm sonu-49. bölüm başındaki sahnede, Neriman'ın Ömer'i dedesiyle kahvaltıda buluşturma kumpasına engel olmaya karar verdiği zaman gerçeği söyleseydi Ömer'e, böyle olmayacaktı belki de. Oysa bir oyunu bozmak için bir başka oyun oynadı Defne. "Yengen seni dedenle bir araya getirmeye çalışıyor, beni de alet ediyor" demek bu kadar zor olmasa gerek. Neriman'ın "Ömer'e her şeyi anlatırım" şantajının işe yaramasını ise asla kabullenemiyorum. Etrafındaki herkes bu sırrı bilirken, bir kısmı serseri mayın misali ortalıktayken ve hatta oyun kurucunun bizzat kendisi bunu bir şantaj malzemesi haline getirmişken bu rüzgarda savrulmak niye? Eninde sonunda bir gün anlatacağın sırrı daha fazla saklamanın anlamı ne?

Yanlış anlaşılmasın, senaristi eleştirmek için yazmıyorum bunları. Aksine, Ömer'i de Defne'yi de son derece tutarlı bir biçimde kaleme alıyor olmasını alkışlıyorum. Dolayısıyla sürekli olarak bir şeylere "mecbur kalan" Defne'ye kusuyorum bütün öfkemi. Şimdiye dek fazlasıyla göz ardı edilen bu halinin üzerine gidilmesinde çokça fayda görüyorum. Kendi kararları doğrultusunda yürüyen bir Defne'nin, oyunu öğrenen Ömer karşısında güçlü durabilmesinin tek yolu bu.

Ömer küçükken de kaçar gidermiş, şimdi de kaçıp gidiyor, yani hiç büyümemiş biçiminde yorumlar gördüm. Ben aksini düşünüyorum, Ömer çocukken de dayatmalara karşıymış, şimdi de öyle. "Büyükler diye hep onların dediği mi olacak?" diyen küçük Ömer de mantıklı bir açıklama peşindeymiş, büyümüş Ömer de öyle. İso'nun, "Gençlik işte, hep bildiğini sanır gençler" lafı için dedeye verdiği ayar gibi, "Yaşını almışların düştüğü en büyük hatadır her şeyi bildiğini sanmak. Neticede hepimize tek bir ömür biçilmiş, yaşadığımız tek ömürden de her şeyi bilemeyiz, her şeyi göremeyiz, değil mi? Ama işte, demek böyle uzun uzun yaşayınca insan, çok biliyorum sanıyor."

Ayrıca neden hep Ömer eğilip bükülmek zorunda? Madem herkes kabul ediyor adamın dosdoğru olduğunu, onun gibi doğrulmak yerine onu eğmeye çalışmak niye? Bu hali bir kusursa eğer, ki bence de öyle, kendi kusurlarımızı göz ardı edip onunkine yüklenmek niye?

"Kirlenmek güzeldir" demiştim aylar önce, eğer Ömer kirlenmeyecekse mutlu son olmasın demiştim hatta. Aradan geçen zamanda Ömer bir nebze olsun kirlenmeyince -kirlenmekten kastım hata yapmak değil, elbette Ömer'in de hataları var- Defne'nin bu oyunlardan, planlardan temizlenmesini beklemeye başladım. Ama Defne gittikçe daha çok kirlendi, daha çok eğilip büküldü. Çünkü kendi hayatının iplerini tümüyle kaptırdı Defne, üstelik sadece Neriman'a da değil; biraz Ömer'e, biraz Yasemin'e, biraz Nihan'a, hatta Fikret'e ve Deniz'e… Oysa o 45 kilo haliyle kapıya dayanan tefecilerin üzerine atlayacak kadar yürekli bir Defne'miz vardı… Ömer'in değişmesini beklerken Defne'nin de güçlenmesini istemek çok mu şimdi?

"Aşk birine seni mahvetme yetkisi vermek ve bunu kullanmayacağına güvenmektir."**Aşkın en sevdiğim tanımlarından biridir bu cümle. O yetkiyi bir tek sevdiğinize verirsiniz, çünkü bir tek onun elinde güvende olduğunuzu bilirsiniz. Kullanmayacağını bile bile verirsiniz, çünkü her şeyinizle ona teslim olmadan olmaz aşk. Ona bu yetkiyi verdiğinizi de ancak o kullandığında anlarsınız, bir yandan da, aslında güvende olmadığınızı… Ömer de Defne'nin elinde güvende olmadığını anladı belki. O yetkiyi Defne'nin elinden almak için değil, güvende olmadığı hissiyle beraber o yüzük ağır geldiği için çıkarttı alyansını bence. Güven yaratamayan değil de güvenmeyen suçlu oluyor ama, her nedense…

Sonuçta, izlemeyi en çok reddettiğim konudan en sevdiğim bölümlerden biri çıktı. Ve Ömer o kadar az konuştu ki -hep olduğu gibi- ben bazı sahnelerde ekranın içinden geçip bunları bağırmak istedim Ömer'in çevresindekilere.

Tek başına bir Ömer bütün dünyaya adalet getiremez belki, ama kendi küçük çevresinde, kendi hayatını adil bir biçimde sürdürebilir. Ve size bir şey söyleyeyim mi? Tıpkı adaletsizlik gibi, adalet de bulaşıcıdır, yayılmacıdır. Ömer kendi hayatından başlar belki ama onu kuşatıp sınırlandırmaya çalışmazsanız adalet size de sirayet eder.

*Guillaume Musso, Seni Bulmaya Geldim
** Murat Menteş, Ruhi Mücerret

(Bu yazı ilk olarak 13 Haziran 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: