Adımların rüzgârına kapılıp
dakikalarca döndüğümüz o dans sahnesinin sonunda Defne ve Ömer’in ellerinden
kopup duvara savruldum ben ve bambaşka bir sahnede açtım gözümü. Televizyon
dizilerinin her birinin gerçekten efsane olduğu, dolayısıyla her birinin
özlemle hatırlandığı bir dönem… Ekranda, her haliyle, büründüğü her karakterle,
attığı her adımla efsane olan ve hâlâ adı geçtiğinde genciyle yaşlısıyla
herkesin ilgisini üzerine çeken bir adam, Mehmet Aslantuğ... Kanımca –ki bu
düşüncemde yalnız olmadığımdan eminim- yaşattığı en efsanevi karakter: Sedat
Yalçın. Yoksa buralar hâlâ alev almadı mı? Sıcak
Saatler diyorum, hu huuu?
Ve Sedat Yalçın’ın en fazla
çuvalladığı o sahne… Aşktan umudunu kesen Sedat, kendisini yıllarca seven,
ayrıldıktan sonra da umutsuzca sevmeye devam eden eski sevgilisi Melek’e (İclâl
Aydın) evlenme teklif eder. Melek reddeder. Reddeder ama nasıl reddetmek? Ben
öyle reddedilsem evlilik sözcüğünü çıkarırım dağarcığımdan. Melek, özellikle de
bizimki gibi toplumlarda evliliğin ne anlama geldiğini tek cümleyle ve KÜT diye
vurur Sedat’ın yüzüne: “Çünkü evlenmek,
elde etmenin en kolay yolu…”
Ömer’in “evlen benimle” (ki bu
bir soru değil emir cümlesidir) demeden önceki cümlelerini hatırlayalım: “Daha ne kadar sabredeceğiz? Yeter! Sıkıldım
bu gelgitlerden… (…) bu kadını hep yanımda istiyorum artık.” Evet, biraz
cımbızladım, çünkü bu hoyratlığın karşısında diğer güzel sözler anlamını
yitiriyor benim gözümde. Teklifin zamanlamasının yanlışlığı bir yana, bu sahip
olma hırsı, henüz gerçekten tanıyamadığı bir kadını kafese kapatma hevesi bana
yanlış geliyor, çirkin ve itici geliyor. Bu teklifi, Defne’yi Deniz’le dans
ederken gördükten hemen sonra yapması, aklıma daha çirkin şeyler de getiriyor. (Boşuna üzülmeyin beyler, Ömer’in çıtayı
yükselttiği falan yok!)
Bu Ömer, ilk bölümden beri
cilalanıp parlatılıp kusursuz diye önümüze serilen Ömer mi gerçekten? Canı
sıkılıp köşesine çekildiğinde Proust okuyan Ömer mi? Kendini ifade ederken bile
Sabahattin Ali’nin naifliğine sığınan Ömer mi? Her şeyini bir kenara koysak
bile adalet duygusuna şapka çıkarmaya devam edeceğimiz Ömer mi?
İşte böyle anlarda yeniden
yeniden hatırlıyorum yıllarca duymaktan sıkıldığım, ama bir türlü kulağıma küpe
olamayan o cümleyi: “Mükemmel adam yoktur
Funda, olmayan bir şeyi arıyorsun sen!” Ve başlangıçta pamuklara sarmak
istediğim Ömer’le ilgili olarak o ana kadar önemsemediğim bütün olumsuz
detayları, bütün rahatsız edici yanları sıralıyorum zihnimde… Herkesin “abi”si
Şükrü Abi’ye ismiyle hitap etmesi, tek bir açıklama bile yapmadan, iki cümleyle
yanına çağırdığı İz’i değil karşılamaya gitmek, şoförünü bile havaalanına göndermeyecek
kadar düşüncesiz olması, kendi kırmızı çizgilerine sıkı sıkıya tutunup başkalarının
sınırlarını görmezden gelişi, dimdik, müdanasız ve anlaşılmaz halinde diretip
çevresinde kim varsa kendi kurallarına mahkûm etmesi, sanki uzun uzun
konuşmuşlar, bütün sorunların Defne’den kaynaklandığı sonucuna varmışlar gibi
“seni anlamaya çalışmaktan yoruldum” tripleri, Defne’yi sürekli istekleriyle,
sorgulamalarıyla bunaltması, hiçbir şey için hiç kimseye zaman vermeye
yanaşmaması… (Vallahi ben yazarken bile o
kadar bunaldım ki burada biraz ara vermem gerekti yazmaya.)
Şimdi düşünüyorum, ‘kusursuz
olmanın neresi güzel’ diye. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar kitabındaki bir küçük hikâye geliyor aklıma: Neyine
üflediği her eserde muhakkak bir hata yapan ve “Kusur benim imzâmdır!” diyen İbrahim Dede, günlerden bir gün bir
eseri hiç hata yapmadan çalar. O kadar iyi çalmıştır ki, “Hücredeki ve kapı önündeki hiçbir kimse, daha önce bu kadar muhteşem
bir musikî dinlememişlerdi”. Oysa sevenlerinin başı öne eğilmişti. Şöyle
dediler: “Ney-i şerifinizle bu güne kadar
üflediğiniz her şey, kusurlu olduğu için kusursuzdu. Ama şimdi üflediğiniz,
kusursuz olduğu için kusurlu!”
Yani Ömer, tam da kusursuz
olmaya, hata yapmamaya çalıştığı için kusurlu. Kusursuz olma çabası tam bir
kontrol işi, yüksek bir bilinç hali. Ama insan bu kadar çok yükseldiğinde
aslında daha açık oluyor hata yapmaya. Bu açıdan bakıldığında hata olarak
görülebilecek şeyleri yapmamanın ise bir yolu yok, insan bu, her zaman zihnini
o kadar uyanık tutamaz, her şeye birden hâkim olamaz. Ne kadar ince dilimlesek
de ekmeğin hep iki yüzü var ve arkada kalan, kontrol edemediğimiz bir yüzümüz
de hep olacak… Bütün çabamızı hata yapmamaya harcamak yerine, arada bir geriye
dönüp, hata yapmış olabilir miyim acaba diye bakmak çok daha kolay ve insancıl
bir yol.
Eskimesin diye yeni
ayakkabılarını giymeye kıyamayan çocuk gibi Ömer. O ayakkabıları giymedikten,
hayata karışmadıktan sonra kusursuz olsan neye yarar, kime yarar? Ömer Beyimiz
yalandan nefret ediyormuş, en tahammül edemediği şeymiş yalan, affı olmazmış, bak
sen! Bu mudur yani? Kitaplığında inceliğin bin türlü haline yer veren Ömer,
kendi hayatı için bu katıksız, içeriksiz, işlenmemiş düsturu mu seçmiş kendine?
Her bir cümlenin yaşananlarla anlamlandığını görememiş mi? İnsanın niyeti iyi olsa
dahi çıktığı yolda yanlışlar da yapabileceğini bilmiyor mu? Hata yapmak bir
yana, insanın bazen, gerçekten de isteyerek yalan söyleyebileceğine tanık
olmamış mı? Bana sorarsanız mümkün değil. Ama mücadele etmektense sahayı terk
etmeyi, kirlenmemek uğruna hükmen mağlup sayılmayı kabul etmiş.
Birkaç hafta önce güvenini yerle
bir ettiği için yollarını ayırmak istediği ortağına, “sana güvendiğim için mağazaya rest çekebildim” dedikten iki gün
sonra, “ben insanlara güvenmek üstüne
kurmadım hayatımı” diyen bir Ömer var karşımızda. Bu güvensizliğinin bir
nedeni olduğunu da düşünmüyorum üstelik. Tamam, genç yaşta yapayalnız kalmış
ama o güne dek birbirini seven, birbirine güvenen bir ailesi olmuş, mutlu
günler geçirmiş bir Ömer bu. Güven konusunda anlaşamadığı(!) Defne ise hem annesi
hem de babası tarafından terk edilmiş biri. Yetmezmiş gibi abisinin yükünü de
omuzlamış yıllar boyu. Yine de “senin
bana sorgusuz sualsiz güvenmen lazım” diyebiliyor. Çünkü hata yapmaktan
korksa da (hatta bu korkusu Ömer’le tanıştığından beri büyüyüp aklını tümüyle
ele geçirmiş olsa da) yaşamaya devam eden, hata yaptığını hissettiğinde kaçıp
kendisini fildişi kulesine kapatmayan, sevdiğini üzmemek uğruna kendi
mutluluğundan geçebilecek kadar cesur bir Defne o. (Onun yalnızca kendine güvenmekle ilgili sorunları vardı. Ama şimdi
yeni bir başlangıcımız, başka bir Defne’miz var!)
Hikâyemizin/ Masalımızın/
Mucizemizin baştan başlayacak olması beni çok heyecanlandırmıştı. Belki bu
sefer Ömer de biraz kirlenir, elinden geleni yapmaya çalışırken arada bir tökezler,
düşmenin, yaralanmanın, hatalar yapmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını
anlar diye umutlanmıştım.
Ama gördüm ki Ömer, aynı Ömer.
Tek bir derece olsun sapmamış yörüngesinden. Kendi çizdiği çizgiler içinde,
aynı sıkıcı hayatı sürdürmeye devam ediyor. (Evet,
sıkıcı, çünkü bu adamın bir sosyal hayatı yok, insanlara karışma hevesi yok.
Şirkete gitmek dışında bir gaye ile evinden dışarı çıkası yok. Maç seyretmeye,
kahvede okey oynamaya gitmesini beklemiyorum elbette, ama bir kahve içmek için
bile çıkılmaz mı dışarı? Çizim yaparken klasik müzik dinlemeye bayılan Ömer
Beyimiz, neden bir kez olsun konsere ya da operaya gitmedi bunca zaman? Neden
pahalı bir elbise yerine bir çift tiyatro bileti alıp uzatmadı Defne’ye? Neden
dağ evine sığınmak yerine bir deniz kenarına gidip çakıl taşlarını denize
fırlatmadı canı yandığında? Boşuna üzülmeyin hanımlar, Ömer de kusursuz değil,
onun da eksikleri var, tüm erkekler ve kadınlar gibi.)
Ben acıdan zevk alırım. İso’nun
da bu bölümde pek güzel ifade ettiği gibi, aşkı bulduktan sonra acısını çekmeye
de razı olurum, hatta belki de acısına, tatlısından daha teşneyim. İnsanların
aşk acısı çekmesinden de keyif alırım. Küçük büyük tüm atışmalara, ayrılıklara,
gözyaşlarına tanık olmayı severim. Onlarla birlikte uzaklara dalmayı,
hüzünlenmeyi, ağlamayı severim. Bu yüzden en sevdiğim bölümler arasında
sayabilirim bu bölümü de. Ama acının en yoğun yaşandığı bu bölümde bir tek
gözyaşı bile görmemekten yine de rahatsızım. Ömer’in yalnızken bile ağlamak için
kendini bırakmayışını hiç sevmedim. Bu nedenle gelecek günlerin vuslatı
getirmesini de gerçekten istemiyorum artık.
Bu hikâyenin, “biz çok farklıyız”
diyen Defne’ye alaycı bir gülüşle karşılık veren Ömer’in “yine yeni yeniden”
haklı çıkması ile nihayete ermesini istemiyorum. Defne’nin bize anlattığı
mucizeye giden yol Ömer’le açılmış olsun, ama finali Ömer’siz olsun istiyorum.
Defne yol üstüne yol alırken yerinde sayan Ömer’in aşılmaz duvarlarıyla baş
başa kalmasını istiyorum. Kiralık Aşk’ın
bize atacağı en büyük golün bu olmasını istiyorum. Ömer’in hiç kirlenmediği,
bir kez olsun yere kapaklanmadığı, hata yaptığını kabul etmediği bir hikâyenin
içinden geçeceksek eğer, Defne için mutlu son, Ömer’siz bir son olmalı.
Ayakkabıları giymek isteyeceği “o gün” geldiğinde, ayakkabılar artık küçük
gelmeli Ömer’e…
Sevdiğiyle birlikte düşecekse
uçurumdan korkmayan biri, sevdiğine giden yoldaki taşları sorun etmemeli.
Kirlenmek güzeldir, sevdiğinle birlikte yuvarlanacaksan çamurlarda…
(Bu yazı ilk olarak 5 Aralık 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder