8 Aralık 2015 Salı

Kirlenmek güzeldir, sevdiÄŸinle birlikte yuvarlanacaksan çamurlarda…



Adımların rüzgârına kapılıp dakikalarca döndüğümüz o dans sahnesinin sonunda Defne ve Ömer’in ellerinden kopup duvara savruldum ben ve bambaÅŸka bir sahnede açtım gözümü. Televizyon dizilerinin her birinin gerçekten efsane olduÄŸu, dolayısıyla her birinin özlemle hatırlandığı bir dönem… Ekranda, her haliyle, büründüğü her karakterle, attığı her adımla efsane olan ve hâlâ adı geçtiÄŸinde genciyle yaÅŸlısıyla herkesin ilgisini üzerine çeken bir adam, Mehmet AslantuÄŸ... Kanımca –ki bu düşüncemde yalnız olmadığımdan eminim- yaÅŸattığı en efsanevi karakter: Sedat Yalçın. Yoksa buralar hâlâ alev almadı mı? Sıcak Saatler diyorum, hu huuu? 

Ve Sedat Yalçın’ın en fazla çuvalladığı o sahne… AÅŸktan umudunu kesen Sedat, kendisini yıllarca seven, ayrıldıktan sonra da umutsuzca sevmeye devam eden eski sevgilisi Melek’e (Ä°clâl Aydın) evlenme teklif eder. Melek reddeder. Reddeder ama nasıl reddetmek? Ben öyle reddedilsem evlilik sözcüğünü çıkarırım daÄŸarcığımdan. Melek, özellikle de bizimki gibi toplumlarda evliliÄŸin ne anlama geldiÄŸini tek cümleyle ve KÃœT diye vurur Sedat’ın yüzüne: “Çünkü evlenmek, elde etmenin en kolay yolu…”

Ömer’in “evlen benimle” (ki bu bir soru deÄŸil emir cümlesidir) demeden önceki cümlelerini hatırlayalım: “Daha ne kadar sabredeceÄŸiz? Yeter! Sıkıldım bu gelgitlerden… (…) bu kadını hep yanımda istiyorum artık.” Evet, biraz cımbızladım, çünkü bu hoyratlığın karşısında diÄŸer güzel sözler anlamını yitiriyor benim gözümde. Teklifin zamanlamasının yanlışlığı bir yana, bu sahip olma hırsı, henüz gerçekten tanıyamadığı bir kadını kafese kapatma hevesi bana yanlış geliyor, çirkin ve itici geliyor. Bu teklifi, Defne’yi Deniz’le dans ederken gördükten hemen sonra yapması, aklıma daha çirkin ÅŸeyler de getiriyor. (BoÅŸuna üzülmeyin beyler, Ömer’in çıtayı yükselttiÄŸi falan yok!)


Bu Ömer, ilk bölümden beri cilalanıp parlatılıp kusursuz diye önümüze serilen Ömer mi gerçekten? Canı sıkılıp köşesine çekildiÄŸinde Proust okuyan Ömer mi? Kendini ifade ederken bile Sabahattin Ali’nin naifliÄŸine sığınan Ömer mi? Her ÅŸeyini bir kenara koysak bile adalet duygusuna ÅŸapka çıkarmaya devam edeceÄŸimiz Ömer mi?

Ä°ÅŸte böyle anlarda yeniden yeniden hatırlıyorum yıllarca duymaktan sıkıldığım, ama bir türlü kulağıma küpe olamayan o cümleyi: “Mükemmel adam yoktur Funda, olmayan bir ÅŸeyi arıyorsun sen!” Ve baÅŸlangıçta pamuklara sarmak istediÄŸim Ömer’le ilgili olarak o ana kadar önemsemediÄŸim bütün olumsuz detayları, bütün rahatsız edici yanları sıralıyorum zihnimde… Herkesin “abi”si Şükrü Abi’ye ismiyle hitap etmesi, tek bir açıklama bile yapmadan, iki cümleyle yanına çağırdığı Ä°z’i deÄŸil karşılamaya gitmek, ÅŸoförünü bile havaalanına göndermeyecek kadar düşüncesiz olması, kendi kırmızı çizgilerine sıkı sıkıya tutunup baÅŸkalarının sınırlarını görmezden geliÅŸi, dimdik, müdanasız ve anlaşılmaz halinde diretip çevresinde kim varsa kendi kurallarına mahkûm etmesi, sanki uzun uzun konuÅŸmuÅŸlar, bütün sorunların Defne’den kaynaklandığı sonucuna varmışlar gibi “seni anlamaya çalışmaktan yoruldum” tripleri, Defne’yi sürekli istekleriyle, sorgulamalarıyla bunaltması, hiçbir ÅŸey için hiç kimseye zaman vermeye yanaÅŸmaması… (Vallahi ben yazarken bile o kadar bunaldım ki burada biraz ara vermem gerekti yazmaya.)

Åžimdi düşünüyorum, ‘kusursuz olmanın neresi güzel’ diye. Ä°hsan Oktay Anar’ın Suskunlar kitabındaki bir küçük hikâye geliyor aklıma: Neyine üflediÄŸi her eserde muhakkak bir hata yapan ve “Kusur benim imzâmdır!” diyen Ä°brahim Dede, günlerden bir gün bir eseri hiç hata yapmadan çalar. O kadar iyi çalmıştır ki, “Hücredeki ve kapı önündeki hiçbir kimse, daha önce bu kadar muhteÅŸem bir musikî dinlememiÅŸlerdi”. Oysa sevenlerinin başı öne eÄŸilmiÅŸti. Şöyle dediler: “Ney-i ÅŸerifinizle bu güne kadar üflediÄŸiniz her ÅŸey, kusurlu olduÄŸu için kusursuzdu. Ama ÅŸimdi üflediÄŸiniz, kusursuz olduÄŸu için kusurlu!”

Yani Ömer, tam da kusursuz olmaya, hata yapmamaya çalıştığı için kusurlu. Kusursuz olma çabası tam bir kontrol iÅŸi, yüksek bir bilinç hali. Ama insan bu kadar çok yükseldiÄŸinde aslında daha açık oluyor hata yapmaya. Bu açıdan bakıldığında hata olarak görülebilecek ÅŸeyleri yapmamanın ise bir yolu yok, insan bu, her zaman zihnini o kadar uyanık tutamaz, her ÅŸeye birden hâkim olamaz. Ne kadar ince dilimlesek de ekmeÄŸin hep iki yüzü var ve arkada kalan, kontrol edemediÄŸimiz bir yüzümüz de hep olacak… Bütün çabamızı hata yapmamaya harcamak yerine, arada bir geriye dönüp, hata yapmış olabilir miyim acaba diye bakmak çok daha kolay ve insancıl bir yol. 

Eskimesin diye yeni ayakkabılarını giymeye kıyamayan çocuk gibi Ömer. O ayakkabıları giymedikten, hayata karışmadıktan sonra kusursuz olsan neye yarar, kime yarar? Ömer Beyimiz yalandan nefret ediyormuÅŸ, en tahammül edemediÄŸi ÅŸeymiÅŸ yalan, affı olmazmış, bak sen! Bu mudur yani? Kitaplığında inceliÄŸin bin türlü haline yer veren Ömer, kendi hayatı için bu katıksız, içeriksiz, iÅŸlenmemiÅŸ düsturu mu seçmiÅŸ kendine? Her bir cümlenin yaÅŸananlarla anlamlandığını görememiÅŸ mi? Ä°nsanın niyeti iyi olsa dahi çıktığı yolda yanlışlar da yapabileceÄŸini bilmiyor mu? Hata yapmak bir yana, insanın bazen, gerçekten de isteyerek yalan söyleyebileceÄŸine tanık olmamış mı? Bana sorarsanız mümkün deÄŸil. Ama mücadele etmektense sahayı terk etmeyi, kirlenmemek uÄŸruna hükmen maÄŸlup sayılmayı kabul etmiÅŸ. 

Birkaç hafta önce güvenini yerle bir ettiÄŸi için yollarını ayırmak istediÄŸi ortağına, “sana güvendiÄŸim için maÄŸazaya rest çekebildim” dedikten iki gün sonra, “ben insanlara güvenmek üstüne kurmadım hayatımı” diyen bir Ömer var karşımızda. Bu güvensizliÄŸinin bir nedeni olduÄŸunu da düşünmüyorum üstelik. Tamam, genç yaÅŸta yapayalnız kalmış ama o güne dek birbirini seven, birbirine güvenen bir ailesi olmuÅŸ, mutlu günler geçirmiÅŸ bir Ömer bu. Güven konusunda anlaÅŸamadığı(!) Defne ise hem annesi hem de babası tarafından terk edilmiÅŸ biri. YetmezmiÅŸ gibi abisinin yükünü de omuzlamış yıllar boyu. Yine de “senin bana sorgusuz sualsiz güvenmen lazım” diyebiliyor. Çünkü hata yapmaktan korksa da (hatta bu korkusu Ömer’le tanıştığından beri büyüyüp aklını tümüyle ele geçirmiÅŸ olsa da) yaÅŸamaya devam eden, hata yaptığını hissettiÄŸinde kaçıp kendisini fildiÅŸi kulesine kapatmayan, sevdiÄŸini üzmemek uÄŸruna kendi mutluluÄŸundan geçebilecek kadar cesur bir Defne o. (Onun yalnızca kendine güvenmekle ilgili sorunları vardı. Ama ÅŸimdi yeni bir baÅŸlangıcımız, baÅŸka bir Defne’miz var!) 

Hikâyemizin/ Masalımızın/ Mucizemizin baştan başlayacak olması beni çok heyecanlandırmıştı. Belki bu sefer Ömer de biraz kirlenir, elinden geleni yapmaya çalışırken arada bir tökezler, düşmenin, yaralanmanın, hatalar yapmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlar diye umutlanmıştım.

Ama gördüm ki Ömer, aynı Ömer. Tek bir derece olsun sapmamış yörüngesinden. Kendi çizdiÄŸi çizgiler içinde, aynı sıkıcı hayatı sürdürmeye devam ediyor. (Evet, sıkıcı, çünkü bu adamın bir sosyal hayatı yok, insanlara karışma hevesi yok. Åžirkete gitmek dışında bir gaye ile evinden dışarı çıkası yok. Maç seyretmeye, kahvede okey oynamaya gitmesini beklemiyorum elbette, ama bir kahve içmek için bile çıkılmaz mı dışarı? Çizim yaparken klasik müzik dinlemeye bayılan Ömer Beyimiz, neden bir kez olsun konsere ya da operaya gitmedi bunca zaman? Neden pahalı bir elbise yerine bir çift tiyatro bileti alıp uzatmadı Defne’ye? Neden daÄŸ evine sığınmak yerine bir deniz kenarına gidip çakıl taÅŸlarını denize fırlatmadı canı yandığında? BoÅŸuna üzülmeyin hanımlar, Ömer de kusursuz deÄŸil, onun da eksikleri var, tüm erkekler ve kadınlar gibi.) 


Ben acıdan zevk alırım. Ä°so’nun da bu bölümde pek güzel ifade ettiÄŸi gibi, aÅŸkı bulduktan sonra acısını çekmeye de razı olurum, hatta belki de acısına, tatlısından daha teÅŸneyim. Ä°nsanların aÅŸk acısı çekmesinden de keyif alırım. Küçük büyük tüm atışmalara, ayrılıklara, gözyaÅŸlarına tanık olmayı severim. Onlarla birlikte uzaklara dalmayı, hüzünlenmeyi, aÄŸlamayı severim. Bu yüzden en sevdiÄŸim bölümler arasında sayabilirim bu bölümü de. Ama acının en yoÄŸun yaÅŸandığı bu bölümde bir tek gözyaşı bile görmemekten yine de rahatsızım. Ömer’in yalnızken bile aÄŸlamak için kendini bırakmayışını hiç sevmedim. Bu nedenle gelecek günlerin vuslatı getirmesini de gerçekten istemiyorum artık. 

Bu hikâyenin, “biz çok farklıyız” diyen Defne’ye alaycı bir gülüşle karşılık veren Ömer’in “yine yeni yeniden” haklı çıkması ile nihayete ermesini istemiyorum. Defne’nin bize anlattığı mucizeye giden yol Ömer’le açılmış olsun, ama finali Ömer’siz olsun istiyorum. Defne yol üstüne yol alırken yerinde sayan Ömer’in aşılmaz duvarlarıyla baÅŸ baÅŸa kalmasını istiyorum. Kiralık AÅŸk’ın bize atacağı en büyük golün bu olmasını istiyorum. Ömer’in hiç kirlenmediÄŸi, bir kez olsun yere kapaklanmadığı, hata yaptığını kabul etmediÄŸi bir hikâyenin içinden geçeceksek eÄŸer, Defne için mutlu son, Ömer’siz bir son olmalı. Ayakkabıları giymek isteyeceÄŸi “o gün” geldiÄŸinde, ayakkabılar artık küçük gelmeli Ömer’e…

SevdiÄŸiyle birlikte düşecekse uçurumdan korkmayan biri, sevdiÄŸine giden yoldaki taÅŸları sorun etmemeli. Kirlenmek güzeldir, sevdiÄŸinle birlikte yuvarlanacaksan çamurlarda…


(Bu yazı ilk olarak 5 Aralık 2015 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: