3 Mayıs 2017 Çarşamba

Tuzak içinde tuzak

Kara Yazı 2. Bölüm Yorumu

İlk bölümü ne büyük bir iyimserlikle izlediğimden ve gelecekten ne denli umutlu olduğumdan bahsetmiştim. Bu nedenle yazının hemen başında söylemekte beis görmüyorum: Hayallerim her geçen gün daha fazla kırılıyor…

Kara Yazı, adı gibi kara, karanlık, kasvetli, kendi ağırlığını seyircinin üstüne bırakmaktan çekinmeyen, puslu bir hikâye. Ve itirazım asla buna değil. Hatta bu sıralar bu karanlığa teslim olup yaşlarımı dökmeye öyle çok ihtiyacım var ki, buna susamış bir halde oturuyorum ekran karşısına. Gözyaşlarıma eşlik etmesini bekliyorum hikâyenin; fakat o da ne? Ortada bir hikâye yok ki!

Erdem'in Mehmet'e kurduğu bir tuzak var, fakat tuzağın ardındaki motivasyonu tam öğrenemedik. Basit bir kıskançlık, çekememezlik ya da ilgi çekme arzusundan daha fazlasına işaret eden bir tuzak kurmuş olduğu için birkaç dakikalık flash backlerden daha fazlasına ihtiyacımız var Erdem'i anlama yolunda. Ve bu soruların yanıtı yok. Bizi ardından sürükleyecek olan hikâye belki de budur -ki öyle olduğuna dair bir yönlendirme de yapılmadı reji tarafından- ama bunun için de Erdem'in 'akıllı' biri olduğunu bilmeye ihtiyacımız var.

Eğer aynı iş yerinde birlikte çalıştığı ve hatta ortağı olduğu adama tuzak kuruyorsa, o tuzağın videosunu iş yerindeki bilgisayarda izlememeli mesela, üstelik de kulaklık takmaya bile gerek duymadan, yüksek sesle! Ve dahi sırtı kapıya dönük, bilgisayar ekranı da kapıdan girecek kişinin görüş alanında iken… Nasıl ki iyilerin cesur olmasını bekliyorsak kötülerin de akıllı olmasını beklemeye hakkımız var. Değilse buradan bir drama değil karakter komedisi çıkar çıksa çıksa; oysa Kara Yazı, bu tür nefes aralarına kapısını sımsıkı kapatmış gibi duruyor!

Kapıyı kapatmak demişken, Mehmet'in odasındaki güvenlik zafiyetinin farkına vardınız mı? Oda kapısı kartla açılıyor, tamam. Bu, anahtardan daha güvenli bir yol olarak tercih edilir, zira kapıyı kapattığınız zaman bir de kilitlemeniz gerekmez, kapıyı çekip çıkabilirsiniz. Bu sistemin dezavantajı, siz içerideyken de kapının kilitli olması ve dışarıdan gelenlerin sizin izniniz olmadan içeri girememesi demektir. Yani öyle Yaren'in yaptığı gibi çeki adamın suratına atıp kapıyı çarpıp dışarı çıktıktan sonra kös kös geri döndüğünüzde o kapıyı çat diye açamazsınız, açamamalısınız. Yaren'in "Kale gibi koruyorlar." dediği ofisler o kadar da iyi korunmuyor yani.

Yaren'in neyi aradığını bilmeksizin aradığı şeylerin şirkette olduğunu düşünmesine gülüyorduk ama, görüyoruz ki gülünecek daha basit meseleler var. Ortağına tuzak kurup videosunu yan odada izleyen de, patronun kilitli kapısını hiç tanımadığı insanlara açan temizlik görevlileri de, kilitli kapıdaki güvenlik zafiyeti de burada. Kanıtlar neden şirkette olmasın?

Derya'nın bir bebeğinin olmasını nerelere koyacağımı bilemiyorum. Öyle bir babayla, öyle bir yaşam tarzına sahipken hamileliğini, doğum yaptığını nasıl gizlemiş olabilir? Aklıma gelen hiçbir şeyi gerekçelendiremiyorum. 12 yaşındaki kız çocuğunun saçlarına takacak kadar paranoyak bir baba, yirmili yaşlardaki kızının başka şehirde okumasına, çalışmasına, ne bileyim hasta olan bir akrabaya göz kulak olmak için evden dışarı çıkmasına izin vermiş olabilir mi? Bunu ne kadar anlamadıysam, bütün bunları saklamış olan Derya'nın "Nasılsa babam beni reddetti, o zaman çocuğumu yanıma alıp hapishanede büyütürüm." diye düşünmesini de o kadar anlamadım.

Halil'in Derya'yı öldürmek istemesinde şaşılacak bir yan yok, adam son derece tutarlı hareket ediyor bu konuda. Tutarsız olan, senaryonun ve rejinin bize Halil'i sevdirmeye çalışıyor olması. Sürekli olarak "Başına bunlar gelmeseydi aslında çok iyi bir adam olacaktı." mesajı vermeye çalışılıyor. Ama mesele de zaten bu, başına gelenlere rağmen iyi kalabilmek, sevebilmek, güvenebilmek… Bunu yapamamış bir adamı anlamamıza gerek var, karanlıkla, kötülükle mücadelenin bir yolu olarak buna ihtiyacımız var; ama sevmemize hiç gerek yok. Dolayısıyla bu sahnelerin, Emre Kınay'ı izlemek dışında bir keyfi yok, üzgünüm.

Oğuz Karahan gibi bir adamın karısının bu kadar saf, bu kadar düşüncesizce hareket etmesini de anlayamadım. İclal hakkında hâlâ bir yorumda bulunamıyorum, ama açıkçası zihinsel bir probleminin olduğunu düşünmeye başladım. Attığı her adımda, hatta ağzını her açtığında Oğuz'dan bir karşılık alan İclal'in, hem Oğuz'un kendisine çizdiği sınırlar içinde kalmayı kabul etmesi hem de ondan habersiz işler çevirebileceğini düşünmesi, hiçbir şey değilse bir muhakeme eksikliğine işaret eder. Anlayamıyorum!

Her şeyin başlangıcı olan tuzağı kuran Erdem, Mehmet'le ilgili olarak istediğini elde etti, Oğuz'a daha yakın olmak için uzunca bir yolu da kat etmiş oldu. Fakat bu arada 'kardeşim' dediği, yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz Sinan'ı kaybetti. Ama nasıl? Sinan'ın annesinden, Sinan ve Derya'nın tanışıyor olduğunu öğrendik. Gerek Mehmet'le, gerekse Erdem'le konuşmalarından varabileceğimiz sonuç, bu işte Derya'nın bir parmağının olduğu. Kuru sıkı silahı (ya da mermiyi) gerçeğiyle değiştirme işini Derya yapmış olmalı. Ama nasıl? Ama neden? İşte, iki bölümden bana kalan yalnızca bu sorular…

Bölümde en çok hoşuma giden şey, Yaren'e şirketi gezdiren kişinin isminin Feride Karadayı olmasıydı, Karadayı'ya çakılan güzel bir selamdı bu bence, ama ben olsam Feride Kara yapardım ismini ve bu ismi yaşatırdım. Feride Hanım'ı da daha sık görürüz umarım, anılarla avunuruz hiç olmazsa.

Bir de Kadir tabii… Birkaç saniyelik bakışlarına günlerce bakmak istediğim. Yerini, çapını, kapasitesini bilen, büyük oynamayan ama gücü yettiğince Yaren'in yanında durmaya çalışan Kadir'i çok az görüyoruz ama, her bir saniyeyi kana kana içiyorum sanki, içimde öyle bir kıpırtıyla bakıyorum ekrana. Rolü biraz büyüsün ama bu sahiciliğini, o bakışlarındaki samimiyeti hiç kaybetmesin, büyüyüp kirlenmesin istiyorum, mümkünse…

(Bu yazı ilk olarak 4 Nisan 2017 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: