Kördüğüm 5. Bölüm Yorumu
Her zaman yaralandığımız yerden iyileşemiyoruz; belki de bu
yüzden devam edebiliyor hayat. Başka bir dalda çiçek açtığında kendi kuruyan
dalımıza ağlamayı bırakabiliyoruz. Baharın güzelliği unutturmuyor sert geçen
kışı belki, ama kışın ardından bir başka baharın daha gelebileceğini
öğreniyoruz...
Kördüğüm oldukça sakin ama derin bir bölümle ekrandaydı bu
kez. İlk dört bölümdeki süratin ve olay bolluğunun aksine, yavaş ama emin
adımlarla ilerledi. Bunu yapabilecek bolca malzeme varken elinde, hiç yüz
vermedi ajistasyona. Olabilecek belki de en hafif yoldan, en nazik cümlelerle
döktü ortaya en büyük yaralarını.
Havuzdan Kaan’ı kurtaran Feyza oldu, beklediğimiz gibi. Onu
elleriyle kurularken sanırım ilk kez gülümsedi, içinden gelerek hem de. Kaan’ı
kabullenmeye, iyileşmeye başlayacak diye düşündüm. Oysa daha derin bir yara
oldu bu Feyza için, çünkü o Kaan’ı değil, kendi oğlunu kurtarmıştı ve bundan
sonra oğlunu gözünün önünden ayırmamak olacaktı tek isteği. Islanan pijamaları
yerine Barış’tan kalanları giydirirken Kaan’ın sorusuyla uyandı tatlı
rüyasından: “Bu giysiler kimin?” Ve köşkte bir ölüm sessizliği...
Kaan bütün akşam Ali Nejat’ı beklemişti, yaptığı makarnadan
yedirecekti ona. Babasının gelmeyişiyle bir terk ediliş daha yaşadı. Ali Nejat
henüz idrak edemedi dünyanın en önemli işini yapıyor bile olsa, onu bekleyen
bir çocuk varsa, o yemekten/toplantıdan daha önemlisi de vardır. Toplantıdaki
adamlardan birine, bunu ilk kez söylüyor olmanın heyecanıyla, gözleri
parlayarak “Oğlum var” dediğinde biz ikna olmuştuk onun iyi bir baba olacağına.
Bunu hissederek söylediği sesinin titreyişinden belliydi, ama Kaan’ı ikna
etmesi daha zor olacak. Çünkü Kaan’ın baktığı yerden bakınca, annesinin
gökyüzüne gitmesi ile babasının akşam gelmemesi aynı şey; artık sevilmediğini,
istenmediğini düşünmesine neden oluyor. Bunun üzerine Naz’a gidip ondan da ilgi
göremeyince Kaan herkese küser, hiçkimse tarafından sevilmediğini düşünür
tabii.
"Hayatıma girip beni babası yaptığı için çok şanslıyım."
Burada durup, Kaan’ı hüngür hüngür, salya sümük
ağlatmadıkları için çok teşekkür ederim. Bizim dizilerimizin öfkeyi, üzüntüyü,
acıyı büyük büyük hareketlerle, yeri göğü inleterek gösterme alışkanlığından
gına geldi artık. Sessiz sessiz gözyaşı döken kırgın bir çocuk vardı ekranda ve
biz onun hissettiklerini böyle de duyumsayabildik.
Naz’ın, Umut’un ihanetini öğrenişi, Umut’un inkar etmeye
çalışması, Naz’ın tokadı ve Ali Nejat’ın bu sahneyi izleyişi... Naz’a
yaklaşmasının o kadar da yanlış bir şey olmadığına böylece karar vermesi ve
çekildiği inziva köşesinde bulması onu; biraz Kaan, biraz da kendisi için...
Otelde birlikte vakit geçirebilmeleri güzeldi de, yolun
tamamen kapalı olması nedeniyle İstanbul’a dönememeleri hikâyesini ben yemedim.
Yüzlerce kez izlediğimiz, kötü hava koşulları nedeniyle son vapurun kalkmaması
klişesinin bir başka versiyonuydu bu da. Ne olurdu yani Naz, Ali Nejat ve
Kaan’ı yanında görünce aniden İstanbul’a dönmek istemeseydi? “Ne kadar da
teşneymiş elin adamıyla vakit geçirmeye” diye kötü kadın mı ilan edecektik
kendisini? Kafa dinlemek için uzaklaşmış bir Naz’a Kaan’dan daha etkili bir
ilaç olamayacağını hepimiz bilmiyor muyuz? Bir de üstüne, otelde tek oda kaldı
klişesi... İki ayrı oda
olsaydı ve Kaan uyumadan önce masal dinlemek isteseydi, Ali Nejat da masal
bilmediği için Naz’ın kapısını çalsalardı olmaz mıydı mesela? (Bu fikrin de çok orijinal olmadığının
farkındayım ama her şeyin bir zorunluluk gibi sunulmasından rahatsızım. O
yüzden kızıyorum.)
Bölümün twitter etiketi #BuBenimSuçum’du. Sürpriz değil,
gece olunca Candan Erçetin’i duymaya başladık, Onlar Yanlış Biliyor
şarkısıyla:
“Puslu, soğuk hava,
dökülen yapraklar/ En sevdiğim mevsimdi sarı sonbahar/ Artık değil/ Kalbimde
hüzün, aynada üzgün yüzüm/ Beni tanıyanlar buna birisi sebep diyor/ Susuyorum...”
Bizde mevsim kış, hikâyemizdeyse zemheri; rengimiz kasvet
grisi... Sabaha karşı göl kıyısında, puslu, soğuk bir ortam. Hani bu
rengin
tasviriyle başlayan bir roman okuyor olsam, derim ki ölüm geliyor, öyle
ağır
bir hava. Ama burada bu ortam, yeni başlangıçların habercisi. Güneşin
doğmak üzere oluşu tesadüf değil. Naz ve Ali Nejat, usul usul
birbirlerine açıyorlar yaralarını, korkularını,
tedirginliklerini...
İsteseler bunları büyütüp feryat figan dökebilirlerdi ortaya, ayrı ayrı ve onlarca bölüm sonra. Tam da birlikte olacaklar diye beklerken biz, bu acıların ağırlığı önce birer şantaj malzemesi olup bükebilirdi boyunlarını, sonra birbirlerinin geçmişlerini öğrenen aşıkları ayrı yollara savurabilirdi. Yapmadılar. En çok bu noktada memnun oldum diziyi takip etme kararını verdiğim için. Hoşuma gitmeyen yanlar olsa da, düğümün çözülmezliğine ikna olamasam da bu hikâyenin tanığı olmak istediğim için. Bu kez başka yolların deneneceğinden umutlu olduğum için.
İsteseler bunları büyütüp feryat figan dökebilirlerdi ortaya, ayrı ayrı ve onlarca bölüm sonra. Tam da birlikte olacaklar diye beklerken biz, bu acıların ağırlığı önce birer şantaj malzemesi olup bükebilirdi boyunlarını, sonra birbirlerinin geçmişlerini öğrenen aşıkları ayrı yollara savurabilirdi. Yapmadılar. En çok bu noktada memnun oldum diziyi takip etme kararını verdiğim için. Hoşuma gitmeyen yanlar olsa da, düğümün çözülmezliğine ikna olamasam da bu hikâyenin tanığı olmak istediğim için. Bu kez başka yolların deneneceğinden umutlu olduğum için.
Ali Nejat’ın haklı korkularını öğrenen Naz, o kasvetin
içinde umutla göz kırpan kırmızı şalın hakkını verdi, karanlığı arayan bir şey
söyledi: “Onun sana ihtiyacı var ve o
hiçbir zaman bu korkuyu anlayamaz.” Ve
zaten kimse bunu anlamak zorunda da değil. Herkesin başka korkuları, başka
yaraları var ama yaşamaya devam ediyorlar. Çünkü bu yolların geri dönüşü yok.
Yaralandığımız yerden iyileşmek zorunda olmayışımızın da bir şans olduğunu
görebilmek ve yola devam edebilmek gerekiyor. O küçük ve masum çocuğun elinden tutup korkuların üstüne gitmek gerekiyor.
(Bu yazı ilk olarak 5 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder