Yanıtınız ‘evet’se, Burak Sergen’in Çingene Boksör performansını görmelisiniz. Rike Reiniger’in yazdığı, Dr. Gülen İpek Abalı’nın Türkçeye çevirdiği, Emrah Elçiboğa’nın yönettiği oyun Ekim 2015’ten bu yana ülkenin çeşitli illerinde ve sahnelerinde sergileniyor.
Aslında, oyunun konusundan kısaca bahsedip size sadece Burak
Sergen’i anlatmak istiyorum ben. Oyun, 1907-1944 yılları arasında
Almanya’da
yaşayan ve 1933’te Almanya yarı ağır siklet boks şampiyonu olan Yahudi
boksör Johann ‘Rukeli’ Trollmann’ın hikâyesini, en yakın arkadaşının
ağzından, hem
acılı hem de neşeli bir yolla anlatıyor. Aslında bu, Çingene Boksör
Ruki’nin
hikâyesi olduğu kadar bize Ruki’yi anlatan arkadaşı Hans’ın da
hikâyesidir. Sarışın
bir Alman olan Hans’ın, “esmer tenli siyah saçlı” arkadaşı Ruki’nin
çektiği
acılara sadece tanık olduğu değil, “çingene” olmanın ağırlığı altında
onunla beraber
ezildiği bir hikâyedir. O yıllarda sürülen her hayat gibi, Almanya’nın
içine
düştüğü faşist çukurun çamurdan öyküsüdür de aynı zamanda; acılı,
yaralı, çaresiz
ve öfkeli…

DeepBlueIdeas Sanatsal Yapımlar sunar...
DeepBlueIdeas Sanatsal Yapımlar sunar...
Burak Sergen sahnede tek başına ama Burak Sergen asla yalnız değil. Onun yeri sahneyle, sözleri oyunla sınırlı değil. Kendi
bedenini, repliklerini, sahneyi, salonu ve hatta seyirciyi kullanışı o kadar
benzersiz ve görülmeye değer ki, okurken çok sevdiğim bir romanı bitirir
bitirmez yeniden başladığım anlardaki hislerimi anımsıyorum oyunun sonunda. Keşke
“replay” (yeniden oynatma) tuşu olsa
bir yerlerde, başa sarıp tekrar tekrar izleyebilsem… (Tiyatronun bir güzelliği de bu işte; ne kadar muhteşem olursa olsun
bir sonu var ve bir süre için bile olsa tekrarı yok, her saniyesini yaşadınız yaşadınız,
yaşamadıysanız kaybettiniz; yaşadıysanız tadı damağınızdan bir ömür gitmez zaten.)
Hep söylenen bir şeydir, televizyon ekranı insana 5 kilo ekler,
insanlar olduklarından daha iri, daha cüsseli görünürler. Ekranda gördüğünüz
birini çıplak gözle görüp “Aaa ne kadar kısa boyluymuş/zayıfmış/ufak tefekmiş”
gibi cümleler kurmanız işten bile değildir. Ben bir tek Burak Sergen’de
yaşamadım bunu. Onlarca dizide, yüzlerce bölüm boyunca izlediğim o iri,
heybetli adam aynıyla karşımdaydı onu sahnede ilk görüşümde. Bunu söyleme
sebebim, o kocaman adamın, sahnede 12 yaşında, ufak tefek, çelimsiz bir oğlanı
canlandırırken inandırıcılığından bir zerre bile kaybetmeyişini, sahnede nasıl ufaldığını,
gözlerimizin önünde, bir adımdan diğerine nasıl boyut değiştirebildiğini size
ifade edebilmektir.
Tek kişilik oyunlar, eğer iyi yazıldı ve iyi oynandılarsa, sahnedeki
oyuncuyu tek bir performansla bile değerlendirebilmenize olanak tanır. Çünkü
aslında sahnede bir kişi tarafından canlandırılan birden fazla kişi vardır ve
her biri birbirinden başka durmak, başka görünmek zorundadır. Böylece oyuncuyu her
yönüyle görür, içinden çıkardığı karakterleri irdeleyebilirsiniz. Her bir
kişide duygu, düşünce ve amaçlar da farklılaştığı için oyuncu sahnede büyük bir
sınav verir. Boşluğa düşme, tereddüt etme, rolden çıkma, oyundan kopma şansı
hiç yoktur, onun için oyun başlar, akar ve biter.
Söylemeye ne hacet, Burak Sergen -klişe tabirle- sahnede bunların dersini veriyor. ‘Tek başına ama yalnız değil’ demiştim ya, oyununa yalnızca sahneyi ve dekoru değil, salonu, seyirciyi, duvarları ve hatta fuaye alanını bile katıyor. Hans'ın hikâyesini izlemeye gitmişken, Hans'ın köyünde yaşayan insanlara, tribünlerde Ruki için tezahürat yapan ya da onu yuhalayan boks seyircisine dönüşüveriyorsunuz.
Söylemeye ne hacet, Burak Sergen -klişe tabirle- sahnede bunların dersini veriyor. ‘Tek başına ama yalnız değil’ demiştim ya, oyununa yalnızca sahneyi ve dekoru değil, salonu, seyirciyi, duvarları ve hatta fuaye alanını bile katıyor. Hans'ın hikâyesini izlemeye gitmişken, Hans'ın köyünde yaşayan insanlara, tribünlerde Ruki için tezahürat yapan ya da onu yuhalayan boks seyircisine dönüşüveriyorsunuz.
Bu dönüşümün merkezinde ise yine Burak Sergen var;
kendisi de oyunun yönetmenine dönüşüyor zaman zaman. Bazen ışıkçıya laf atarken
görüyorsunuz onu, bazen seyirciyi azarlarken. Oynadığı rolü soyunuyor belki yer
yer, ama kendi kimliğini giyinmiyor, Burak Sergen olmuyor, oyuncu-seyirci-yönetmen
arası bir yerde durup herkesi biraz silkeliyor… Sonra oyununa geri dönüp
yumruklarını savuruyor sağlı sollu. İşte,
doğaçlamanın tadını da aldınız, bu gördüğünüzün eşi benzeri yok,
anladınız, başka birisi oynasaydı sahnede bambaşka bir şey
göreceğinizden eminsiniz artık!
Oyundan yaşlı gözlerle çıktığımı söylememe de herhalde gerek
yoktur artık…
Hatıra ister misiniz?
Hans anlatıyor, ailesiyle, komşularıyla, hemşerileriyle, en
çok da Ruki’yle ilgili hatıralarını, unutmak istediği, unutmayı öğrenmeye
çalıştığı hatıralarını, yaralarını, yaraladıklarını…
(Bu yazı ilk olarak 9 Şubat 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder