22 Nisan 2016 Cuma

Bir bahar akşamı rastlaşmayalım n'olur…


İzmir'de insanlar ilkbahar ve sonbaharı aynı sözcük çiftiyle karşılarlar: 'Ne giysek?' Ne giyilse ya sıcak ya soğuk gelecektir, ortayı bulabilmek ya gerçekten büyük yetenek ya da sadece şans işi. Havalar biraz ısınınca ortalıkta şortla gezmeye başlayan da, montunu bütün gün elinde gezdiren de, güneşli Eylül sabahlarında evden çizmeyle çıkan da, Ağustos'un en sıcak günlerinde bile çantasından şemsiyeyi eksik etmeyen de emin olun İzmirlidir. Bu insanların hepsi, bu hareketlerini gerekçelendirecek en az bir anılarını paylaşırlar, sorarsanız eğer.

Yarattığı bütün o akıl karışıklığına rağmen, İzmir'de İlkbahar ve sonbahar genellikle birkaç haftada gelip geçer hayatlarımızdan. Onlar geçer, kafa karışıklığı kalır bir süre daha...

Yazdan sonbahara geçişte yaşadığım kafa karışıklığı ve can sıkıntısını ayniyle tekrar yaşıyorum bugünlerde. Hayat gailesinin omuzlara yükledikleri ve 'bahar yorgunluğu' bir yana, sadece giyecek şey bulamadığım için bile yataktan çıkmak istemediğim günler bunlar. Okulu arayıp, "hayati bir meseleden dolayı bugün gelemeyeceğim" diyebilme şansım olsaydı bile diyemiyorum, çünkü bu yalnızca günü kurtarır. Ertesi gün aynı dert sil baştan: 'ne giysem' vol.2, 'giyecek hiçbir şeyim yok' vol. 26876532315.

Aynada kendini aslında olduğundan daha iyi ya da daha kötü görme durumunun ruh durumuyla paralel olduğu su götürmez, yani aslında aynaya, ne göreceğimizi bilerek bakar ve görmeyi beklediğimizi görürüz çoğunlukla. Özellikle de biz kadınlar… John Berger'ın dediği gibi, "erkek aynaya bakar, kendini görür; kadın aynaya bakar, dışarıdan nasıl göründüğünü görür".

Ama bazen de gerçekten aklımızda bir soru işareti ile yöneliriz aynaya, nasıl olduğumuzu görmek için. İkinci aşama olarak nasıl göründüğümüz onun ardından gelecektir zaten… İşte bu mevsimde, her sabah bir soru işareti ile bakıyorum aynaya ve her gün, bir öncekinden daha kötü bir yanıt alıyorum… Hani, gözlerimdeki karanlığa rağmen, yüzümü, saçımı, kıyafetimi beğenecek olsam, gene de şükredeceğim… Ama olmuyor. Ne yapsam ne etsem sorularıma olumlu yanıtlar alamıyorum aynalardan.

Yine de bir şekilde çıkıyorum işte evden, ne de olsa erken kalkmak, işe gitmek mecburiyetten… Aynalar benim tarafımda değil, hiç değilse evle iş arasında sokaklar olmasa, o sokakların her bir köşesine alışmış olmasam, sokaktaki kediler bile hangi köşeden döneceğimi biliyor olmasa, tanıdık bildik birilerine rastlama olasılığı olmasa… Savaş meydanına cephanesiz çıkmışım gibi bir ruh hali yaratıyor baharda sokaklar… Aynalarla sevişirken hiç böyle değildi oysa, herkes, her şey, her ağaç, her bina yabancıydı sanki, ben yabancıydım şehre ve kediler de ilgilenmezlerdi benimle ve sokak, bir olasılıklar deniziydi, hiçbirini tanımadığım ve 'hayatımın aşkı' dönebilirdi bir köşeden, burun buruna gelebilir ve evreni görebilirdik birbirimizin gözlerinde veya es geçebilirdik birbirimizi, neyi kaçırdığımızı hiç bilmeden… Oysa aynalar cevapsızken bütün yollar karanlıklara çıkıyor, her döndüğüm köşede duvarlar, olasılıklar bulut olur yağmamaya biriken.

Bir yaz akşamında ya da bir zemheri ayazında karşılaşmak her şeyden daha sıkıcıdır belki bazılarına -sevdanın ve şiirin ustası Ahmed Arif sevmezdi Aralık ayını mesela, netameli bulurdu- bana sorarsanız bir şiirin doğması için en uygun zamandır bunlar, asıl bahardır netameli olan, kararsızlıkları mesken edinen. Umudun uçarı baharlarda çiçek açtığını inkar edecek değilim ama çiçeğin meyveye dönebilmesi için yazın ya da kışın olgunluğuna, dinginliğine ve aklına ihtiyacı var bence. Yolumuz kesişsin istiyorum bütün kalbimle ama, dizginsiz baharlarda değil, durağan yazlarda, aklıselim kışlarda çık karşıma ey aşk!

Hiç yorum yok: