İzmir'de
insanlar ilkbahar ve sonbaharı aynı sözcük çiftiyle karşılarlar: 'Ne giysek?' Ne giyilse ya sıcak ya soğuk
gelecektir, ortayı bulabilmek ya gerçekten büyük yetenek ya da sadece şans işi. Havalar biraz ısınınca ortalıkta şortla
gezmeye başlayan da, montunu bütün
gün elinde gezdiren de, güneşli Eylül sabahlarında evden çizmeyle çıkan da, Ağustos'un en sıcak günlerinde bile çantasından şemsiyeyi eksik
etmeyen de emin olun İzmirlidir. Bu insanların hepsi, bu hareketlerini
gerekçelendirecek en az bir anılarını paylaşırlar, sorarsanız eğer.
Yarattığı
bütün o akıl karışıklığına rağmen,
İzmir'de İlkbahar ve sonbahar genellikle birkaç haftada gelip geçer
hayatlarımızdan. Onlar geçer, kafa karışıklığı kalır bir süre daha...
Yazdan
sonbahara geçişte yaşadığım kafa karışıklığı ve can sıkıntısını ayniyle tekrar
yaşıyorum bugünlerde. Hayat
gailesinin omuzlara yükledikleri
ve 'bahar yorgunluğu' bir yana, sadece giyecek şey bulamadığım için bile yataktan çıkmak istemediğim günler
bunlar. Okulu arayıp, "hayati bir meseleden dolayı bugün gelemeyeceğim" diyebilme şansım olsaydı
bile diyemiyorum, çünkü bu yalnızca günü kurtarır. Ertesi gün aynı dert sil baştan: 'ne giysem' vol.2,
'giyecek hiçbir şeyim yok' vol.
26876532315.
Aynada
kendini aslında olduğundan daha iyi ya da daha kötü görme durumunun ruh durumuyla paralel olduğu su
götürmez, yani aslında aynaya, ne göreceğimizi bilerek bakar ve görmeyi beklediğimizi görürüz çoğunlukla. Özellikle de biz kadınlar… John Berger'ın
dediği gibi, "erkek aynaya bakar, kendini görür; kadın aynaya bakar,
dışarıdan nasıl göründüğünü görür".
Ama
bazen de gerçekten aklımızda bir
soru işareti ile yöneliriz aynaya,
nasıl olduğumuzu görmek için. İkinci aşama olarak nasıl göründüğümüz onun ardından gelecektir zaten… İşte bu
mevsimde, her sabah bir soru işareti ile bakıyorum aynaya ve her gün, bir öncekinden daha kötü bir yanıt alıyorum… Hani, gözlerimdeki karanlığa rağmen, yüzümü, saçımı, kıyafetimi beğenecek olsam, gene de şükredeceğim… Ama olmuyor. Ne yapsam ne etsem
sorularıma olumlu yanıtlar alamıyorum aynalardan.
Yine
de bir şekilde çıkıyorum işte
evden, ne de olsa erken kalkmak, işe gitmek mecburiyetten… Aynalar benim
tarafımda değil, hiç değilse evle
iş arasında sokaklar olmasa, o sokakların her bir köşesine alışmış olmasam, sokaktaki kediler bile hangi köşeden döneceğimi biliyor olmasa, tanıdık bildik birilerine rastlama olasılığı
olmasa… Savaş meydanına cephanesiz çıkmışım gibi bir ruh hali yaratıyor baharda sokaklar… Aynalarla
sevişirken hiç böyle değildi oysa, herkes, her şey, her ağaç, her bina yabancıydı sanki, ben yabancıydım
şehre ve kediler de ilgilenmezlerdi benimle ve sokak, bir olasılıklar
deniziydi, hiçbirini tanımadığım
ve 'hayatımın aşkı' dönebilirdi
bir köşeden, burun buruna
gelebilir ve evreni görebilirdik
birbirimizin gözlerinde veya es geçebilirdik birbirimizi, neyi kaçırdığımızı hiç bilmeden… Oysa aynalar cevapsızken bütün yollar karanlıklara çıkıyor, her döndüğüm köşede duvarlar, olasılıklar bulut olur yağmamaya biriken.
Bir
yaz akşamında ya da bir zemheri ayazında karşılaşmak her şeyden daha sıkıcıdır
belki bazılarına -sevdanın ve şiirin ustası Ahmed Arif sevmezdi Aralık ayını
mesela, netameli bulurdu- bana sorarsanız bir şiirin doğması için en uygun zamandır bunlar, asıl bahardır
netameli olan, kararsızlıkları mesken edinen. Umudun
uçarı baharlarda çiçek açtığını inkar edecek
değilim ama çiçeğin meyveye dönebilmesi için yazın ya da
kışın olgunluğuna, dinginliğine ve aklına ihtiyacı var bence. Yolumuz kesişsin
istiyorum bütün kalbimle ama, dizginsiz baharlarda değil,
durağan yazlarda, aklıselim kışlarda çık karşıma ey aşk!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder