Kördüğüm 18. Bölüm Yorumu
Kim bilir kaç kez kurdum o düşü... Bir gün telefonum çalacak, “ben
geldim” diyecek biri, bir ürperti geçecek benim içimden, dünya duracak da ben
döneceğim kendi etrafımda sayısız kere. Kalakalacağım durduğum yerde, yeryüzü
çekiliverirken ayaklarımın altından. O gelecek ve ben yaşamın anlamını
keşfedeceğim sil baştan. O gelecek ve temize çekilecek olmayan, olamayan ne
varsa. O gelecek ve bir daha hiçbir şey, daha önce olduğu gibi olmayacak. O
gelecek ve ben, ben olacağım yeniden, her şey 'onunla' güzel olacak, "olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile"…
Ben bütün
bir hafta bu türden bir sarsıntıyı görmeyi bekledim Feyza’nın gözlerinde. Daha
“sesini duymak ne güzel” dediğinde Enver, altüst olur zannettim Feyza’nın
hisleri. Öyle olmadı. Feyza, geçmişten bugüne yalnızca öfkesini taşımış
Enver’le ilgili olarak. Ona dokunduğunu, güvendiğini, onu sevdiğini, onunla
yaşadığını unutmuş, onun yaptıklarını tutmuş aklında, ne olduğunu bile
bilmeden, hiç kurcalamadan, sorgulamadan.
Feyza bir heykel gibi durmaya çalıştıkça, uzaklaştıkça, Enver'i
tersledikçe ben döktüm incilerimi. Sanki benim düşümdü yerle bir olan,
sanki
bendim gözlerinden, sözlerinden aşk dökülen ve bütün bunlara karşılık
bir bakış bile çok görülen… Sanki bendim o köşkten başı eğik ayrılan…
Sana uzanan o elden kaçmamalıydın Feyza...
Ve Feyza, sen nasıl durabildin Enver'in karşısında öyle dimdik,
öyle tepkisiz? Piyanonun sesini duyduğunda nasıl sendelediğini,
gözlerinden düşen damlaları görmesem
belki de inanırım aranızda konuşulacak hiçbir şey olmadığına, her şeyin
gerçekten geride kaldığına; ama işte bu bölümde bir tek o yaşların
gerçekti, ben bir tek onlara
inandım. Barış'ın adı bile geçtiğinde,
onu dün kaybetmişçesine acılara bürünen sen değil misin, ben
şimdi nasıl inanayım Enver'i geride bırakabildiğine? Sizinki gibi
zamanla büyüyüp yolunu, izini bulmuş
bir aşkın bir kalemde silinebildiğine?
Reklam aralarında düşündüm, Enver rolünü başka biri oynasa beni bu
kadar etkiler miydi
diye, yani Enver'den mi yoksa Mehmet Aslantuğ'dan mı etkileniyorum diye,
cevap
bulamadım. Ama zaten oynadığı her rolde, o kişi olmayı başarabildiği ve
içimize işleyebildiği için sevmiyor muyuz onu? Yer aldığı reklamı
izlerken bile kilitlenmiyor
muyuz ekrana? Onu yaptığı işlerden başka bir yerde görmediğimize göre,
tek
cevap oyunculuğu. Ve beklediğimize değer bir performans ve hikâyeyle
çıkması karşımıza…
Mezarlıktaki halinden Enver'in, mezarlıklardan hoşlanmayan ve oralardaki
aşırı düzenliliği rahatsız edici
bulan ben bile fazlasıyla etkilendim. Yüzünü toprağa eğişi, bakışlarının buğulanışı,
sesinin çatallanışı öyle gerçek, öyle acılı ki, öyle acıtıyor ki…
O cenaze sahnesi mesela… Ekranda izlediğim en güzel şeylerden
biriydi, hiç
kuşkusuz. Ali Nejat'ın çaresizliği,
Feyza'nin feryatları, Tarık Bey'in hiç değişmeyen ifadesiz suratı,
Enver'in yıkılmışlığı… Ve tüm bunların üzerine aralıksız yağan yağmur ve
o simsiyah şemsiyeler… Aslantuğ
geldiğinden beri görüntüler daha mı güzel yoksa gözlerimi ekrandan
almayı beceremediğim için artık daha mı çok dikkatimi çekiyor
çerçevedeki güzellik?
Gözyaşlarına şemsiye açılabilir mi?
Çantasını asistanına taşıtmayan, uçaktan inince kabin ekibiyle,
arabasına
yaklaşınca şoförüyle, köşke gelince hizmetkârlarla
hasbihâl eden, Ali Nejat'la sakin,
Kaan'la merhametli konuşan bu kibar ve yüce gönüllü adamın kötülükler
planlayıp Neslihan'ı köşke yerleştirdiğine, Oğuz'u satın alıp kendisi
için çalıştırdığına, velhasıl 'kötülükler' planladığına ben ikna
olamadım pek.
Zaten Ali Nejat'ın Naz'a Enver'i anlattığı cümleler de bizi onun kötü
olmadığına inandırmak içindi hep. Enver'in diğer yüzü ortaya çıktığında
da galiba en çok etkilenen yine ben olacağım. Ya da o 'kötülükler' Ali
Nejat ve Feyza
için değil, yalnızca Tarık Bey için tasarlanmış olacak ve bize de
keyfini sürmek düşecek. Umarım.
Bölüm boyunca Enver'i izledim, Enver'e ağladım.
Dedim ya, benim kurduğum düşün ekrana yansıması gibiydi onun gelişi ve
benim düşkırıklığımdı reddedilişi… Bölümü yazmaya koyulduğumda, bu
hikâyenin yorumuna eklenebilecek tek kişinin Genco olduğunu fark ettim.
Ne
Hasan Amca'nın çilesi, ne Neslihan
ve Umut'un gözlerindeki ışıltı, ne
Murat'ın betinin benzinin atması… Bir tek Genco ve onun Gökçe isimli
yarasının yeniden yeniden kanatılışı...
Cahide'nin, çevresindeki
herkesin hayatına maydonoz olması yetmedi, şimdi de Genco'ya sardı. Ona
"pek münasip" bir kısmet
bulmuş, tanıştıracakmış. Piyon olarak da Gökçe'yi seçti. Annesinin
ağzından çıkan her cümleye itiraz eden Gökçe de biraz dirense de kabul
etti bu işi.
Bu noktada Gözde Çığacı'yı özellikle beğendiğimi belirtmeliyim. Annesinin buyurduğu işi isteyerek
yapmadığını öyle güzel vurguladı ki abartılı oyunculuğuyla, rol
yapmayı beceremeyen Gökçe'yi öyle iyi oynadı ki, Genco için ağlıyor olmasam kahkaha atabilirdim Gökçe'nin o şapşik haline.
Sonrası yine Genco'nun yaralanması demek. Yine tek başına
efkârlanan, büyütmeye cesaret edemediği
umutları elinden zorla alınan bir Genco. Yine bana hasret, yine bana
hüsran, yine bana gözyaşı… Oysa yanlarında İsot olsa bile mutluydu
Genco, Gökçe onu kahve içmeye çağırdığı için… Ne kadar da çabuk büyüyor
düşler ve nasıl hoyratça çakılıyor yerlere…
Oysa her şey güzel
olabilirdi 'onunla'… Enver'in piyanoda çaldığı şarkıyı tanıdınız, değil
mi? Çiğdem Talu-Melih Kibar aşkının en güzel ürünlerinden, aşkın en
gerçek tanımlarından biri, "Her Şey Seninle Güzel". Feyza-Enver hikâyesine de çok yakıştı…
Her şey seninle güzel, bu
yağmur, bu kar bile
Yüzümdeki gözyaşının izleri, onlar bile…(Bu yazı ilk olarak 5 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder