13 Mayıs 2016 Cuma

"Yüzümdeki gözyaşının izleri, onlar bile…"

Kördüğüm 18. Bölüm Yorumu



Kim bilir kaç kez kurdum o düşü... Bir gün telefonum çalacak, “ben geldim” diyecek biri, bir ürperti geçecek benim içimden, dünya duracak da ben döneceğim kendi etrafımda sayısız kere. Kalakalacağım durduğum yerde, yeryüzü çekiliverirken ayaklarımın altından. O gelecek ve ben yaşamın anlamını keşfedeceğim sil baştan. O gelecek ve temize çekilecek olmayan, olamayan ne varsa. O gelecek ve bir daha hiçbir şey, daha önce olduğu gibi olmayacak. O gelecek ve ben, ben olacağım yeniden, her şey 'onunla' güzel olacak, "olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile"…

Ben bütün bir hafta bu türden bir sarsıntıyı görmeyi bekledim Feyza’nın gözlerinde. Daha “sesini duymak ne güzel” dediğinde Enver, altüst olur zannettim Feyza’nın hisleri. Öyle olmadı. Feyza, geçmişten bugüne yalnızca öfkesini taşımış Enver’le ilgili olarak. Ona dokunduğunu, güvendiğini, onu sevdiğini, onunla yaşadığını unutmuş, onun yaptıklarını tutmuş aklında, ne olduğunu bile bilmeden, hiç kurcalamadan, sorgulamadan.

Feyza bir heykel gibi durmaya çalıştıkça, uzaklaştıkça, Enver'i tersledikçe ben döktüm incilerimi. Sanki benim düşümdü yerle bir olan, sanki bendim gözlerinden, sözlerinden aşk dökülen ve bütün bunlara karşılık bir bakış bile çok görülen… Sanki bendim o köşkten başı eğik ayrılan…


Sana uzanan o elden kaçmamalıydın Feyza...

Ve Feyza, sen nasıl durabildin Enver'in karşısında öyle dimdik, öyle tepkisiz? Piyanonun sesini duyduğunda nasıl sendelediğini, gözlerinden düşen damlaları görmesem belki de inanırım aranızda konuşulacak hiçbir şey olmadığına, her şeyin gerçekten geride kaldığına; ama işte bu bölümde bir tek o yaşların gerçekti, ben bir tek onlara inandım. Barış'ın adı bile geçtiğinde, onu dün kaybetmişçesine acılara bürünen sen değil misin, ben şimdi nasıl inanayım Enver'i geride bırakabildiğine? Sizinki gibi zamanla büyüyüp yolunu, izini bulmuş bir aşkın bir kalemde silinebildiğine?

Reklam aralarında düşündüm, Enver rolünü başka biri oynasa beni bu kadar etkiler miydi diye, yani Enver'den mi yoksa Mehmet Aslantuğ'dan mı etkileniyorum diye, cevap bulamadım. Ama zaten oynadığı her rolde, o kişi olmayı başarabildiği ve içimize işleyebildiği için sevmiyor muyuz onu? Yer aldığı reklamı izlerken bile kilitlenmiyor muyuz ekrana? Onu yaptığı işlerden başka bir yerde görmediğimize göre, tek cevap oyunculuğu. Ve beklediğimize değer bir performans ve hikâyeyle çıkması karşımıza…

Mezarlıktaki halinden Enver'in, mezarlıklardan hoşlanmayan ve oralardaki aşırı düzenliliği rahatsız edici bulan ben bile fazlasıyla etkilendim. Yüzünü toprağa eğişi, bakışlarının buğulanışı, sesinin çatallanışı öyle gerçek, öyle acılı ki, öyle acıtıyor ki…

O cenaze sahnesi mesela… Ekranda izlediğim en güzel şeylerden biriydi, hiç kuşkusuz. Ali Nejat'ın çaresizliği, Feyza'nin feryatları, Tarık Bey'in hiç değişmeyen ifadesiz suratı, Enver'in yıkılmışlığı… Ve tüm bunların üzerine aralıksız yağan yağmur ve o simsiyah şemsiyeler… Aslantuğ geldiğinden beri görüntüler daha mı güzel yoksa gözlerimi ekrandan almayı beceremediğim için artık daha mı çok dikkatimi çekiyor çerçevedeki güzellik?


Gözyaşlarına şemsiye açılabilir mi?

Çantasını asistanına taşıtmayan, uçaktan inince kabin ekibiyle, arabasına yaklaşınca şoförüyle, köşke gelince hizmetkârlarla hasbihâl eden, Ali Nejat'la sakin, Kaan'la merhametli konuşan bu kibar ve yüce gönüllü adamın kötülükler planlayıp Neslihan'ı köşke yerleştirdiğine, Oğuz'u satın alıp kendisi için çalıştırdığına, velhasıl 'kötülükler' planladığına ben ikna olamadım pek. Zaten Ali Nejat'ın Naz'a Enver'i anlattığı cümleler de bizi onun kötü olmadığına inandırmak içindi hep. Enver'in diğer yüzü ortaya çıktığında da galiba en çok etkilenen yine ben olacağım. Ya da o 'kötülükler' Ali Nejat ve Feyza için değil, yalnızca Tarık Bey için tasarlanmış olacak ve bize de keyfini sürmek düşecek. Umarım.

Bölüm boyunca Enver'i izledim, Enver'e ağladım. Dedim ya, benim kurduğum düşün ekrana yansıması gibiydi onun gelişi ve benim düşkırıklığımdı reddedilişi… Bölümü yazmaya koyulduğumda, bu hikâyenin yorumuna eklenebilecek tek kişinin Genco olduğunu fark ettim. Ne Hasan Amca'nın çilesi, ne Neslihan ve Umut'un gözlerindeki ışıltı, ne Murat'ın betinin benzinin atması… Bir tek Genco ve onun Gökçe isimli yarasının yeniden yeniden kanatılışı...

Cahide'nin, çevresindeki herkesin hayatına maydonoz olması yetmedi, şimdi de Genco'ya sardı. Ona "pek münasip" bir kısmet bulmuş, tanıştıracakmış. Piyon olarak da Gökçe'yi seçti. Annesinin ağzından çıkan her cümleye itiraz eden Gökçe de biraz dirense de kabul etti bu işi.

Bu noktada Gözde Çığacı'yı özellikle beğendiğimi belirtmeliyim. Annesinin buyurduğu işi isteyerek yapmadığını öyle güzel vurguladı ki abartılı oyunculuğuyla, rol yapmayı beceremeyen Gökçe'yi öyle iyi oynadı ki, Genco için ağlıyor olmasam kahkaha atabilirdim Gökçe'nin o şapşik haline.

Sonrası yine Genco'nun yaralanması demek. Yine tek başına efkârlanan, büyütmeye cesaret edemediği umutları elinden zorla alınan bir Genco. Yine bana hasret, yine bana hüsran, yine bana gözyaşı… Oysa yanlarında İsot olsa bile mutluydu Genco, Gökçe onu kahve içmeye çağırdığı için…  Ne kadar da çabuk büyüyor düşler ve nasıl hoyratça çakılıyor yerlere…

Oysa her şey güzel olabilirdi 'onunla'… Enver'in piyanoda çaldığı şarkıyı tanıdınız, değil mi? Çiğdem Talu-Melih Kibar aşkının en güzel ürünlerinden, aşkın en gerçek tanımlarından biri, "Her Şey Seninle Güzel". Feyza-Enver hikâyesine de çok yakıştı…
  
Her şey seninle güzel, bu yağmur, bu kar bile
Yüzümdeki gözyaşının izleri, onlar bile…

(Bu yazı ilk olarak 5 Mayıs 2016 tarihinde Ranini.tv'de yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: